2017’de Suriyeli çocuklar da süt içebilecek

Seniye Nazik Işık

Hepimiz biliyoruz, Türkiye zor günlerden geçiyor. Her gün çok sayıda insanımızı terör olaylarında kaybediyoruz. Acılardan neredeyse uyuşmuşken, 11 Aralık Pazar günü yeniden yandık, kavrulduk; 38’i polis 44 vatandaşımızı İstanbul’daki patlamalara kurban verdik. Hepsine rahmet, ailelerine, sevenlerine, hepimize sabır, metanet diliyorum.

12973_20141219115342_sutkuzusu_ilustrasyon

Durum böyleyken, yazmak zor. Sonunda kendimi, hayatı olağan akışındaymış gibi sürdürmek lazım diye zorlayarak yazmaya ikna ettim.

Türkiye bir zamanlar transit ülkeydi; yani ülkesini terk edenlerin üçüncü bir ülkeye geçerken mecburiyetten kaldığı ülke.

Son yıllarda durum değişti, hala gönüllerin transit ülkesi olsa da Türkiye bir nihai ülke. Bu gelişmenin esas nedeni Suriyeliler olmasa da 3 milyonu aşkın Suriyeli, buradan öteye gidişleri de sıfırlanınca net bir şekilde hedef ülke olduk.

Bunca Suriyeli neden, nasıl Türkiye’ye geldi?” ile başlayan pek çok soru olsa da, bunlar yazımın dışında bırakıyorum.

Ama şunları kaydediyorum: Suriyeliler Türkiye’nin her yerinde. Genellikle zor şartlardalar. Özellikle vatandaşlık verilirse (yani seçmen olmaya hak kazanırlarsa) Türkiye’deki siyasi dengeleri çok etkileyeceklerine inanılıyor. İlaveten iş için rekabet de onları aramızda ‘istenmeyen insanlar’ yapıyor.

Yine de konu çocuk olunca, insanlar bu olumsuz duygu ve düşünceleri bir yana bırakabiliyor, Belediyeler bu duyarlılığı kavrayıp taleplere doğru cevabı vermeye başlayabiliyor.

Örneğimiz İzmir’den.

İzmir’de Konak, Karabağlar, Buca, Torbalı gibi ilçelerde 150 binden fazla kayıtlı Suriyeli yaşıyor. Tahminen 25-30 bini 1-5 yaş arasında çocuk; yani yaş itibariyle Büyükşehir Belediyesi’nin Süt Kuzusu Projesi kapsamındalar.

Belediye Kanunu’na göre yerel yönetimler hemşerilerine, yani sadece vatandaşlara değil görev alanlarına giren yerelde yaşayan herkese hizmet etmekle görevli. Bu kural hem bir yasal düzenleme hem de yerel yönetimlere dair tüm uluslararası sözleşmelerin vazgeçilmez hükmü.

Bu uluslararası ilkeyi ve yasal düzenlemeyi dikkate alan Konak ve Karabağlar Kent Konseyleri Suriyeli ailelerin yaşam şartlarını da dikkate alarak, 2016 başlarında, çocukların süt yardımından yararlanmasını talep ettiler. İki Konsey’in ilk başvuruları Karabağlar’a “ileride dikkate alınacak”, Konak’a “Mernis’e kayıtlı olmadıkları için verilemez” diye cevaplandı.

İki Kent Konseyi, Suriyeliler Mernis’e kaydedilmeye başlanınca bu kez ortak bir başvuru hazırladı. 220 dernek, vakıf, sendika, oda kurumsal imzasını verdi. Üç İzmir milletvekili de destek imzası attı.

Her şeyden önce bu kadar büyük sayıda STK’nın imza atması siyasi bir mesajdı: “Konumuz çocuk ise insani yardım hepimizin ortak talebi”.

Belediye bu mesajı aldı. 7 Aralık’ta Büyükşehir’den gelen cevap, Mernis’e kayıtlı Suriyeli çocukların 2017’de başlayacak yeni dağıtım döneminde Süt Kuzusu Projesinden yararlandırılacağını söylüyordu.

suriyeli-cocuklar

İzmir Büyükşehir Belediyesi, Süt Kuzusu Projesiyle İzmir’de 135 bin çocuğa haftada 2 litre süt içiriyor. Suriyeli çocukların kapsama alınmasıyla bu sayı en az 160 bine tırmanacak.

Ben acaba şehirde belirli noktalarda çocuklara karavanla hizmet verilirse, düzenli adresleri olmayan Suriyeli çocuklar da günde bir bardak olsun süt içebilir mi? diye düşünmeye başladım…

Biliyorum kolay değil. İzmir’de Büyükşehir Başkanı eften püften nedenlerle 387 yılla yargılanıyor, Belediyelerde Sayıştay denetimlerinin bini bir para. Devletin tepesi, Suriye söylemini üç öğün değiştirdiğinden güvenilir değil.

Son söz yerine:

Günde bir bardak süt için çok bekledi Suriyeli çocuklar. Hayırlı olsun.

Asıl beklenense, “Belediyeler vatandaş olmayan hemşerilerine hizmet ve katılım kapısını nasıl açacak?” sorusunun cevabı. Çünkü barışmamız gereken bir gerçek var: Türkiye hedef ülke, gelenlerin çoğu bizimle yaşamaya devam edecek.

Yokluğuyla ‘Kayıp Kadınlar’ı Arttıran Kent Stratejileri

Seniye Nazik Işık

Amartya Sen, Nobel ödüllü, Hintli bir kalkınma iktisatçısı.

‘Kayıp Kadınlar’’ adlı makalesini yazdığı 24 yıl bitti. Çeyrek asır.

O bu makaleyi yazdığında doğan kız bebeklerin pek çoğu bugün kendi bebeklerinin anası. Tabii, ‘kayıp kadınlar’a eklenmedilerse…

Amartya Sen kime ‘kayıp kadınlar’ demiş? Hemen söyleyeyim: Doğumda hak ettikleri biyolojik ömrü tamamlayamadan bu dünyadan göçüp giden kadınlara.

Kim bu kadınlar? Özellikle sağlık sisteminin kadınları dikkate almayan politikalarla oluşturulması sonucu, bebeklikte aşılarını olamayan, ne çocukluğunda ne yetişkinliğinde yeterince beslenen, gebelikte, doğumda, lohusalıkta gereken bakımı alamayan, gelenek-töre adı altında çocuk yaşta evlendirilen, çocuk yaşta anne olan, istediğinden çok çocuk doğuran, doğum kontrolünden yararlanamayan, çok doğum çok çocuk ya da tıbbi olmayan düşük-kürtaj gibi nedenlerle göçüp giden kadınlar.

amartya-sen

Özetle, neresinden bakarsanız bakın, kendi bedeni üzerinde kendi kontrolü, kendi kararı olmayan kadınlar. Yani cinsiyete dayalı eşitsizliğin en acı, en ağır hallerini yaşayan kadınlar…

Amartya Sen makalesini yazdığında kayıp kadınların sayısını en az 100 milyon olarak tahmin etmiş. (24 yılda bu sayı kim bilir kaça yükseldi?)

Daha geçtiğimiz hafta 10 gün süren bir kriz yaşadık. Konu 15 yaşından küçük ve tecavüze uğramış, üstüne de tecavüzcüsüyle evlilik adı altında aynı çatı altında yaşamaya bırakılmış, bu beraberlikten çocuk sahibi olmuş kızlara tecavüz edenlerin, onları yasal olmayan bu evliliğe atanların af edilmesine ilişkin bir gece yarısı önergesiydi. O halde, “Kayıp kadınlar gerçeğinin devam eden boyutları var mı?” sorusunun cevabı, bizim ülkemiz için “Evet, var!

Diyeceksiniz ki, evet ‘kayıp kadınlar’ gerçeği hala önemli ama bunun kent stratejileriyle alakası ne?

Bir kadına yönelik şiddet ve sağlıkla ilgili birkaç örnek verelim. Hepimiz biliyoruz, kadına yönelik şiddet cennetlerinden biri Türkiye: Hiç bizde yok, orda çok falan demeyelim, memleketin hemen her yerinde yaygın ve ciddi, üstelik de artma eğiliminde bir şiddetle iç içe yaşıyoruz.  Sağlık kurumlarında çalışanlar şiddete uğramış kadınlarla acil servisten polikliniklere birçok noktada karşılaşırlar.

Hastane içi işler Sağlık Bakanlığı’nın görev alanındaki işler olduğundan, bu bahse girmiyorum. Fakat yaşadığımız yer açısından kadına yönelik şiddetle mücadelede önem taşıyan işler, kararlar da var.

Örneğin, sağlık hizmetlerine erişim. Hastane ve polikliniklerin yaşadığımız yerin neresinde? Onlara nasıl erişebiliyoruz? Bebekli veya küçük çocuklu, hamile ya da yaşlı kadınlar kent içi ulaşım düzenlemelerinde ne kadar dikkate alınıyor? Biliyoruz ki, hastaneye iki araç değiştirerek erişmek, hastane önünde durak olmaması başvurularımızı olumsuz etkiliyor.

Bir başka örnek, tamamen yerel yönetimlerin işi olan park bahçe düzenlemeleri… Sizce akşam karanlığıyla birlikte kaç kadın, kaç genç kız parklardan geçmeye cesaret edebilir?

Güvenlik bir ölçüde yerel yönetim işidir. Sizce kaç kadın kamu binalarının kocaman, ıssız çevrelerinde akşam karanlığında gönül rahatlığıyla yürüyebilir?

kayip-kadinlar

Ruhsatlandırmalarda kadınların, çocukların güvenliği ne kadar dikkate alınıyor? Mimari projeler onaylanırken bina içlerinde karanlık, kuytu yerler olup olmadığına bakan bir belediye duydunuz mu hiç? Ya da binaların kocaman, karanlık giriş yerlerinde kaç kadın saldırıya uğruyor dersiniz? Kent içi yollarda trafik güvenliği ile ilgileniyor da aydınlatma ile neden yeterince ilgilenilmiyor?

Kent içi yollardaki kaldırımsızlık, kaldırımların yayalara yer bırakmayacak şekilde araçlarla kaplanması, engelliler, yaşlılar ve pusetli kadınlar için nasıl hayati tehlikeler yaratıyor, biliyor muyuz? Bilsek de dikkate alıyor muyuz?

Son söz yerine:

Kent stratejilerinin yetersizliği, süreksizliği ve göstermelik oluşu, yaşayanların hayat kalitesini bozmakla kalmayıp ‘kayıp kadınlar’ın sayısını daha da arttırıyor.

OHAL, Ele Alacağımız Konuları da Kısıtlar!

Seniye Nazik Işık

Ben bu yazıda kent mekânının ve kent hizmetlerinin cinsiyetli olduğundan söz etmek istiyordum.

Çünkü yaşamlarımız farklı patikalardan yürüyor. Örneğin, gün aynı saatte doğsa bile, sabah hepimiz için aynı zamanda ve aynı işlerle başlamıyor. Hele de kadınlarla erkekler için. Annelerle babalar için. Çünkü yaşamımız cinsiyetimize göre farklılaşmış işlerle dolu.

Ve, hal buysa, yaşadığımız yerin de bu farklılıklarımızı görerek ve gözeterek yönetilmesi gerekir.

Tabii kente ve kamusal alana, kamu mekanına, kamu hizmetlerine insana duyarlı ve eşitlikçi bir bakış açısıyla bakıyorsak; insana hizmeti “insan dediğimiz kimdir?” diye sorarak cevaplayarak üretiyor ve sunuyorsak.

ozgurluk-002

Ben de bu bağlamda cinsiyete dayalı farklılıkları dikkate alarak yerel hizmet üretmekten söz edecektim. Kente dair stratejiler hemşehrilerin hizmet ihtiyaçlarının cinsiyete göre farklılaştığını dikkate alarak hazırlanmalı ve uygulanmalı diye yazacaktım.

Hatta, pratik ve stratejik ihtiyaçlar var, diyecektim. Pratik ihtiyaçlar, yani cinsiyete göre farklılaşmış günlük işlerin kimler tarafından yapıldığı hususunda bir değişiklik yapmayan ama işleri kolaylaştırarak mesela kadınlara düşen iş yükünün fiziki ağırlığını, tükettirdiği zamanı azaltan hizmetlerden; stratejik, yani kadınların eşit insan olmasına katkıda bulunan, bir başka deyişle eşitleyici gelişme sağlayan hizmetlerden söz edecektim.

Buradan yerel eşitlik eylem planları, stratejik planlar bahsine geçecektim.

Sonra da yerel eşitlik eylem planı nedir? sorusunu cevaplayacaktım. Önerileri, stratejik hedef ve eylemleri mükemmel bile olsa, bütçesi ve işin kim tarafından, ne kadar zamanda, hangi miktarda yapılacağı belli değilse, o planın göstermelik olacağını vurgulayacaktım.

Hatta daha da ileri gidip siyasi irade eşitlikçi değişimden yana olmadıkça, en güzel eylem planlarının bile kötü performans raporlarıyla biteceğini belirtecektim.

Ama ne mümkün! Üst üste gelen gelişmeler insanda ne plan bırakıyor, ne fikri takip.

Mesela, Batman’daki gibi, atanan kayyumun en az seçilmiş siyasiler kadar cüretkâr siyasi açıklamalarla gazetelerde boy göstermesi hukukun ve teamüllerin devre dışı kaldığını gösteriyor.

Uzun uzun örneklerle sayıp dökmeye gerek yok; hepimiz gerginiz, hepimiz üzgün. Belirsizlik havada asılı duruyor. Her birimiz “ya bizimlesin, ya düşman” testine tabi tutulmaktayız. Tam da bu günlerde, mekânın ve hizmetlerin cinsiyete duyarlı olduğundan falan söz etmeye kalkışmak insanın kendisine bile fantezi gibi geliyor.

Türkiye’nin içinde olduğu ahval ve şerait nedeniyle istediğim gibi ele alamasam da, cinsiyet boyutu dikkat çeken yakın zamanda yaşanmış 1-2 gelişmeden söz etmeden bu yazıyı bitirmek istemiyorum.

ozgurluk-001

Birinci örnek, Cizre’den. Belediyeye kayyum atandı, kayyum gelir gelmez belediyenin tüm bilgisayarlarını Emniyet’e verdi. Yani kayyum, kadın danışma merkezine başvurmuş kadınların mahrem bilgilerini de Emniyet’e vermiş bulunuyor. Şimdi bilmiyoruz, bu sorumsuz yaklaşım kim bilir kaç kadının zaten çok ince bir çizgide süren yaşamla ölüm arasındaki yerini değiştirecek. Onları kayıtlara OHAL kazası olarak mı geçecek?

İkinci örnek: CHP’nin, OHAL şartlarına rağmen, 4-5 Kasım’da İzmir’de yaptığı Belediye Başkanları Toplantısı. Bu toplantıda yapılan sunumlar arasında ‘belediyecilik, kalkınma ve kırsal kalkınma’nın yer alması benim açımdan memnuniyet verici. Fakat ‘belediyelerde mor bayrak’ politikası ve uygulaması bulunan CHP’nin bu programda cinsiyet eşitliği, eşit ve eşitleyici hizmet konusuna yer vermemiş olması üzücü değil midir?

Son söz yerine:

Hayat olağan haliyle devam etseydi de, bu konuları doğru düzgün ele alabilseydik. Değmez miydi?

Kırın kentte yeri var mı?

Seniye Nazik Işık

Büyükşehir Kanunu 2012 sonunda değişti, 2014’te yerel seçimlerle birlikte 30 il büyükşehir oldu. “Önceden büyükşehir olan 16 il vardı, nüfus arttığına göre sayı da artmış olabilir” diyeceksiniz. Doğru ama keşke bu kadar basit olsaydı.

Son yasayla büyükşehir belediyelerinin sınırlarını belirleme şekli de değişti. Önceden sınırlar merkezden 20-50 kilometrelik bir çapla belirlenirdi. Hatta bu nedenle sınırları belirleyen yasaya ‘pergel yasası’ derdik. 2014’te başlayan uygulamayla 81 ilin 30’unda, ilin idari sınırları aynı zamanda büyükşehir belediye sınırları oldu. Büyükşehir illerinde ilçe belediyelerinin sınırları da ilçelerin idari sınırlarıyla birebir çakıştırıldı.

Sonuç: Bu 30 ilde “mücavir alan“, “mücavir alan dışı alan” ayrımını kalmamıştır. Çünkü belediyeleşmemiş alan yoktur. Her yer “öyle ilan edildiğinden” belediyeleşmiş sayılmaktadır.

20070703-kustasindan-koy

Bu durumda bu 30 ilde şehir nerde başlar, nerde biter, kır-kent ayrımını nerden, nasıl yapılır gibi soruları konuşmak gerekmez mi? Daha da önemlisi, kır ve kırsal gelişme kentsel tartışmaların bir boyutu haline gelmiş, kent stratejileri bağlamında tartışılması gerekenlere eklenmiş midir?

Mesela, bu 30 ilde artık il genel meclisi yok. Çünkü belediye dışı alan kalmadığına göre il genel meclisine de gerek kalmadı diye düşünüldü. İl genel meclisinin idari teşkilatı olan özel idarelere de gerek kalmadığından, onlar da kapatıldı. Şimdi de 51 ilde il genel meclisi var, yaşıyor.

Türkiye’de merkezi yönetimin yereldeki temsilcisi valiliklerle belediyeler arasında genellikle sorunlu bir ilişki vardır. Sorunlar bir yanıyla seçilmişlerle atanmışlar arasındaki yetki sorunudur, diğer yanıyla görev alanındaki çakışmalar, çatışmalar sorunu. Malum, kaynak dağıtanların birbirleriyle uyumlu değil sorunlu olması bir gelenek. Hele de rant dağıtmak devletin temel özelliklerindense. İl genel meclisleri de bu çatışmadan nasibini ziyadesiyle aldı. Yapısı itibariyle valinin kontrolünde, ama kaynaklarını seçilmişlerin kararıyla dağıtması gereken bir yerde başka türlüsü olabilir mi?

Yine de il genel meclisleri kırsal kesimin ihtiyaçlarının izlenmesinde ve kamu yatırımlarının yönlendirilmesinde yerel odaktır. Köylerle kaymakamlık ve valilik elindeki kaynaklara ve hatta merkezi devlet teşkilatına bilgi taşıyan oralardan da köylere, kıra kaynak götüren, dağıtan bir köprü. Hatta yerel siyasette kırın sesi.

İl genel meclislerine seçilen üyeler kırın temsilcisi midir? Türkiye’deki temsil krizinin önemli bir parçası da bu. Ancak bu, il genel meclisinin işlevini değil kararlarının ve oluşturduğu birikiminin kalitesiyle ilgilidir.

Şimdi il genel meclisi yok. Fakat büyükşehirlerde bu işlevi görecek birikim ve deneyim de büyükşehir belediyelerinde yok. İlçe belediyelerinde hiç yok.

Siyasette de bu boşluğu dolduracak örgütlenme yapısı yok, oluşmuş bir ilgi ve birikim de yok. Bir de valinin altında kurulan eski il planlama kurullarını andıran yatırım koordinasyon kurullarının bu boşluğu giderecek yapısı ve özelliği yok.

Özetle, sorun siyasidir: Büyükşehirin bütünşehire çevrilmesi kırın yerel karar odağını ortadan kaldırmış, kıra dair kaynak kullanım kararlarının kanallarını da değiştirmiştir. Siyasette zaten çok zayıf olan kırın temsilinin beli iyice kırılmıştır.

Belde ve köy belediyelerinin kapatılması bu sorunu katmerlemiştir.

Köylerin mahalle yapılması da işin tuzu biberi olmuştur. Köyün tüzel kişiliği kalkmış, kendine ait gelirleri ve malları ilçe belediyesine devredilmiştir. Köylü artık nikâhını kıymak için ilçeye, boşanmak için de ildeki aile mahkemesine gitmek zorundadır. Köylüye kalan, sözleşmeli çiftçilik, arazilerinin rant getirmesi hayali ve “büyüklere yalvarmak“tan ibarettir. Böylece kır ve köy için “kaynaklarda da tam bağımlılık” devri başlatılmıştır. Siyasette temsili bırakalım kararlara katılım kanalları bile neredeyse kapanmıştır.

Kırda yerel düzeydeki gelecek ya sadakayla yetineceksin ya da oyunu satışa çıkaracaksın arasına sıkışmıştır.

img_3948

Durum hizmet götürecekler açısından da sorunludur. Büyükşehir ve ilçe belediyelerinin görevleri arasında tarımsal faaliyetler ve kırsal gelişme ile ilgili somut açık ifadeler yoktur. Tarım alanlarının ve su havzalarının korunmasını sağlamak görevi bu açıdan çok yetersizdir. Yasa’ya eklenen “Tarım ve hayvancılığı desteklemek amacıyla her türlü faaliyet ve hizmette bulunabilirler” ifadesi kapı açmış fakat yol göstermemiştir.

Oysa bütünşehir yapılan 30 ilden en az 27-28’inin hala geniş kırsal kesimleri var. 25 binden fazla adı mahalle yapılmış köyü mevcut. Orman köylerinin durumu ise daha da karışık…

Sonsöz yerine bir soru: Kırın kentte bir yeri var mı?

Belediyelerde Yeni Dönem: Demokrasisiz Merkeziyetçilik

OHAL’le birlikte yeni bir sayfa açıldı: Ülke Kanun Hükmünde Kararnameler (KHK) ile yönetiliyor. Meclis’e bomba geldi ama OHAL gelmedi. Meclis tatilde. Yani, KHK’ler 30 gün içinde Meclis’te görüşülmeleri gerekirken görüşülmüyor. Fakat hukuki sonuçlar doğuyor. Özeti, atı alan Üsküdar’ı geçti, Cumhurbaşkanı ve Hükümet, OHAL’in sınırlarını da aşarak çıkardıkları KHK’lerle ilerliyorlar. Yasalar değişiyor, devlet yeniden yapılandırılıyor. Fiili başkanlık en kötü haliyle yürürlükte.

Arada televizyon izliyorum: Demokrasinin rafa kalktığını söylemeyen, en azından kabul etmeyen yok. Ama durumdan utanan da yok. 15 Temmuz darbe girişimi nasıl bir süpürgeyse, demokrasi-dışı olmanın utancını da sildi süpürdü.

Peki, ama bir gün demokrasiye döndüğümüzde kendimizi nasıl bir demokratik ortamda bulacağız? Geleceğimize OHAL’siz ama OHAL varmış gibi demokrasiden uzak bir çerçeve yazılıyor.

demokrasi-009Demokrasisiz merkeziyetçi muhafazakârlık günleri geliyor.

İşin belediyelerle ilgili kısmı tam da bu. Kendisi için “sandıktan çıkma”yı demokrasi sayan “milletin adamı”, iş belediyelere gelince adeta “sandıktan çıksan ne olur ki?” diyor.

674 sayılı KHK’nin Belediyeler Kanunu’nda yaptığı değişikliklerin başka adı, başka anlamı yok.

Değişen ne?

Örneğin, belediyelerde başkan, başkan vekili ve belediye meclisi üyeleri görevi sürdüremeyecek hale geldiklerinde, yerlerinin nasıl doldurulacağı bellidir. Onlarca yıldır, başkan ve vekili için meclis (öyle valinin falan değil meclisin içinden gelen başkan vekilinin, o da yoksa en yaşlı meclis üyesinin başkanlığında) toplanır, yeni başkanı veya vekilini meclis üyeleri kendi arasından seçer. Meclis üyeleri için de sırası gelen yedek göreve çağrılır. Bu, sandıktan çıkan iradenin dönem sonuna kadar devam ettirilmesidir. 2005’te yürürlüğe giren 5393 sayılı Belediye Kanunu da demokrasinin gereği olan bu kuralı aynen devam ettirmiştir.

Ama şimdi, teröre yardım ve yataklık hallerinde il ve büyükşehir belediyeleri için İçişleri Bakanı, diğer belediyeler için valiler yeni başkan, vekil veya meclis üyesini atayacak. Bu atamanın belediye meclisi içinden yapılması da gerekmiyor. Yani sandık demokrasisi Cumhurbaşkanı ve hükümeti “milletin adamı” yapar, fakat belediyelerde seçilenleri yapmazmış!

Beterin de beteri var. O da KHK’nin geçici 9. maddesiyle getirildi. KHK çıkmadan önce, başkan ya da meclis üyesi seçilmişler terör ve şiddet gerekçesiyle görevden uzaklaştırılmışsa, yerlerine yasal düzenlemeye uygun şekilde yeni insanlar belediye meclisi içinden seçilmiş, görevlerine başlamış olsalar bile, KHK çıktıktan sonraki 15 gün içinde bakan ya da vali yerlerine görevlendirme (atama) yapacak.

KHK’yi yazan eller demiş ki, hukukta lehte olmadıkça geriye yürümemek kuralı mı, geçiniz…

protesto674 sayılı KHK’de “bu da yetmemiş” dedirten yeni kurallar var. Anılan durumdaki belediyelerde;

Belediye meclisi başkan çağırmadıkça toplanamayacak;

Meclis, encümen ve komisyon çalışmaları olmayacak, bu işleri encümen üyesi belediye memuru iki kişi yerine getirecek;

Bütçe ve muhasebe işlemleri valinin onayı ile mal müdürlüğü veya defterdarlığa geçecek;

Terör veya şiddete doğrudan ya da destek olarak kullanılan veya kullanılabilir mal ve imkânlara vali ya da kaymakam (mülki amir) el koyacak.

Sanmayın ki bu düzenlemelerin uygulanması OHAL dönemiyle sınırlı.

Özetle, bundan böyle, belediyelerde demokrasi milletin seçtikleriyle değil merkezi yönetimin izin verdikleriyle.

Hukukun üstünlüğü mü, o da neymiş?” demek serbest, “Ama sandık, seçilmişler, hani milli irade… OHAL kuralları OHAL’le sınırlı… demokrasi…” diyecek olsanız, “Terörü mü destekliyorsun terörist!” naralarının tükürükleri suratınıza sıçrıyor.

Ne diyelim?

Bir: Demokrasi her eve, herkese lazım. Bugün değilse yarın!

İki: Bugün yerel demokrasiyi savunmak vatani bir hizmettir.

Hayat Normale Dönsün Dönmesin, Biz ‘Katılımcı Demokrasi’yle Olmak İsteriz

Günlerden OHAL’deyiz, aylardan gerçekten olağanüstü hallerde.

15 Temmuz’da bizim paramızla alınmış uçakları kullansınlar diye bizim paramızla okumuş çocuklar Ankara’dan başlayarak olmaz işlere kalkıştılar. Yüzlerce insanımız öldü, yüz binlerce insan işini gücünü bırakıp meydanlarda sabahladı. Kamu kaynakları önce darbe girişimine sonra bu meydanlara akıtıldı; belediyeler kent içi ulaşıma, ‘demokrasi’ meydanlarına çay, çorba, su, pide, kavurma, bayrak dağıtma çadırlarına (nereden karşıladılar şimdilik bilinmez) büyük kaynaklar harcadılar. Kalkışma nedenli gözaltılardan basına yansıyan ifadelerin bir kısmı dudak uçuklattı. Tutuklamalar, cadı avlarına dönüşmeye başlayan açığa almalardan öğrendik ki kamu yöneticilerinin bir yarısı diğer yarısından farklı bir şekilde, vatandaşa hizmet derdinde değil başka işlerle meşgulmüş. Meşhur ’paralel’, oraya buraya girmiş, oturmuş, yuvalanmış, devleti adeta işgal etmiş, miş, miş… (‘mış’ları bize masal anlatmasınlar diye yazıyorum tabii… Girmiş, oturmuş, yuvalanmış oldukları gerçek olsa da, biliyoruz keramet sihirde değil ‘’beraber yürüdük bu yollarda’’yla. Garip ama gerçek, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’e göre sihirle ve üç harflilerle de olabilir. Kendisi Ankara’yı parsel parsel verirken imzaları basan elleri onların kontrolü altındaymış… mış… mış… Bu bahislerde kabahat altın iğne, alıp da takan senden benden mağdur, 12 yılın başbakanı, şimdinin Cumhurbaşkanı bile ‘kandırılmış’… mış… mış…) Memleketin başındaki tek bela, 15 Temmuz kalkışması da değil. Son 7-8 aydır patlamalarda ölenlerin sayısını sayabilmeyi kaçımız becerebilir? Daha dün, gün güne devretmeye yakınken Van’da bomba yüklü araç patlatıldı, sabahın erken bir saatinde Elazığ’da benzeri bir olay İl Emniyet Müdürlüğü’nün neredeyse içinde gerçekleştirildi, televizyonlar bu olay yerine henüz ulaşırken Bitlis’ten bir başka patlama haberi geldi. Yüreklerimiz ağzımızda yaşar haldeyiz çoluk çocuk.

eller-38Bu hallerdeyken memleket, yani güvenlik ve geleceğimizin belirsizliği birinci meseleyken, konuşulabilen elbette ‘’Çocuğunuzla veya annenizle gittiğiniz parktaki oyuncaklar sizce nasıl olmalı?’’, ‘’Kültürpark’ın yeni kültür merkezi projesi yeşili ve kültürel mirası ne kadar koruyor, nasıl daha iyi korur?’’, ‘’Ulaşım kartlarımızın değiştirilmesi sırasında yeniden kart satın almaktan başka çözümler var mıdır?’’, ‘’Körfezi köprüyle geçme projesi yerel kalkınmamıza ne gibi etkiler yapar?’’ gibi sorular çerçevesinde olamıyor elbette. Her gün şehit cenazeleri, bombalar, yeni ölümlerle kuşatılınca hayat, gülümsemek bile neredeyse suça dönüşüyor.

Oysa biz, bizim mahalleli, bizim sokaktakiler, aynı parkı kullanan, aynı muhtarlıktan ikamet alanlar veya sadece bizim caddedeki hareket noktasından, metro istasyonundan gelip geçenler… Ve hatta bambaşka şehirlerden benzer hikâyeleri olanlar… Bizim gündelik hayatımıza dair konuşmamız gereken, konuşabileceğimiz çok şeyimiz var! Üstelik de konuşmak, hayatımızı iyileştirecek yeni yaratıcı öneriler geliştirmeye açılmanın, en azından birbirimizin ve bir arada yaşadığımızın farkına varmanın başlangıcıdır.

Fırsat bulup da konuşmaya başlayabilmek için sıra beklersek… Vay halimize! Çünkü günlük yaşamımızla ilgili konular bir taraftan merkeze doğru çekilip bizden iyice uzaklaşmakta diğer taraftan da dibimizdeyken bile gündemimizden uzaklaşmakta.

İşte tam da bu yüzden, Kent Stratejileri Merkezi adlı bu bloğun önerisiyle gelen arkadaşım Ali Rıza Avcan’a teşekkür borçluyum.

muhitİşte tam da bu yüzden sizlerle burada buluşalım istiyorum. Yerel demokrasi, katılım, kent konseyleri, stratejik planlar, yerelin ve mekânın cinsiyeti, vb. Kaşığımıza ne düşerse! Kimine göre hafif, kimi zaman ağır, yazar, birlikte yürürüz.

Bir dahaki buluşmamıza kadar, belki de bir fikri, aklınıza düşmüş bir sorunun yanıtını yakalamak ya da bir fikrinizi insanlara sunmak istersiniz. Bunun için çeşitli imkânlar var. Örneğin, http://www.muhit.co gençlerin bize bu amaçla ürettiği yaratıcı bir imkân. Bir göz atın, güzel bir başlangıç olabilir. Bu yazı gibi.

Biliriz ki başlamak iyidir.