İdeoloji, siyasi tutum, coşku ve heyecan yoksunluğunun gittiği yer…

Ali Rıza Avcan

Yaşadığımız kentlerdeki belediye kadrolarının sil baştan yeniden belirleneceği bir seçimin arifesindeyiz…

Çevremizi, adaylığı kesinleşmiş isimlerle henüz aday olamamış isimlerden oluşan büyük bir kalabalık işgal etmiş durumda… Bu adaylar, aday adayları ve onların çevresindeki taraftarlarıyla bu paylaşımdan payına düşeni yakalamak amacıyla koşturanlar dört bir yanımızı sarıp sarmalamış; adeta kuşatmış vaziyetteler…

Heyecandan uzak bir hava içinde, “Ben en güzelim“, “En yakışıklısı benim“, “En etkili gülümseyen benim” ya da “Onu alma, beni al” denilerek sürdürülen bu garip aday pazarında karşımıza çıkan yeni isim ve yüzlerin eskilerden ne farkı olduğunu bilmeden bir fikir geliştirmeye, onların bu ölgün, solgun mantıksız halinden mantıklı sonuçlar çıkarmaya çalışıyor ya da geçmişte kendi özel yaşamında veya iş ve siyaset alanında yeni ufuklara yelken açıp arkadaş, dost ve yoldaşlarını geride bırakan; bu nedenle de güvenilmeyen isimlerin bu kez de nasıl bir tutum sergileyeceğini merakla bekliyoruz.

Hiç bir adayın dilinde ve eyleminde partisine ya da kendi dünya görüşüne dair ideolojik ya da siyasi bir görüş kırıntısı yok… Üstüne üstlük içinde bir neşe, bir kıpırtı, bir heyecan bile yok… Herkes adeta, Cumhurbaşkanlığı kararnamesini beklercesine CHP genel merkezince yapılacak memur tayinlerini bekliyor… Bir yandan başkanlık sistemini eleştiren muhalefet, diğer yandan adeta başkanlık sistemini ihya edercesine belediye başkan ve meclis üyesi tespitlerini önseçim yerine genel merkezdekilerin iki dudağı arasına, onların insafına bırakıyor..

Örneğin her biri kara bir kuyu olan belediye şirketleri ya da TARKEM gibi bir soylulaştırma şirketi hakkında ne düşündüklerini, onunla ilgili olarak ne yapacaklarını söylemiyor ya da belediye mallarının satılarak ya da peşkeş çekilerek yağmalanması konusunda öfke ya da kızgınlıklarını dile getirmiyor, büyük borçlar altındaki belediyelerde yönetime geldikleri takdirde bu borçları nasıl yok edeceklerini ya da bundan böyle belediye taşınmazlarını satmayacaklarını, bu taşınmazları belediye şirketlerinin borçları için ipotek ettirmeyeceklerini, Basmane Çukuru, Hilton Oteli, Kültürpark, Vestel Gökdeleni, Konak Pier için ne yapacaklarını, halka ait bu malların satışının ya da özel sermayeye devrinin yanlış olduğunu söylemiyorlar. Üstüne üstlük bütün bunları söylemedikleri gibi belediye başkanlığının vatan hizmeti olduğunu söyleyecek kadar hamasete gömülüyorlar…

Ortalıkta neşeden, heyecandan ve iddiadan uzak öylesine tatsız, tuzsuz bir hava var ki; kendilerini ele vermemek amacıyla kullandıkları dil ya da sözcükler bile, kimseleri korkutup küstürmeyecek; hatta kızdırmayacak derecede renksiz, kokusuz steril bir dil… Halkın arasına çıkıp konuştuklarında bile çoğu kez hal hatır sormaktan başka bir şey yapmıyorlar… Bazıları böylesi bir şey yapmaya kalksa bile herkesin kendi meşrebine göre farklı yerlere çekebileceği “toplumcu belediyecilik“, “sosyal belediyecilik“, “halkçı belediyecilik” ya da “kentsel dönüşüm” gibi lastikli kavramları kullanmayı tercih edip ondan öteye gitmiyor, gidemiyorlar…

Çünkü ellerinde, mensubu oldukları siyasi parti tarafından 2024 seçimleri için düzenlenmiş ve bu seçimlerde bir rehber olarak kullanabilecekleri bir seçim beyannameleri bile yok! O eski günlerin çiçek açan İzmir dağlarından ya da Mart’ın sonunda gelecek bahardan haber bile veremiyorlar…

Özellikle de seçim öncesindeki kurultaylarında genel başkanlarını devirerek “değişim” sloganlarıyla yönetimine gelenlerin partisi CHP‘de…

Ortalık uzayıp giden aday pazarlığının ürünü umut, öfke, kızgınlık gibi duygu patlamalarından geçilmezken bütün bu aday adaylarıyla adayları ve küskünleri toparlayacak, seçmenleri sevindirip keyiflendirecek bir seçim bildirgesi, mensubu oldukları partinin ve dolaylı olarak kendilerinin bu seçimde ne vaat edeceğini, seçmene hangi sözlerin verileceğini, geçmişte hangi hata ve eksikliklerin yapıldığını, o hata ve eksikliklerin bir kez daha tekrarlanmaması için bu kez neler yapılması gerektiğini, “değişim” sözü veren bu yeni parti yönetiminin gelecekte nasıl bir kent ve kent yönetimi tahayyül ettiğini gösteren siyasi bir metin -ne yazık ki- yok!

CHP‘nin İnternet portaline baktığımızda sadece 32 sayfalık “Martın Sonu Bahar” sloganıyla süslenen “Huzurlu Kentlerde Yaşamak İçin Halkçı Belediyecilik” başlıklı 2019 seçimlerine ilişkin seçim bildirgesi var ve ondan ötesi yok!

Ama o bildirge de hem 5 yıl önceye, hem de devrik genel başkan Kemal Kılıçdaroğlu dönemine ait. O nedenle, bildirgeyi kullanmaya kalkan herhangi bir aday ya da aday adayının, Özgür Özel yönetimindeki yeni ekip tarafından nasıl karşılanacağı bilinmiyor ve bu nedenle de bildirgeyi kullanılamıyorlar. Ayrıca o eski bildirgenin, aradan geçen beş yılın sonunda günümüzün ihtiyaçlarını karşılayıp karşılayamayacağı da belli değil.

Ama bir yandan da uzun bir süredir devam eden seçim sürecine rehber olacak herhangi bir bildirge ortada yok…

Üstüne üstlük partilerinin bu seçimlere ait bir sözü, bir bildirgesi olmadığı gibi belediye başkanı oldukları takdirde neler yapıp eyleyeceklerini, nelere önem ve öncelik vereceklerini gösteren bir seçim bildirgesi ve programları yok… Çünkü tutup kendi seçim bildirgelerini hazırlayıp duyurmaya kalksalar, yarın öbür gün yayınlanacak parti seçim bildirgesine ters düşmeyi göze alamıyorlar… Çünkü kendi özel seçim bildirge ve programlarını hazırlamalarını sağlayacak “oyun kurucu” bir beceriye sahip değiller…

Sonuç olarak elde bir parti ve aday seçim bildirgesi yok… Üstüne üstlük hem kendilerini hem de seçmenleri heyecanlandıracak enerji, neşe ve keyifleri de yok… Bu enerjiye sahip olsalar bile bunu bizlere yansıtacak bir niyet ya da çabaları yok… Sanki, genel merkez tarafından belirli makamlara, koltuklara atanacak memurlar gibi tayin kararnamelerini bekliyorlar… CHP’nin seçmene vaat ettiği demokratik seçim sistemi aynen bu!

Ne yapacağını bilmemek, söyleyememek ve söyleyecekleri ile ikna edici olamamak… Buna ilave olarak karşısındaki kitleleri etkileyecek enerjiye, heyecana ve coşkuya sahip olmamak…

Velhasıl muhalefet cephesinde; özellikle de CHP cephesindeki seçim süreci, hem genel merkezde hem de sahada bizzat aday ya da aday adayları tarafından demokrasiden uzak bir şekilde kötü yönetiliyor…

Ve böylelikle; ideoloji, politika, stratejik amaç ve hedefler gibi işin düşünce boyutu ile coşku ve heyecan gibi duygusal boyutu dikkate alınmamak suretiyle başarısızlığın yol taşları örülmeye devam ediliyor…

Tarım ve demokrasi

Ali Rıza Avcan

Son günlerde tarım sektörünün içinden gelen, tarımla uğraşan ve kıyısından köşesinden tarımla ilgilenen herkes, tarımsal faaliyetlerin içinde ya da tarım sektöründe demokrasinin ne anlama geldiğine, tarımla ilgili kararlar alınırken ya da uygulamalar yapılırken demokratik davranılıp davranılmadığına, şayet bu tür demokratik alışkanlıklar varsa bunun nasıl gelişeceğine, yoksa tarımsal üretim içinde demokratik bir işleyişin nasıl oluşup çalışacağına dair sorular soruyor.

Bu bağlamda kimi çevreler tarımda demokrasi denilince, 1789 tarihli Fransız Devrimi‘nin rüzgarıyla gündeme gelen temsili demokrasinin günümüz koşullarında iflas ettiğini dikkate almadan, meclise gönderilecek temsilcilerin tarımla ilgili olmasına, tarım sektörü içinden gelip tarımla uğraşan üreticilerin temsil ediyor olmasına odaklanıp siyasi parti yönetimlerine tavsiye ve önerilerde bulunmaya kalkıyor.

Bu konuda karşımıza çıkan diğer bir ilginç durum ise, mevcut başkanlık sisteminden bunalan ülkemizde tarımın demokrasi ile ilişkisini ele alıp tartışan, baskı rejimlerinde tarımın durumunu kendine sorun eden Türkçe yazılmış tek bir makale, kitap ya da teze rastlanmazken; başta ABD olmak üzere Batı ülkelerinin tümünde, ABD‘nin üçüncü başkanı Thomas Jefferson‘dan bu yana gelişip güçlenen zengin bir tarım ve demokrasi literatürünün var oluşudur.

Bu durumun siyasi parti programlarının tarımla ilgili bölümlerine yansıyan yanı ise, başta AKP, CHP, MHP ve İyi Parti olmak üzere Deva, Memleket, TKP, Gelecek, HDP ve Saadet Partisi‘nde tek bir kelime bile olsun “demokrasi” sözcüğünün geçmeyişi ve tarımla ilgili sorunların demokrasi ile ilişkilendirilerek sorgulanmamış olmasıdır. Bu konuda hepimizi güldürecek tek istisna ise, Deva Partisi‘nin 2023 Milletvekili Seçimleri için hazırlattığı; ancak işin özüne girmekten uzak “Demokrasi Yoksa Tarım Yok!” isimli 34 saniyelik reklam videosudur.

Oysa bunu yaparken milletvekilleri adaylarının kimin tarafından nasıl seçildiğine, bu seçimler yapılırken hangi kriterlere bakıldığına, hangi yöntemlerin uygulandığına bile dikkat etmiyorlar. Şayet seslerini çıkarıp talepte bulunurlarsa, seçilip önümüze konulan adayların arasına bir de tarım sektörünü temsil eden birinin konulacağını sanıyorlar. Oysa temsili demokrasinin iflas ettiği bu devirde, seçenin ya da seçenlerin -ne yazık ki- böyle bir kaygısı ya da endişesi yok. Onlar zaten tarımı bildiklerini ve temsil ettiklerini düşünüyorlar ve bu nedenle gelecek yüzyılda uygulayacakları tarımsal politika ve stratejilerini çoktan belirlemiş durumdalar.

Her şeyin “bir bilen” tarafından ortaya konulduğu iktidar; yani, AKP/Cumhur İttifakı cephesindeki mevcut durum bu şekilde olmakla birlikte; Millet İttifakı olarak adlandırılan muhalefet cephesi de bundan pek farklı değil. Çünkü onlar da 30 Ocak 2023 tarihinde duyurdukları Ortak Politikalar Mutabakat Metni‘ne koydukları tarımla ilgili politika, strateji, amaç ve hedefler konusunda el sıkışıp anlaşmış durumdalar. O nedenle de, o mutabakat sonrasında seçilen milletvekili adaylarının da farklı bir şey söylemesini mümkün görmüyorlar. Şimdi hangi milletvekili adayı çıkıp da, Ortak Politikalar Mutabakat Metni‘nde söylenenlerin aksine, “ben sözleşmeli tarıma karşıyım, çünkü bu sistem küçük çiftçiyi yoksullaştırıyor” ya da “tarıma dayalı ihtisas organize sanayi bölgelerine karşıyım, çünkü bu tür projelerde çevre ve insan unsuru dikkate alınmıyor” diyebilir? O nedenle, bugünkü haliyle tarımdaki demokrasi oyunu, seçilecek milletvekillerinin kendi iradeleri dışında belirlenmiş tarımla ilgili politika, strateji, amaç ve hedeflere uymak zorunda oldukları sahte bir oyundan başka bir şey değil. Oyunun senaryosu ve kuralları önceden belirlenmiş, bu oyunu oynayacak oyuncular ise oyuna ve kurallarına itiraz etmeyecek şekilde seçilip “hadi bu oyunu hep birlikte bizim istediğimiz şekilde oynayın” denilerek seçim meydanına sürülmüş durumdalar…. Sıkıysa oyunun kurallarıyla senaryosunu sorgulayıp değiştirmeye kalksınlar bir! Hadlerine mi düşmüş, böyle bir şeyi yapmak?

Evet, her şeye rağmen bireyler demokrat olup ilişkilerinde demokratik davranabilirler. Bence bu işin en kolay, en basit yanı bireyin demokrat olma çabası ve demokrat olmasıdır. Ama bu konuda bir iki adım daha atıp o kişilerin içinde bulundukları olduğu kurum ve kuruluşları demokratik bir yapılanma içinde demokratik çerçevede kararlar alıp uygulamalar yapmalarını ve bu durumun devamlılığını çerçevesinde kurumsallaştırmasını sağlamak da dünyanın en zor işlerinden biridir.

O nedenle demokrasiyi içlerine sindirmiş demokrat insanlardan bahsetmek ne derece kolaysa, aynı şeyi kurumsal boyutta yapmış örgütlerden söz etmek de o derece zordur.

Oysa asıl olan, bireyleri demokrat yapmak kadar, kurum ve kuruluşları; yani örgütleri demokrat yapmaktır ve onları, tarım sektörünün demokrat olmayan aktörlerine (endüstriyel tarımı temsil edip savunan uluslararası tarım şirketleri, holdingler, şirketler, siyasi partiler, vakıflar, dernekler ve lobiler gibi açık ya da gizli örgüt ve kesimleri) karşı güçlendirip söz sahibi olmalarını sağlamaktır.

İşte bu anlamda, tarımdaki üretim ve insan ilişkilerinin demokratik olmasını, demokratik anlayışa sahip demokrat milletvekillerinden çok demokratik ilişkilerle kurulup gelişen demokratik kurum ve kuruluşlarla sağlayabiliriz.

O nedenle tarımda demokrasi sağlamak için yaklaşmakta olan seçimlerde, tarımla ilgisi olan milletvekili adaylarının tercih edilmesini talep ederken, aynı zamanda temel politika, strateji, amaç ve hedefleri belirleyen parti yöneticilerinden tarımdaki örgütsel yapılanmaların temelini oluşturan aktörlerin demokratik olması için de talepte bulunmamız gerekir.

Bu bağlamda, tarımın omurgasını oluşturduğu halde kapitalist neoliberal tarım politikaları nedeniyle her geçen gün eriyip kaybolan yoksul, dar gelirli küçük çiftçileri koruyup kollayacak, onların gelişip güçlenmesini sağlayacak tedbirleri belirlerken tarım, gıda ve hayvancılık sektöründeki tüm aktörlerin (kamu kurumları, kooperatifler, birlikler, sendikalar, ziraat odaları, meslek odaları vb.) demokratik bir yapıya sahip olmasını, tarımla ilgili her düzeydeki karar ve uygulamada çoğulcu ve demokratik bir katılım sisteminin oluşumunu, tarım sektöründe çalışanların tümünün bu demokratik örgütlerde yer almasını talep etmeliyiz.

Ürettiği zehirli bitki koruma kimyasalları ile dünya çapında büyük katliamlara imza atan tescilli Monsanto firmasının yeni sahibi ve TÜSİAD üyesi Bayer‘de çalışan bir yöneticinin sırf tarımı temsil eden biri olarak meclise girmesi ne ölçüde yanlış, anlamsız ve anti demokratik ise, aynı şekilde yönetimi anti demokratik kurallarla örülü kooperatif ve birliklerden gelip meclise girecek birinin de seçimi o ölçüde yanlış, anlamsız ve anti demokratik olacaktır.

Ülkemizdeki kapitalist tarım sisteminin küçük çiftçi ve üreticilerle endüstriyel tarım arasında yarattığı ve temeli sınıfsal eşitsizliklere dayanan ekonomik baskıların yanısıra farklı etnik kimliklerden gelen, özellikle de çalışmak için ülkenin farklı coğrafyalarına giden geçici mevsim işçilerinin Kürt ya da Roman olmasından kaynaklanan ötekileştirme çabaları, kullanılan nefret dili ve onları bastırmak için mülki idare amirleri eliyle uygulanan baskıların henüz tarımdaki demokrasi sorununun gündemine gelmemesi, bu sorunların çözümü için etkili, sağlıklı ve kalıcı politika ve stratejilerin önerilmemiş olması yaşadığımız çağ ve ülke için büyük bir talihsizliktir.

Tarım örgütlenmesinin temelini oluşturan tüm çiftçi ve üreticilerin örgütlenmesi sağlanmadıkça ve üyesi oldukları örgütlerin kendi iç ilişkilerinde hem de kendi aralarındaki ilişkilerde; özellikle de devleti temsil eden bakanlık, genel müdürlük, başkanlık, enstitü gibi merkezi yönetim birimleriyle tarımın diğer örgütleri ve bireyleri arasındaki ilişkiler demokratik bir düzeye getirilmedikçe; örneğin, tarımla ilgili bir kanun, tüzük, yönetmelik, yönerge ya da genelgeler düzenlenirken, tarımla ilgili bir ithalat ya da ihracat kararı alınırken, küçük çiftçiyi “sözleşmeli tarım” adı altında yoksullaştırıp köleleştirmek, GDO’lu ürünleri satmak için uluslararası tarım tekellerinden ve onların Dünya Bankası, IMF, Dünya Ticaret Örgütü ve Avrupa Birliği gibi uluslararası örgütlerinden direktif almak ya da onların dayatmalarını kabullenmek yerine, tarım sektöründeki örgütlü tüm kurum ve kuruluşlardan yararlanılmadıkça, onların görüş, düşünce, öneri ve eleştirileri dikkate alınmadıkça tarımda sağlıklı bir demokrasinin sağlanması mümkün olmayacaktır. İsterse, seçilen milletvekillerinin tümü tarımla ilgili olup demokrat kişiliklere sahip olsalar bile…

Komisyon demokrasisi…

Ali Rıza Avcan

Uzunca bir zamandır İzmir Büyükşehir Belediyesi ile diğer ilçe belediyelerinin Youtube hesaplarından canlı yayınlanan meclis toplantılarını izliyor, o kayıtları indirip arşivliyor ve onca yıldır bu işin içinde olmama karşın şu an uygulanmakta olan toplantı ve karar alma sistematiğini anlamaya, alınan kararın ne anlama geldiğini çözmeye; başkan, meclis üyeleri ve grup sözcüleri arasındaki diyalogların gerçek anlamını analiz etmeye çalışıyorum. Hem de bir elimde oldukça ayrıntılı hazırlanıp 9 Ekim 2005 tarih, 25961 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan “Belediye Meclisi Çalışma Yönetmeliği“, diğer elimde de basılı meclis gündemleri olduğu halde…

Meslek hayatımda büyükşehir, il, ilçe ve belde belediyesi olmak üzere yüzlerce belediye meclisinin kararlarını, karar özetleri defteriyle tutanaklarını inceleyip teftiş etmiş, herhangi bir eksiklik ya da yanlışlık bulduğumda bu hususu teftiş raporunda belirtmiş ya da usulsüz bir karar alınmışsa soruşturma açmış biri olarak temsili demokrasinin kurumu olarak gösterilen belediye meclislerindeki canlı yayınlara yansıyan görüşme ve karar alma süreçlerinin katılımcı ve çoğulcu demokrasi ile şeffaflık, bilgi edinme hakkı ve hesap verebilirlik ilkeleri açısından çok kötü bir noktada olduğunu düşünüyorum.

Merkezi yönetimi uzun yıllardır elinde tutan AKP iktidarının bir zamanlar bu hususlara önem veren tavrından vazgeçerek artık güvenlikçi politikalara yöneldiğini, katılım, şeffaflık, bilgi edinme hakkı, hesap verebilirlik gibi bir kavramlarla bir ilişkisi kalmadığını bildiğim için hem onların yönetimindeki belediyelerde bu saatten sonra bu konularda bir iyileşme olmayacağını hem de bu yozlaşmayı gidermek, belediye meclisi görüşmelerini daha demokratik, daha şeffaf, daha katılımcı, daha hesap verebilir hale getirmek için yeni yasal düzenlemeler yapmayacaklarını biliyorum.

Bu anlamda sözüm, eleştirilerim ve önerilerim, seçim döneminde yerel demokrasiyi daha da geliştireceğini, belediye hizmetleriyle ilgili karar süreçlerini daha şeffaf hale getireceğini ifade eden CHP’li belediyelere, onların belediye başkanlarına ve meclis üyelerine; özellikle de İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Mustafa Tunç Soyer‘e…

Çünkü bize bir söz verdiler, bu konuda çeşitli vaatlerde bulundular…Hem de para harcamayı gerektirmeyen, milyonluk bütçelere ihtiyaç duymayan küçük ama anlamlı adımlarla yapılacak cinsten…

Ama ilk olumsuz adım da onlardan geldi… Çünkü, şu an itibariyle riskli bulunduğu için kullanılmayan eski hizmet binasındaki büyük meclis salonunun arkasındaki izleyici sıralarını 2020 yılı içinde 320.000 liraya ihale edip kaldırtarak salonu daha lüks hale getirdiler ve meclis toplantıları “Belediye Meclisi Çalışma Yönetmeliği“nin 11. maddesine göre halka açık olduğu halde halktan aynen İnternet kullanıcıları gibi meclis toplantılarını ekrandan izleyebilmesi için salonun dışında ekranlı bir izleyici salonu yaptırdılar… Hem de İzmir Kent Konseyi Başkanı‘na toplantıları izlemesi için meclis salonundaki bir koltuğu lûtuf olarak sundukları bir dönemde…

2019 tarihli İzmir Büyükşehir Belediye Başkanlığı aday kampanyasında, belediyeye ait meclis ve encümen kararlarıyla karar özetlerinin ve tutanakların; ayrıca bütçe, kesin hesap ve faaliyet raporlarıyla imar durum belgelerinin hem masaüstü hem de mobil uygulamalardaki e-belediye bölümlerinde yayınlandığı hususu, yeterince araştırıp öğrenilmediği için; dağıtılan seçim bildirgelerinde yer alan “Belediye Cebinizde” isimli seçim vaadi kapsamında “dört farklı mekanizma kapsamında özel bir mobil yazılımla İzmirlilerin öncelik ve tercihlerini karar alma süreçlerine dahil edeceğiz; Kararlar Cebinizde, Öneri ve Katkılar Cebinizde, Belediye Bütçesi Cebinizde, İmar Durumu Cebinizde” denilmiş olsa da eski belediye başkanı Aziz Kocaoğlu döneminde başlatılan bu uygulamalara devam edilmiştir.

Evet, İzmir Büyükşehir Belediyesi bugün kendisine ait 74 ayrı iletişim kanalı ve bunlara ek olarak Youtube hesapları üzerinden yaptığı canlı belediye meclisi toplantı yayınlarıyla; ayrıca bir havuz kapsamına alınıp desteklenen “yandaş” yerel basın kuruluşlarıyla bir dünya bilgiyi kamuoyuna aktarmakla birlikte; bunların, özellikle de belediye meclisi kararları, tutanakları, komisyon raporları, bütçe, kesin hesap, faaliyet raporları gibi okunup anlaşılması zor bilgi, belge ve kayıtların her sınıf ve kesimden halkın kolaylıkla okuyup anlayabilmesi ve bunun üzerinden bir fikir oluşturabilmesi için üslûp, dil ve içerik olarak sadeleşip anlaşılabilir olması için çaba gösterilmiyor. Bu karmaşık durum bazen öyle noktalara varıyor ki; bazı meclis üyeleri; hatta grup başkan vekilleri bile bazı kararların içeriğini anlamadığı için alınan kararın ne işe yarayacağını soruyor ya da 2017 yılında başıma geldiği gibi, bazı belediye meclisi üyeleri, “biraz önce belediye meclisinde bir konuda oy kullandım; ama oy verdiğim konunun ne olduğunu ben de bilmiyorum” diyebiliyor. Aynen Arapça bilmeyen birinin Kuran’ı anlayamamasında olduğu gibi…..

İsterseniz işe bu anlaşılmazlık halinden; daha doğru bir ifadeyle, belediye meclisindeki karar alma süreçlerinin yöntem, üslup, dil ve içerik yöntemiyle sonuçlarının anlaşılmaz hale gelmesi için yapılanları ele almakla işe başlayalım….

Demokrasinin özünü oluşturan fikir alışverişi ve tartışmalar komisyonlara teslim…

Görüp izlediğim kadarıyla belediye meclisi toplantıları önceden hazırlanan gündem çerçevesinde yapılıyor ve görüşmelerin gündemdeki madde numaralarına göre oylanması hususu her oturumun başında meclis üyelerince kabul edildikten bundan sonraki tüm süreçlerde sadece ve sadece madde numaralarından söz ediliyor. Buna gündem maddelerinin düzenlenmesi sırasında eklenen ve çoğu kez bilgi vermekten uzak, kuru bürokratik dili de eklediğimizde, hem belediye meclisi üyelerinin hem de toplantıyı izleyenlerin hangi konunun görüşüldüğünü anlamakta zorlandığı; hatta hiç anlamadığı bir durum ortaya çıkıyor.

Bunun sonucunda da, “görüşülen konu nasılsa komisyonda görüşülüp anlaşılacak ve biz de komisyonun görüşüne göre karar vereceğiz” düşüncesiyle gündem maddelerinin meclise sunulması sırasında hiç meclis üyesinin müdahalesi ya da katkısı olmuyor. Çünkü her gündem maddesi neredeyse istisnasız, meclis üyelerine daha fazla huzur hakkı ödensin düşüncesiyle komisyonlara havale ediliyor. Çünkü mevcut mevzuatta, kurulacak komisyonların sayısı ve konusu konusunda sınırlayıcı hiçbir hüküm bulunmuyor. O nedenle bugün İzmir Büyükşehir Belediyesi’nde 176 meclis üyesine karşılık toplam 199 koltuğu olan 24 komisyon (meclis üyesi başına 1,13 koltuk), İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde de 312 meclis üyesine karşılık toplam 208 koltuğu olan 26 komisyon (meclis üyesi başına 0,66 koltuk) bulunmakta, neredeyse tüm kararlar bu bol sayıda koltuğa sahip komisyonlara sevk edilerek oralarda alınacak tavsiyesine göre karar alınmaktadır.

Bu anlamda belediye başkanı ile iktidar partisi grup sözcüsünün meclise gelen gündem maddelerinin hangi komisyonlara dağıtılacağı konusunda, tabii ki toplantı öncesinde diğer grup sözcülerinin görüşlerini almak suretiyle adeta bir trafik memuru gibi görev yaptıkları söylenebilir. İşte o nedenle Youtube’dan canlı bir meclis toplantısını izlemeye kalktığınızda meclis başkanlığı görevini yapan belediye başkanının ağzından en çok duyacağınız sözcükler şunlar olacaktır:

Kemal Bey, Selahattin Bey, Hakan Bey, 18 ve 19 nolu önergelerin Plan, Bütçe ve Tüketici Hakları komisyonlarına havalesini oylarınıza sunuyorum. Kabul edenler, etmeyenler. Oybirliği ile kabul edilmiştir. Teşekkür ederim.

Bu görüşe karşı, “meclis ile komisyonlar bir bütündür; sonuç olarak komisyonlar konuyu inceleyip görüş belirtiyor, meclis de kararını veriyor” şeklinde bir itiraz yapılabilir; ama bu itirazı yapanların unuttuğu en önemli husus, komisyon çalışmaların kamuya kapalı olmakla birlikte meclis çalışmalarının kamuya açık olmaması zorunluluğudur. Bu zorunluluğun en önemli nedeni de, meclisteki görüşülen konu ile ilgili farklı görüş, düşünce, öneri ve eleştirilerin kamuoyuna açık bir şeffaflıkta yapılmasını sağlamaktır. Komisyonda ise birçok konu tartışılıp farklı fikirler beyan edilmekle birlikte bu görüşme ve tartışmaların kamuya açık olmaması nedeniyle kamuoyunun, diğer bir deyimle halkın karara esas olan farklı düşünceler hakkında bilgi edinmesi mümkün olmamakta; temsili demokrasinin temelini oluşturan anlayışa göre halkın kendi oyuyla seçtiği vekili hakkında bilgi edinmesi, onun nasıl davrandığı ve ne şekilde oy kullandığı konusunda bir fikri olmamaktadır. Alınan karardan bir süre sonra yayınlanan komisyon raporlarında farklı görüş, düşünce, öneri ve eleştiriler üzerinden yapılan tartışmalar yerine sadece oybirliği ya da çoğunlukla alınan tavsiye kararının yazılması nedeniyle komisyonda yapılan görüşmelerin gelişimini görmek -ne yazık ki- mümkün olmamaktadır.

“Komisyon hemen toplansın, karar alsın!”

Ayrıca İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin 13 Şubat 2021 tarihli toplantısında bir örneğini gördüğümüz gibi, meclis toplantısı devam ederken meclis başkanı tarafından o toplantıda karara bağlanması gereken bazı acil konuların ilgili komisyonun hemen dışarıda toplanarak karara bağlanmasının talep edilmesi de; komisyon kararlarının gerektiğinde fazla düşünülüp danışılmadan alelacele alındığını, bu nedenle komisyonlardaki karar alma kalitesinin iyi ve doğru olmadığını gösteren kötü örnekleri oluşturmaktadır.

İmzalanan protokollerin komisyon kararları ile gizlenmesi…

Belediye meclisi tarafından komisyona havale edilen kararların bir kısmının, değişik kurum ve şahıslar arasında imzalanacak protokollerle ilgili olması durumunda ise bu anlaşmanın kurallarını gösteren protokollerin hiçbir şekilde yayınlanmaması nedeniyle şeffaflık, bilgi edinme hakkı ve hesap verebilirlik çerçevesinde halkın meclis ve komisyon kararlarını denetlemesi mümkün olmamaktadır. Örneğin hem geçen yıl hem de bu yıl İzmir Büyükşehir Belediye Başkan Danışmanı Güven Eken‘in işin başında olduğu İzmir Vakfı ile yapılan protokoller ve bu protokollere göre İzmir Vakfı‘na aktarılan kamu kaynakları hakkında bilgi edinmek mümkün olmamaktadır.

Yapılmamış işlerin yapılmış gibi gösterilmesi hem suç hem de ahlaki bir zaafiyettir…

Bizim bütün bu sorunlardan yakınıp çözüm önerileri bulmaya çalıştığımız günlerde basın kuruluşlarıyla sosyal medyanın gündemine yeni bir belediye haberi düştü. İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin 26 Ocak 2021 tarihli bu yeni haberine göre İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer, kısa adı DEMOS olan Ankara merkezli Demokrasi Barış ve Alternatif Politikalar Araştırma Derneği (www.demos.org.tr) ile İzmir Kent Konseyi arasında imzalanan bir protokolle Türkiye’de ilk kez İzmir’de hayata geçirilen http://www.izmir.referandom.com adlı dijital katılım ve izleme aracı projesi ile İzmir’in seçilmiş en yetkili kurumu olan İzmir Büyükşehir Belediye Meclisi‘nin, şehrin geleceği ile ilgili kararların alındığı meclis toplantılarında, gündeme alınmış ve alınacak maddelerin bir eleme sürecinden geçirilerek online bir platform üzerinden kentlilerin oylarına sunulacağını ifade etti. 2019, 2020 ve 2021 yıllarına ait İzmir Büyükşehir Belediye Meclisi kararları arasında yaptığımız taramada İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin ya da İzmir Kent Konseyi’nin bu dernekle işbirliği yapmasına ilişkin bir kararın olmadığı belirlenmiş olup; bu projenin duyurulduğu tarihten 20 gün sonra sözü edilen http://www.izmir.referandom.com isimli İnternet sayfasına baktığımızda ise, sanki 13 Temmuz 2020 ile 12 Şubat 2021 tarihleri arasında sürede bu siteye yazılan (55) adet öneride bulunulduğu ve bu önerilerden sanki 48’i kabul, 3’ü de reddedilmiş gibi yanıltıcı bir bilgilendirmenin yapıldığı görülmektedir.

(TUİK) Türkiye İstatistik Kurumu‘nun işsizlik ya da hayat pahalılığı gibi konularda manipülasyon yapıp yanlış ya da saptırılmış veri yayınlamasında olduğu gibi, burada da 26 Ocak 2021 tarihinde tanıtım toplantısı yapılan bir İnternet sitesiyle, İzmir Büyükşehir Belediye Meclisi’nin 2020 Temmuz, Ağustos, Eylül, Ekim, Kasım, Aralık aylarıyla 2021 yılı Ocak ve Şubat ayları gündeminde yer alan bazı konular hakkında sanki halkın görüşüne başvurulup öneri toplanmış ve bu önerilerin halk tarafından oylanması sonucunda bazı konular kabul, bazıları da reddedilmiş gibi algı yaratılarak konusu aynı zamanda suç olan ahlaki açıdan sorunlu bir durum oluşturulmuştur.

Ama işin asıl ilgi çekici; daha doğrusu trajik diğer bir yönü ise asıl olarak Karabağlar Belediyesi ile İzmir Büyükşehir Belediye Meclisi üyesi olan Fikret Mısırlı‘nın girişimiyle hazırlanıp meclis gündemine alınan “Hayvan Hakları Daire Başkanlığı kurulsun” önergesinin Sokak Hayvanları, Plan Bütçe ve Çevre, Kent Konseyi ve Sağlık Komisyonlarından gelen oybirliği ile “kabul“, Hukuk Komisyonu‘ndan gelen oy çokluğu ile “red “kararları, 13 Şubat 2021 tarihli son meclis oturumunda tartışmalı bir görüşmenin arkasından reddedildiği halde; sanki bu gündem maddesinin görüşülmesi talebi İzmirlilerden geliyormuş “İzmir Büyükşehir Belediyesi Hayvan Hakları Daire Başkanlığı kurulmalıdır.” önermesinin, sonucu henüz açıklanmamış bir öneri olarak http://www.izmir.referandom.com İnternet adresinde bir soru olarak yer almış olmasıdır.

Bu çerçevede, halkın doğrudan doğrudan kendisinden gelen talepler yerine kendi belirlediği konular üzerinden kısıtlayıcı oylamalar yaparak “bakın, halk benim belirlediğim gündem maddelerinden şunu kabul etti, şunları da kabul etmedi” demek, bunun için projeler geliştirmeye kalkmak tam anlamıyla popülist, aldatıcı bir uygulamadır. Ayrıca mevzuatın “gündem, belediye başkanı tarafından belirlenir ve toplantı günü de belirtilerek üyelere en az üç gün önceden bildirilir” dediği koşullarda gündemin duyurulmasından sonra, -değiştirmeye kalkan belediye başkanı da olsa- değiştirilemeyeceği de bilinmelidir. O nedenle, yasal dayanağı bulunmayan ya da yasal olarak yapılması mümkün olmayan uygulamaları, “dijitalleşme“, “inovasyon“, “yaratıcılık“, “demokrasi 4.0” ve “demokrasiyi geliştirme” gibi şık sözcüklerle hayata geçirmeye kalkmanın beraberinde birçok sorunu getireceği de bilinmelidir.

Sonuç olarak;

İnsanların birey, grup ya da toplum olarak var olduğu her durumda, birbirlerine karşı nasıl davranıp neler yapacaklarını ya da yapmayacaklarını her zaman için önceden düzenlenmiş metin, sözleşme ya da yasaklamalarla belirlemenin mümkün olmadığını biliyoruz. Bu anlamda 2005 yılında oldukça ayrıntılı düzenlenmiş olan Belediye Meclisi Çalışma Yönetmeliği‘nin de yer yer ya da zaman zaman yeterli olmayacağını, o kadar ince düşünülüp ayrıntılı düzenlenmiş kuralların bile zaman içinde yetersiz kalacağını ve her bir düzenleme, kural ya da yasaklamanın çiğnenip geçileceğini tahmin ediyoruz.

İşte bu toplumsal gerçeklikten hareketle toplumlar, gücü elinde tutan iktidar sahiplerinin düzenlediği uyarıcı, yönlendirici ya da emredici metinlerin yetersiz kalması durumunda kişi ya da gruplar arası ilişkilerde geçerli olmak üzere bir takım alışkanlıklar, töreler ya da gelenekler geliştirirler. Anglosakson kültürünün egemen olduğu Birleşik Krallık ülkelerinde toplumsal ilişkileri düzenleyen yazılı bir anayasanın olmayışının dışında, çoğu ilişkinin geleneğin getirdiği toplumsal alışkanlıklar çerçevesinde düzenlenmiş olması bu durumun en iyi örneğidir.

Bu çerçevede seçmenleri tarafından belirlenen vekillerin bir araya geldiği belediye meclislerinde ya da parlamentolarda; hatta toplumun diğer resmi, özel ve sivil kesimlerindeki benzeri oluşumlarda her türlü ilişkiyi önceden belirlenmiş kural ve yasaklamalar üzerinden belirlemenin yetersiz kalması nedeniyle her kurumun, her oluşumun kendine özgü gelenekler, alışkanlıklar oluşturduğunu ve bunları zaman içinde geliştirdiğini görürüz.

Şayet yazımıza esas olan büyükşehir ve ilçe belediye meclislerindeki çalışma usul ve esaslarının daha da demokratikleşmesi ve meclis içindeki demokrasi kültürünün daha da gelişmesi isteniyorsa, sadece meclis üyelerinin kendi aralarındaki özel ilişkileri değil; aynı zamanda seçmenleri gözündeki yerlerini sorgulaması, bu meclislerde yaptıklarının seçmenleri tarafından anlaşılıp anlaşılmadığını düşünmesi, tüm tutum ve davranışlarını seçmeninin anlayabileceği sadelikte yapmaya çaba göstermesi, bu çerçevede belediye yapılanmasında belediye meclisi üyeleri ile seçmenleri arasındaki ilişkileri geliştirecek düzenlemelerin yapılması yerinde olacaktır. Örneğin belediyelere ait İnternet sayfalarında yurttaşların nasıl belediye başkanlarına doğrudan ulaşmasını sağlayacak iletişim bilgileri verilip düzenlemeler yapılıyorsa, aynı şey belediye meclisi üyeleri için de yapılmalı, belediye meclisi üyesi-seçmen/halk arasındaki ilişkinin daha kaliteli bir düzeye gelmesi sağlanmalı, belediye meclisi üyelerinin de belediye başkanı kadar temsil gücüne sahip olduğu kabul edilmelidir.

O anlamda, kamusal hizmetlerde hukukun evrensel kurallarına uygun davranmak kadar; demokrasiyi de katılımcı ve çoğulcu boyutta geliştirecek demokratik tutum ve davranışlara da uygun davranılması gerekmektedir diyebiliriz…

Başarısız bir projenin ardından söylenmesi gerekenler…

Ali Rıza Avcan

31 Temmuz ile 1 ve 2 Ağustos 2020 tarihlerinde , A3 Haber sitesinde, yazılarını ilgiyle okuduğum gazeteci Serdar Öztürk’ün, “Kent Konseyleri Dosyası” başlıklı birbirini izleyen üç ayrı yazısını okudum.

Söz konusu yazılarda Karşıyaka Belediye Başkanı Şebnem Tabak‘ın hizmet döneminde Karşıyaka Kent Meclisi ve Konak Belediye Başkanı Hakan Tartan‘ın hizmet döneminde Konak Kent Konseyi’nde görev yapmış Doç. Dr. Metin Erten’in kent konseyleri ile ilgili değerlendirmelerini bir kez daha okuma olanağına kavuşmuş olduk.

Bu söyleşi üzerine Metin Erten tarafından dile getirilen fikirlerin ne ölçüde yanlış, eksik ve yetersiz olduğunu ifade etmenin artık bir zorunluluk haline geldiğini düşünerek, 4 Ağustos 2020 tarihinde “Ağaçların yerine ormanı görebilmek”, 6 Ağustos 2020 tarihinde de “Toplumsal mücadele, dürüst ve doğru olmamızı gerektirir” başlıklı yazıları sizlerle paylaştım.

Bugün ise, aynı söyleşide dile getirilen diğer görüşleri ele alıp bu konuyla ilgili yazılarıma son vermek istiyorum.

Kent konseylerine sade yurttaşların ve eski belediye başkanlarının katılamadığı iddiası

A3 Haber sitesinin kent konseyleri konusunda uzman olduğu gerekçesiyle görüştüğü Metin Erten, eski belediye başkanlarıyla bakanların ve bu alanda çalışmış uzmanların kent konseylerinde çalışamadıklarını ifade etmektedir:

İzmir için şöyle somutlaştırayım. Bu konuda tarihe geçmiş dört kişi bu kentte yaşıyor. Osman Özgüven, Bülent Baratalı, Hakkı Ülkü ve Şebnem Tabak. Bu kişiler yönetmeliğe göre konsey üyesi değiller. Bu işin tarihini oluşturmuşlar ama şimdi bir konseye gidip düşüncelerini anlatamıyorlar. Bu yanlış. Karşıyaka Kent Meclisi tüzüğünü hazırlarken de bunu düşünmüş ve alanında uzman olan insanların başka hiç kurumun temsilcisi olmalarına gerek kalmadan doğrudan kent meclisine üye olmalarını sağlamıştım. “Uzmanlar” diye bir grup oluşturmuştum. Bir eski bakanımız vardı örneğin. O, bu gruptan meclis üyemiz olmuştu. Çok önemli katkılar yapmıştı. Şimdi siz o eski bakana “sen burada üye olamazsın, kentinle ilgili bir şey söyleyemezsin, sen git kendine bir dernek bul, orası adına toplantılarımıza katıl” diyemezsiniz, dememelisiniz. O zaman, onun da orada olabileceği bir yapı oluşturmanız gerek.Metin Erten, 31 Temmuz 2020, A3 Haber

Oysa bireylerin ve eski belediye başkanlarının kent konseylerine katılması, yasal olarak mümkün olup bunu yasaklayan ya da engelleyen bir mevzuat düzenlemesi bulunmamaktadır.

8 Ekim 2006 tarih, 26313 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan Kent Konseyi Yönetmeliği’nin “meclisler ve çalışma grupları” başlığını taşıyan 12. maddesine göre kent konseyi tarafından kurulabilen meclislere ve çalışma gruplarına üye olan bireyler, yine aynı yönetmeliğin “kent konseyi üyeliği” başlığını taşıyan 8. maddesinin (g) fıkrası hükmüne göre, “kent konseyince kurulan meclis ve çalışma gruplarının birer temsilcisi” olarak kent konseyi genel kuruluna katılabilir. Bu madde düzenlemesinden de anlaşılacağı üzere, kent konseylerinde asıl çalışma alanını oluşturan meclislerin ve çalışma grubu temsilcilerinin kent konseyi genel kuruluna katılmaları mümkün olup, yasal düzenlemede “başkan” yerine “temsilci” denilmesi de meclis ya da çalışma grubu başkanı olmayan herhangi bir katılımcının da genel kurula katılmasının yolunu açmıştır.

Ayrıca, değişik kent konseylerinin örgütlenme çizelgelerine baktığımızda eski belediye başkanlarının; hatta valilerin, milletvekillerinin kent konseyleri ile ilişkisini kurabilecek yapılanmalara izin verildiği görülecektir. Örneğin İzmir Kent Konseyi Çalışma Usul ve Esasları Hakkındaki Yönerge‘nin 18. maddesinin “Danışma Kurulu” başlıklı 2. fıkrası hükmüne göre, “İzmir Kent Konseyi Yürütme Kurulu tarafından oluşturulan Danışma Kurulu, geçmişte görev yapmış belediye başkanları, milletvekilleri, il genel meclisi üyeleri, belediye çalışanları, geçmişte görev almış kent konseyi yöneticileri, ihtisas sahipleri ve kanaat önderlerinden oluşur. Söz konusu danışma kurulu 6 ayda bir çağrılır.” Yine aynı şekilde, kent konseyleri arasında örnek olarak gösterilen Nilüfer Kent Konseyi Çalışma Yönergesi‘nin “Kent Konseyi Üyeliği” başlığını taşıyan 8. maddesinin (ı) fıkrası hükmüne göre “geçmiş dönemlerde görev yapmış Nilüfer Belediye Başkanları, Nilüfer Kent Konseyi Başkanları ve Nilüfer Kent Konseyi Genel SekreterleriNilüfer Kent Konseyi Genel Kurulu‘nun üyesidir.

Noterlerin kent konseylerine katılımı sorunu

Noterlerin katılımı yasanın iyi hazırlanmadığının bir göstergesidir aslında. Ben bir noterin ya da kurumunun bugüne dek çıkıp kent ile ilgili bir öneride bulunduğunu duymadım. Tarih boyunca tek bir örnek yokken, yasaya “noterler mutlaka olacak” denmesi ne kadar anlamlıdır bilmiyorum…Metin Erten, 1 Ağustos 2020, A3 Haber

Vikipedi’nin verdiği bilgilere göre; “Türkiye Noterler Birliği, Anayasa’nın 135’inci maddesine göre Noterlik Kanunu hükümlerine göre kurulmuş olup, kamu kurumu niteliğinde tüzel kişiliğe sahip bir meslek kuruluşudur. Bu Kanun’da gösterildiği şekilde devletin idari ve mali denetimine t​​abidir. Birliğin merkezi Ankara’dadır.” Bu anlamda Türkiye Noterler Birliği ile Birliğe bağlı Noter Odası temsilcilerinin, kent konseylerine katılan TMMOB, Türkiye Barolar Birliği, Türk Tabipler Birliği, Türk Dişhekimleri Birliği ve Türk Eczacıları Birliği gibi kent konseylerine katılması mümkündür.

Adalet Bakanlığı’nın 2020 yılı verilerine göre Türkiye’de toplam 2.061, İzmir’de de 89 adet noter bulunmakta olup; kent konseylerinin bu noterlere ulaşması, onların katılımını özendirmesi durumunda noterlerin de bir meslek kuruluşu olarak kent konseylerinde daha etkin bir şekilde çalışması mümkün hale gelebilir. Aksini savunmak ise hem demokrasi hem de katılımcı yaklaşım açısından sorunlu bir tutum olacaktır.

Katılımcıları “belirlemek” ve bunu yaparken ayrımcılık yapmak

A3 Haber sitesinin Metin Erten ile yaptığı söyleşiden Karşıyaka Kent Meclisi‘nin oluşumunda katılımcıların belediye başkanı ile kendisi tarafından belirlenmesinin doğru bir iş olarak yorumlandığını görüyoruz.

“Bir anımla sorunun yanıtını vermek istiyorum. Karşıyaka Kent Meclisi tüzüğünü hazırlıyorum. Belediye başkanımız Şebnem Tabak’la görüşüyoruz sık sık. İş meclis genel kurulunun kimlerden oluşacağına geldi. Odasındayız ve başkaları da var. “50 kişi yeter” diyen de çıktı, “700-800 kişi olsun” diyen de. Ama ben buraya gelmeden önce dersimi çalışmış ve Sayın Hakkı Ülkü’ye sormuşum, “sizde neden 200 kişiydi” diye. Yanıtı çok basit ve etkiliydi. “Bu insanları toplayacağımız en büyük salonumuz 200 kişilikti de ondan”. 50 çok azdı ama 800 kişiyi toplayacak salonumuz da yoktu. Ben 270 önermiştim. Öyle de yapıldı. Ama yukarıda da söylediğim gibi 15 sayfalık dernek listesini ve bin 500 STK’nın arasından rakamı neye göre eksiltecektik. (Konak Kent Konseyinde rakam 4 bin civarındaydı) Her türlü hemşeri derneğini dışarıda bıraktık, listenin yarısı silindi. Her engelli grubunda yalnızca birini aldık, liste yine azaldı. Kahvehane açmak için kurulan dernekleri sildik, liste azaldı. Ama yine çoktu. Bu kez bu derneklerin ne kadar etkinlik yaptıklarını, çalışma alanlarını inceledik. Çok etkinlik yapan, üreten, koşturan dernekleri bulduk. Sonunda bin 500 rakamını 30 dernek, 8 sendika ve 25 odaya kadar düşürdük. “Biz neden orda yokuz” diyen de çıkmadı. Sonuç olarak, her konsey kendi rakamını, kendi ölçütünü kendisi bulacaktır. Kimisi sayı çokluğundan ötürü birilerini eleyecek, kimisi de kentinde zaten 3-5 tane dernek olduğu için hepsine “katılın” diyecektir.” Metin Erten, 2 Ağustos 2020, A3 Haber

Oysa halkın belediye yönetimine katılımı için kurulduğu söylenen alternatif bir meclise kimlerin gireceğinin belediye başkanı ya da onun belirlediği bir sekreter tarafından belirlenmesi ile aynı işin Fransa Kralı XVI. Louis ya da Kardinal Richelieu tarafından yapılması arasında hiçbir fark yoktur. Aslında bu örneği vererek yapılanın doğru olduğunu savunmanın da katılımcı ve çoğulcu demokrasi anlayışıyla hiçbir ilgisi bulunmamaktadır.

Bu çerçevede böyle bir şey yaptığınızda size şu soruları sorarlar;

  • Hemşehri derneklerini niye dışarıda bıraktınız?
  • Engelli derneklerinden sadece birini niye seçtiniz?
  • Derneklerin ne ölçüde etkin olduğunu o derneklere üye ya da yönetici olmadan nasıl ölçtünüz?
  • Bu ölçme ve değerlendirme sırasında kullandığınız kriterler neydi?
  • Böyle bir şeyi yapma konusunda kendinizi nasıl yetkili gördünüz?
  • Böyle yaparak aslında temsili demokrasinin yozlaşmış bir örneğini daha yeniden üretmiş olmadınız mı?

Bence bu kadar demokrasiden, katılımcı anlayıştan, çoğulculuktan, örgütlenme ve kendini ifade etme özgürlüğünden uzak kalmış, zamanında yaptığı yanlışları bugün sanki bir meziyetmiş, olumlu bir deneyimmiş gibi anlatıp yaptığı iyi, güzel, yanlış ve eksik işlerin özeleştirisini yapmayan; bu nedenle de İzmir Kent Konseyi başkanlığı için kendisine davet yapılmadığı için küsen insanlara bu işin erbabı, uzmanı, en iyi bileni unvanlarını dağıtırken daha dikkatli davranmamız, geçmişte yapılan işlerin içindeki doğru, iyi ve anlamlı olanları seçip geleceğe taşımamız gerektiğini kendisine yeniden hatırlatmamız gerekiyor…

Kent ve ekoloji mücadelesinde bireyden ve siyasetten korkmak…

Ali Rıza Avcan

Son günlerde, kent ya da ekoloji mücadelesinde bir araya gelmek amacıyla yapılan bazı girişimlerde, yarı-kamu kurumu niteliğindeki meslek örgütleriyle kendini demokratik olarak tanımlayan bir kısım sivil toplum kuruluşunun ya da örgüt niteliği taşımayan grupların, “bireysel katılımcılar”la “siyasal partiler”e bilerek ve isteyerek yer vermek istemediğine; onların, oluşturulmak istenen beraberliklere dahil edilmediğine, bu nedenle kendilerini siyasi bir kimlik üzerinden tanıdığımız bazı kişi ya da grupların sırf bu beraberlikte yer alabilmek adına, “o olmazsa, bu olsun” örneğine benzer oportünist bir tavırla ve yeni bir kimlikle ortaya çıktıklarına tanık oluyorum.  

Bunun karşılığında, bireysel ölçekte mücadele verenlerin ise ya bu mücadele alanından uzak durmayı tercih ettiklerini ya da o beraberliğe kendilerine yakın bir meslek odası, dernek ya da oluşumun temsilcisi olarak katıldıklarını; siyasetçilerin de, “benim şu siyasi partide görevim var, ben belki size zarar verebilirim” gerekçesiyle o beraberlikten uzak durduğunu veya farklı, yeni bir kimlikle o mücadelede yer aldığını görüyorum.

İzmir’le ilgili sorunlara sahip çıkacağı söylenen “İzmir’e Sahip Çık Platformu” ile ülkedeki tüm çevre ve ekoloji örgütlerini bir araya getirdiği söylenen “Ekoloji Birliği” yapılanmaları, bu konuda aklıma gelen ilk örneklerdir.

Sanıyorum, uzun bir süredir revaçta olan “kimlikler siyaseti” ve bunun doğal bir sonucu olarak herkesin birden fazla kimliğe sahip olması, bu durumu fazlasıyla kolaylaştırıp meşrulaştırıyor!

Bu arada, sessiz ve ilgisiz kalıp o meşhur “Protestan papazı” rolünü oynamanın bile başlı başına bir siyasi tavır olduğu günümüz koşullarında, siyasi mücadeleye giriştiği takdirde değişik tehlikelerle; örneğin o derneğin kapatılabileceği endişesiyle pasif kalmayı öneren sahte demokratlarla da karşılaşıyorum.

Geçtiğimiz aylarda katıldığım Mülkiyeliler Birliği Genel Merkezi seçimlerinde, bir grup Mülkiyeli’nin önerdiği “Aman dikkat, başımıza bir iş gelebilir, derneğimiz kapatılabilir” korkusuyla sergiledikleri fazlasıyla tedbirli pasifist tutum gibi.

2860653452_6bc0f09c59_o

Peki, OHAL hukuksuzluğunun  egemen olduğu günümüz koşullarında; ayrıca örgütlenip kurumsal bir yapıya ulaşmanın birçok toplum kesimi için mümkün olmadığı bir ülke ve kentte, bireyleri ve siyaseti dışarıda bırakarak sadece kurumlardan oluşan bir beraberliği oluşturmak mümkün müdür? Ayrıca bu tavır, doğru, etkili ve sağlıklı bir tutum mudur? Bu tutum kimin ya da kimlerin işine yarar, kimin ya da kimlerin işine yaramaz?

Örneğin örgütlenemeyen işçi ve emekçiler veya üniversitelerden KHK’larla atılan akademisyenler ya da işsiz ve yoksullar sırf örgütlenemedikleri, örgütlenmeleri yasaklandığı için, bir kurumun yöneticisi ya da üyesi olamadıkları ya da böyle bir şeyi tercih etmedikleri için böylesi mücadele birliklerinin dışında mı bırakılacaktır? Bu tutum, örgütlenmemiş kesim ya da bireylerin zaten kısıtlanmış hak ve özgürlüklerinin daha da kısıtlanması anlamına gelmeyecek midir? 

Ayrıca, bu tür kent ya da ekoloji mücadelelerinde niye bireyler ve siyasi partiler oluşturulan beraberliğin dışında tutulmak istenmektedir?

Onların kurumsal hiyerarşi ve disiplinle kısıtlanmamış özgürlük, yaratıcılık ve sorgulayan eleştirel tutumları denetlenemez, ‘zapturap’ altına alınamaz bir tehlike olarak mı algılanmaktadır?

Hele ki hepimizin şikayetçi olduğu mevcut burjuva hukuk düzeni bile bireyin birçok konuda dava açarak hak talebinde bulunmasına izin verdiği halde; aynı bireyin kent ya da ekoloji boyutlu toplumsal mücadele düzlemlerinde itibar görmeyişi; hatta mücadeleye dahil edilmek istenmeyişi, bunu talep edenlerin mevcut düzenden ve düzen taraftarlarından daha fazla antidemokratik bir öze sahip olduğunun güzel bir kanıtı değil midir?

Tabii ki bütün bu soruları yanıtlarken dikkate almamız gereken tek bir ölçüt vardır: O da bütün bu soruların muhatabı olan kurumlarda katılımcı ve çoğulcu demokrasinin gerçekten var olup olmadığı ile o kurum yöneticilerinin bu gerçeklik üzerinden geliştirilip içselleştirdikleri demokratik bir tutuma sahip olup olmadıklarıdır.

Şayet katılım ve çoğulculuk boyutunda demokratik oldukları söylenen kurumların yöneticileri, sorunun tarafları arasında kendi kişisel, mesleki ya da siyasi tercihleri doğrultusunda bir ayırım yapıyorlarsa; daha doğru bir anlatımla, demokratik tutum ve davranıştan uzak bir şekilde bireyleri ve siyasi kurumları dışarıda bırakmak için çaba gösterip bunda başarılı oluyorlarsa, o beraberliğin yapısal anlamda sorunlu, ilişkiler boyutunda kısır, hedefler açısından başarısız, sonuçlar açısından etkisiz ve ömrü açısından da kısa olacağı söylenebilir. 

Çünkü demokrasiyi içselleştirememiş, demokratik davranmayı bir kurum ve yaşam kültürü olarak geliştirememiş olanlar, aslında o beraberlik içinde yer almaması gereken ve aslında bu tutumlarıyla örgütlenmek istenen kent ya da ekoloji mücadelesine zarar veren kurum ya da kişiler olarak nitelenebilir. 

Oluşturulan ya da oluşturulacak beraberlikler içinde siyasetçinin ve siyasal partilerin yer almamasını isteyerek, aslında siyasetin âlâsını yapan: böylelikle uzun erimde o mücadele girişiminin etkisiz ve başarısız olmasını sağlayıp mücadele ettiğimiz kurum, kesim ve sınıfların işine yarayacak “ayrı” ve “özel” bir siyasetin uygulayıcısı konumuna düşerler.

Kent ya da ekoloji odaklı beraberliklerde bireylerin yer almasını istemeyen örgüt ve kesimler aslında, özgür, eleştirel, yaratıcı ve gerektiğinde içinde bulunduğu yeri ve konumu devamlı sorgulayan bireyler yerine, kendi ast-üst ilişkileri içinde sahip oldukları yerin gücüyle yarattıkları bu küçük iktidar alanlarında, belirleyici olabilecekleri bir konuma sahip olmak istemektedirler.

İşte o anlamda, mücadelenin yapılacağı yerlerde hangi beraberliklerin kurulacağına, bu beraberliklere kimlerin katılacağına, bu beraberliklerin hangi işlerle uğraşacağına ve benzerlerine kendileri karar verip bunu beraberliğin diğer katılımcılarına dayatarak kabul ettirmeye çalışıyorlar. Böylelikle kendi ast-üst ilişkileri/ hiyerarşik yapıları içinde söz geçiremeyecekleri -kendilerince “isyankar“, “kural tanımaz“, “sorunlu“- bireylerle birlikte olmayı istememekte, onları kendi iktidar alanları içinde bulundurmayı ve onlarla “muhatap olmayı“, kendileri için bir tehlike olarak görmektedirler. 

Kent ya da ekoloji odaklı beraberliklerde ortaya çıkan bu olumsuz durumun diğer bir nedeni ise, Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) 16 Nisan 2017 tarihli Anayasa Referandumu’ndaki “Hayır Cephesi”nde spontan bir şekilde bir araya geldiği Halkların Demokratik Partisi (HDP) ile birlikte gözüküp işbirliği yapma konusundaki çekincesi; daha doğrusu “şimdi bana da terörist, PKK’lı derler” şeklindeki korkusudur.

Nitekim o korkudur ki, CHP’li olan ya da ondan etkilenen, onunla işbirliği yapan ya da geleceğini onda görenler, HDP’nin ya da bağlaşıklarının bu beraberliklerde kendi gerçek adlarıyla yer almasına karşı çıkmakta ya da onlarla bir araya gelmekten titizlikle kaçınmaktadırlar. 

Hepimizin bildiği gibi, kent ya da ekoloji mücadelesine bireylerin ve siyasi partilerin katılımını engelleyen kurum ya da şahıslar, asıl güçlerini temsil ettikleri kurumlardaki “geçici” konumlarından almaktadır. Yarın öbür gün o kurumlardaki görevlerinin süresi bittiğinde ve yerlerine başkaları geldiğinde, örneklerini çevremizde bolca gördüğümüz gibi , “sudan çıkmış balık” misali kendilerine yer, güç ve iş arayan insanlara dönüşeceklerdir.

İşin asıl ilginç yönü ise, kent ya da ekoloji mücadelesi için her bir araya gelişte bireyi ve siyasi kurumları dışarıda bırakmaya çalışan bu politika, yaşamdan kopuk olmalarının bir sonucu olarak gittikçe küçülüp önemini kaybeden, etkisizleştikçe toplumdan ayrı düşen; hatta toplum hafızasındaki yerini koruyamayıp tarihin çöplüğüne atılan beyhude girişimler olarak nitelenecek olmasıdır. 

feeling-unwanted

İşte o nedenle, tüm kent ya da ekoloji mücadelelerinin işin başında belirlenmiş bir politikası, stratejisi, temel değer, ilke ve etik kuralları olmadıkça, bunlar tüm taraflarca bilinmedikçe, bunlar uygulanmadıkça ve mücadelenin tarafı olan ilgili tüm kurum, kuruluş ve kişileri kapsamadığı sürece yaşaması, hedeflerine ulaşması ve başarıyı yakalaması -ne yazık ki- mümkün değildir.

Bu anlamda tüm gerçek kent ya da ekoloji mücadelelerinin başarıya ulaşma koşulunun, katılımcı ve çoğulcu boyuttaki demokrasinin varlığına bağlı olduğunu; kurumların ve onların yöneticilerinin katılımcı ve çoğulcu demokrasi boyutunda kurumsallaşmış yapı ve uygulamaları olmadığı sürece, onların marifetiyle oluşturulacak her düzeydeki mücadele alanının da demokratik olmayacağını söyleyebiliriz.

 

 

Biz Kentliyiz, Biz Buradayız, Burası Bizimdir, Biz Buraya Sahip Çıkıyoruz… (2)

Ali Rıza Avcan

KENTİNE, BÖLGESİNE, ÇEVRESİNE SAHİP ÇIKMAK…

Ülkemizde merkezi ve yerel yönetimlerin dışında, kendiliğinden gelişen halk hareketleriyle insanların yaşadıkları çevreye sahip çıkmaları olgusu yeni bir toplumsal denemenin konusunu oluşturmaktadır.

20 yıl öncesinde, neredeyse 12 Eylül Darbesi’nin bahanelerinden birini oluşturan Fatsa’daki “Terzi Fikri” fobisi akıllardan çıkmamakla birlikte, bu tür girişimlerin coğrafi odağı genellikle İstanbul ve yakın çevresi olmuştur. Eski gazetelerin ve kent dergilerinin sayfaları karıştırıldığında karşımıza 1 Mayıs ve Gazi mahallelerindeki, Ayaspaşa’daki, Cihangir’deki, Hasanpaşa’daki, Galata’daki, Beyoğlu’ndaki, Nişantaşı’ndaki ve Ortaköy’deki sivil oluşumların yaptıkları eylemler, gerçekleştirdikleri etkinlikler, düzenledikleri sokak festivalleri, protestolar, önerdikleri çözümlerle ilgili haberler çıkmaktadır. Bu oluşumların bir kısmı sistem karşıtı siyasetle iç içe, bir kısmı da sistemle barışık, sadece çevrenin doğru, düzgün kullanımı ile ilgili, iş, siyaset ve sosyete çevrelerinden destek alan; hatta onları bünyesinde barındıran örgütlerdir. Kente, yaşadığı çevreye duyarlı aydınların ve yurttaşların o bölgeyle ilgili önemli bir sorunun çözülmesi (Park Otel’in yapımı, tarihi Gazhane binasının yıkılması, Beyoğlu’nun yozlaşması, çevre yolu yapımı gibi) amacıyla ortaya çıkıp çevrelerine o bölgenin esnafını, halkını, öğrencisini toplamaya çalıştığı, çoğu kez de girişimlerinde başarılı olduğu bu gayri resmi oluşumlar Beyoğlu ve Nişantaşı örneklerinde olduğu gibi zaman zaman iş, siyaset ve sosyete çevrelerinin desteğini alarak, hatta oluşumlarında onlara yer vererek eski nostaljilerin canlandırılması özlemlerine de aracılık etmiştir.

1_WCFWaYlR8OfKNFf81zzvTQ

Yeni yeni ortaya çıkan bu spontan girişimlerdeki popülist kıvılcımları yakalayan bazı partiler ve yerel yönetimler ise, kendi denetimlerinin geçerli olacağı bazı projeleri gerçekleştirerek mahalle, semt ya da bölge halkını örgütlemeyi, bu tür spontan örgütlenmeleri kontrol altına almayı, hatta onların coşku ve etkilerinden yararlanmayı denemişlerdir. Bunun en belirgin örneği, genellikle CHP’li ve DSP’li belediyelerce oluşturulan, çoğu kez Kent Senatosu, Kent Meclisi ya da Danışma Kurulu olarak adlandırılan güdümlü oluşumlar ya da 1994 tarihli Mahalli İdareler Seçimleri öncesinde Anavatan Partisi/ANAP tarafından kaleme alınan II. Şehircilik Hamlesi Programı’nda öne sürülüp 1995-1999 döneminde İstanbul/Bahçelievler, Bursa/Osmangazi, İzmir/Balçova, Çiğli ve Güzelbahçe belediyelerinde uygulanan Semt Danışma Merkezleri/SEDAM Projesidir.

Bu tür belediye güdümündeki uygulamalar zaman zaman ve yer yer başarılı olmakla birlikte, belediye yönetiminin denetiminde kurulduklarından ve çoğu kez belediye yönetiminin arzu ve istekleri doğrultusunda hareket ettiklerinden gerçek bir sivil halk hareketi olarak güçlenememişler ve kurumsallaşamamışlardır. Çoğu kez karizması güçlü belediye başkanlarının şahsi girişimleri ile oluştuklarından belediye başkanlarının görevlerinden ayrılmaları ya da yeniden seçilememeleri üzerine işlevlerini kaybetmişler, çalışamaz olmuşlardır. Hatta bazı yerlerde, kendi altındaki zeminin oynamakta olduğunu sezen ya da bu projeleri uygulayan belediye başkanının kendi kontrollerinden çıkacağını anlayan belediye meclisi üyelerinin ve yerel parti teşkilatlarının muhalefeti üzerine uygulamadan kaldırılmışlardır.

Devletin, hükümetin ve yerel yönetimlerin; kısacası, resmi kuruluşların bazen bizzat bazen de katılarak oluşturduğu, oluşumunu desteklediği bu güdümlü örgütlerin etkili ve sürekli olamamasının, kurumsallaşamamasının nedeni, işin özünde gerçek bir katılım altyapısının ve kültürünün olmayışından kaynaklanmaktadır. Tüm tarihinde katılım düşüncesi ve eyleminin önemli bir örneği bulunmayan, kentlilik bilincinden ve kültüründen yoksun bir halkın, kendi çabası ya da katkısı dışında kurulan bu yerlere devletin, hükümetin ya da yerel yönetimlerin uzantısı, oraların halkla ilişkiler bürosu gözüyle bakması doğaldır ve bu tür bir algılayış da kentlilik bilincinin ve kültürünün gelişeceği belirli bir süre için normal karşılanmalıdır.

solidarity-1024x520

Kentlerin kent, buralarda yaşayanların da kentli olamadıkları ülkemizde insanların içinde yaşadıkları çevreye, ait oldukları kente sahip çıkmaları bu yüzden zor hatta mümkün olamamaktadır. Çünkü, Türkiye gibi köyden kente göç olgusunun hızlı ve yoğun yaşandığı ülkelerde kentlere sahip çıkılmasının aksine kentlerin yağmalanması söz konusu olmaktadır. Kente her yeni gelen o kente ait tüm değerlere sahip çıkarak, onu yağmalayarak tutunmaya, orada yer edinmeye çalışmakta, bu çaba ile rant peşinde koşan egemen güçlerin yürüttüğü mücadele çoğu kez aynı platformda buluşmakta, farklı amaçlarla farklı yanlardan sürdürülen bu saldırılar, kentin hoyratça yağmalanması ile sonuçlanmaktadır.

Devam Edecek…

 

Biz kentliyiz, biz buradayız, burası bizimdir; biz buraya sahip çıkıyoruz… (1)

Ali Rıza Avcan

İngiliz parlamentosunun kesin üstünlüğünü ortaya koyan 1688 tarihli Haklar Bildirisi (Bill of Rights), Philadelphia’da ilk kez toplanan Amerikan Kongresi’nin 4 Temmuz 1776’da kabul ettiği Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve son olarak Fransız Millet Meclisi’nin 26 Ağustos 1789’da kabul ettiği İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi ile ortaya çıkan liberal demokratik devlet anlayışının özü, millet iradesine ve bu iradeye dayalı millet egemenliğine dayanır. Bu nedenle, XVII ve XVIII. yüzyıllardan sonra ortaya çıkan bütün demokratik devletler kendilerinin, temsil ettikleri milletin temsilcisi olduğunu iddia etmişler ve bu özelliklerini ortaya koymak için milletin eline verdikleri seçme ve seçilme hakkını zaman içinde genişleterek ve bu hakkın seçimler ve siyasi partiler eliyle kullanılmasını sağlayarak siyasi yapılanmalarını tamamlamışlardır.

Demokrasi 002

Devletin egemenliğini bu şekilde millet iradesine dayandırmaya başlaması, demokrasilerin iki temel kavramı olan devlet ve millet ikiliğinin de ortadan kalkarak bütünleşmesi sonucunu doğurmuştur.

Ancak, bu bütünlüğün her zaman için doğru ve sağlıklı bir işleyişi de beraberinbde getirdiği söylenemez. Oluşturulan seçim sistemlerindeki yetersizlikler ve sağlıksız yapılanan siyasi partiler ya da yapılanmasına izin verilmeyen siyasi görüşler milletin devlet örgütündeki temsilini zedelemiş, çeşitli toplum kesimlerinin parlamento ve hükümet gibi siyasi yapılarda temsil edilmemesi ya da yeterince temsil edilmemesi gibi sonuçların ortaya çıkmasına neden olmuştur.

Darbe geleneğinin yaygın olduğu demokrasisi gelişmemiş ülkelerde ise, tüm toplum kesimlerinin siyasetteki temsili zaman zaman ortadan kaldırılmış; hatta tüm siyasi sistemin, seçimlerin iptal edilmesi, partilerin kapatılması gibi uygulamalarla tatile sokulması söz konusu olmuş, böylelikle liberal demokratik devletin yapısı ve ideolojisi bilerek ve isteyerek zayıflatılmıştır.

Temsili demokrasinin, çeşitli totaliter uygulamalar ve darbelerle ülkemizde ve dünyada yaşadığı bu son macera, onun hem yönetenlerin hem de yönetilenlerin gözünden düşmesine, bundan böyle zaman zaman yönetenlerin işine yaramaz hale gelmesine yol açmıştır. Bu yetersizlikte elbette ki, kategorik anlamda temsili demokrasi olgusunun kendi öznel niteliklerinin yanında bu yönetim tarzından yararlanan yönetici sınıfların uyguladıkları olumsuz politikaların da payı vardır. Çünkü, bir yandan temsili demokrasinin egemeni olan siyasi partilerdeki sağlıksız yapılanmalar, toplumsal mozaiği oluşturan tüm toplum kesimlerinin yönetim sürecinin her aşamasında “temsil edilmesi“ni mümkün kılmamakta, siyasi parti baronlarınca belirlenen temsilciler tüm toplumsal sınıf ve katmanları kucaklamamakta, diğer yandan da halkı temsil ettiği ileri sürülen her düzeydeki “temsilciler“in ürettikleri halktan kopuk politikalar siyasetin yozlaşmasına ve halkın hem siyasetten hem de siyasetçiden soğumasına yol açmaktadır.

Temsili demokrasideki bu aşınma ve yıpranma, çarenin başka adreslerde aranmasına yol açmış; bir kısım kesimler etkili ve sağlıklı yönetimi totaliter eğilimlerde, bir kısmı cemaat ilişkilerinde aramış, böylelikle demokrasiden aradığını bulamayan çaresiz yığınlar demokrasi karşıtı güçlerin kucağına atılmış, “her şeye rağmen yine de demokrasi” diyen demokratik güçler ise çareyi, demokrasiyi zenginleştirmede, bu hastalıklı hali iyileştirmenin yolu olarak demokrasinin çoğulcu ve katılımcı yanını öne çıkarmada bulmuştur.

Demokrasiyi savunan, demokrasinin gelişip güçlenmesini savunan toplum kesimleri, bu anlamda 21. yüzyılı, çoğulcu ve katılımcı demokrasiyi savunarak, çoğulcu ve katılımcı demokrasinin nasıl geliştirileceği, uygulanacağı ve yerleştirileceği tartışmaları ile karşılamıştır.

Bugün demokrasinin geliştirilmesinden yana olan herkes, çoğulcu ve katılımcı demokrasinin hangi koşullarda hangi aktörlerle ve hangi yöntemlerle uygulanabileceğini tartışmakta, “yönetim” olgusunun yerine “yönetişim” olgusunun konulup konulamayacağını sormakta, yerel yönetimlerin, sivil toplum kuruluşlarının ya da oluşumlarının çoğulcu ve katılımcı demokrasi sürecindeki yerini, bunların birbirleri ile ve devletle olan ilişkilerini araştırmakta, yaptığı deneysel uygulamalarla bunun mümkün olup olmadığını sınamaktadır.

Bu tartışma ve denemeler bugün Dünya ve ülkemiz gündemini fazlasıyla meşgul etmektedir. Hem öylesine meşgul etmektedir ki; gün geçtikçe artan uluslararası hareket ve örgütlenmelerin baskısı sonucunda bu olgu devletlerin ve hükümetlerin gündemine bile girmiş, imzalanan bir kısım anlaşmalarla bu gelişimin özendirilmesinden söz edilmeye başlanmış, devlet merkezli çözüm önerilerinin üretildiği Vancouver Konferansı sonrasında, 3-4 Haziran 1996 tarihlerinde İstanbul’da toplanan ve merkezi ve yerel yönetimlerle sivil toplum kuruluşlarının yerleşim sorunlarına birlikte çözüm üretmesi ve bu amaçla toplumun tüm kesimleriyle işbirliği sağlanması önerilerinin yoğunluk kazandığı Habitat II Zirvesi’nin ülkemizde estirdiği rüzgarla pıtrak gibi ortaya çıkan Yerel Gündem 21 oluşumlarına uluslararası anlaşmalarla maddi ve manevi yardımlar yapılmaya başlanmış, bu oluşumların güçlenip gelişmesi için merkezi idare genelgeleri düzenlenir olmuştur.

Çünkü, yönetenler artık sadece temsili demokrasi ile dünyayı ve ülkemizi yönetemez olduklarını fark etmeye başlamışlar, sahip oldukları tekeli, çoğulcu ve katılımcı demokrasinin nimetleri ile, kendi uygun gördükleri ölçü ve sınırlarda zenginleştirmeye, “biraz oradan biraz buradan” mantığı ile oluşturdukları bu karman çorman, içinden çıkılmaz yönetim tarzıyla -fakat asla sahip oldukları yetkileri başkalarına devretmeden, hatta onlara sıkı sıkıya sarılarak ve bazen acımasızca hatırlatarak- arada sırada sivil toplumcu söylemleri de kullanarak denemeye girişmişlerdir. Gerçi bir kısmı bu uyanıklığı -halen- göstermese de devlet, bu uyanıklığı gösteren safdil “samimi“lere ya da içten pazarlıklılara tahammül eder gözükmekte, onları sistemin bir sübabı olarak kullanmakta, birikip sıkıntı verecek toplumsal istimi zaman zaman dışarı vererek rahatlamasına göz yummaktadır.

Uluslararası emperyalizmin yeni bir şekli olan küreselleşme olgusu ideolojik boyutu da böyle bir gelişimi öngörmekte; dünya ve ülke düzeyindeki politik mücadeleyi değil, doğaya, yaşanan çevreye sahip çıkma boyutunda sivil toplum uğraşısının ön plana çıkarılmasını, bireylerin ve geniş halk kitlelerinin kent, bölge ve çevre boyutunda yerel mücadelesini arzulamaktadır. Böylelikle orman değil ağaç görülecek, ağaçların oluşturduğu ülkesel ve evrensel bütünlük gözardı edilebilecektir. Asıl belirleyici olan ulusal ve uluslararası politik süreçler yerine yerel politikalar oluşturularak küreselleşmenin getirdiği evrensel sorunlar, sakıncalar gözlerden uzak tutulabilecektir.

2009summer_is-democracy-the-guarantee_1920x1080_1

Küreselleşme ideolojisinin önerdiği genel siyasetten kopuk yerel siyaset olgusu kendi içinde bu tehlikeyi barındırmakla birlikte hem ülke ve dünya ölçeğinde hem de içinde yaşanılan bölge, çevre ve kent ölçeğinde politika üretmek ve uygulamak mümkündür. Bunları bir madalyonun her iki yüzü olarak görerek ve o madalyonun bütünlüğünde bu mücadelenin iç ve dış dinamiklerini yakalayarak toplumsal sorunları saptamak, bu sorunlarla ilgili politikaları üretmek, sorunların çözümünü kolaylaştırmak hatta çözmek, pekala da mümkündür.

Devam Edecek…

 

 

Bugün yine de umutluyuz…

İnsanların haksız yere işten çıkarıldığı, çalışmalarına izin verilmediği, sudan sebeplerle hapse atıldığı, haksız yere yıllarca hapiste tutulduğu, ölüme mahkum edildiği, kurşunlandığı ya da bombalanıp öldürüldüğü, cenazelerini kaldırmalarına bile izin verilmediği, ölülerin mezardan çıkarıldığı, bütün bu olaylar olurken bazı insanların, siyasetçilerin,belediye başkanlarının ülkesine ve yönetiminden sorumlu olduğu kentteki insanlara, bu kötü gelişmelere ilgisiz kalıp kendi şahsi ikballeri peşinde koştuğu, gelecekteki makamları için delege oyunları oynadıkları ve faşizmin her geçen gün, her geçen an ülke zeminine yavaş yavaş yerleştiği bu ortamda kentlerden ve onların stratejik yönetimlerinden söz etmek ne ölçüde mümkün?

O nedenle biz bugün kent, strateji, kent hakkı ya da kentsel yaşam demek yerine insanlık, hak, hukuk, adalet, özgürlük ve barış diyeceğiz…

DFazTMOXkAAzZnQ

İspanya İç Savaşında Bir Rektörün Direnişi: Miguel de Unamuno

Ercan Eyüboğlu, Siyaset Bilimci

Kendi üniversitesinin çatısı altında baskına uğrayan Miguel de Unamuno ‘işgalciler’in şaşkın bakışları altında, şu tarihsel konuşmayı yapar:

‘Hepiniz, benim, susmadığımı ve susmayacağımı biliyorsunuz. Yetmiş üç yıllık ömrümde susmayı, suskun kalmayı bir türlü öğrenemedim.’

Sevgili Rona Aybay Hoca’nın 24 Mayıs 2012’de bu sütunlarda yayımlanan yazısı, pek çok yapıtı Türkçeye de çevrilen fakat gereğince tanınmayan büyük İspanyol Direnişçisi Cumhuriyetçi Miguel de Unamuno’nun soylu ve yüce anısını tazelememize vesile olabilir.

Miguel de Unamuno (29 Eylül 1864, Bilbao – 31 Aralık 1936) yirminci yüzyılın ilk yarısında ilgilendiği hemen her alanda damgasını vurmuş bir İspanyol romancısı, şairi, dilbilimcisi, tiyatrocusu, eleştirmeni ve düşünürüdür. İspanyol kültürünü özümsemekle yetinmemiş, “anadili gibi” 14 dili bilmekteydi. Yaşadığı çağı seçemese de o çağın içinde kendisini seçmiş ve konumunu belirlemiş, iki büyük savaş arasının büyük kavgasında, güçlülerin yanında değil, özgürlüklerin ve demokrasinin Cumhuriyetçi cephesinde yerini almıştır. Cumhuriyete ve onun değerlerine öylesine içten, öylesine kararlılıkla bağlıdır ki, Falanjistlerin katlettiği Frederico Garcia Lorca’nın akıbeti bile onu caydırmamış, tam tersine, rektörü olduğu Salamanca Üniversitesi’ni demokrasinin ve Cumhuriyetin kalesi olarak algılamak istemiştir.

1931’de kurulan Cumhuriyete kendini adayan Unamuno, 1936’da başını General Franco’nun çektiği faşist hareket, özgürlükçü demokratik Cumhuriyete baş kaldırınca, kendini üç yıl sürecek olan İç Savaş’ın içinde ve bilim-kültür cephesinin en ön saflarında bulur.

İç Savaş, adı üstünde, cephesi belirsiz bir savaş. Zaferi ya da yenilgiyi, (sivil) toplumun her alanında bireysel tavırlar, teslimiyetler ve direnmelerin belirleyeceği bir savaş. İdeolojilerin belirleyici olduğu bir savaş. İşte, bu İç Savaş’ın başlangıç yılı olan 1936’da Miguel de Unamuno, Cumhuriyetin görevlendirmesi ile Salamanca Üniversitesi’nin rektörlüğünü yapmaktadır. Ne var ki, Avrupa’nın en eski ve köklü üniversitelerinden biri olan Salamanca Üniversitesi, Falanjistlerin ilerlemesi sonucu, milliyetçi kuşatmanın içinde bir Cumhuriyetçi adacık olarak kalmıştır ve her fırsatta taciz edilmekte, kışkırtılmaktadır. Aşağıdaki olay işte bu kışkırtmanın öyküsüdür.

Cumhuriyet karşıtları orduda ve Falanjist örgütlenmeler içinde yuvalanmışlardır ve Cumhuriyeti devirmek için bin bir komplo, bin bir entrika tezgâhlamaktadırlar. Franco yanlılarının etki alanı içinde yer alan ve Miguel de Unamuno’nun rektörü olduğu Salamanca Üniversitesi’nin büyük amfisinde 12 Ekim 1936’da rektörün izni olmaksızın bir ‘Irk Şenliği’ düzenlenmiştir. Şenliğin onur konukları arasında, daha sonra iyice ünlenecek olan o mahut Caudillo’nun karısı Dona Carmen Franco da vardır.

Bütün o davetli resmi erkânın ve bindirilmiş kalabalığın önünde kürsüye çıkan Francocu General Millan-Astray, Cumhuriyetin ilanı ile “İspanya’nın maruz kaldığı büyük iç ve dış tehlikeleri” sayıp döken ve faşizmi öven bir konuşma yapar ve konuşmasını, coşturulmuş kalabalık tarafından sık sık tekrarlanan “Viva la muerta! – Yaşasın ölüm!” nidaları ile bitirir.

Kendi üniversitesinin çatısı altında böylesi bir baskına uğrayan Miguel de Unamuno, kendinden emin, kararlı adımlarla ve söz almaksızın, generalin ardından kürsüye çıkar, oluşan bir ölüm sessizliği içinde ve “işgalciler”in şaşkın bakışları altında, şu tarihsel konuşmayı yapar:

“Şimdi benim burada ne söyleyeceğimi büyük bir merakla beklediğinizi biliyorum. Beni tanıyorsunuz, beni biliyorsunuz. Hepiniz, benim, susmadığımı ve susmayacağımı biliyorsunuz. Yetmiş üç yıllık ömrümde susmayı, suskun kalmayı bir türlü öğrenemedim. Ve bugün de öğrenmek istemiyorum suskun ve sessiz kalmayı. Bazı durumlar vardır ki, orada susmak, yalan söylemektir. Zira sükût, ikrar olarak yorumlanabilir. Bugüne kadar içimde daima birbiri ile tutarlı bir uyum içinde yaşayagelen sözüm ile vicdanım arasında bir boşanmaya asla izin veremem. Kısa konuşacağım. Süslemesiz ve dolambaçlı cümleler olmaksızın dile geldiğinde gerçek, daha bir gerçektir. Bu çerçevede, biraz önce dinlediğimiz ve şu an aramızda bulunan General Millan-Astray’in konuşmasına, – eğer buna bir söylev denebilirse- birkaç şey eklemek istiyorum.

Basklara ve Katalanlara ilişkin iftira ve aşağılamalar yığını içinde kişiliğime yönelik olanları bir yana koyalım… Marazi ve anlamdan yoksun bir çığlık dinledim: ‘Yaşasın ölüm!’ Ben ki, ömrümü, anlamını kavrayamayanların tüylerini diken diken eden paradoksları hale yola koyup aşmaya çalışmakla geçirdim, uzman kimliğimle, bu barbar paradoksun benim için tiksindirici olduğunu söylemeliyim. General Millan-Astray bir maluldür. Bunu, kaba bir art düşünce olmaksızın vurgulayalım. Kendisi gerçek bir harp malulüdür. Cervantes de bir harp malulü idi. Bugün İspanya’da, ne yazık ki, çok fazla sakat kimse vardır. Ve eğer Tanrı bize yardımcı olmaz ise yakın bir gelecekte, maalesef daha pek çok sakat insanımız olacak. General Millan-Astray’in bir kitle psikolojisinin temellerini atmakta olduğu düşüncesi, bana acı veriyor. Cervantes’in ruh büyüklüğüne sahip olmayan bir malul, bu kompleksinden kurtulup rahatlamayı, genellikle başkalarının da sakat kalmasını sağlamakta arar.

Yenmek ikna etmek demek değildir; aslolan önce ikna etmektir; oysa duyguya ve tutkuya yeterince yer vermeyen kin, hiçbir zaman ikna edemez. Siz yeneceksiniz, çünkü siz, gerekli olandan daha fazla kaba kuvvete sahipsiniz. Ama kandıramayacak, inandıramayacaksınız. Zira, inandırabilmeniz için, ikna edebilmeniz gerekli. Oysa ikna etmek için, size, sizde bulunmayan iki şey gerekir: Akıl ve mücadelede haklılık. Sizi İspanya’yı düşünmeye çağırmanın, İspanya için tasalanmanızı beklemenin bir yararı olmadığını, bunun beyhude bir çaba olduğunu düşünüyorum. Bu kadar!”

Miguel de Unamuno, autor anónimo (1864)

General Millan-Astray’in, oturduğu yerden, “Kahrolsun zekâ, Kahrolsun akıl!” nidaları ile sık sık kestiği ve coşturulmuş amfiye yuhalattığı bu konuşmasının ardından, Miguel de Unamuno kürsüden inerken faşist militanlar namlularını ona doğrultmuş, General Millan-Astray’ın bir işaretini beklemektedirler. Tam o sırada Dona Carmen Franco’nun ayağa kalktığı ve Unamuno’nun koluna girdiği görülür. Namlular şaşkınlık homurtuları içinde indirilir ve Unamuno amfiden yuhalamalarla çıkar, evinde göz hapsine alınır ve 31 Aralık 1936’da ölür.

Ne demişti büyük Tolstoy: “İnsan sadece uluorta yalan söylemekten sakınmakla yetinmemeli, susarak yalan söylemekten de kaçınmalı.

Cumhuriyet Gazetesi, 7 Haziran 2012

Belediyelerin meslek odalarıyla ilişkisi

Ali Rıza Avcan

Uzunca bir süredir çevremizdeki bazı meslek odası yöneticilerinin belediye başkanlarının danışmanı ya da belediye yöneticisi/görevlisi olarak atandıklarını ya da yöneticiliği bıraktıktan hemen sonra belediye başkanlarının emrine girdiklerini görüp ilgiyle izliyoruz.

Hatta bu durumun bir adım daha öteye giderek, geçmişte oda yönetimlerinde yer almış bazı eski yöneticilerin ya da aralarında birinci dereceden kan bağı olan yakınlarının belediyelerden büyük boyutlarda iş ya da proje aldığını bile duyuyoruz.

Meslek odası yöneticileriyle belediye başkanları arasındaki bu açık ya da gizli flörtün dışında belediyelerde çalışan meslek odası üyelerine zaman zaman meslek odasını temsil ediyorlarmış gibi davranıldığını, belediye ile meslek odası arasında bir çatışma yaşandığında bu belediye çalışanlarının, “iki arada bir derede kalıp” zaman zaman birinden birini tercih etmek gibi tatsız bir durumu yaşadıklarını görüyor, anlaşmazlık durumlarında kendilerinin meslek odalarına karşı adeta bir “rehin” gibi kullanıldığını da biliyoruz.

Meslek odalarının belediyelerin projelerine ve hizmetlerine eleştirel bir şekilde yaklaşıp farklı görüşler, öneriler geliştirilmesi durumunda o odalarla ilişkilerin dondurulup kesildiğini, aynı meslekten gelen danışman ya da yöneticiler eliyle o odaların kötülenip ötekileştirildiğine bile tanık oluyoruz.

Hatta belediyelerin çok önem verdikleri konularda meslek odalarının yönetici ve üyelerine açık ya da gizli bir şekilde baskı yaptıklarını, onların kendi iç ilişkilerindeki zayıf noktaları zorlayarak amaçlarına ulaşmayı mübah saydıklarını dahi biliyoruz.

Öte yandan geçmişte meslek odasının en üst düzeyde yöneticiliğini yapmış bazı belediye yöneticilerinin de kendi meslek odasının yönetici ve üyelerine ilgi göstermediğini; hatta onları bir “öteki” olarak gördüğünü de izliyoruz.

İş Ahlakı 002

Meslek odası üyeleriyle yaptığımız değişik sohbetlerde bu ilişkiler konusunda çok şey öğreniyor, meslek odalarının belediyelerle yaşadıkları olumlu ya da olumsuz ilişkiler konusunda ilginç bilgilere ulaşıyoruz.

Yasalar bu tür ilişkileri açıkça yasaklamasa ya da bir takım ilişkiler yasaların, yönetmeliklerin arkasından dolanarak kurulup geliştirilse bile burada zarar gören asıl şey, halkın belediye ve meslek odalarına duyduğu güvenle incinen kamu vicdanı oluyor.

***

Anladığımız kadarıyla belediye yönetimi, bilinçli bir politika çerçevesinde kendine yakın bulduğu bazı eski ya da yeni meslek odası yöneticilerini kendi yanına çekmeye, bulmadıklarını ise kendisinden uzaklaştırıp yalıtmaya ve yalnızlaştırmaya çalışıyor.

Bu durum aslında, mesleki örgütlenme ile edinilen bir iktidar alanının kentin yönetimi ile ilgili diğer bir iktidar alanıyla ilişkilerinde yaşanması gereken ya da beklenen, eşyanın doğasına uygun bir toplumsal olgu. 

Önce temsil edilen meslektaşların çıkarlarını savunmak adına başlatılıp ardından o meslek grubunun kent yönetiminde söz sahibi olması ile sonuçlanan bu tür toplumsal ilişkilerde, her iki tarafın birbirini etkileyip yönlendirmeye çalışması, senaryosu önceden yazılmış bir oyunun herkes tarafından bilinen kurallarından sadece biri.

Bu anlamda, her meslek ve çıkar grubunda olduğu gibi mesleki örgütlenme adı altında oluşan çıkar gruplarının kentle ilgili konularda büyük ve önemli yetkilere sahip belediye yönetimlerinde yer alarak ya da temsil ettiği meslek grubunun gücü üzerinden onu yönlendirmeye çalışarak etkili olmak istemesi, temsili demokrasinin olmazsa olmaz koşullarından biri.

Temsili demokrasi açısından durum bu şekilde olmakla birlikte; meslek örgütleriyle belediye yönetimleri arasındaki kurumsal ilişkilerin demokrasiyi, evrensel hukuku, etik kuralları ve kamu yararını önceleyerek düzenlenmesi gerekiyor.

Örneğin bu düşünceyle düzenlenen 5393 sayılı Belediye Kanunu’nun 28. maddesine göre belediye başkanlarının görevi süresince ve görevinin sona ermesinden itibaren iki yıl süreyle, meclis üyelerinin ise görevleri süresince ve görevlerinin sona ermesinden itibaren bir yıl süreyle, belediye ve bağlı kuruluşlarına karşı doğrudan doğruya veya dolaylı olarak taahhüde giremiyeceği, komisyonculuk ve temsilcilik yapamıyacağı hüküm altına alınarak belediye meclisi üyelerinin demokrasi, hukuk, etik ve kamu yararı ilkelerini çiğnemeleri olasılığı bir ölçüde engellenmeye çalışıyor. 

Aynı duruma kural tanımaz vahşi rekabetin hüküm sürdüğü özel sektörde bile rastlıyor, firmaların kendilerinden ayrılmış ya da emekli olmuş yöneticilere rakip firmalarda çalışmalarını engelleyen özel sözleşmeleri imzalattıklarını ya da rakip firmalarda çalışmamaları şartıyla ek ödemeler yaptıklarını görüyoruz.

Ancak belediyelerle meslek odaları arasındaki ilişkiler herhangi bir yasal düzenlemeye bağlanmadığı ve bu ilişki ile ilgili etik kodlar her iki kurum tarafından belirlenip uygulamaya konmadığı için işler her zaman demokrasiyi, evrensel hukuku, etik değerleri ve kamu yararını gözeten şekilde gerçekleşmiyor. Hatta çoğu kez böyle olmadığını, gerçeklikte kurala uymanın istisnai bir durumu ifade ettiğini söylemek de mümkün.

O nedenle bazı meslek odası yöneticilerinin yöneticilik yaptıkları dönemde gerek temsil ettikleri mesleki çıkarlar gerekse kendi kişisel çıkar ya da tercihleri nedeniyle belediye yönetimlerine daha yakın durduğunu ve bu yakınlıkları nedeniyle kente ve kentle ilgili sorunlarda zaman zaman demokrasi, evrensel hukuk, etik ve kamu yararı ilkelerini dikkate almadıklarını görmek de mümkün.

Bu duruma örnek olarak İzmir özelinde İzmir Ticaret Odası’nı, İzmir Esnaf ve Sanatkarlar Odaları Birliği’ne bağlı Pazarcılar Odası ile Minibüsçüler Odası gibi belediyelerle fazla içli dışı olan odaları, Türkiye Mimar ve Mühendisler Odaları Birliği’ne (TMMOB) bağlı Ziraat Mühendisleri Odası’nı; hatta diğerlerine göre daha sessiz olduğunu bildiğimiz Ege Bölgesi Sanayi Odası’nı verebiliriz.

Belediyeler ile meslek odaları arasındaki bu tür ilişkiler, zaman zaman hem diğer meslek odalarını hem de kent halkının çıkarlarını dikkate almayan kararların alınmasına kadar varabiliyor.

Bu durumun TMMOB düzlemindeki en son örneği, dava süreci halen devam etmekte olan Yamanlar Katı Atık Bertaraf Tesisi hakkında TMMOB İzmir İl Koordinasyon Kurulu’nun, üye olan bazı meslek odalarının uyarılarını ve itirazlarını dikkate almaksızın oy çokluğu ile ve bazı koşulları öne sürerek belediyeyi destekler mahiyette karar alması ile somutlanmıştır.

***

Mesleki etiğin meslek odaları açısından önemli ve öncelikli bir konu olduğunu; o nedenle bir kısım meslek odasının kendi meslekleriyle ilgili etik kuralları devamlı tartışıp yaşadıkları deneyimlere göre güncellediklerini bilmekle birlikte; bir kısım meslek odasının bu konuyu bir sorun olarak dahi kabul etmediğini görüyoruz.

Bu arada tabii ki meslek odalarındaki çoğu yöneticinin kendilerinden beklendiği şekilde hem kendi mesleki etik kurallarına uyduğunu, yöneticisi olduğu meslek odasıyla belediyelerin ilişkileri konusunda hassas davrandıklarını ve görevlerini kamu yararını gözeterek yaptıklarını da görüyor, biliyor ve kendilerini takdir ediyoruz.

Amacımız, çoğunluktaki bu yöneticilerin aksine onları da rahatsız edecek şekilde mesleki etik kurallarını dikkate almaksızın kendi kişisel çıkarını ya da mesleki bir taassupla bir kısım meslektaşının çıkarını gözeten yöneticilerin fark edilmesini sağlamak ve onların da demokrasiyi, hukuku ve kamu yararını gözeten bir çizgiye gelmelerini sağlamaktır.

O nedenle sözümüz bu mesleki, kurumsal ve kişisel etik kuralları dikkate almayanlaradır.

Ancak bütün bu özen ve dikkate rağmen hepimizin fark edip zaman zaman açık ya da üstü kapalı bir şekilde ifade etmeye çalıştığımız bu rahatsız edici durumun varlığı da hepimizi üzmektedir. 

İş Ahlakı 006

5393 sayılı Belediye Kanunu’nun 28. maddesine göre nasıl belediye başkanları görevi süresince ve görevinin sona ermesinden itibaren iki yıl süreyle, meclis üyeleri ise görevleri süresince ve görevlerinin sona ermesinden itibaren bir yıl süreyle, belediye ve bağlı kuruluşlarına karşı doğrudan doğruya veya dolaylı olarak taahhüde giremiyor, komisyonculuk ve temsilcilik yapamıyorlarsa aynı şekilde fiili olarak meslek odası yöneticilerinin de görev süresince ve görevin sona ermesinden sonra belirli bir süre belediyelerde çalışmamaları, yönetici ya da danışman olarak görev ve iş almamaları işin etik boyutları nedeniyle daha uygun olacaktır.

Bu nedenle bütün meslek odalarının yerel yönetimlerle ilişkilerini düzenleyecek mesleki etik kurallarını gözden geçirerek; şayet henüz bu tür kurallar oluşturmamışlarsa bu konuları kendi içlerinde tartışarak evrensel etik kurallarına uygun kurallar geliştirmelerini, bu kuralların oluşumunda kendi mesleki çıkarları kadar demokrasi, evrensel hukuk, etik ve kamu yararını da gözetmelerini; böylelikle kendi kurumsal saygınlıklarını koruma konusunda eskisinden daha fazla hassas davranmalarını bekliyoruz.