Dokuz Eylül ve Hatırlattıkları

Birçok insan için Dokuz Eylül tarihi İzmir’in işgalci bir ordudan, Yunan ordusundan kurtulmasıyla eş değerdir. Gerçekten kurtulduk mu, yoksa ulus devletler çağında her insanın içinde yeşeren milli, siyasi duyguların bir dışa vurumu olan hamasetin yol açtığı derin bir körlüğün içine mi düştük, orası pek belli değildir bana sorarsanız. Her Dokuz Eylül töreninde düşmanı ne şekilde denize döktüğümüz ve İzmir’i Yunanlar’ın elinden nasıl kurtardığımız ballandıra ballandıra anlatılır, sanki Dokuz Eylül bir başlangıç değil de bir sonmuş gibi zihinlere nakşedilir. Yunan ordusunun bizim ordu şehre girmeden önce Çeşme’de çoktan gemilerine binip tüydükleri ve asıl denize dökülenlerin yüzlerce yıldır birlikte yaşadığımız sivil Hıristiyan halklar olduğu maalesef pek aklımıza gelmez.

‚FT36

Bir de asıl sorulması gerekli olan soru, Dokuz Eylül’ün bir son mu yoksa bir başlangıç mı olduğudur. Sanıyorum cumhuriyeti kuran kadroların ve Mustafa Kemal Paşa’nın düşüncesi onun bir son değil tam tersine bir başlangıç olduğu yolundaydı. Bizi çağdaş uygarlığa götürecek merhalelerin bir bir aşılacağı uzun bir yolun miladıydı Dokuz Eylül onların gözünde. Oysa bizler, Anadolu’daki halkları birbirine düşüren sebepleri ve coğrafyamıza kaybettirdiklerini düşünmektense kolayını seçip sadece savaş hikâyelerine odaklandık. Şehrin günden güne temel özelliklerini kaybedip gittikçe başka şehirlere benzemesini uzaktan seyrettik. Acaba İzmir’in ruhunu korumuş muyduk yoksa onu sadece hedonizmin başkenti olarak mı görüyorduk? Ancak yine de kendimizi fazla suçlamayalım. Nasıl biz bu tür sorulara cevap aramıyorsak suyun öbür tarafı Yunanistan’da da durum buna benzerdir. Büyük ihtimal onlar da Selanik’i nasıl kurtardıklarından dem vuruyor, Türkler’in ve Yahudilerin elinden şehri gerçek sahipleri olan Helenler’e nasıl teslim ettiklerini vurguluyorlardır. Atatürk ve Venizelos da savaş sonrası mübadele ve ikili anlaşmalarla bunu onayladıklarına göre sorun yoktur değil mi? Hem binlerce yıldır yaşadığı toprağı terk etmek mi önemli, yoksa coğrafya kitaplarındaki sınırlar mı? O zaman hiç kurcalamayalım daha iyi. Bize göre Yunanlar kötüydü, Yunanlara göre de biz. Sanırım halklar arasındaki bu bilinç düzeyiyle şu an bu işin içinden çıkamayız. İyisi mi gelin başka bir şeyden bahsedeyim size.

Malumunuz, büyük yangının ardından savaş sonrasının verdiği dehşet manzarası ve biraz da pişmanlığın beslediği çok saygıdeğer bir çabayla şehir bir kez daha kurulurken, kendimizi ve uygarlığımızı ispatlayalım endişesiyle birçok faydalı iş yapıldı. Hiç yoktan var edilen fuar alanı, Kültür Mahallesi bunlardan sadece bir kaçı. Hepsini ortak bir paydada buluşturan ise Dokuz Eylül tarihiydi. Bu yüzden her dönem körfezin iki yakası arasında işleyen vapurların bir tanesinin adının Dokuz Eylül olmasına dikkat edilmiş, bir anlamda şehre ruhunu veren bir simge olarak kabul edilmiştir. Öyle ki, bugünkü uyduruk ve gemiden ziyade iri bir tost makinesine benzeyen ruhsuz katamaranlardan birine verilmiş adını hariç tutarsak, şehir hatlarında her zaman bu önemli tarihin adını taşıyan gemiler olmuştur. Bunlardan ilki 1910 yılında İngiltere’de inşa edilmiş, 1966’ya kadar çalışmıştır. Zaman içerisinde çeşitli tadilatlarla formu Alman menşeli efsanevi Efes ve Sur vapurlarına benzetilmeye çalışılmıştır.

9-eylul-031976 yılında ise Alaybey tersanelerinde iki gemi kızağa konulunca bunların isimlerinden birinin tersanenin adını taşıması, diğerinin ise Dokuz Eylül olması kararlaştırılmıştı. 1966’dan on yıl sonra Dokuz Eylül tekrar sulara geri dönecekti. Mazotla çalışacaklar ve formları Atatürk’ün isimlerini verdiği Efes ve Sur gemilerine benzeyecekti. İki katlı, ön ve arka güvertenin bir bölümü açık ve Türk mühendislerinin imzasını taşıyan bu iki kuğunun yukarıda bahsettiğimiz Alman vapurlarından farkı ise dikdörtgen ve ahşap pencerelerin kareye dönüşmesiydi. İki vapur 2012 yılına kadar İzmir körfezinin iki yakası arasında milyonlarca yolcu taşıdılar. Ekonomik ömürlerinin sona ermesiyle -ki ne derece doğru olduğunu bilemeyiz- önce satışa çıkarıldılar, daha sonra da müşteri çıkmadı bahanesiyle batırıldılar. Memleketimizde sanayi müzeciliğine önem verilmediğinden balıklara yuva olmaları daha uygun görüldü. Çağdaş uygarlığa ulaşmakta bir kez daha sınıfta kalmıştık.

9-eylul-batis-01Dokuz Eylül, ikiz kardeşi Alaybey’le derin sular altında huzur içinde sonsuz uykularına daldılar demek isterdim ama maalesef öyle değil. Çünkü huzursuz bir uyku onlarınki. Bin bir özenle yaratılan ve on yıllarca okul çocuklarına kutsal bir mitoloji olarak aktarılan en önemli simgeyi kendi elleriyle deniz dibine gönderen bir şuursuzluğun sebebini düşünmekte ve acıyla çürümekteler. Sanırım onlar sular altında yok olurken biz de kimliğimizi kaybetmenin acısını yaşayacağız. Çok uzun konuştuk galiba. Gelin şimdi tören alanına gidelim ve hamasi nutukları dinleyip kendimizi uyuşturalım.

Kızdınız mı bana bu söylediklerim için? O zaman Dokuz Eylül ruhunu benimsemiş önemli bir insanın söylediklerine kulak verin. Şevket Süreyya Aydemir, Atatürk hakkında yazılmış en kapsamlı eserlerden biri olan Tek Adam’da sanki bu günleri görmüş gibi şöyle diyor:

Tarih, belki de hiç kimsenin eseri değildir. O, kendi örgüsünü kendi tezgâhında, kendisi dokur. İnsanlar, fikirler ve devletler bu tezgâhın örgüsünde, onun kanuniyetlerine göre işlenip dururlar. Eğer bu kanuniyetler içinde bir yerimiz, bir misyonumuz varsa ve onu kullanmayı başarabilirsek, tarihin örgüsüne renk, şekil veririz. Bu örgüye damgamızı vururuz. Fakat kader, eğer bizi yanlış seçmişse, tarihin örgüsünde bıraktığımız iz, nihayet kanlı bir gölgeden başka bir şey olamaz.

Nizamettin Muhtar Karaca, Yazar