Konservasyon denilen şey…

Nurşin Altunay

Türkiye’de restorasyon projelerinden kazanılan para yüzünden olacak konservasyon projelerine hiç prim verilmiyor.

Sterilizasyon öyle girmiş ki yaşamlara, düzen dedikleri askeri nizama o kadar alıştırılmışız ki eski eserleri bile pir-ü pak görmeye bayılır olmuşuz. Orada ne yok ediliyor umrumuzda değil. Temiz olsun, düzenli olsun, eski de olsa yeni görünsün.

Korumak ve Onarmak

En basit tanımlama ile kültür varlıklarının onarımına restorasyon, korunmasına ise konservasyon denmektedir. Kültür varlığı ise geniş bir kavramdır. Müzede gördüğümüz en küçük obje de kültür varlığıdır, antik bir tiyatronun tek bir taşı da, tarihi bir sokak da, bir cami de, eski bir elbise de, tarihi bir bostan da, koskoca bir şehir de.

1789 Fransız Devrimi’nden sonra soylulara, kraliyete ve kiliseye duyulan öfke ile bu kurumlarla ilişkisi kurulan saray, şato, kilise gibi birçok yapıya zarar verilmişti. Uzun süre de bu yapılarla kimse ilgilenmedi. Nasıl ki çevre gitgide daha fazla zarar görmeye, yok olmaya başlayınca çevre mühendisliği diye bir bilim ortaya çıktı, aynı bu şekilde Fransızlar da kaybolmuş veya kaybolmaya yüz tutmuş yapılara ilgi duymaya başlayarak “koruma” düşüncesinin temelini attılar. Kaybetmek korumayı hatırlattı, diyebiliriz.

Kültür varlıklarının koruma ve onarım tarihi çeşitli kuramlarla doludur. Her kuram karşı kuramını oluşturmuş ama en sonunda bir fikir birliğine ulaşılabilmiştir. 1931 Carta del Restauro’dan sonra 1964 Venedik Tüzüğü ve 1975 Amsterdam Bildirgesi ile uluslararası koruma ve onarım kuralları belirlenmiştir. Buna rağmen restorasyon ve konservasyonla ilgili hala birçok tartışma yapılmakta, devinim devam etmektedir.

Türkiye’de de kültür varlıkları devlete ait olduğu için korunması ve onarılmasından devlet sorumludur. Elbette devletten uluslararası kurallara riayet etmesi beklenir. Restorasyon işlerini çoğu zaman devlet birebir üstlenmez ve taşeronlara yani özel şirketlere verir. Konusunda uzmanlaşmış şirketlerin bu tür işleri yapmasında elbette sakınca yoktur. Ancak işin bilimsel olarak yapılması şartını yerine getirememek problem yaratır. Devlet restorasyon projelerini kontrol eder. Etmekle yükümlüdür demek belki daha doğru olur.

Taşeron şirketler bu işi kar amaçlı yapmaktadırlar. Adı üstünde, şirkettirler ve yaptıkları işten hem geçinmek zorundadırlar hem de elemanlarına maaş vermelidirler. Bütçeler bellidir. İhaleler işi en iyi yapabilecek olana değil, en uygun fiyatla yapabilecek olana verilir. İşin içine para girince de bir şeylerin ters gitme veya hiç gitmeme ihtimali yükselir. Kültür varlıkları, hem de çok ama çok kıymetli eserler şişirme işçilikle, yanlış malzeme uygulamasıyla, bilimsellikten uzak restorasyon projeleriyle dönüşü olmayan zararlara uğrayabilir. Hatta bazıları restorasyon sırasında yanabilir.

Koruma mı, onarım mı?

Burada restorasyon kuramlarından biraz bahsetmek gerekiyor. Fransa’da ortaya çıkmış ‘üslup birliği’ adı verilen restorasyon kuramına karşı İngiltere’de başka bir düşünce ortaya çıkmıştı. Bu eleştirel bakış açısı yapıların restorasyon uygulamaları ile değiştirilmesine karşı çıkıyordu. Romantik görüş ismi verilen bu anlayışta “Restorasyon bir yapının başına gelebilecek en kötü şey.” (Ruskin söylemiş bunu) olarak tanımlanıyor ve yapıları olduğu gibi koruma fikri ön plana çıkartılıyordu. O günden beri çok tartışılan bir konudur bu. Onarmak mı, olduğu gibi korumak mı? ‘Theseus’un Gemisi’ hikâyesi tam da bu tartışmaya denk gelir. Burada gerçekten bir paradoks vardır. Girit’ten zafer kazanarak dönen Theseus’un gemisi Atina’da hatıra olarak uzun süre korunur. Zamanla geminin tahtaları çürüdükçe yenileriyle değiştirilir. Öyle ki, bir gün geminin değiştirilmedik hiçbir parçası kalmaz. Bu durumda gemi hala Theseus’un gemisi sayılır mı, yoksa başka bir gemi haline mi gelmiştir? Önemli olan gemi midir, hatırası mıdır?

Restorasyon bir yapıya müdahaledir. Dolayısıyla çok iyi düşünülmesi ve planlanması gerekir. Elbette her şey eskir ve onarım gerektirir. Ama bu işlevini sürdüren yapılar için kolaylıkla alınabilecek bir kararken işlevini yitirmiş, artık kullanılmayan, bütünlüğünü yitirmiş kültür varlıkları söz konusu olduğunda alınması zor bir karardır.

bursa-balibey-hani-01
Bursa, Balibey Hanı Eski Durumu
bursa-balibey-hani-02
Bursa, Balibey Hanı Yeni Durumu

Selçuklu Kümbeti, Osmanlı Hanı

 

Geçtiğimiz aylarda özellikle sosyal medya üzerinde sıkça karşılaşılan ve paylaşılan iki ayrı yapıya ait fotoğraflardan biri Bursa Balibey Hanı’na aitti. Bu yapı üzerinden konuşursak yukarıdaki paragraf daha anlamlı olacak. Büyük bir kısmı yıkılmış ama yine de güzel ve özel gözüken bir hanı olduğu gibi korumak yerine tamamen yeniden inşa etmek restorasyon mudur?

Tam olarak bunu yapmışlar. Evet, Venedik Tüzüğü yapıların korunması için yapılara işlev kazandırılsın der. Ama bu güzelim duvarları görünmez kılarak, planı bozarak, bambaşka bir şeye döndürmek demek değildir. Şimdi geriye Bali Bey Hanı’nın isminden başka hiç bir şey kalmamıştır. Üstelik işlev kazandırmak kamuya açık bir yer haline getirmek midir yoksa sadece cebinde dışarıda yemek yiyebilecek parası olanlara hizmet eden bir restorana çevirmek midir, bu da ayrı bir tartışma konusudur.

Koruma ve onarım düşüncesini ilk geliştiren ve Fransız Devrimi ile zarar gören yapıları korumak ve onarmak fikrini ortaya atan E. E. Viollet le Duc ismindeki kişi binaları tamamen değiştirebiliyordu. Mesela bir kilise inşaatı yüz yıl sürdü diyelim. Bu yıllar boyunca üsluplar değişir, ustalar değişir, zevkler değişir. Ama yapı yine de özgün ve özeldir. İşte le Duc böyle bir binanın restorasyonunu yaparken en eski üslup ne ise yapıyı o üslupta yeniden yapıyordu. Yapıyı hiç olmadığı bir hale çeviriyordu. Bunları şu yüzden yazdım. Bali Bey Hanı’nda yapılanlar bana en eski ve hükmü kalmamış koruma ve onarım fikrinin çok fazla etkisinde kaldıklarını düşündürttü. Ancak en eski üsluba geri döndürmek kısmını atlayarak, sadece yapıyı hiç olmadığı bir hale çevirmek kısmını uyguluyor olmalılar.

Sosyal medyada yer alan, gazetelere çıkan ikinci yapı Van Gevaş’ta yer alan bir kümbetle ilgiliydi. Fotoğraflar kümbetin neredeyse dibine yapılmış bir binayı gösteriyordu.

Kültür varlığı ve çevresi bir bütün olarak ele alınmalıdır. Çünkü eser çevresi ile bir ilişki içindedir. O ilişkiyi bozmak yapının ruhuna ihanettir. Van’daki Halime Hatun Kümbeti’nin hemen arkasına yapılan bina bu güzel mezara ihanet değil de nedir? Etrafı ağaçlarla çevriliyken böylesine rezil bir fonu bu kümbete layık görmek o yapıyı korumakla mükellef devletin ona verdiği değeri ispatlamaz mı?

Bıraksınlar artık, bir şeyler de olduğu gibi kalsın. Eski duvarlar görmeye ihtiyacımız var, onlardaki ruhu görebilenler var, yıkık bir binaya bakıp eski halini düşünenler, onu anlamaya çalışanlar var. Neden orası bir park, bir bahçe olmuyor, yeşil alan kalamıyor, ortada tıpkı bir heykel gibi o yapıdan geriye ne kaldıysa o durmuyor da hemen üzerinden para kazanmaya çalışılıyor, anlamak mümkün değil. Eski duvar işçiliği, tek bir duvar bile kalmış olsa, en pahalı konut projesinden daha çok bilgi aktarıyor, kaybedilmiş bir sürü değeri anımsatıyor.

Konservasyon diye bir şey olduğunu hatırlatmak lazım. Türkiye’de restorasyon projelerinden kazanılan para yüzünden olacak, konservasyon projelerine hiç prim verilmiyor.

Sterilizasyon öyle girmiş ki yaşamlara, düzen dedikleri askeri nizama o kadar alıştırılmışız ki eski eserleri bile pir ü pak görmeye bayılır olmuşuz. Orada ne yok ediliyor umrumuzda değil. Temiz olsun, düzenli olsun, eski de olsa yeni görünsün. Başka bir şeyi umursamıyor muyuz? Yıkık ve yarım şeyler bize içimizdeki yıkıntıları mı hatırlatıyor acaba da onlara dayanamıyoruz?

Baraj suları altında bırakılan antik kentler gördük. Hatta o zamanlar denildi ki “Sadece İslam kültürüne değer veriyorlar. Antik eserler onlar için taş yığını, üç beş kırık çömlek.” Ama yukarıdaki her iki örnek de bunu yalanlıyor. Anadolu’yu ve emanetlerini bir bütün olarak görmek, sevmek, korumak, anlamak şöyle dursun, yere göğe koyamadıkları devletlerin eserlerini bile görmüyor gözleri. Görebildikleri tek şey para olmalı..

gevas-kumbet-01
Van, Gevaş Halime Hatun Kümbeti
gevas-kumbet-02
Van, Gevaş Halime Hatun Kümbeti

Kültür Varlıkları Ranta Teslim

 

Kültür varlıklarımız paraya, ranta kurban ediliyor. Burada baraj suları altında kalan arkeolojik sit alanlarına, kültür varlıklarına (bunun içine yok olan köyler de dahildir.) değinmeden edemeyeceğim.

Türkiye Barajlar ve Kültürel Miras İzleme Komitesi’nin açıkladığı veriler çok çarpıcı. Bianet. org ’da yer alan açıklama (18.06.2002) şu şekilde:

Atatürk Barajı’nda 580 arkeolojik yerleşme yok oldu. Ancak 19’u belgelenebildi. Aralarında Zeugma, Apameia, Halfeti, Kalemeydanı, Rumkale gibi 30’un üzerindeki tarihi yerleşim, Birecik Barajı sularına terk edildi.

* Ancak 4 yerde kazı yapıldı.

* Karkamış Baraj alanında 48 yerleşme mevcut. Ancak 8’inden veri alınabildi. Ceyhan Nehri üzerindeki Aslantaş Baraj Gölü altında 25 yerleşme kaybedildi. Yalnız biri belgelenebildi.

* Dünyadaki antik 4 sağlık yurdundan (Asklepion) biri olan Allianoi yalnızca sulama amaçlı Bergama-Yortanlı Barajı’nın suları altında kalacak.”

2002 yılında Allianoi sular altında kalacak deniyordu. Bugün tamamen sulara gömülmüş durumda. Ne yazık.. Büyük bir kısmı kazılamadı. Açıklamadan bugüne çok zaman geçti. Mesela 2012 de çok büyük bir baraj olan Boyabat Barajı açıldı. Kim bilir altında kaç tane arkeolojik sit alanı kaldı. Kaçında kazı yapıldı, kaçı tespit edildi, kaçından hiç haberimiz olmadı ve olmayacak? Hasankeyf’i sular altında bırakacak baraj da hızla devam ediyor. İnsanlara yeni evler (TOKİ konutları) yapılmış da dağıtılmaya bile başlanmış. Yok, etmek ve yok edilmeyeni de restore ederek yok hale getirmek karşısında suskunluğumuz büyüyor sadece, başka büyüyen hiç bir şey yok.

Bizler kültür varlıklarının yok edilmesine, berbat restorasyonlarla tahrip edilmesine o kadar alışmışız ki sosyal medyada “Bergama Sunağı kaçırıldı ve bu halde (Almanya’daki Bergama Sunağı’nın sergilendiği mekânın fotoğrafı gösteriliyor.) Biz ise bunu yapıyoruz (Ağız kısmına modern bir musluk takılmış Antik bir heykel fotoğrafı gösteriliyor)” şeklinde dönüp duran gönderideki heykelin bizim ülkemize ait olmadığı aklımıza bile gelmiyor. Bize aitmiş gibi gösterilen heykel aslında Pompei’de bir hamamda. Bu alışmış olma durumuna ikinci bir örnek de İsviçre’nin Luzern şehrinde yer alan meşhur aslan heykelinin fotoğrafının “Aslantaş Barajı altında kaldı. Sadece sular çekildiğinde ortaya çıkıyor.” denilerek yayımlanması ve herkesin üzüntüsünü dile getire getire bu gönderiyi paylaşıp durması ile ortaya çıktı. Biz şahane kültürel varlıklarımız olduğuna inanıyor ama onların nasıl olsa bir şekilde yok edileceğine mi inanıyoruz? Biz neden bunlara alıştırıldık? Biz neden “Biz zaten korumayız ki” diyoruz? Neden tüm kötü örneklerin bize ait olduğundan şüphe duymayacak kadar yenilmişiz?

Kültür varlıkları sadece o ülkede yaşayanlara değil, dünyaya, hatta evrene aittir. Çünkü onlar bizim geçmişimiz, kimliğimiz, tarihimiz, bilgimizdir. Ne sular altında kalmasına, ne saygısızca müdahale edilmesine, ne herhangi bir şeymişler gibi binalarla kuşatılıp görünmez kılınmasına razı olamayız.

Suyumuza, toprağımıza, ormanımıza, kültür varlıklarımıza sahip çıkmak zorundayız.

* Yeşil Direniş Aylık Ekoloji ve Yaşam Gazetesi”, Sayı:7/8 de yayımlanmıştır.

“Yemyeşil” Bir Reklamın Düşündürdükleri

Nurşin Altunay

İstanbul Film Festivali bünyesinde gösterilen bir filmi izlemeye gittim geçenlerde. Bağımsız filmler izleyebilmek için sponsorlara, reklamlara zor da olsa ses çıkartmamayı, kendi kendimize söylenmeyi öğrendik. Sabırla filmden önce gösterilen reklamları izlemeye başladım. Reklamlardan biri çok çarpıcıydı.

Reklam Antarktika’da on penguen, Akdeniz’de iki gagalı yunus, Macahel’de yüz Kafkas Arısı, yağmur ormanlarında on bambu, pardon on beş bambu, Akdeniz’de dört yavru Caretta Caretta, Tazmanya’da yirmi küçük su samuru diyor.. Bunları kurtarmayı vaat ediyor gibi. Sayılar ve görüntüler azıcık duyarlı olan herkesin direkt kalbinde bir yere dokunuyor. Bu hayvanları kurtarabilir miyim gerçekten? Matematik hesabı nasıl yapılmış pek anlamadım aslında. Yani dört Caretta Caretta, yirmi su samuru yavrusuna mı eş değer? Ne?

green-marketing

Neyse zaten dediğim gibi beyaz eşyaların içinden çıkıp, etrafından falan dolanıp kendi yaşam alanlarına akan bu hayvan görüntüleri ve sayılar gerçekten de “bu marka cihazları kullanırsak kurtarabileceklerimiz budur” gibi bir algı yarattı bende. Reklam direkt böyle bir şey söylemiş miydi? Yoksa bu görüntüler sadece bir büyü etkisi miydi? Ama yok. Yaklaşık bir dakika içinde geçip giden görüntülerin mesajı apaçık ortada. Onların yaşayıp yaşamaması, kurtarılıp kurtarılamaması bizim alacağımız karara, daha doğrusu alacağımız beyaz eşyalara bağlı..

Hayvan görüntüleri bittikten sonra şöyle deniliyor reklamda:

Doğa dostu teknoloji ürünü kullandığınızda dünyanın herhangi bir yerinde de bir canlı yaşam hakkını kullanmış oluyor. Şöyle bir düşünün, gelecek nesillere her şeyden daha değerli bir miras bırakıyorsunuz. Yaşamın kendisini”.

Şöyle bir düşünün diyor ya, ben de reklamın etkisinde kalmış biri olarak düşündüm. Biraz da baktım doğa dostu teknoloji denilen şeye. Web sayfaları da güzel reklamları gibi, yemyeşil, ferah, gayet çevreci bir imaja sahip.

Diyorlar ki “Enerji ve su sarfiyatına karşıyız! Eski beyaz eşyalarınız hala çalışıyor olabilir; ancak elektrik ve su sayacınız hızla dönmeye devam ediyor.”

Demek ki gelecek nesillere, çocuklarıma gerçek bir miras bırakmak istiyorsam, başka canlıların yaşam hakkına saygılıysam hemen gidip bu ürünlerden edinmeliyim. Evdekilerini eskiciye satarım. A-PLUS sınıfı beyaz eşyalar diğerlerine göre çok pahalı ama olsun. Dünya ve gelecek için paranın lafı mı olur? Kredi kartı numaramı verdiğim çevre örgütü benim yerime dünyayı kurtarmakla uğraşıyor gerçi. Yine de az daha katkı kendimi daha iyi hissetmemi sağlar. Parasıyla değil mi nihayetinde? Hayat ne kolay artık. Parayla her şey satın alınabiliyor. Para verip aktivist oluyorsun, dünyayı yok edenlerden ayrılıp dünyayı kurtaranlardan tarafa geçiyorsun. Para verip yaşam hakkı savunucusu da olunabiliyor, çok şahane. Kendine havalı bir kimlik yaratıyor ve vicdanın rahat uyuyabiliyorsun. Şöyle bir de bir kaç mesajlı STK tişörtü alırsan, çalgılı, şarkılı bir iki eyleme de gidersen tamamdır.
….
Böyle olmadı elbette. Bunu ben kurguladım. Reklamın bendeki etkisi çok farklı oldu.

Tüm konsantrasyonumu bozdu ve içimde bir şeyin yavaş yavaş büyümesine sebep oldu. Öfke miydi bu? Sadece basit bir kızgınlık mı? Kendimi ve etrafımdaki herkesi bir aynada mı görmüştüm de bu gerçek sert gelmişti? Biz böyle bir şey miydik artık?

g_001_f

Reklam hayvan görüntüleri, hayvan sayıları vererek belirtilen sayıda hayvanı kurtarabileceğimiz algısını oluşturuyor demiştik. Evet, sadece beyin böyle bir çıkarımda bulunuyor. Aslında reklam ve marka böyle bir şey iddia etmiyor. Siz öyle dedi zannediyorsunuz. Ustaca kurgulanmış. Görüntülerden hemen sonra söylenen sözleri zaten yukarıda yazmıştım. Ne anlamsız değil mi? Bu hayvanların ve bu sayıların anlamı ne o zaman? Sadece ima mı? Verilmeyen bir bilgiyi beynimiz tamamlıyor ve bunu kodluyor mu?

Düşünün diyor ya reklam.. Gerçekten düşünüyor mu insanlar? Düşünüyor muyuz? Bu beyaz eşyalar gökten zembille mi iniyor sanıyoruz? Nerede üretiliyor, ne kadar suyu kirletiyor, ne kadar havayı kirletiyor? Bozuk olmayan bir ürünü enerji tasarrufu vaat eden bir ürünle değiştirmek tasarruf mudur gerçekten? Madem bu şirketler tasarrufa bu kadar önem veriyor, doğayı, gelecek nesilleri falan düşünüyorlar, neden çok çok uzun yıllar bozulmayan ürünler yapmıyorlar? Neden hep daha büyüğünü, daha genişini üretmeye çalışıyorlar? Neden “çok fazla kıyafetiniz var, bu kadarına ihtiyacınız yok, dağıtın çoğunu, hem az çamaşır çıkar, tasarruf edersiniz.” demiyorlar. “Öyle bir öğünde kırk çeşit yemeğe gerek yok, bir tas çorbayla da doyarsınız. Napacaksınız devasa iç hacimli buzdolabını” da demiyorlar. “Eskiden çamaşır kurutma makinesi mi varmış, boşa enerji tüketimi” de demiyorlar elbette. Onun yerine tam tersi bu ürünlerin kullanımını teşvik ediyorlar. “Elde bulaşık yıkarsan çok su harcarsın, makine de yıkarsan az su harcarsın”.. Hadi ya.. Ondan önce daha az çamaşır yıkatmanın, daha az bulaşık çıkartmanın çaresi üzerine düşünseydik? Eskiden tek bir koca tabaktan yemek yiyebiliyorduk. Bulaşık sadece büyük bir kap ve çatal kaşık oluyordu. Ama şimdi çorba kâsesi, servis tabağı, salata kâsesi, herkese ayrı yoğurt tabağı vs. Bulaşıklar mutfağa sığmıyor, elde yıkama düşüncesi bile korkunç geliyor birçoğumuza. Yalan mı? Ha bir de bu makineler bir sürü başka ürün kullanımı gerektiriyor. Bir sürü kimyasal.. Mesela çamaşırların güzel kokması için yumuşatıcı lazım, bulaşıkların parlaması ve kıymetli porselen takımlarının korunması için özel deterjanlar ve yan ürünler lazım. Tüm bunlar çok önemli değil mi? Yaşamsal… Makinelerimiz olmasa biz ölürüz. Hayat durur.

green_label_graphic

Tükettirmek için kırk takla atan şirketlerin bu iyi, yumuşak, çevreci ve bizi düşünen maskeleri benim midemi bulandırıyor. “Yeşil aklama” dedikleri şey, tam da bu olsa gerek.

Yaşamı gerçekten savunan bir şirket olabilir mi? Para kazanmak için kurulmuş bir yapı para kazanmadan insanların iyiliğini düşünmeyi seçebilir mi? Dünyayı yok ettiğimizi ve dünyaya zarar verenin sadece bizler olduğunu düşündürterek kendi suçlarını mı gizliyorlar? Neden tek sorumlu biz olalım ki? Yozlaşma, algının kilitlenmesi, tüketim çılgınlığı sistemin devamı için gereklilik. Sistem görevini gayet iyi yaparak kendi yakıtını üretiyor işte. Yani bizi üretiyor. Sadece bir an durup düşününce anlaşılabilecek gerçekleri, milyonlarca insandan, çok çok uzun süre saklayabilme yetenekleri gerçekten çok gelişmiş bu şirketlerin.

Ne yazık. Şirketlerin bizim üzerimizden kendilerini var ettiğini göremediğimiz derin bir uykuya yatmış gibiyiz.