Tarım ve demokrasi

Ali Rıza Avcan

Son günlerde tarım sektörünün içinden gelen, tarımla uğraşan ve kıyısından köşesinden tarımla ilgilenen herkes, tarımsal faaliyetlerin içinde ya da tarım sektöründe demokrasinin ne anlama geldiğine, tarımla ilgili kararlar alınırken ya da uygulamalar yapılırken demokratik davranılıp davranılmadığına, şayet bu tür demokratik alışkanlıklar varsa bunun nasıl gelişeceğine, yoksa tarımsal üretim içinde demokratik bir işleyişin nasıl oluşup çalışacağına dair sorular soruyor.

Bu bağlamda kimi çevreler tarımda demokrasi denilince, 1789 tarihli Fransız Devrimi‘nin rüzgarıyla gündeme gelen temsili demokrasinin günümüz koşullarında iflas ettiğini dikkate almadan, meclise gönderilecek temsilcilerin tarımla ilgili olmasına, tarım sektörü içinden gelip tarımla uğraşan üreticilerin temsil ediyor olmasına odaklanıp siyasi parti yönetimlerine tavsiye ve önerilerde bulunmaya kalkıyor.

Bu konuda karşımıza çıkan diğer bir ilginç durum ise, mevcut başkanlık sisteminden bunalan ülkemizde tarımın demokrasi ile ilişkisini ele alıp tartışan, baskı rejimlerinde tarımın durumunu kendine sorun eden Türkçe yazılmış tek bir makale, kitap ya da teze rastlanmazken; başta ABD olmak üzere Batı ülkelerinin tümünde, ABD‘nin üçüncü başkanı Thomas Jefferson‘dan bu yana gelişip güçlenen zengin bir tarım ve demokrasi literatürünün var oluşudur.

Bu durumun siyasi parti programlarının tarımla ilgili bölümlerine yansıyan yanı ise, başta AKP, CHP, MHP ve İyi Parti olmak üzere Deva, Memleket, TKP, Gelecek, HDP ve Saadet Partisi‘nde tek bir kelime bile olsun “demokrasi” sözcüğünün geçmeyişi ve tarımla ilgili sorunların demokrasi ile ilişkilendirilerek sorgulanmamış olmasıdır. Bu konuda hepimizi güldürecek tek istisna ise, Deva Partisi‘nin 2023 Milletvekili Seçimleri için hazırlattığı; ancak işin özüne girmekten uzak “Demokrasi Yoksa Tarım Yok!” isimli 34 saniyelik reklam videosudur.

Oysa bunu yaparken milletvekilleri adaylarının kimin tarafından nasıl seçildiğine, bu seçimler yapılırken hangi kriterlere bakıldığına, hangi yöntemlerin uygulandığına bile dikkat etmiyorlar. Şayet seslerini çıkarıp talepte bulunurlarsa, seçilip önümüze konulan adayların arasına bir de tarım sektörünü temsil eden birinin konulacağını sanıyorlar. Oysa temsili demokrasinin iflas ettiği bu devirde, seçenin ya da seçenlerin -ne yazık ki- böyle bir kaygısı ya da endişesi yok. Onlar zaten tarımı bildiklerini ve temsil ettiklerini düşünüyorlar ve bu nedenle gelecek yüzyılda uygulayacakları tarımsal politika ve stratejilerini çoktan belirlemiş durumdalar.

Her şeyin “bir bilen” tarafından ortaya konulduğu iktidar; yani, AKP/Cumhur İttifakı cephesindeki mevcut durum bu şekilde olmakla birlikte; Millet İttifakı olarak adlandırılan muhalefet cephesi de bundan pek farklı değil. Çünkü onlar da 30 Ocak 2023 tarihinde duyurdukları Ortak Politikalar Mutabakat Metni‘ne koydukları tarımla ilgili politika, strateji, amaç ve hedefler konusunda el sıkışıp anlaşmış durumdalar. O nedenle de, o mutabakat sonrasında seçilen milletvekili adaylarının da farklı bir şey söylemesini mümkün görmüyorlar. Şimdi hangi milletvekili adayı çıkıp da, Ortak Politikalar Mutabakat Metni‘nde söylenenlerin aksine, “ben sözleşmeli tarıma karşıyım, çünkü bu sistem küçük çiftçiyi yoksullaştırıyor” ya da “tarıma dayalı ihtisas organize sanayi bölgelerine karşıyım, çünkü bu tür projelerde çevre ve insan unsuru dikkate alınmıyor” diyebilir? O nedenle, bugünkü haliyle tarımdaki demokrasi oyunu, seçilecek milletvekillerinin kendi iradeleri dışında belirlenmiş tarımla ilgili politika, strateji, amaç ve hedeflere uymak zorunda oldukları sahte bir oyundan başka bir şey değil. Oyunun senaryosu ve kuralları önceden belirlenmiş, bu oyunu oynayacak oyuncular ise oyuna ve kurallarına itiraz etmeyecek şekilde seçilip “hadi bu oyunu hep birlikte bizim istediğimiz şekilde oynayın” denilerek seçim meydanına sürülmüş durumdalar…. Sıkıysa oyunun kurallarıyla senaryosunu sorgulayıp değiştirmeye kalksınlar bir! Hadlerine mi düşmüş, böyle bir şeyi yapmak?

Evet, her şeye rağmen bireyler demokrat olup ilişkilerinde demokratik davranabilirler. Bence bu işin en kolay, en basit yanı bireyin demokrat olma çabası ve demokrat olmasıdır. Ama bu konuda bir iki adım daha atıp o kişilerin içinde bulundukları olduğu kurum ve kuruluşları demokratik bir yapılanma içinde demokratik çerçevede kararlar alıp uygulamalar yapmalarını ve bu durumun devamlılığını çerçevesinde kurumsallaştırmasını sağlamak da dünyanın en zor işlerinden biridir.

O nedenle demokrasiyi içlerine sindirmiş demokrat insanlardan bahsetmek ne derece kolaysa, aynı şeyi kurumsal boyutta yapmış örgütlerden söz etmek de o derece zordur.

Oysa asıl olan, bireyleri demokrat yapmak kadar, kurum ve kuruluşları; yani örgütleri demokrat yapmaktır ve onları, tarım sektörünün demokrat olmayan aktörlerine (endüstriyel tarımı temsil edip savunan uluslararası tarım şirketleri, holdingler, şirketler, siyasi partiler, vakıflar, dernekler ve lobiler gibi açık ya da gizli örgüt ve kesimleri) karşı güçlendirip söz sahibi olmalarını sağlamaktır.

İşte bu anlamda, tarımdaki üretim ve insan ilişkilerinin demokratik olmasını, demokratik anlayışa sahip demokrat milletvekillerinden çok demokratik ilişkilerle kurulup gelişen demokratik kurum ve kuruluşlarla sağlayabiliriz.

O nedenle tarımda demokrasi sağlamak için yaklaşmakta olan seçimlerde, tarımla ilgisi olan milletvekili adaylarının tercih edilmesini talep ederken, aynı zamanda temel politika, strateji, amaç ve hedefleri belirleyen parti yöneticilerinden tarımdaki örgütsel yapılanmaların temelini oluşturan aktörlerin demokratik olması için de talepte bulunmamız gerekir.

Bu bağlamda, tarımın omurgasını oluşturduğu halde kapitalist neoliberal tarım politikaları nedeniyle her geçen gün eriyip kaybolan yoksul, dar gelirli küçük çiftçileri koruyup kollayacak, onların gelişip güçlenmesini sağlayacak tedbirleri belirlerken tarım, gıda ve hayvancılık sektöründeki tüm aktörlerin (kamu kurumları, kooperatifler, birlikler, sendikalar, ziraat odaları, meslek odaları vb.) demokratik bir yapıya sahip olmasını, tarımla ilgili her düzeydeki karar ve uygulamada çoğulcu ve demokratik bir katılım sisteminin oluşumunu, tarım sektöründe çalışanların tümünün bu demokratik örgütlerde yer almasını talep etmeliyiz.

Ürettiği zehirli bitki koruma kimyasalları ile dünya çapında büyük katliamlara imza atan tescilli Monsanto firmasının yeni sahibi ve TÜSİAD üyesi Bayer‘de çalışan bir yöneticinin sırf tarımı temsil eden biri olarak meclise girmesi ne ölçüde yanlış, anlamsız ve anti demokratik ise, aynı şekilde yönetimi anti demokratik kurallarla örülü kooperatif ve birliklerden gelip meclise girecek birinin de seçimi o ölçüde yanlış, anlamsız ve anti demokratik olacaktır.

Ülkemizdeki kapitalist tarım sisteminin küçük çiftçi ve üreticilerle endüstriyel tarım arasında yarattığı ve temeli sınıfsal eşitsizliklere dayanan ekonomik baskıların yanısıra farklı etnik kimliklerden gelen, özellikle de çalışmak için ülkenin farklı coğrafyalarına giden geçici mevsim işçilerinin Kürt ya da Roman olmasından kaynaklanan ötekileştirme çabaları, kullanılan nefret dili ve onları bastırmak için mülki idare amirleri eliyle uygulanan baskıların henüz tarımdaki demokrasi sorununun gündemine gelmemesi, bu sorunların çözümü için etkili, sağlıklı ve kalıcı politika ve stratejilerin önerilmemiş olması yaşadığımız çağ ve ülke için büyük bir talihsizliktir.

Tarım örgütlenmesinin temelini oluşturan tüm çiftçi ve üreticilerin örgütlenmesi sağlanmadıkça ve üyesi oldukları örgütlerin kendi iç ilişkilerinde hem de kendi aralarındaki ilişkilerde; özellikle de devleti temsil eden bakanlık, genel müdürlük, başkanlık, enstitü gibi merkezi yönetim birimleriyle tarımın diğer örgütleri ve bireyleri arasındaki ilişkiler demokratik bir düzeye getirilmedikçe; örneğin, tarımla ilgili bir kanun, tüzük, yönetmelik, yönerge ya da genelgeler düzenlenirken, tarımla ilgili bir ithalat ya da ihracat kararı alınırken, küçük çiftçiyi “sözleşmeli tarım” adı altında yoksullaştırıp köleleştirmek, GDO’lu ürünleri satmak için uluslararası tarım tekellerinden ve onların Dünya Bankası, IMF, Dünya Ticaret Örgütü ve Avrupa Birliği gibi uluslararası örgütlerinden direktif almak ya da onların dayatmalarını kabullenmek yerine, tarım sektöründeki örgütlü tüm kurum ve kuruluşlardan yararlanılmadıkça, onların görüş, düşünce, öneri ve eleştirileri dikkate alınmadıkça tarımda sağlıklı bir demokrasinin sağlanması mümkün olmayacaktır. İsterse, seçilen milletvekillerinin tümü tarımla ilgili olup demokrat kişiliklere sahip olsalar bile…

666 sayısı ve İzmir…

Ali Rıza Avcan

666 veya altı yüz altmış altı665‘ten sonra ve 667‘den önce gelen bir “doğal“, “rasyonel” ve “çift” sayıdır. Matematikte 666 sayısı bir “rakam“, bir “asal sayı” ya da bir “mükemmel sayı” değildir ve 12 tane böleni bulunan, karekökü yaklaşık 25,80, karesi 443.556, küpü ise 295.408.296 olan bir sayıdır. 666’nın 12 tane böleni bulunmaktadır.

666 sayısı Wikipedia‘da yazılı olan bilgilere göre yıllardır şeytanı temsil etmesiyle bilinir. Hıristiyanların kutsal kitabı İncil‘in Vahiy bölümünde 666’dan “canavara ait sayı” olarak bahsedilir.

“Bu konu bilgelik gerektirir. Anlayabilen, canavara ait sayıyı hesaplasın. Çünkü bu sayı insanı simgeler. Sayısı 666’dır.” Vahiy, 13. Bölüm 18. Ayet

Orijinal metne bakıldığında Yeni Ahit‘in el yazmalarının çoğunda ve İncil‘in İngilizce çevirilerinde Yunanca χξϛ’ şeklinde yazılan 666 sayısının İbranice şekilde yazıldığı görülür. 666 sayısının İbranice Gematria’daki telaffuzu “Neron Kesar” şeklindedir, yani Roma’yı yakan Nero Caesar‘ın İbranicesi. 666’nın şeytanın sayısı olduğu inancının buradan geldiği düşünülmektedir. 616‘nın İbranice telaffuzu da “Neron Kesar” olduğu için bazen 616 da şeytanın sayısı olarak nitelendirilir. (1)

Evet, son günlerde sayılardan anlam çıkararak geleceği görmek isteyen MHP lideri Devlet Bahçeli bütün bunları duymasın ama kutsal kitap İncil‘e göre 666 sayısının canavarın; yani şeytanın sayısı olduğuna dair bir inanç var. Son yıllarda bu sayının 666 değil de 616 olduğuna dair yeni bir tartışma açılmakla birlikte yüzyıllardır 666 sayısı Hıristiyan dünyasında şeytana ait lanetli bir sayı olarak kabul görmüş.

Hatta bir zamanlar UNESCO Dünya Mirası Bergama Alan Başkanı olan sevgili arkadaşım ve Trakya Üniversitesi öğretim görevlisi Dr. Yaşagül Ekinci‘nin hatırlatmasına göre, İncil’in Vahiy bölümünün 2. ayetinde, “Bergama’daki kilisenin meleğine yaz. İki ağızlı keskin kılıca sahip olan şöyle diyor: ‘Nerede yaşadığını biliyorum; Şeytan’ın tahtı oradadır.” dendiği için, bu konu ile ilgilenen teologlar bu tahtın Bergama‘daki ünlü Zeus Sunağı‘nın tam önündeki küçük bir tapınakta olduğu iddia edilmektedir.

Şimdi gelelim İzmir‘in bu lanetli 666 sayısı ile ilgisine… Özellikle de “gavur” olarak ünlenen İzmir’de ne anlama geldiğine…

Efendim, 14 Mayıs 2023 tarihinde yapılacak milletvekili genel seçimlerinde İzmir‘in iki ayrı seçim bölgesinde seçime girecek 24 ayrı siyasi parti ile 8 ayrı bağımsız adayı dikkate aldığımızda geçtiğimiz günlerde Yüksek Seçim Kurulu tarafından onaylanarak kesinleşen adayların sayısı toplam olarak 666’yı buluyor ve böylelikle İzmir‘e “gavurluk” dışında bir de “şeytanlık” unvanını kazandırıyor.

23 partinin eksiksiz bildirdiği 28 kişilik aday listesine Türkiye İşçi Partisi‘nin (2) numaralı bölge için bildirdiği 14 kişilik aday listesi ile her iki bölgede aday olan toplam 8 kişilik bağımsız aday listesini eklediğinizde, (23 parti X 28 aday = 644 aday + 14 TİP adayı + 8 bağımsız aday = 666 milletvekili adayı) sayısı karşımıza çıkıyor ve insanda ister istemez, bu işte de bir şeytanlık olduğu ya da olacağı düşüncesini yaratıyor…

Gelelim, 14 Mayıs 2023 tarihli milletvekili seçimlerine katılacak 24 siyasi partinin gösterdiği 658 adet milletvekili adayı ile 8 bağımsız adayın özelliklerini inceleyip irdelemeye…

Ama ondan önce, iflas edip geçerliliğini yitirmiş temsili demokrasi anlayışının doğal bir sonucu olarak, siyasi partilerin milletvekili adayı olarak gösterdiği isimlerin aslında bizim adayımız değil, parti yönetimini elinde bulunduran parti yöneticilerinin adayı olduğunu, bu bağlamda bizim oy vermemiz istenen bu isimlerle bizler arasında -tabii ki istisnaları dışında- bir tanışıklık, bir ilişki; hatta güven ilişkisinin olmadığını hatırlatmam gerekiyor. Ben bile, yıllardır İzmir’deki toplumsal mücadelenin içinde yer almış bir yurttaş olarak bu 666 kişiden çoğunu tanımıyorum.

Bu bağlamda, adaylığı Yüksek Seçim Kurulu‘nca onaylanan bu adayların beni temsil etmekten uzak olduklarını, çoğunun İzmir’de yaşayan ya da çalışan İzmirlileri bile tanımadığını ve yarın öbür gün milletvekili olsalar bile İzmir’den ve onun sorunlarından uzak duracaklarını ifade etmek istiyorum. İzmirlilerin bu insanlara seçimlerde oy verecek olması bile, “millet” ile onun “vekili” arasındaki güvenilirlik ilişkisi açısından yeterli olmayacağına inanıyorum.

Gündeme getirmem gereken diğer bir konu, Yüksek Seçim Kurulu tarafından onaylanıp kesinleşen listelerde adayın eğitimi ve mesleği ile ilgili gruplandırmaların son derece yetersiz olduğudur. Adayın eğitim düzeyinin, işin ayrıntılarına gidilmeden sadece “ilk“, “orta” ve “yüksek” eğitim olarak gruplandırılması, eğitimin diğer farklı düzeyleri ve kalitesi konusunda tek bir bilginin verilmemesi; ayrıca, meslek olarak kabul edilen çoğu faaliyetin, özellikle de “serbest” ya da “emekli” olarak ifade edilen meslek gruplarındaki adayların gerçekten hangi konularda bilgili, deneyimli ve tecrübeli olduğunu anlama açısından son derece yetersiz kaldığını belirtmem gerekiyor. Ama yine de biz, bu yazıda bu son derece yetersiz bilgileri kullanarak bir sonuca ulaşmaya çalışacağız.

Adayların tanıtımı konusundaki diğer olumsuzluk ise, siyasi partilerin kendi adaylarını tanıtıp anlatma konusundaki isteksizliği ya da yetersizliğidir. Buna örnek olarak da, bazı siyasi partilerin Yüksek Seçim Kurulu‘na verdikleri geçici listeleri basına aktarılması sırasında adayların yaş, cinsiyet, eğitim ve meslek gibi kişisel bilgileri belirtmemelerini verebilirim.

Bütün bu olumsuzlukların ardından adayları partileri ve öğrenebildiğimiz kişisel özellikleri itibariyle şu şekilde değerlendirebiliriz:

666 milletvekili adayı siyasi partiler arasında nasıl bir dağılım gösteriyor?

1. İzmir’deki milletvekili seçimlerine 23 parti, her iki seçim bölgesinde 14 aday olmak üzere toplam 28 aday, bir parti sadece 2 nolu seçim bölgesinde 14 aday göstermek suretiyle; ayrıca, (1) ve (2) sayılı seçim bölgelerinin her birinde 4 adet olmak üzere toplam 8 bağımsız aday katılmaktadır.

Milletvekili adayları arasındaki kadınların dağılımı ne durumda?

2. Siyasi partilerce belirlenen milletvekili adayları ile seçime bağımsız olarak katılan adaylar arasındaki kadınların varlığı şu şekilde bir dağılım göstermektedir:

24 siyasi partinin gösterdiği adaylarla seçime bağımsız katılacak adayların sayısal toplamı olan 666 milletvekili adayından 185’i (% 27.78) kadın, 481’i (% 72,22) de erkektir.

14 aday gösteren Türkiye İşçi Partisi adayların % 50’sini, 28 aday gösteren partiler arasındaki Cumhuriyet Halk Partisi adayların % 42,86’sını, Türkiye Komünist, Halkın Kurtuluş, Adalet ve Güç Birliği partileri adayların % 39,29’unu, Vatan Partisi adayların % 35,72’sini, Genç, Yeşiller ve Sol Gelecek, Adalet Birlik, Anavatan, Milli Yol partileri ise adayların % 35,72’sini kadın olarak belirlemiştir.

Kadın adaylara en az yer veren siyasal partiler ise, -tahmin edileceği gibi- % 7,15 oranı ile Yeniden Refah Partisi, % 14,29 oranı ile Millet ve Büyük Birlik partileri ile Milliyetçi Hareket Partisi‘dir.

İzmir’de milletvekili seçtirmesi muhtemel Cumhuriyet Halk Partisi, Adalet ve Kalkınma Partisi, Milliyetçi Hareket Partisi, Türkiye İşçi Partisi ve İyi Parti itibariyle listelere bakıldığında ise, kadın milletvekili adaylarının Cumhuriyet Halk Partisi‘nin 1 nolu seçim çevresi listesinin 3 ve 5nci, 2 nolu seçim çevresi listesinin 1, 8 ve 9ncu, Adalet ve Kalkınma Partisi‘nin 1 nolu seçim çevresi listesinin 3ncü, 2 nolu seçim çevresi listesinin 3 ve 7nci, Milliyetçi Hareket Partisi’nin 1 nolu seçim çevresi listesinin 6 ve 9ncu, 2 nolu seçim çevresi listesinin 4ncü, Türkiye İşçi Partisi‘nin 2 nolu seçim çevresi listesinin 4 ve 5nci ve İyi Parti‘nin 1 nolu seçim çevresi listesinin 4 ve 6ncı, 2 nolu seçim çevresi listesinin 3 ve 6ncı sırasına konulduğu; yani kadın adayların seçilebilir sıralara yerleştirilmediği görülmektedir. Buna bazı seçmenlerin büyük umut bağladığı Türkiye İşçi Partisi de dahildir.

Buna ilave olarak, her iki seçim çevresinde seçimlere katılacak 8 bağımsız adayın tümünün erkek olduğunu hatırlatmamıza gerek dahi yoktur.

Milletvekili adaylarının eğitim düzeyleri ne vaziyette?

3. İzmir’de 14 Mayıs 2023 milletvekili seçimlerine katılacak 24 siyasi partinin gösterdiği adaylarla bağımsız adayların eğitim düzeylerine baktığımızda ise;

Toplam 666 adayın 73’ünün (% 10,96) ilk, 234’ünün (% 35,14) orta , 359’unun da (% 53,90) yüksek düzeyde eğitim gördüğü,

Yükseköğretim boyutundaki en eğitimli milletvekili adaylarının % 92,85 oranıyla Cumhuriyet Halk Partisi’ne, % 89,28oranıyla İyi Parti‘ye, % 82,14 oranıyla Adalet ve Kalkınma Partisi‘ne, % 78,56 oranıyla Milliyetçi Hareket Partisi‘ne, % 75 oranıyla Memleket Partisi‘ne, % 64,66 oranıyla Zafer Partisi‘ne, % 64,27 oranıyla Türkiye Komünist, Yeşiller ve Sol Gelecek ve Vatan Partisi‘ne ait olduğu, en fazla ilkokul mezunu milletvekili adayının sırasıyla % 28,58 oranıyla Halkın Kurtuluş, % 21,42 Adalet Birlik Partisi‘nde, en fazla ortaokul mezunu milletvekili adayının ise sırasıyla % 53,53 ile Türkiye Birlik Partisi‘nde, % 53,58 ile Adalet Birlik Partisi‘nde, % 50,00 ile Türkiye İşçi Partisi‘nde olduğu belirlenmiştir.

2022 yılı TUİK verilerine göre ise İzmir’deki ilkokul mezunlarının toplam nüfus içindeki oranı % 21,51 ortaokul mezunlarının toplam nüfus içindeki oranı % 41,52, yüksekokul mezunlarının toplam nüfus içindeki oranı da % 17,50’dir ve bu duruma göre adaylar arasında ilkokul ve ortaokul mezunlarının İzmir ortalamalarından az, yüksekokul mezunlarının da fazla olması olumlu bir durumdur.

En çok hangi meslek grubundakiler milletvekili seçilmek istiyor?

4. İzmir‘de milletvekili seçimlerine katılacak adayların Yüksek Seçim Kurulu‘na bildirdikleri meslekler ise genel olarak ve partilerine göre şu şekilde bir dağılım göstermektedir:

Son derece kötü düzenlenmiş meslekler grubunda beyan edilmiş bilgilere göre 666 milletvekili adayı ekli listede görüleceği gibi toplam 80 mesleğin mensubudur. Bu grupların arasında en fazla sayıya sahip olanlar genel olarak şu şekildedir:

Serbest 163, iş insanı/işadamı 62, emekli 58, işçi 56, avukat 41, esnaf 33, öğrenci 32, mühendis 30, işletmeci/yönetici 16 şeklinde devam etmektedir.

Ancak “serbest” ya da “emekli” olarak ifade edilen kategoriler, bu grupta yer alanların ne yaptığını ifade etmekten uzaktır. Kendi mesleğini “serbest” olarak belirtenler mevzuattaki ifadesiyle “serbest meslek erbabı” olarak adlandırılan hekimler, avukatlar, muhasebeciler midir; yoksa hiç kimseye ya da kuruma bağlı kalmaksızın kendi namına çalışan, örneğin esnaflar, tüccarlar mıdır? Bu konu netlik kazanmadıkça da 163 milletvekili adayının gerçekte ne yaptıklarını, hangi mesleğin mensubu olduğunu anlamanın imkanı yoktur.

Bu konu ile ilgili diğer bir ilginç durum da, bazı partilere ait tüm milletvekili adaylarının ve çoğunun sürdürdüğü meslek olarak “serbest” mesleği seçmiş olmasıdır. Örneğin Adalet Birlik Partisi adaylarının tümünün, Yenilik Partisi adaylarından 25’inin, Adalet Partisi adaylarından 24’ünün, Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi adaylarından 18’inin kendi mesleğini “serbest” olarak belirtmiş olması bu durumun en iyi örneğidir.

Ayrıca bazı meslek mensuplarının adeta her siyasi partide var olduğu görülmektedir. Bunlar genellikle her seçimde var olup kazanan meslek gruplarını oluşturuyorlar; avukatlar, mimarlar, mühendisler ve muhasebeciler… Bizim ele alıp incelediğimiz örneğimizde de aynı durumdalar: Emekliler 24 partiden 18’inde, mühendisler 17’sinde, avukatlar 16’sında ve iş insanları 13’ünde yer alırken sanatçıların sadece 2, şehir plancılarının sadece 1, ziraat mühendislerinin sadece 1 parti tarafından aday gösterilmesi, aslında bir meslek olmayan milletvekilliğinin ise halen milletvekili olan 3 aday tarafından meslek olarak belirtilmesi, siyasi partilerin adaylarını nasıl belirledikleri ya da adayların kendilerini nasıl tanımladıkları konusunda bize önemli ipuçları vermektedir.

Sonuç yerine,

Yüksek Seçim Kurulu tarafından duyurulan ve bilgi açısından son derece yetersiz olan İzmir milletvekili adayları listesine göre;

A. Kadınların listelerde % 27,78’lik bir oranda yer almakla birlikte çoğu kez seçilemeyecek yerlere yerleştirilmiş olmaları İzmir açısından övünülecek bir durum değildir.

B. Adayların eğitim düzeyleri açısından İzmir nüfusunun eğitim düzeyinin üstünde bir ortalama yakalanmış olmakla birlikte adaylarının % 53,90’ının yüksek düzeyde eğitim almış olması İzmir açısından olumlanacak bir durum değildir.

C. Sanatçılara, bilim insanlarına, İzmir‘in yetiştirdiği değer olarak adlandırılabilecek İzmirlilere ve gerçek toplumsal mücadelenin içinden gelen kanaat önderlerine yeterince yer vermeyen mesleki dağılımın durumu, parti üst yönetimlerine teslim edilmiş temsili demokrasinin ne derece iflas ettiğini ortaya koymaktadır.

Evet, bu anlamda şu şekilde bir son söz söylenebilir;

Bu kentte, diğer kentlerde ve ülkenin her bir bölgesinde, her bir seçim çevresinde yaşayan insanların gerçek ihtiyacı demokrasinin kendisini temsil eden, kendisi tarafından belirlenen vekiller eliyle işletilmesi; şayet bunu sağlamak mümkün olmuyorsa, kendi iradesi dışında belirlenen bu insanlara itibar etmemek, onları seçmemek, onları kendi vekili olarak Ankara‘ya göndermemek, demokrasiyi öncelikle kendi örgütü içinde yaşama geçiren siyasi parti ve adaylarını tercih etmektir…

Ama tabii ki, son yıllarda egemenliğin kaynağı olmaktan çıkan TBMM’nin 103. yaşını kutladığı günlerde 666 adet milletvekili adayına sahip İzmir‘in, seçimler sonucu ortaya çıkacak tablo sayesinde “gavurluk” unvanı yanında, “şeytanlık” unvanına da sahip olma ihtimaline sahip olduğunu unutmamak koşuluyla….

(1) https://tr.wikipedia.org/wiki/666_(sayı)#:~:text=666%20sayısı%20yıllardır%20şeytanı%20temsil,canavara%20ait%20sayı”%20olarak%20bahsedilir.

Başarısız bir projenin ardından söylenmesi gerekenler…

Ali Rıza Avcan

31 Temmuz ile 1 ve 2 Ağustos 2020 tarihlerinde , A3 Haber sitesinde, yazılarını ilgiyle okuduğum gazeteci Serdar Öztürk’ün, “Kent Konseyleri Dosyası” başlıklı birbirini izleyen üç ayrı yazısını okudum.

Söz konusu yazılarda Karşıyaka Belediye Başkanı Şebnem Tabak‘ın hizmet döneminde Karşıyaka Kent Meclisi ve Konak Belediye Başkanı Hakan Tartan‘ın hizmet döneminde Konak Kent Konseyi’nde görev yapmış Doç. Dr. Metin Erten’in kent konseyleri ile ilgili değerlendirmelerini bir kez daha okuma olanağına kavuşmuş olduk.

Bu söyleşi üzerine Metin Erten tarafından dile getirilen fikirlerin ne ölçüde yanlış, eksik ve yetersiz olduğunu ifade etmenin artık bir zorunluluk haline geldiğini düşünerek, 4 Ağustos 2020 tarihinde “Ağaçların yerine ormanı görebilmek”, 6 Ağustos 2020 tarihinde de “Toplumsal mücadele, dürüst ve doğru olmamızı gerektirir” başlıklı yazıları sizlerle paylaştım.

Bugün ise, aynı söyleşide dile getirilen diğer görüşleri ele alıp bu konuyla ilgili yazılarıma son vermek istiyorum.

Kent konseylerine sade yurttaşların ve eski belediye başkanlarının katılamadığı iddiası

A3 Haber sitesinin kent konseyleri konusunda uzman olduğu gerekçesiyle görüştüğü Metin Erten, eski belediye başkanlarıyla bakanların ve bu alanda çalışmış uzmanların kent konseylerinde çalışamadıklarını ifade etmektedir:

İzmir için şöyle somutlaştırayım. Bu konuda tarihe geçmiş dört kişi bu kentte yaşıyor. Osman Özgüven, Bülent Baratalı, Hakkı Ülkü ve Şebnem Tabak. Bu kişiler yönetmeliğe göre konsey üyesi değiller. Bu işin tarihini oluşturmuşlar ama şimdi bir konseye gidip düşüncelerini anlatamıyorlar. Bu yanlış. Karşıyaka Kent Meclisi tüzüğünü hazırlarken de bunu düşünmüş ve alanında uzman olan insanların başka hiç kurumun temsilcisi olmalarına gerek kalmadan doğrudan kent meclisine üye olmalarını sağlamıştım. “Uzmanlar” diye bir grup oluşturmuştum. Bir eski bakanımız vardı örneğin. O, bu gruptan meclis üyemiz olmuştu. Çok önemli katkılar yapmıştı. Şimdi siz o eski bakana “sen burada üye olamazsın, kentinle ilgili bir şey söyleyemezsin, sen git kendine bir dernek bul, orası adına toplantılarımıza katıl” diyemezsiniz, dememelisiniz. O zaman, onun da orada olabileceği bir yapı oluşturmanız gerek.Metin Erten, 31 Temmuz 2020, A3 Haber

Oysa bireylerin ve eski belediye başkanlarının kent konseylerine katılması, yasal olarak mümkün olup bunu yasaklayan ya da engelleyen bir mevzuat düzenlemesi bulunmamaktadır.

8 Ekim 2006 tarih, 26313 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan Kent Konseyi Yönetmeliği’nin “meclisler ve çalışma grupları” başlığını taşıyan 12. maddesine göre kent konseyi tarafından kurulabilen meclislere ve çalışma gruplarına üye olan bireyler, yine aynı yönetmeliğin “kent konseyi üyeliği” başlığını taşıyan 8. maddesinin (g) fıkrası hükmüne göre, “kent konseyince kurulan meclis ve çalışma gruplarının birer temsilcisi” olarak kent konseyi genel kuruluna katılabilir. Bu madde düzenlemesinden de anlaşılacağı üzere, kent konseylerinde asıl çalışma alanını oluşturan meclislerin ve çalışma grubu temsilcilerinin kent konseyi genel kuruluna katılmaları mümkün olup, yasal düzenlemede “başkan” yerine “temsilci” denilmesi de meclis ya da çalışma grubu başkanı olmayan herhangi bir katılımcının da genel kurula katılmasının yolunu açmıştır.

Ayrıca, değişik kent konseylerinin örgütlenme çizelgelerine baktığımızda eski belediye başkanlarının; hatta valilerin, milletvekillerinin kent konseyleri ile ilişkisini kurabilecek yapılanmalara izin verildiği görülecektir. Örneğin İzmir Kent Konseyi Çalışma Usul ve Esasları Hakkındaki Yönerge‘nin 18. maddesinin “Danışma Kurulu” başlıklı 2. fıkrası hükmüne göre, “İzmir Kent Konseyi Yürütme Kurulu tarafından oluşturulan Danışma Kurulu, geçmişte görev yapmış belediye başkanları, milletvekilleri, il genel meclisi üyeleri, belediye çalışanları, geçmişte görev almış kent konseyi yöneticileri, ihtisas sahipleri ve kanaat önderlerinden oluşur. Söz konusu danışma kurulu 6 ayda bir çağrılır.” Yine aynı şekilde, kent konseyleri arasında örnek olarak gösterilen Nilüfer Kent Konseyi Çalışma Yönergesi‘nin “Kent Konseyi Üyeliği” başlığını taşıyan 8. maddesinin (ı) fıkrası hükmüne göre “geçmiş dönemlerde görev yapmış Nilüfer Belediye Başkanları, Nilüfer Kent Konseyi Başkanları ve Nilüfer Kent Konseyi Genel SekreterleriNilüfer Kent Konseyi Genel Kurulu‘nun üyesidir.

Noterlerin kent konseylerine katılımı sorunu

Noterlerin katılımı yasanın iyi hazırlanmadığının bir göstergesidir aslında. Ben bir noterin ya da kurumunun bugüne dek çıkıp kent ile ilgili bir öneride bulunduğunu duymadım. Tarih boyunca tek bir örnek yokken, yasaya “noterler mutlaka olacak” denmesi ne kadar anlamlıdır bilmiyorum…Metin Erten, 1 Ağustos 2020, A3 Haber

Vikipedi’nin verdiği bilgilere göre; “Türkiye Noterler Birliği, Anayasa’nın 135’inci maddesine göre Noterlik Kanunu hükümlerine göre kurulmuş olup, kamu kurumu niteliğinde tüzel kişiliğe sahip bir meslek kuruluşudur. Bu Kanun’da gösterildiği şekilde devletin idari ve mali denetimine t​​abidir. Birliğin merkezi Ankara’dadır.” Bu anlamda Türkiye Noterler Birliği ile Birliğe bağlı Noter Odası temsilcilerinin, kent konseylerine katılan TMMOB, Türkiye Barolar Birliği, Türk Tabipler Birliği, Türk Dişhekimleri Birliği ve Türk Eczacıları Birliği gibi kent konseylerine katılması mümkündür.

Adalet Bakanlığı’nın 2020 yılı verilerine göre Türkiye’de toplam 2.061, İzmir’de de 89 adet noter bulunmakta olup; kent konseylerinin bu noterlere ulaşması, onların katılımını özendirmesi durumunda noterlerin de bir meslek kuruluşu olarak kent konseylerinde daha etkin bir şekilde çalışması mümkün hale gelebilir. Aksini savunmak ise hem demokrasi hem de katılımcı yaklaşım açısından sorunlu bir tutum olacaktır.

Katılımcıları “belirlemek” ve bunu yaparken ayrımcılık yapmak

A3 Haber sitesinin Metin Erten ile yaptığı söyleşiden Karşıyaka Kent Meclisi‘nin oluşumunda katılımcıların belediye başkanı ile kendisi tarafından belirlenmesinin doğru bir iş olarak yorumlandığını görüyoruz.

“Bir anımla sorunun yanıtını vermek istiyorum. Karşıyaka Kent Meclisi tüzüğünü hazırlıyorum. Belediye başkanımız Şebnem Tabak’la görüşüyoruz sık sık. İş meclis genel kurulunun kimlerden oluşacağına geldi. Odasındayız ve başkaları da var. “50 kişi yeter” diyen de çıktı, “700-800 kişi olsun” diyen de. Ama ben buraya gelmeden önce dersimi çalışmış ve Sayın Hakkı Ülkü’ye sormuşum, “sizde neden 200 kişiydi” diye. Yanıtı çok basit ve etkiliydi. “Bu insanları toplayacağımız en büyük salonumuz 200 kişilikti de ondan”. 50 çok azdı ama 800 kişiyi toplayacak salonumuz da yoktu. Ben 270 önermiştim. Öyle de yapıldı. Ama yukarıda da söylediğim gibi 15 sayfalık dernek listesini ve bin 500 STK’nın arasından rakamı neye göre eksiltecektik. (Konak Kent Konseyinde rakam 4 bin civarındaydı) Her türlü hemşeri derneğini dışarıda bıraktık, listenin yarısı silindi. Her engelli grubunda yalnızca birini aldık, liste yine azaldı. Kahvehane açmak için kurulan dernekleri sildik, liste azaldı. Ama yine çoktu. Bu kez bu derneklerin ne kadar etkinlik yaptıklarını, çalışma alanlarını inceledik. Çok etkinlik yapan, üreten, koşturan dernekleri bulduk. Sonunda bin 500 rakamını 30 dernek, 8 sendika ve 25 odaya kadar düşürdük. “Biz neden orda yokuz” diyen de çıkmadı. Sonuç olarak, her konsey kendi rakamını, kendi ölçütünü kendisi bulacaktır. Kimisi sayı çokluğundan ötürü birilerini eleyecek, kimisi de kentinde zaten 3-5 tane dernek olduğu için hepsine “katılın” diyecektir.” Metin Erten, 2 Ağustos 2020, A3 Haber

Oysa halkın belediye yönetimine katılımı için kurulduğu söylenen alternatif bir meclise kimlerin gireceğinin belediye başkanı ya da onun belirlediği bir sekreter tarafından belirlenmesi ile aynı işin Fransa Kralı XVI. Louis ya da Kardinal Richelieu tarafından yapılması arasında hiçbir fark yoktur. Aslında bu örneği vererek yapılanın doğru olduğunu savunmanın da katılımcı ve çoğulcu demokrasi anlayışıyla hiçbir ilgisi bulunmamaktadır.

Bu çerçevede böyle bir şey yaptığınızda size şu soruları sorarlar;

  • Hemşehri derneklerini niye dışarıda bıraktınız?
  • Engelli derneklerinden sadece birini niye seçtiniz?
  • Derneklerin ne ölçüde etkin olduğunu o derneklere üye ya da yönetici olmadan nasıl ölçtünüz?
  • Bu ölçme ve değerlendirme sırasında kullandığınız kriterler neydi?
  • Böyle bir şeyi yapma konusunda kendinizi nasıl yetkili gördünüz?
  • Böyle yaparak aslında temsili demokrasinin yozlaşmış bir örneğini daha yeniden üretmiş olmadınız mı?

Bence bu kadar demokrasiden, katılımcı anlayıştan, çoğulculuktan, örgütlenme ve kendini ifade etme özgürlüğünden uzak kalmış, zamanında yaptığı yanlışları bugün sanki bir meziyetmiş, olumlu bir deneyimmiş gibi anlatıp yaptığı iyi, güzel, yanlış ve eksik işlerin özeleştirisini yapmayan; bu nedenle de İzmir Kent Konseyi başkanlığı için kendisine davet yapılmadığı için küsen insanlara bu işin erbabı, uzmanı, en iyi bileni unvanlarını dağıtırken daha dikkatli davranmamız, geçmişte yapılan işlerin içindeki doğru, iyi ve anlamlı olanları seçip geleceğe taşımamız gerektiğini kendisine yeniden hatırlatmamız gerekiyor…

Belediyelerimiz kayyuma teslim…

Geçtiğimiz günlerde İnternet gazetesi Duvar’da “Kayyım partisi çığ gibi büyüyor: 82 belediye!” başlıklı bir haberi okuduk. Gazeteci Vecdi Erbay tarafından yapılan bu haber sayesinde, şu an itibariyle çoğu Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da olmak üzere toplam 82 belediyeye kayyum atandığını, çoğu Demokratik Bölgeler Partisi (DBP) belediyesi olmak üzere 3 büyükşehir, 8 il merkezi, 69 ilçe ve 23 belde olmak üzere toplam 103 belediyede 82 kayyumun görev yaptığını, 82 belediye eşbakanının tutuklu olduğunu öğrendik.

kayyum

Bu çarpıcı haberin ayrıntısına girdiğimizde de Diyarbakır’da başta Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi olmak üzere 11, Van’da yine Van Büyükşehir Belediyesi başta olmak üzere 12, Mardin’de Mardin Büyükşehir Belediyesi dahil 12, Şırnak’ta Şırnak Belediyesi dahil olmak üzere 11, Batman’da Batman Belediyesi dahil olmak üzere 4, Siirt’te yine Siirt başta olmak üzere 5, Ağrı’da Ağrı Belediyesi başta olmak üzere 4, Erzurum’da 4, Iğdır’da 2, Muş’ta 3, Şanlıurfa’da 4, Elazığ’da 1, Kars’ta 1, Bitlis’te Bitlis Belediyesi dahil olmak üzere 6 adet ve Tunceli’de Tunceli Belediyesi ile Mersin’de Akdeniz Belediyesi’nde yönetimin İçişleri Bakanlığı ya da valilikler tarafından atanmış olan kayyumlar tarafından yönetildiği, bu şekilde yönetilen 82 belediyenin nüfuslarının toplamının ise 8.380.218 kişi olduğu görülmektedir.

Bu durum, 2016 yılı Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi (ADNKS) verilerine göre 79.814.871 kişi olduğu belirlenen Türkiye nüfusunun tamı tamamına % 10,49’una karşılık gelmektedir.

Bu durum, ülke nüfusunun % 10’unun (tabii ki şimdilik) her geçen gün otoriterleşen, her geçen gün merkezileşen ve merkezileştikçe demokrasiden, insan haklarından, temel hak ve özgürlüklerden uzaklaşan bir yönetimce atanan ya da görevlendirilen, çoğu kez işten anlamayan kişiler/memurlar tarafından yönetildiğini göstermektedir.

Bu durum ayrıca demokrasinin; özellikle de temsili demokrasinin ülkenin doğu ve güneydoğu bölgelerinde işlemediğini, işletilmediğini ya da iflas ettiğini göstermektedir. 

Çünkü belediye başkanlarının haklı ya da haksız bir şekilde görevden uzaklaştırılması durumunda hem mevzuatın hem de bugüne kadarki teamüllerin gereği olarak mevcut belediye meclisi içinden seçilen belediye başkan vekilinin göreve devam etmesi ya da İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Piriştina’nın ölümü durumunda yaşandığı gibi belediye meclisi üyeleri arasında bir belediye başkanlığı seçiminin yapılması gerekmektedir. Böylelikle belediye meclisi üyelerince seçilecek yeni belediye başkanının en azından demokratik yollarla meclis üyeliğine seçilmiş olması onun temsil yeteneğini açısından yeterli görülerek belediye meclisi üyeleri dışındaki kişilerin temsil yeteneği olmadığı için onların görevlendirilmesi yoluna gidilmemiştir.

Ama şimdi durum değişmiştir.

Seçilip belediye meclisine gelmiş olanların bile başkan seçilmesine tahammül edilememekte, onlar da bir “şüpheli” olarak gözden çıkarılmaktadır. Çünkü ya o belediye meclisi üyesinin görevden alınan belediye başkanları gibi davranacağı tahmin edilmekte ya da iktidar partisinin o belediye meclisinde hiçbir temsilcisi olmadığı için meclis dışından istenen her şeyi yapacak “profili düşük” memurlar aranmaktadır.

İçişleri Bakanlığı cephesinden aldığımız bilgilere göre, görevlendirilen kayyumların belediye mevzuatı ve hizmetlerinden anlamaması, bu konuda bilgili olmaması nedeniyle merkezdeki kadrolardan, özellikle de bakanlığın denetim ve soruşturma kadroları arasından yeni görevlendirmeler yapılarak işten anlayanların bu yeni kayyumlara danışman olması sağlanmaktadır.

İktidarın temsili demokrasiyi, temel hak ve özgürlüklerle belediyelerin yerel özerkliğini dikkate almayan bu faşizan uygulamaları yanında hayrete düştüğümüz, yadırgadığımız diğer bir durum da, diğer belediyelerin, daha doğrusu Cumhuriyet Halk Partili belediyelerin, belediye başkanlarının bu vahim durum karşısında sessiz kalmaları, bir iki mırıltı dışında ses çıkarmıyor olmalarıdır.

protesto-020

Bizler en azından, diğer belediyelerden, belediye birliklerinden temsili demokrasiye, hukuka, temel hak ve özgürlüklere aykırı olan bu uygulamalar karşısında güçlü bir ses çıkararak itiraz etmelerini, yarın öbür gün kendi başlarına da gelebilecek bu belanın uzaklaştırılması için kendilerini kayyum atanan belediyeler yerine koyarak bir politika geliştirmelerini, “HDP’nin yanına düşersek, onun başına gelenlere karşı çıkarsak bizi de harcarlar” korkaklığından vazgeçerek konuyu parti tüzüğü ve programında yer alan demokrasi, temel insan hak ve hürriyetleri mücadelesi bağlamında savunmasını beklerdik, bekliyoruz…

Hepimizin bildiği o ünlü Protestan papazın 1930’lu yılların Almanya’sında söyledikleri için vakit henüz çok geç değilken, böyle bir çıkış yapmak, muhakkak ki sonradan pişman olmamızı engelleyecek ve diğer demokrasi güçlerine güç verecek örnek bir davranış olacaktır…

Başarısız Bir Proje: Kent Konseyleri (8)

Uzunca bir süredir değişik yönlerini ele alarak değerlendirdiğimiz bir başarısız projeyi; yani kent konseyleri ile ilgili görüşlerimizi anlatmaya çalıştığımız yazı dizisini şimdiye kadar yazdıklarımızı özetleyerek ve bir sonuç oluşturarak bitirmek istiyoruz.

Evet, iktidarlara göre her şeyin başıboş, kontrol edilemez olduğu bir dönemde ortaya çıktı kent parlamentoları, senatoları, meclisleri ve diğerleri…

Amaçları, artık yönetemez konuma gelmiş temsili demokrasiye bir alternatif oluşturmak, halkın halk olarak direksiyona geçmek istediği bir dönemdi 1970’li, 80’li yıllar… Hem de dünyanın bir köşesindeki uluslararası bir kuruluş ya da bir devlet istediği için değil; karar alma ve uygulama süreçlerine katılma isteğiyle kendiliğinden ortaya çıkan, bu topraklara ve insanımıza özgü oluşumlardı hepsi…

İçlerinde çok ciddi çalışmalar yapan, isimlerini bugün bile anımsadıklarımız vardı… Bu anlamda kendileri seçmediği halde kendilerini “temsilci” olarak tanımlayanlara ve sisteme karşı bir başkaldırıydı bu (!)

Ama aynı zamanda iktidarı ürküten, zapt-ü rapt altına almaya çalıştığı derinden gelen bir halk hareketiydi bu…

İktidar ve onun belediyelerdeki temsilcisi belediye başkanları kontrol edebilecekleri, yularlarından tutup yönetebilecekleri, gerektiğinde ödüllendirip gerektiğinde cezalandırabilecekleri insanlar, kurumlar istiyorlardı çünkü…

yonetisim-003

İşte bu fırsatı, 1989 yılında Dünya Bankası’nın ortaya attığı “yönetişim zihniyetine” bulaşan ilk uluslararası kuruluşlardan biri olan Birleşmiş Milletler’in 1992 yılında Rio’da düzenlediği “Yeryüzü Zirvesi” ile elde ettiler. Çünkü “yönetişim” denilen siyasi iktidar aracının patronu ve mucidi Dünya Bankası “yönetişim“in yerelde de, belediyelerde de hayata geçmesini istiyordu.

Yönetişim” sisteminin kurulmasındaki ilk adım “Yerel Gündem’21 Projesi” ile başlatıldı. Buna göre tüm yerel yönetimlerin, sürdürülebilir kalkınmaya yönelik katılımcı eylem planlaması niteliğindeki Yerel Gündem’21 girişimlerini başlatmaları ve desteklemeleri isten,yordu.

Yerel Gündem’21 projesinin ülkemizdeki başlangıcı ise 1998 tarihli “Türkiye’de Yerel Gündem 21’lerin Teşviki ve Geliştirilmesi Projesi” ile başlatıldı. Bunun ardından gelen yeni projeler, revizyonlar ve anlaşmalarla proje yaygın bir şekilde uygulanmaya başlandı.

Yerel Gündem’21 projesinin uygulandığı ilk dönemde benzeri oluşumların kurulması ve çalışması yasaklanmadığı için biz halk meclisleri, parlamentoları, ve senatoları gibi spontan oluşumlarla Yerel Gündem’21 oluşumlarının bir arada, birbirini etkileyerek var olduğu döneme “karma dönem” adını veriyoruz.

Bir yanda kendiliğinden oluşan halk meclisi, parlamentosu ve senatolarının olduğu, diğer yanda da Yerel Gündem’21 oluşumlarının kurulup hayata geçmeye çalıştığı bu dönemde, yeni yeni oluşturulan Yerel Gündem’21’ler eski oluşumların olumlu etkisi ile daha demokratik, daha katılımcı bir kimliğe sahip oldu. Tüm kenti ve onun sorunlarını kucaklayan İzmir Yerel Gündem’21 gibi bazı oluşumlar, bu halleriyle mevcut iktidarları rahatsız ettiği için hem bunlara çekidüzen verilmesi hem de bunların dışındaki diğer meclis, senato, parlamento gibi oluşumların yasaklanması için ikinci bir adım atılarak “kent konseyleri” sürecine girildi.

Devletin yeniden yapılandığı, bu arada yerel yönetimlerin de bundan pay aldığı 2005-2006’lı yıllarda Belediye Kanunu’na konulan bir madde ve bu maddeye dayanılarak İçişleri Bakanlığı’nca çıkarılan bir yönetmelikle mevcut Yerel Gündem’21’ler daha sıkı, daha dar ve tümüyle belediye başkanına bağlı bir formata çekilerek kent konseyleri dışında benzer örgütlenmelere gidilmesi açıkça yasaklandı.

Tabii ki bu durum, katılımcı ve çoğulcu demokrasinin yeni bir zaferi olarak takdim edildi. Oysa durum hiç de böyle değildi. Olup biten, belediye başkanının; yani yerel iktidarının izin verdiği ölçüde toplumsal bir çalışmanın yapılmasından ve bu çalışmaların yereldeki “yönetişim” mekanizmasının kuruluşu ile çalışmasına destek vermesinden başka bir şey değildi. Bundan böyle günlük konuşmalarımızda “çatışma” sözcüğü yerine “uzlaşma” sözcüğünü tercih edecek, çalışmalarımızı “toplumsal ve yerel sorunlar” yerine “kadın“, “gençlik“, “engelli” ve “yaşlı” gibi toplumsal kimliklerle tanımlanan konulara odaklayacak; böylelikle “yönetişim” mekanizması içinde yer alan sermayeye hizmet edecek ve kent konseyleri dışında her hangi bir alternatif örgütlenmeye başvurmayacaktık.

Eski kent senatosu, meclisi ya da parlamentosunda veya Yerel Gündem’21’lerde çalışanlar bu yeni örgütlenmenin içine girdiklerinde her şeyin değiştiğini, kendilerinin ve çalışmalarının baştan inkar edilip yok sayıldığını, ortamın eskisi kadar demokratik olmadığını gördüler ve yaşadıkları hayal kırıklığıyla bu yeni oluşumların dışında kalmayı tercih ettiler. Çünkü zaten istenmiyorlardı ve onlar da kendilerinden bekleneni yapıp istenmedikleri yerde kalmadılar. Böylelikle aykırı bir ese olarak sorun çıkarmaları, kurulan yeni sistemi bozup mahvetmeleri ihtimali de ortadan kaldırılmış oldu.

resim1

Yeni kurulan bu yeni sistem kısa bir süre içinde kendi yeni aktörlerini yetiştirme konusunda da başarılı oldu. O güne kadar hiçbir sivil hareketin içinde yer almamış, sivil toplum çalışma ve mücadelesini bilmeyen, böyle bir kültürü edinmemiş, çoğu sermaye kesiminin dernek ve vakıflarında çalışan, siyasette kariyer yapmak isteyen ya da egosunu tatmin etmek isteyen birçok kişi ya da kurum bu yeni sistemin yeni aktörleri olmaya başladı. Onlar belediye başkanının ve onun bir alt düzeydeki benzeri olan kent konseyi başkanlarına ve genel sekreterlerine biat etmekte beis görmediler. Çünkü onların ruhunda sivil toplum mücadelesinin özü olan muhalif olma isteği, becerisi yoktu. Kendilerine yeni bir statü, yeni bir koltuk, yeni bir kartvizit verildiği sürece kendilerine söylenenlere uymaya, biat etmeye hazırdılar. Yeter ki sahip oldukları ellerinden alınmasın… Yeter ki, gerekli ya da gereksiz hiçbir toplumsal derinliği ve etkisi olmayan “proje” adı verilen işler sayesinde medyada gözüksünler, çıktıkları kürsülerde uzun uzun konuşup hamaset yapsınlar…. Onlar hallerinden memnunlardı açıkçası… Kendilerine “başkan” denilmesi gururlarını öylesine bir okşuyordu ki…

Yaptıklarının toplumsal anlamda bir etkisinin olmadığını hissettiklerinde ise kendilerine vazife olmayan işleri yapmaya kalktılar, parti farklarına göre kendi aralarında örgütlenerek kenti ve ülkeyi bile kurtarmaya kalktılar, verdikleri demeçler, yaptıkları kürsü konuşmalarıyla kendilerini yavaş yavaş siyasete hazırladılar… Hatta kent konseylerini, belediye yönetimleriyle büyük bir uyum içinde kendi “devrimci” örgütüne dönüştürmeyi deneyenler bile oldu…

Sonuç olarak, yanlış bir proje olan “kent konseyleri” kendi hiyerarşi ve bürokrasisini yaratmakta geç kalmamıştı…

Onlar şimdilik hallerinden memnundular ya, kime ne?

Bir yandan da iktidar, 2005’li yıllarda Batı’dan esen rüzgarları tersine çevirmiş, katılımcı ve çoğulcu demokrasiden vazgeçmiş ve önem verdiği güvenlikçi politikalarla belediyeleri kapatmaya, belediyelere kayyum atamaya, gelirlerini kısmaya başlamıştı… Bu konudaki kısık sesle yapılan bir iki protesto dışında herkes halinden yine memnundu…

Hiçbir kural, kaide ve hukuk dinlemeyen, akıntıya kürek çeken, kentin sorunlarını dile getirip “fincancı katırları“nı; yani belediye başkanlarını huzursuz etmek yerine toplumsal önceliği olmayan konularla oyalanıp duran, bu arada belediye başkanlarına devamlı plaketler sunan, onları vitrinin önüne çıkarmaya çalışan bu konseylerin yaşadıkları Lale Devri ne zaman sonuçlanacaktı?

ship-01-wreck-18

Faşizmin her geçen gün kurumsallaşarak yerleştiği ülke ve kent koşullarında, demokrasiyi kendi içlerinde bir türlü yaşama geçiremeyen kent konseyleri ya bildiklerini yapmaya devam ederek merkezi ve yerel iktidarın destekçisi ve reklamcısı olma görevlerini sürdürecekler ya da kendi başlarına atanan yeni bir kayyumlarla batan bir gemide olmayı yaşayacaklardır…

Unutmayalım ki, demokrasi demeç vermekten, bildiri yayınlamaktan, toplantı yapmaktan çok; önce kendi yaşantımızda, kendi ilişkilerimizde ve içinde bulunduğumuz ortamlarda onu oluşturduğumuz, koruyup kolladığımız takdirde yaşar ve güçlenir…

Belediyelerde Yeni Dönem: Demokrasisiz Merkeziyetçilik

OHAL’le birlikte yeni bir sayfa açıldı: Ülke Kanun Hükmünde Kararnameler (KHK) ile yönetiliyor. Meclis’e bomba geldi ama OHAL gelmedi. Meclis tatilde. Yani, KHK’ler 30 gün içinde Meclis’te görüşülmeleri gerekirken görüşülmüyor. Fakat hukuki sonuçlar doğuyor. Özeti, atı alan Üsküdar’ı geçti, Cumhurbaşkanı ve Hükümet, OHAL’in sınırlarını da aşarak çıkardıkları KHK’lerle ilerliyorlar. Yasalar değişiyor, devlet yeniden yapılandırılıyor. Fiili başkanlık en kötü haliyle yürürlükte.

Arada televizyon izliyorum: Demokrasinin rafa kalktığını söylemeyen, en azından kabul etmeyen yok. Ama durumdan utanan da yok. 15 Temmuz darbe girişimi nasıl bir süpürgeyse, demokrasi-dışı olmanın utancını da sildi süpürdü.

Peki, ama bir gün demokrasiye döndüğümüzde kendimizi nasıl bir demokratik ortamda bulacağız? Geleceğimize OHAL’siz ama OHAL varmış gibi demokrasiden uzak bir çerçeve yazılıyor.

demokrasi-009Demokrasisiz merkeziyetçi muhafazakârlık günleri geliyor.

İşin belediyelerle ilgili kısmı tam da bu. Kendisi için “sandıktan çıkma”yı demokrasi sayan “milletin adamı”, iş belediyelere gelince adeta “sandıktan çıksan ne olur ki?” diyor.

674 sayılı KHK’nin Belediyeler Kanunu’nda yaptığı değişikliklerin başka adı, başka anlamı yok.

Değişen ne?

Örneğin, belediyelerde başkan, başkan vekili ve belediye meclisi üyeleri görevi sürdüremeyecek hale geldiklerinde, yerlerinin nasıl doldurulacağı bellidir. Onlarca yıldır, başkan ve vekili için meclis (öyle valinin falan değil meclisin içinden gelen başkan vekilinin, o da yoksa en yaşlı meclis üyesinin başkanlığında) toplanır, yeni başkanı veya vekilini meclis üyeleri kendi arasından seçer. Meclis üyeleri için de sırası gelen yedek göreve çağrılır. Bu, sandıktan çıkan iradenin dönem sonuna kadar devam ettirilmesidir. 2005’te yürürlüğe giren 5393 sayılı Belediye Kanunu da demokrasinin gereği olan bu kuralı aynen devam ettirmiştir.

Ama şimdi, teröre yardım ve yataklık hallerinde il ve büyükşehir belediyeleri için İçişleri Bakanı, diğer belediyeler için valiler yeni başkan, vekil veya meclis üyesini atayacak. Bu atamanın belediye meclisi içinden yapılması da gerekmiyor. Yani sandık demokrasisi Cumhurbaşkanı ve hükümeti “milletin adamı” yapar, fakat belediyelerde seçilenleri yapmazmış!

Beterin de beteri var. O da KHK’nin geçici 9. maddesiyle getirildi. KHK çıkmadan önce, başkan ya da meclis üyesi seçilmişler terör ve şiddet gerekçesiyle görevden uzaklaştırılmışsa, yerlerine yasal düzenlemeye uygun şekilde yeni insanlar belediye meclisi içinden seçilmiş, görevlerine başlamış olsalar bile, KHK çıktıktan sonraki 15 gün içinde bakan ya da vali yerlerine görevlendirme (atama) yapacak.

KHK’yi yazan eller demiş ki, hukukta lehte olmadıkça geriye yürümemek kuralı mı, geçiniz…

protesto674 sayılı KHK’de “bu da yetmemiş” dedirten yeni kurallar var. Anılan durumdaki belediyelerde;

Belediye meclisi başkan çağırmadıkça toplanamayacak;

Meclis, encümen ve komisyon çalışmaları olmayacak, bu işleri encümen üyesi belediye memuru iki kişi yerine getirecek;

Bütçe ve muhasebe işlemleri valinin onayı ile mal müdürlüğü veya defterdarlığa geçecek;

Terör veya şiddete doğrudan ya da destek olarak kullanılan veya kullanılabilir mal ve imkânlara vali ya da kaymakam (mülki amir) el koyacak.

Sanmayın ki bu düzenlemelerin uygulanması OHAL dönemiyle sınırlı.

Özetle, bundan böyle, belediyelerde demokrasi milletin seçtikleriyle değil merkezi yönetimin izin verdikleriyle.

Hukukun üstünlüğü mü, o da neymiş?” demek serbest, “Ama sandık, seçilmişler, hani milli irade… OHAL kuralları OHAL’le sınırlı… demokrasi…” diyecek olsanız, “Terörü mü destekliyorsun terörist!” naralarının tükürükleri suratınıza sıçrıyor.

Ne diyelim?

Bir: Demokrasi her eve, herkese lazım. Bugün değilse yarın!

İki: Bugün yerel demokrasiyi savunmak vatani bir hizmettir.