İbrahim Ö. Kaboğlu∗
Çevre hakkı, insan haklarının ayrılmaz bir bileşeni. Genel olarak hak ve özgürlükler hukuku da, anayasa hukukunun ekseni. Şu da öne sürülebilir: Anayasa hukuku, “ülke-insan ve devlet” üçlü sacayağına dayandığına göre, devlet adı verilen siyasal örgütlenme, anayasada üçte birlik bir paya sahip.
Anayasa, çevre hakkını güvence altına almak için ulusal hukuk düzleminde en üst hukuk normu; bu nedenle, çevrenin anayasaya ihtiyacı var. Buna karşılık, ülkesel doğal varlık ve değerlerin, anayasa hukukuna giderek daha çok dahil olması, birbirini tamamlayan şu ikili süreci ortaya çıkarmış bulunuyor: çevrenin anayasalaşması ile anayasanın çevresel özellik taşıması.
Bu nedenle, çevre hukukunun konusunu oluşturan değerler ve çevre hakkı güvenceleri, hukuka olduğu kadar hukukla diğer disiplinler arasındaki ilişkilere de bütüncü bakış açısı ile yaklaşımı gerekli kılmakta.
16 Nisan halkoylaması ve çevre
Olağanüstü hal (OHAL) yönetiminin daha da bozduğu “özgürlük ve iktidar” dengesine rağmen, hem anayasa değişikliği yapıldı; hem de OHAL ilanı ile hiçbir biçimde ilişkisi bulunmayan çevre konuları düzenlendi.
Üstelik Anayasa değişikliği de, çevre tahribatına ivme kazandıracak içerikte:
- İktidarı kişiselleştiren ve anayasal denge ve denetim düzeneğini en aza indiren bir anayasal bağlamda, “çevreyi geliştirme, çevre sağlığını koruma ve çevre kirlenmesini önleme” yükümlülüğü (md. 56/2), devletçe ne ölçüde yerine getirilecek?
- Yetki kanunu olmaksızın Cumhurbaşkanı kararnamesi (CBK) ile çevresel haklara müdahale edilecek olması, herkesin, “sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkı” (md. 56/1) üzerinde ciddi bir tehdit oluşturmuyor mu?
- Bakanlıkların CBK ile düzenlenmesiyle, TBMM’deki saydam müzakere ortamı yerini kapalı kapılar arakasındaki hesaplara bırakmayacak mı?
OHAL uygulaması ve çevre
“Ülke-insan-siyasal örgütlenme” üçlüsünün oluşturduğu anayasal düzeni kurtarmak, aynı zamanda “ülkesel insan hakları”nı, daha doğrusu, ülke olarak “Türkiye’nin hakkı”nı kurtarmak anlamına gelir.
Ne var ki, tam tersine, OHAL, Anayasa’ya aykırı çevre projelerinin sürdürülmesi için baskı aracı olarak kullanılıyor. Ormanların yağmalanmasından ovaların yok edilmesine uzanan yüzlerce proje ve işlem içerisinde iki örnek: Mahkeme sürecine rağmen Cerattepe’de kaçak olarak sürdürülen inşaat alanına giriş yasağı ve zeytinlik alanları yok etme projeleri.
Onarımı olanaksız
“Anayasal kaos” döneminde çevre tahribatı, onarımı olanaksız sonuçlar doğurur. OHAL, siyasal anlamda anayasal düzenin onarımı için ilan edildiği halde, bunun yerine, ülke ve insan tahribatına ivme kazandırılıyor:
- İnsan haklarını ihlal uygulamalarının çok ötesinde insan kıyımı söz konusu olabiliyor.
- Çevresel hak ihlallerinin ötesinde çevre katliamı, ülke geneline yayılıyor.
- Anayasa değişikliği, meşruluk açısından sürekli sorgulanıyor.
ÖDÜL mü, ÖDEV mi?
TBB Çevre ve Kent Hukuku Komisyonu, Avukat Noyan Özkan Çevre ve Ekoloji Mücadelesi Onur Ödülü’nü bir ödev olarak algıladım.
Bu ödülün özellikle, “Planlı Çevre Katliamı”na özgülenen 4. Çevre ve Kent Hukuku Kurultayı ardından ve Stockholm Bildirgesi’nin 45. Yılında, kısaca “Türkiye ülkesi”nin korunması ereğindeki çabalarıma verilmiş olması, uzun süredir ihmal etmiş olduğum ana ödevimi tamamlamayı acil hale getirdi: Çevre Hakkı kitabının 4. basısı için güncelleme.
Nükleer ve Hukuk sempozyumu (TBB Çevre ve Kent Hukuku Komisyonu) vesilesiyle vurgulamıştım: ülkeyi kurtarmak için , bilgi temelinde “hukukun gücü” harekete geçirilmeli: ulusal ve uluslararası hukuk etkileşimi, insan hakları uluslararası hukuku ve uluslararası çevre hukuku birlikteliğinde sağlanmalı. Direnme hakkı da, hukuki başvuru yolları eşliğinde geniş bir dayanışma ağı çerçevesinde uygulamaya konulmalı.“ (Halkın Gündemi, Fesih ve Yenileme Değil, OrtakSöz, 3 Nisan).
Unutmayalım; ülke-insan-siyasal iktidar üçlüsünde, ilk ikisi sonuncusundan daha büyük.
* OrtakSöz, Ortak İyi İçin isimli haber & yorum sitesinden alınmıştır.