“Bu sorundaki payım nedir?” diyebilmek ve gereğini yapmak…

Ali Rıza Avcan

14-28 Mayıs 2023 tarihleri arasında yapılan milletvekili genel seçimi ile cumhurbaşkanlığı seçimleri sonrasında yeni bir dönemle karşı karşıyayız…

Çünkü yapılan her iki seçim sonucunda, kitleleri büyük ölçüde umutlandırıp hayal kırıklığına uğratan “geççek” ya da “geliyor gelmekte olan” politikaları açık ve net bir şekilde iflas etti…

Böylelikle ülkeyi ya da bir kenti yönetmenin sadece umut etmekle, umudu körüklemekle ve amiyane bir deyimle duygulara hitap edip “gaza getirmekle” olmayacağını bir kez daha anladık, bir kez daha gördük…

Ülkeyi ya da kenti yönetmeye aday olup bunda başarısız olmanın getirdiği ağır yüklerin altında, bu başarısızlığın, gelecek beş yıllık süre içinde ne kadar insanın ölüp öldürülmesine, yaralanıp sakat kalmasına, göç edip başka diyarlara gitmesine ve kişisel ya da aileler olarak büyük zararlarla karşı karşıya kalmasına neden olduğunu unuttuk…

Kısacası masum bir umut filizini, bu tür şişirme sloganlarla, saptırılmış anketlerle ve ayakları yere basmayan popülist politikalarla kırdık attık…

Sonuç, hem yaşadığımız ülke ve kent itibariyle büyük bir başarısızlık…

Bu büyük başarısızlığa bir takım mazeretler bulup hafifletmeye çalışmak da, nafile bir çaba…

Yüksek Seçim Kurulu’nun resmi verilerini kullanarak hazırladığım aşağıdaki tablo ve grafik, bu başarısızlığın 2015-2023 döneminde İzmir’de yarattığı zayiatı net bir şekilde ortaya koyuyor.

İzmir’de son üç milletvekilliği seçimine katılan siyasi partilerin aldıkları oy miktarı ile yüzdesini gösteren tablo ile bu verilerin yıllar içindeki seyrini gösteren grafikte de göreceğiniz gibi;

1. İzmir’deki 2015 milletvekili genel seçimlerine 16, 2018 seçimlerine 8, 2023 tarihli son seçime ise 24 siyasi parti katılmıştır.

2. 14 Mayıs 2023 tarihli son milletvekilliği genel seçimindeki onca çabaya karşın oy kullanma oranı 2015 seçimlerinde % 88,06 iken 2018 seçimlerinde % 89,13’e, 2023 seçimlerinde de % 1,14 artışla ancak % 90,27 oranına yükselmiştir.

3. Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) ile Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) ve Milliyetçi Hareket Partisi’nin (MHP) oyları birbirini izleyen 3 ayrı seçim itibariyle devamlı düşmektedir.

4. İyi Parti (İYİP), 2018’de % 11,09 olan oy oranını 2023’de % 11,65 ile korumuştur.

5. 2015’de % 8,64, 2018’de % 11,31 oranında oy alan Halkların Demokratik Partisi (HDP), Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi (YSGP) olarak girdiği 2023 seçimlerinde ancak % 7,5 oranında oy alabilmiştir. Bu düşüşte sadece İzmir 2. Bölge’de seçime girip aldığı % 2,37 oy oranı ile milletvekili çıkaramayan Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) etkili olduğu söylenebilir.

6. 2023 seçimleri itibariyle ilgi çekici diğer bir sonucu ise 2015 seçimlerinde 15.787 seçmenle % 0,58 oy alan Doğu Perinçek’in Vatan Partisi’nin (VP) 2018 seçimlerinde % 0,31, 2023 seçimlerinde de toplam 3.437 kişi ile % 0,12 oranında oy alırken 2015 ve 2018 seçimlerine katılmayan Zafer Partisi’nin (ZP) İzmir’de % 2,37 oranında; yani 72.112 adet oy almış olmasıdır.

7. İzmir’deki Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) oyları 2015 yılında % 31,02 oranında iken, bu oran 2018 seçimlerinde % 27,98’e, 2023 seçimlerinde % 24,59 düzeyine düşmüş olmakla birlikte, İzmir’i “kale” edinen Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) durumu daha vahim bir durumdadır. Çünkü yaşanan büyük ekonomik sorunlar, yoksulluk ve deprem felaketi gibi avantajları iktidarı yıpratmak için değerlendiremeyen Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) İzmirliden aldığı oyların oranı 2015 seçimlerinde % 46,74 iken bu oran 2018 seçimlerinde % 42,04’e, büyük avantajlara sahip olduğu 2023 seçimlerinde ise % 41,49’a düşmüştür.

Bu durum üzerinde durulup uzun uzun düşünülmesi gereken bir sorundur. Hem parti yöneticileri hem de Cumhuriyet Halk Partisi’ne (CHP) umut bağlayıp oy veren seçmenler açısından…

Muhakkak ki bu durumun birçok nedeni vardır…

Bu anlamda ilk olarak Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) zaman içinde değişen politika, strateji ve taktikleri, ideolojik yoksunluk, herkesi kucaklama merakından kaynaklanan popülist politikalar, üst yönetimin kötü kalitesi, diğer partilerle yapılan ittifaklar, yanlış aday tercihleri, il ve ilçe yönetimlerinin başarısızlığı, iktidarın baskısı ve kural dışı davranışları gibi nedenleri sayabiliriz…

Ama bence, bu sonucu belirleyen nedenlerin en önemlilerinden biri de, Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) politikalarını başarıyla uyguladığı söylenen büyükşehir belediyesi ile ilçe belediyelerinin yaptıklarından ya da yapmadıklarından oluşan hizmetlerin durumudur…

O nedenle, bir belediyenin üretip halka sunduğu başarılı hizmetlerin, belediye başkanlarının adaylarla birlikte dolaşmasından ya da adayları desteklemek için mesajlar atmasından daha etkileyici, daha belirleyici olduğunu; hatta çoğu seçmenin, kendince başarısız bulduğu belediye başkanını milletvekili adayının yanında görmesi nedeniyle o adayı desteklemekten vazgeçebileceğini, başarısız belediye başkanlarının adaylara zarar verebileceğini bile söyleyebilirim…

Önce özeleştiri….

O halde, CHP’nin kalesi olarak adlandırılan İzmir özelindeki bu olumsuz durumun ortaya çıkmasında, Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) oylarının iktidarın tüm olumsuzluklarına rağmen yıllar içinde devamlı olarak azalmasında kimlerin, hangi kurumların ve hangi politikaların payı var ve bu payın telafisi için bundan böyle ne yapmak gerekiyor?

Parti ve belediye yöneticilerinin öncelikle bu soruları kendilerine sorup ama ya da fakat demeden özeleştiri yapmaları gerekiyor.

Yeniden belediyecilik…

Tabii ki, bu özeleştiri sonrasında halkın belediye hizmetlerinden daha fazla memnun olması için gerçek bir belediye olmayı yeniden hatırlamaları, belediyelerin asıl ve öncelikli görevlerine odaklanmaları gerekiyor… Tabii ki konser verecek sanatçıları birbirleriyle yarıştırmadan ve belediyelerin zorunlu olmayan hizmetlerine büyük bütçeler ayırmadan…

Son bir öneri olarak da;

Yapılması gereken önemli işlerden biri de, seçim öncesinde yaptığı anketlerle ülke düzeyinde büyük manipülasyonlar yapıp cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu‘nu açık ara farkla önde gösteren; böylelikle Cumhuriyet Halk Partisi’ne (CHP) zarar veren “büyük araştırmacı” başkan danışmanı Bekir Ağırdır‘ın görevden alınıp, ona ve şirketi Konda‘ya bundan böyle belediye ya da Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ile ilgili anketlerin yaptırılmaması gerekiyor.

Halid Ziya Uşaklıgil’in İzmirlilere ithaf ettiği İzmir Hikayeleri….

Ali Rıza Avcan

Bence her İzmirli ve İzmir’i sevenin elinin altında bulundurup okuması ve Kemeraltı, Basmane ve Kadifekale gibi kentin tarihi merkezini gezerken gördüğü her dükkan ve evde bu hikayelerdeki kahramanları arayıp sorması gereken bir kitap, Halid Ziya Uşaklıgil’in 1955 yılında oğlu Bülend Uşaklıgil tarafından bastırılan son eseri İzmir Hikayeleri…

Nitekim kitabın başına konulan özel notta oğlu Bülend Uşaklıgil, “ölümünden sonra basılan bu kitabını İzmirlilere ithaf ettiğini babam bana son günlerinde söyledi” diyerek kitapla İzmir ve İzmirliler arasındaki özel bağı ortaya koyuyor.

O nedenle, İzmirlilere ithaf edilen bu özel kitabın kentin tarihi ve tanıtımı ile görevli olup son yıllarda ilgisiz konuları kendine görev bilen Ahmet Piriştina Kent Arşivi ve Müzesi tarafından basılıp her İzmirliye armağan edilmesi gerekiyor… Çünkü son iki baskısı 1991 ve 2021 yıllarında İnkılap Kitabevi tarafından yapılmış olmasına karşın kısa sürede tükenmiş durumda ve arandığında da bulunması bayağı bir zor oluyor…

İzmirli yazar Halid Ziya Uşaklıgil’in bu özel ve değerli kitabını ele alıp yorumlamak amacıyla yaptığım araştırmalar sırasında karşıma çıkan Mahal Edebiyat Yayınları’nın yazarı Nurdan Şallı’nın aşağıdaki “Halid Ziya Uşaklıgil’in Ölümünden Önce Yazdığı Son Eseri: İzmir Hikayeleri” başlıklı incelemeyi doğrudan doğruya yayınlamanın daha doğru olacağını düşündüm.

Halid Ziya Uşaklıgil’in Ölümünden Önce Yazdığı Son Eseri: İzmir Hikâyeleri (*)

Servet-i Fünûn döneminin nesir ustası Halid Ziya Uşaklıgil 27 Mart 1945’te dünyaya veda etmiştir. Halid Ziya döneminde en çok romanlarıyla meşhur olmuş, hikâyelerinde hak ettiği değeri görememiştir. Romanlarında seçkin tabakayı merkeze alan yazar hikâyelerinde sıradan insanların yaşam biçimini, kültürünü işlemiştir. Çoğu kendi anılarından oluşan 150’ye yakın hikâye kaleme almıştır. İzmir’de çocukluk ve gençlik hatıralarını anlattığı “İzmir Hikâyeleri” vefatından birkaç sene önce yazdığı son eseridir. Eser ilk olarak 1950’de Cumhuriyet Matbaası’nda yayımlanmıştır. 1990’lı yıllarda İnkılâp Kitabevi kitabı tekrar basmış, Şemsettin Kutlu anısal öyküleri düzenleyerek yeni basıma hazırlamıştır. Kitabın ilk sayfasına Halid Ziya’nın oğlu Bülend, “Ölümünden sonra basılan bu kitabını İzmirlilere ithaf ettiğini babam bana son günlerinde söyledi.” şeklinde bir not eklemiştir.

Eser “Gerilere Doğru”, “Uzak Anılar”, “Güzel İhsan”, “Civelek Ziver”, “Ayni Tata”, “Abdi ile Karanfil”, “İki Simâ”, “Deli Fato” olmak üzere toplamda sekiz hikâyeden oluşmaktadır. 

Gerilere Doğru

Halid Ziya 12 yaşından 24 yaşına kadar İzmir’de yaşamını sürdürmüştür. Yaşlılık döneminde, gençlik ve çocukluk anılarını tazelemek için son kez İzmir’i ziyarete gelir. Ancak aradığı samimi hatıraları bulamaz. 1922 İzmir Yangını’ndan sonra yaşadığı güzel günlerin de yanıp kül olduğu gerçeğiyle yüzleşir. Bir zamanlar tek eğlencesi olan kurşun askerlerden, Fransız operetlerinden, saray kadınlarının cuma günleri yaptığı gezintilerden, tütüncü dükkânından, dedesinin konağından hiçbir iz kalmamıştır. Yaşadığı hayal kırıklığını yazar şöyle tarif eder: “Kendimi yabancı bir ülkenin tanınmamış insanları arasında buldum, sinirlerimden bir ürperme geçti. Gerçekten İzmir’de, şu benim sevgili İzmir’imde miydim?” (s.34) Âdeta kendi ifadesiyle anılarını bir sis bürümüştür. Bu yeni ortamda eski benliğini bulamayan Halid Ziya, yazarlık hayatının geçtiği Kemeraltı Caddesi’ndeki edebî anılarını anımsar. İlk gençlik yıllarında arkadaşları Tevfik Nevzat ve Bıçakçızade Hakkı ile “Nevruz” adlı bir dergi kurarak yazı hayatına giriş yapmışlardır. Ardından “Hizmet” gazetesini kurmuşlardır. Hizmet gazetesinde pek çok romanı ve mensur şiirleri tefrika edilmiştir. Anılarını anımsarken mensur şiirlerine gelen saldırılara öfkelenir, Recaizade Mahmut Ekrem’in daima destekçisi olmasına minnettarlığını belirtir. Ara ara Batı müziğine olan tutkusundan, plak koleksiyonundan bahseder. Bach, Mozart ve Beethoven’a övgüler düzer. Öykünün en sonunda ise yaşlılık hâliyle gençlik hâlinin hayali, bir mekânda karşı karşıya gelir. Yaşlılığı gençliğine emelleriyle ilgili sorular sorar. Bir hayal sarhoşluğu içinde öykü sona erer. 

Uzak Anılar

1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nın sonlarında Halid Ziya’nın babasının İzmir’e zorunlu tayini çıkar. İstanbul’da Saraçhanebaşı’ndaki bahçeli evlerinden taşınıp, dedesinin İzmir’deki Çorakkapı konağına sığınırlar. Arapfırın Mahallesi’nde yaşayan Kevser Hanım’ın evinde Affan Sabit ile tanışır. Garip bir çocuk olan Affan Sabit kedi ve güvercinlere hastalıklı derecede takıntılıdır. Her gördüğü kediyi, güvercini tüfekle öldürmesi tüyler ürperticidir. Yabani ata biner, ava çıkar, iyi nişan alır. Evde aldığı özel derslere Halid Ziya’nın da eşlik etmesini ister. Böylelikle aralarında arkadaşlık ilişkisi başlar. Birlikte Nedîm ve Ziya Paşa’dan beyitler okurlar, Kanunî Cemil Bey’den musiki dinlerler. Bu anılarda dönemin entelektüel hayatına ışık tutan küçük detaylar yer alır. Affan Sabit karakteri aracılığıyla Halid Ziya’nın Doğu kültürüne, tasavvufa yönelik ilgi ve merakı olduğunu keşfederiz. Affan tasavvufa yoğun bir tutku beslemeye başlar, tekke ve dergâhlara karışıp şeyh olur. Sonunda akıl sağlığını yitirerek bir kliniğe kapatılır. Halid Ziya Affan karakterinin derinliğine inmez, garip davranışlarının nedenini sorgulamaz. Affan’ı olduğu gibi kabul eder; onu karikatürize etmeden, ötekileştirmeden ilginç bir dost olarak anlatır.

Güzel İhsan

Çevresinde çirkinliğiyle anılan İhsan’a halk ironi olsun diye “Güzel İhsan” lakabını takmıştır. Ergenlik çağında çiçek hastalığına yakalanan İhsan’ın bütün derisi delik deşik olmuştur. İnsanlar onun dış görünüşünden iğrenmek yerine ona acıma hissiyle yaklaşmıştır. Otuzlu yaşlarına geldiğinde annesi artık onu evlendirmeye karar vermiştir. Ancak hiçbir kadın İhsan’la evlenmek istememiş, hatta onunla yan yana bile oturmaktan kaçınmıştır. Aradan epey zaman geçtikten sonra İhsan başkasından hamile olan bir kadınla evlenmiştir. Bu durum halkta dedikodu ve alaya sebep olmuştur. Halk kendi arasında İhsan’a ironik bir lakap taktığı gibi doğan çocuğa da “bağış, ihsan” anlamına gelen “Mevhibe” adını vermiştir. Halid Ziya “Güzel İhsan” karakteri üzerinden dolaylı olarak halkın kalıplaşmış değer yargılarına tenkitte bulunur. İzmir’in yöresel lezzetleri -sübye, havyar ezmesi, dil balığı- İhsan’ın oburluğu üzerinden anlatılır. Farklı dış görünüşlerin, yaşam tarzlarının damgalanması, mahalle halkının lüzumsuz meraklı hâlleri, gençlerin özel hayatlarına müdahaleci davranışları, ailelerin evlilik baskısı günümüzde hâlâ sorgulanmaya değer toplumsal meselelerdir.

Civelek Ziver

Halid Ziya Osmanlı Bankası’nın İzmir şubesinde memur olarak çalışırken Menzilhane adlı bir kahvehaneye çok sık gitmeye başlar. Kahvehanenin sahibi Yavuz İbrahim o sıralarda Ziver adlı sevimli bir genci evlatlık edinir. Ziver İzmir’de “Çuçana” diye anılan siyahîlerdendir. Ziver çok neşeli ve canlı olduğundan Yavuz İbrahim ona “Civelek” lakabını takmıştır. Öyküde Ziver’in fiziksel özellikleri ve kişiliği beğeniyle tasvir edilmiştir: “(…) Düzgün, boyu bosu; ince bacakları, kolları, ışıl ışıl parıldayan kıvırcık kirpiklerle gölgelenmiş zeki gözleri, kadife gibi yumuşak bir teni vardı. Hele hâli davranışı, Yavuz İbrahim’in ona verdiği civelek sanına pek uygundu.” (s.143) Sonrasında Ziver’in ansızın hastalanışı ve hava değişikliği için babasıyla birlikte Rodos’a gidişleriyle birlikte öykü sonlanır. 

Ayni Tata

Sokaklarda yaşayan, kimseyle konuşmayan, yanında belinden iple sarkan bir kutu taşıyan bir meczubun öyküsüdür. Kutusunun içinde tarak, sabun, düğme, makas el aynası gibi birtakım eşyalar bulunur. Halk, Ayni Tata’nın tekinsizliğine duyulan korkuyu gidermek için, onun varlığına ruhsal anlamlar atfetmiştir. Böylelikle mahalle halkı onu sevimli bulmaya başlamış, kendi aralarından biri olarak saymıştır. Bir gün çocuklardan biri Ayni Tata’nın belinden sarkan kutusunu yere düşürür. Bunun üzerine Ayni Tata ilk defa içli içli ağlayıp kayıplara karışır. Halk meczubun göklere uçtuğuna kanaat getirir. Kutusunu düşüren çocuğun başına kötü hadiseler gelmesi, kayboluşunun hemen ardından İzmir’de deprem olması halk tarafından Ayni Tata’nın intikamı olarak yorumlanır. İsmi sanı, nereden geldiği bilinmeyen bu meczubun öyküsü İzmir’deki halk inanışları hakkında okura ipuçları verir. Edebiyatımızda Oğuz Atay’ın “Beyaz Mantolu Adam” hikâyesiyle de benzerlik gösterir. 

Abdi ile Karanfil

Arabacı Abdi ile halayık Karanfil arasında geçen bir aşk öyküsüdür. Karanfil, Halid Ziya’nın küçük halasının Habeş cariyesidir. Abdi’nin babasının aşklarına karşı çıkması sebebiyle iki genç âşık birbirine kavuşamaz. Öykünün halk hikâyelerine benzer bir kurgusu vardır. Giriş kısmında da Halid Ziya iki gencin aşkını Tahir’le Zühre, Kerem’le Aslı’nın aşkına benzetir. Babası oğlunun siyahî bir kadınla evlenmesine razı olmaz. Öyküde babasının ırkçı tavırları şu şekilde geçer: “(…) Ben bir tek oğlumun bana siyah torunlar yetiştirmesine katlanamam…” (s.173) Abdi bu söz üzerine babasının isteğine boyun eğer. Her ne kadar bireysel teması olan bir aşk öyküsü olarak başlasa da, öykünün sonlarına doğru ayrımcılık ve ırkçılık gibi sosyal problemlere de değinir. Halid Ziya sayfa aralarında Afrika’dan getirilip konaklara satılan genç kadınların acı dolu esirlik hayatından da söz eder.

Deli Fato

Şemsettin Kutlu’nun dipnotuna göre, bu öykünün Halid Ziya’da özel bir yeri vardır. Halid Ziya “Deli Fato” yu uzun bir öykü olması sebebiyle “küçük roman” olarak sınıflandırmış ve ayrı bir kitap olarak basmayı düşünmüştür. Ancak ne yazık ki isteği gerçekleşmemiş, öykü de “İzmir Hikâyeleri”nin sonuna ilave edilmiştir. Halid Ziya “Abdi ile Karanfil” de olduğu gibi bu öyküde de bir aşk serüvenine odaklanır. Salime kadının kızı olan Fato kendi mahallesinde berberlik yapan Ali’ye âşık olur. Fato toplumsal cinsiyet rollerini, kadının ikincil konumunu reddeden, kişisel bağımsızlığı için mücadele eden bir karakterdir. Halk aykırı davranışlarını delilik olarak yorumlar ve ona “Deli Fato” lakabını takar. Her şeye aniden öfkelenen, şiddete meyilli olan Ali de “Şimşek Ali” olarak anılır. En büyük tutkusu İzmir türküleri söylemek olan Deli Fato, ara ara mevlidlere gidip ilahiler de söyler. Halk arasında ulu orta türkü söylemesi garip karşılanır. “- Sakın Han’da türkü söyleyeyim deme; yasaktır.” (s.221) hatırlatmasında dahi bulunurlar. Ancak Deli Fato hiçbir şeye aldırış etmez, türkü söylemeden duramaz. Kendi kazancıyla çok istediği mercan gerdanlık ve firuze yüzüğü alır. O dönemde bu tarz takılar yeni gelinlere erkekler tarafından armağan edilir. Kadınların çalışma hayatına atılmasına da öyküde aile bireyleri tarafından sıklıkla karşı çıkılır. Kısacası kadınlar erkeklerin tahakkümü altında varlığını sürdürmektedir. Deli Fato ataerkil düzene karşı çıkan eylemleriyle diğer öykülerdeki kadın karakterlerin hepsinden ayrılır. Kıskançlık nedeniyle Şimşek Ali tarafından bıçaklanan Deli Fato ilk defa eril tahakküme boyun eğer. Küçük romanın tek eksik ve kusurlu kısmı burasıdır. Ancak Halid Ziya tanık olduklarını gözlemleyerek, doğrudan müdahale etmeden anlatır. Bu yönüyle realizm akımının unsurlarını taşır.

Halid Ziya Uşaklıgil ölümünden önce kaleme aldığı öykülerinde İzmir’in arka mahallelerine iner, halk arasında dolaşır, dış dünyayı iç dünya üzerinden değerlendirir. Öykülerin çoğunda karakterlerin halk tarafından koyulmuş lakapları vardır. Lakaplar halkın gelenekleri, inanışları, değer yargıları hakkında birer belge niteliğindedir. Halid Ziya hikâyelerini yazarken modern hikâyenin öncüsü Samipaşazade Sezai’nin “Küçük Şeyler” adlı eserinden etkilenmiştir. İnsan ve kent manzaraları sunduğu küçük hikâyelerinde çevre ve şahıs tasvirleri epey güçlüdür. Yazar farklı etnik gruplara, farklı yaşam biçimlerine odaklandığından hikâyelerdeki sosyokültürel unsurlar çeşitlidir. Eski İzmir’in kültür ürünleri hakkında detaylı bilgiler mevcuttur. Öykülerde ele alınan toplumsal temalar evlenme usulleri, evlat sevgisi, dinî yaşam, esaret, kişisel bağımsızlık, eğitim hayatı, akrabalık ilişkileri, namus anlayışı; kişisel temalar ise hayal kırıklığı, ölüm, yalnızlık, yaşlılık, aşk, dedikodu, kıskançlık ve akıl hastalığıdır. 

KAYNAKÇA

Aslan, Hanifi, “Halit Ziya Uşaklıgil’in Hikâyelerinin Tematik İncelenmesi”. Yayımlanmamış Doktora Tezi. Gazi Üniversitesi, 2008.

Sazyek, Hakan, “Halit Ziya Uşaklıgil’in Hikâyeleri ve Türk Hikâyeciliğine Katkıları”. Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi. Ankara Üniversitesi, 1989.

Uşaklıgil, Halid Ziyaİzmir Hikâyeleri. İstanbul: İnkılâp Kitabevi, 1991.

(*) Nurdan Şallı, “Halid Ziya Uşaklıgil’in Ölümünden Önce Yazdığı Son Eseri: İzmir Hikâyeleri“,https://mahaledebiyat.com/halid-ziya-usakligilin-olumunden-once-yazdigi-son-eseri-izmir-hikayeleri/

666 sayısı ve İzmir…

Ali Rıza Avcan

666 veya altı yüz altmış altı665‘ten sonra ve 667‘den önce gelen bir “doğal“, “rasyonel” ve “çift” sayıdır. Matematikte 666 sayısı bir “rakam“, bir “asal sayı” ya da bir “mükemmel sayı” değildir ve 12 tane böleni bulunan, karekökü yaklaşık 25,80, karesi 443.556, küpü ise 295.408.296 olan bir sayıdır. 666’nın 12 tane böleni bulunmaktadır.

666 sayısı Wikipedia‘da yazılı olan bilgilere göre yıllardır şeytanı temsil etmesiyle bilinir. Hıristiyanların kutsal kitabı İncil‘in Vahiy bölümünde 666’dan “canavara ait sayı” olarak bahsedilir.

“Bu konu bilgelik gerektirir. Anlayabilen, canavara ait sayıyı hesaplasın. Çünkü bu sayı insanı simgeler. Sayısı 666’dır.” Vahiy, 13. Bölüm 18. Ayet

Orijinal metne bakıldığında Yeni Ahit‘in el yazmalarının çoğunda ve İncil‘in İngilizce çevirilerinde Yunanca χξϛ’ şeklinde yazılan 666 sayısının İbranice şekilde yazıldığı görülür. 666 sayısının İbranice Gematria’daki telaffuzu “Neron Kesar” şeklindedir, yani Roma’yı yakan Nero Caesar‘ın İbranicesi. 666’nın şeytanın sayısı olduğu inancının buradan geldiği düşünülmektedir. 616‘nın İbranice telaffuzu da “Neron Kesar” olduğu için bazen 616 da şeytanın sayısı olarak nitelendirilir. (1)

Evet, son günlerde sayılardan anlam çıkararak geleceği görmek isteyen MHP lideri Devlet Bahçeli bütün bunları duymasın ama kutsal kitap İncil‘e göre 666 sayısının canavarın; yani şeytanın sayısı olduğuna dair bir inanç var. Son yıllarda bu sayının 666 değil de 616 olduğuna dair yeni bir tartışma açılmakla birlikte yüzyıllardır 666 sayısı Hıristiyan dünyasında şeytana ait lanetli bir sayı olarak kabul görmüş.

Hatta bir zamanlar UNESCO Dünya Mirası Bergama Alan Başkanı olan sevgili arkadaşım ve Trakya Üniversitesi öğretim görevlisi Dr. Yaşagül Ekinci‘nin hatırlatmasına göre, İncil’in Vahiy bölümünün 2. ayetinde, “Bergama’daki kilisenin meleğine yaz. İki ağızlı keskin kılıca sahip olan şöyle diyor: ‘Nerede yaşadığını biliyorum; Şeytan’ın tahtı oradadır.” dendiği için, bu konu ile ilgilenen teologlar bu tahtın Bergama‘daki ünlü Zeus Sunağı‘nın tam önündeki küçük bir tapınakta olduğu iddia edilmektedir.

Şimdi gelelim İzmir‘in bu lanetli 666 sayısı ile ilgisine… Özellikle de “gavur” olarak ünlenen İzmir’de ne anlama geldiğine…

Efendim, 14 Mayıs 2023 tarihinde yapılacak milletvekili genel seçimlerinde İzmir‘in iki ayrı seçim bölgesinde seçime girecek 24 ayrı siyasi parti ile 8 ayrı bağımsız adayı dikkate aldığımızda geçtiğimiz günlerde Yüksek Seçim Kurulu tarafından onaylanarak kesinleşen adayların sayısı toplam olarak 666’yı buluyor ve böylelikle İzmir‘e “gavurluk” dışında bir de “şeytanlık” unvanını kazandırıyor.

23 partinin eksiksiz bildirdiği 28 kişilik aday listesine Türkiye İşçi Partisi‘nin (2) numaralı bölge için bildirdiği 14 kişilik aday listesi ile her iki bölgede aday olan toplam 8 kişilik bağımsız aday listesini eklediğinizde, (23 parti X 28 aday = 644 aday + 14 TİP adayı + 8 bağımsız aday = 666 milletvekili adayı) sayısı karşımıza çıkıyor ve insanda ister istemez, bu işte de bir şeytanlık olduğu ya da olacağı düşüncesini yaratıyor…

Gelelim, 14 Mayıs 2023 tarihli milletvekili seçimlerine katılacak 24 siyasi partinin gösterdiği 658 adet milletvekili adayı ile 8 bağımsız adayın özelliklerini inceleyip irdelemeye…

Ama ondan önce, iflas edip geçerliliğini yitirmiş temsili demokrasi anlayışının doğal bir sonucu olarak, siyasi partilerin milletvekili adayı olarak gösterdiği isimlerin aslında bizim adayımız değil, parti yönetimini elinde bulunduran parti yöneticilerinin adayı olduğunu, bu bağlamda bizim oy vermemiz istenen bu isimlerle bizler arasında -tabii ki istisnaları dışında- bir tanışıklık, bir ilişki; hatta güven ilişkisinin olmadığını hatırlatmam gerekiyor. Ben bile, yıllardır İzmir’deki toplumsal mücadelenin içinde yer almış bir yurttaş olarak bu 666 kişiden çoğunu tanımıyorum.

Bu bağlamda, adaylığı Yüksek Seçim Kurulu‘nca onaylanan bu adayların beni temsil etmekten uzak olduklarını, çoğunun İzmir’de yaşayan ya da çalışan İzmirlileri bile tanımadığını ve yarın öbür gün milletvekili olsalar bile İzmir’den ve onun sorunlarından uzak duracaklarını ifade etmek istiyorum. İzmirlilerin bu insanlara seçimlerde oy verecek olması bile, “millet” ile onun “vekili” arasındaki güvenilirlik ilişkisi açısından yeterli olmayacağına inanıyorum.

Gündeme getirmem gereken diğer bir konu, Yüksek Seçim Kurulu tarafından onaylanıp kesinleşen listelerde adayın eğitimi ve mesleği ile ilgili gruplandırmaların son derece yetersiz olduğudur. Adayın eğitim düzeyinin, işin ayrıntılarına gidilmeden sadece “ilk“, “orta” ve “yüksek” eğitim olarak gruplandırılması, eğitimin diğer farklı düzeyleri ve kalitesi konusunda tek bir bilginin verilmemesi; ayrıca, meslek olarak kabul edilen çoğu faaliyetin, özellikle de “serbest” ya da “emekli” olarak ifade edilen meslek gruplarındaki adayların gerçekten hangi konularda bilgili, deneyimli ve tecrübeli olduğunu anlama açısından son derece yetersiz kaldığını belirtmem gerekiyor. Ama yine de biz, bu yazıda bu son derece yetersiz bilgileri kullanarak bir sonuca ulaşmaya çalışacağız.

Adayların tanıtımı konusundaki diğer olumsuzluk ise, siyasi partilerin kendi adaylarını tanıtıp anlatma konusundaki isteksizliği ya da yetersizliğidir. Buna örnek olarak da, bazı siyasi partilerin Yüksek Seçim Kurulu‘na verdikleri geçici listeleri basına aktarılması sırasında adayların yaş, cinsiyet, eğitim ve meslek gibi kişisel bilgileri belirtmemelerini verebilirim.

Bütün bu olumsuzlukların ardından adayları partileri ve öğrenebildiğimiz kişisel özellikleri itibariyle şu şekilde değerlendirebiliriz:

666 milletvekili adayı siyasi partiler arasında nasıl bir dağılım gösteriyor?

1. İzmir’deki milletvekili seçimlerine 23 parti, her iki seçim bölgesinde 14 aday olmak üzere toplam 28 aday, bir parti sadece 2 nolu seçim bölgesinde 14 aday göstermek suretiyle; ayrıca, (1) ve (2) sayılı seçim bölgelerinin her birinde 4 adet olmak üzere toplam 8 bağımsız aday katılmaktadır.

Milletvekili adayları arasındaki kadınların dağılımı ne durumda?

2. Siyasi partilerce belirlenen milletvekili adayları ile seçime bağımsız olarak katılan adaylar arasındaki kadınların varlığı şu şekilde bir dağılım göstermektedir:

24 siyasi partinin gösterdiği adaylarla seçime bağımsız katılacak adayların sayısal toplamı olan 666 milletvekili adayından 185’i (% 27.78) kadın, 481’i (% 72,22) de erkektir.

14 aday gösteren Türkiye İşçi Partisi adayların % 50’sini, 28 aday gösteren partiler arasındaki Cumhuriyet Halk Partisi adayların % 42,86’sını, Türkiye Komünist, Halkın Kurtuluş, Adalet ve Güç Birliği partileri adayların % 39,29’unu, Vatan Partisi adayların % 35,72’sini, Genç, Yeşiller ve Sol Gelecek, Adalet Birlik, Anavatan, Milli Yol partileri ise adayların % 35,72’sini kadın olarak belirlemiştir.

Kadın adaylara en az yer veren siyasal partiler ise, -tahmin edileceği gibi- % 7,15 oranı ile Yeniden Refah Partisi, % 14,29 oranı ile Millet ve Büyük Birlik partileri ile Milliyetçi Hareket Partisi‘dir.

İzmir’de milletvekili seçtirmesi muhtemel Cumhuriyet Halk Partisi, Adalet ve Kalkınma Partisi, Milliyetçi Hareket Partisi, Türkiye İşçi Partisi ve İyi Parti itibariyle listelere bakıldığında ise, kadın milletvekili adaylarının Cumhuriyet Halk Partisi‘nin 1 nolu seçim çevresi listesinin 3 ve 5nci, 2 nolu seçim çevresi listesinin 1, 8 ve 9ncu, Adalet ve Kalkınma Partisi‘nin 1 nolu seçim çevresi listesinin 3ncü, 2 nolu seçim çevresi listesinin 3 ve 7nci, Milliyetçi Hareket Partisi’nin 1 nolu seçim çevresi listesinin 6 ve 9ncu, 2 nolu seçim çevresi listesinin 4ncü, Türkiye İşçi Partisi‘nin 2 nolu seçim çevresi listesinin 4 ve 5nci ve İyi Parti‘nin 1 nolu seçim çevresi listesinin 4 ve 6ncı, 2 nolu seçim çevresi listesinin 3 ve 6ncı sırasına konulduğu; yani kadın adayların seçilebilir sıralara yerleştirilmediği görülmektedir. Buna bazı seçmenlerin büyük umut bağladığı Türkiye İşçi Partisi de dahildir.

Buna ilave olarak, her iki seçim çevresinde seçimlere katılacak 8 bağımsız adayın tümünün erkek olduğunu hatırlatmamıza gerek dahi yoktur.

Milletvekili adaylarının eğitim düzeyleri ne vaziyette?

3. İzmir’de 14 Mayıs 2023 milletvekili seçimlerine katılacak 24 siyasi partinin gösterdiği adaylarla bağımsız adayların eğitim düzeylerine baktığımızda ise;

Toplam 666 adayın 73’ünün (% 10,96) ilk, 234’ünün (% 35,14) orta , 359’unun da (% 53,90) yüksek düzeyde eğitim gördüğü,

Yükseköğretim boyutundaki en eğitimli milletvekili adaylarının % 92,85 oranıyla Cumhuriyet Halk Partisi’ne, % 89,28oranıyla İyi Parti‘ye, % 82,14 oranıyla Adalet ve Kalkınma Partisi‘ne, % 78,56 oranıyla Milliyetçi Hareket Partisi‘ne, % 75 oranıyla Memleket Partisi‘ne, % 64,66 oranıyla Zafer Partisi‘ne, % 64,27 oranıyla Türkiye Komünist, Yeşiller ve Sol Gelecek ve Vatan Partisi‘ne ait olduğu, en fazla ilkokul mezunu milletvekili adayının sırasıyla % 28,58 oranıyla Halkın Kurtuluş, % 21,42 Adalet Birlik Partisi‘nde, en fazla ortaokul mezunu milletvekili adayının ise sırasıyla % 53,53 ile Türkiye Birlik Partisi‘nde, % 53,58 ile Adalet Birlik Partisi‘nde, % 50,00 ile Türkiye İşçi Partisi‘nde olduğu belirlenmiştir.

2022 yılı TUİK verilerine göre ise İzmir’deki ilkokul mezunlarının toplam nüfus içindeki oranı % 21,51 ortaokul mezunlarının toplam nüfus içindeki oranı % 41,52, yüksekokul mezunlarının toplam nüfus içindeki oranı da % 17,50’dir ve bu duruma göre adaylar arasında ilkokul ve ortaokul mezunlarının İzmir ortalamalarından az, yüksekokul mezunlarının da fazla olması olumlu bir durumdur.

En çok hangi meslek grubundakiler milletvekili seçilmek istiyor?

4. İzmir‘de milletvekili seçimlerine katılacak adayların Yüksek Seçim Kurulu‘na bildirdikleri meslekler ise genel olarak ve partilerine göre şu şekilde bir dağılım göstermektedir:

Son derece kötü düzenlenmiş meslekler grubunda beyan edilmiş bilgilere göre 666 milletvekili adayı ekli listede görüleceği gibi toplam 80 mesleğin mensubudur. Bu grupların arasında en fazla sayıya sahip olanlar genel olarak şu şekildedir:

Serbest 163, iş insanı/işadamı 62, emekli 58, işçi 56, avukat 41, esnaf 33, öğrenci 32, mühendis 30, işletmeci/yönetici 16 şeklinde devam etmektedir.

Ancak “serbest” ya da “emekli” olarak ifade edilen kategoriler, bu grupta yer alanların ne yaptığını ifade etmekten uzaktır. Kendi mesleğini “serbest” olarak belirtenler mevzuattaki ifadesiyle “serbest meslek erbabı” olarak adlandırılan hekimler, avukatlar, muhasebeciler midir; yoksa hiç kimseye ya da kuruma bağlı kalmaksızın kendi namına çalışan, örneğin esnaflar, tüccarlar mıdır? Bu konu netlik kazanmadıkça da 163 milletvekili adayının gerçekte ne yaptıklarını, hangi mesleğin mensubu olduğunu anlamanın imkanı yoktur.

Bu konu ile ilgili diğer bir ilginç durum da, bazı partilere ait tüm milletvekili adaylarının ve çoğunun sürdürdüğü meslek olarak “serbest” mesleği seçmiş olmasıdır. Örneğin Adalet Birlik Partisi adaylarının tümünün, Yenilik Partisi adaylarından 25’inin, Adalet Partisi adaylarından 24’ünün, Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi adaylarından 18’inin kendi mesleğini “serbest” olarak belirtmiş olması bu durumun en iyi örneğidir.

Ayrıca bazı meslek mensuplarının adeta her siyasi partide var olduğu görülmektedir. Bunlar genellikle her seçimde var olup kazanan meslek gruplarını oluşturuyorlar; avukatlar, mimarlar, mühendisler ve muhasebeciler… Bizim ele alıp incelediğimiz örneğimizde de aynı durumdalar: Emekliler 24 partiden 18’inde, mühendisler 17’sinde, avukatlar 16’sında ve iş insanları 13’ünde yer alırken sanatçıların sadece 2, şehir plancılarının sadece 1, ziraat mühendislerinin sadece 1 parti tarafından aday gösterilmesi, aslında bir meslek olmayan milletvekilliğinin ise halen milletvekili olan 3 aday tarafından meslek olarak belirtilmesi, siyasi partilerin adaylarını nasıl belirledikleri ya da adayların kendilerini nasıl tanımladıkları konusunda bize önemli ipuçları vermektedir.

Sonuç yerine,

Yüksek Seçim Kurulu tarafından duyurulan ve bilgi açısından son derece yetersiz olan İzmir milletvekili adayları listesine göre;

A. Kadınların listelerde % 27,78’lik bir oranda yer almakla birlikte çoğu kez seçilemeyecek yerlere yerleştirilmiş olmaları İzmir açısından övünülecek bir durum değildir.

B. Adayların eğitim düzeyleri açısından İzmir nüfusunun eğitim düzeyinin üstünde bir ortalama yakalanmış olmakla birlikte adaylarının % 53,90’ının yüksek düzeyde eğitim almış olması İzmir açısından olumlanacak bir durum değildir.

C. Sanatçılara, bilim insanlarına, İzmir‘in yetiştirdiği değer olarak adlandırılabilecek İzmirlilere ve gerçek toplumsal mücadelenin içinden gelen kanaat önderlerine yeterince yer vermeyen mesleki dağılımın durumu, parti üst yönetimlerine teslim edilmiş temsili demokrasinin ne derece iflas ettiğini ortaya koymaktadır.

Evet, bu anlamda şu şekilde bir son söz söylenebilir;

Bu kentte, diğer kentlerde ve ülkenin her bir bölgesinde, her bir seçim çevresinde yaşayan insanların gerçek ihtiyacı demokrasinin kendisini temsil eden, kendisi tarafından belirlenen vekiller eliyle işletilmesi; şayet bunu sağlamak mümkün olmuyorsa, kendi iradesi dışında belirlenen bu insanlara itibar etmemek, onları seçmemek, onları kendi vekili olarak Ankara‘ya göndermemek, demokrasiyi öncelikle kendi örgütü içinde yaşama geçiren siyasi parti ve adaylarını tercih etmektir…

Ama tabii ki, son yıllarda egemenliğin kaynağı olmaktan çıkan TBMM’nin 103. yaşını kutladığı günlerde 666 adet milletvekili adayına sahip İzmir‘in, seçimler sonucu ortaya çıkacak tablo sayesinde “gavurluk” unvanı yanında, “şeytanlık” unvanına da sahip olma ihtimaline sahip olduğunu unutmamak koşuluyla….

(1) https://tr.wikipedia.org/wiki/666_(sayı)#:~:text=666%20sayısı%20yıllardır%20şeytanı%20temsil,canavara%20ait%20sayı”%20olarak%20bahsedilir.

Kendi koyduğu hedeflere ulaşamayan bir belediye sizce başarılı mıdır?

Ali Rıza Avcan

Geçtiğimiz günlerde İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Mustafa Tunç Soyer, Bir TV isimli yerel bir televizyon kanalında İzmir’deki bir kısım yerel gazeteciyi karşısına alarak, 2019-2023 hizmet döneminde neler yaptığını, belediyenin finansal açıdan hangi durumda olduğunu anlatıp bir dönem daha başkanlık yapmak istediğini beyan etmiş.

Karşısındaki gazeteciler EgedeSonSöz‘den Mehmet Karabel, Gerçekİzmir‘den Sercan Avcı, Milliyet‘ten Onur Çakır, İlkses‘ten Çağla Geniş, Egeligazete‘den Mustafa Yılmaz, Sonkaleizmir‘den Mustafa Akbaş ve Bir TV‘den sunucu olarak Evrim Encü idi.

Bu gazete ve gazetecilerin hangi kriterlere göre seçilip oraya davet edildiğini bilmemekle birlikte, bir kısmının belediye haberleri konusunda uzman olmadığını ya da ilgilenseler bile yapılan belediye hizmetlerine eleştirel yaklaşmadıklarını, belediyelerdeki birçok konuyu “Uğur Mumcu Gazeteciliği” boyutunda ele alıp inceleyen ve eleştirel yazılar yazan gazetecilerin bu tür davetlerden uzak tutulduğunu biliyoruz.

Ben bugün bu gazetelerden biri olan Egede SonSöz‘ün 17 Nisan 2023 tarihli nüshasında yayınlanan “Başkan Soyer’den 2024 mesajı: Bir dönem daha başkanlık yapmak isterim!” başlıklı haberde yazılanları ele alıp değerlendirmeye çalışacağım.

Ama ondan önce kamu yönetiminde; özellikle de belediyelerde başarılı ya da başarısız olmanın ne anlama geldiğine, bunun nasıl belirleneceğine, bu konuda geliştirilen yöntem ve ölçülerin ne olduğuna dair bir kaç söz söylemek isterim….

Bilindiği gibi, son yıllarda, özellikle de 2005 yılından sonra kamu yönetimi alanındaki hukuki metin ve uygulamaların “AB Muktesabatı” adı verilen hazır şablonlara uydurulması için geniş ve yoğun bir çalışma başlatılmış ve kamu yöneticilerinin çalışma anlayışı, “bütüncül planlama” dediğimiz ulusal planlama anlayışı yerine önem ve öncelik verilen konuları öne çıkaran “stratejik planlama” anlayışına uydurulmaya çalışılmıştı. Bu çerçevede de, kamu yöneticilerinden, hazırlayacakları stratejik planlardaki hedeflere ulaşıp ulaşmadıklarını gösteren objektif performans kriterlerini hazırlamaları istenmişti. Böylelikle yönettiği kamu biriminin mevcut durumunu bilen kamu yöneticisinin, 5 yıllık ve yıllık periyotlarda kurumunun güçlü ve zayıf yönleriyle olası tehlike ve fırsatları dikkate alarak, plan uygulamasından önce objektif performans kriterlerini hazırlaması ve plan uygulaması sırasında ve sonunda ulaşılan hedefleri bu önceden hazırlanmış objektif performans kriterleri ile mukayese edip ölçerek kendi başarı ya da başarısızlıklarını ortaya koyma fırsatı verilmişti.

Bu çerçevede, İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin, belediye başkanı Mustafa Tunç Soyer‘in hizmet dönemine tekabül eden 2020-2024 dönemi stratejik planı ile 2020, 2021, 2022, 2023 ve 2024 yıllarına ait yıllık dilimlerle ilgili performans programları hazırlanırken başlangıçta konulan bu hedeflere ulaşılıp ulaşılmadığını gösterecek objektif performans kriterlerinin belirlenmesi sağlanmıştı.

Örneğin kentsel dönüşüm hizmetleri ile ilgili beş ve bir yıllık hedeflerle bu hedeflere ulaşıp ulaşmadığını gösterecek olan objektif performans kriterlerinin beş yıllık stratejik planlarla yıllık performans programlarına yazılması suretiyle belediye başkanlarının bu konuda başarılı olup olmadığı konusunun ortaya konulması amaçlanmıştı.

Şimdi gelelim sayın Soyer’in “Bir dönem daha başkanlık yapmak isterim!” talebinin arka planındaki “ben aslında başarılıyım” algısına…

Sayın Soyer şayet bugüne kadar sergilediği performansta başarılı olmadığını düşünse, devam edecek projeleri ya da aklına gelecek başka projeleri gerekçe göstererek, “ben devam etmek istiyorum” demezdi. Kuvvetle muhtemeldir ki, kendisinin başarılı olduğunu düşünüyor ve devamını getirmek istiyor…

Oysa başarılı olduğu konusunda ya kendi belediyesine ait resmi belgelere yansıyan gerçekleri bilmiyor ya da o belgelerdeki rakamları bilmesine karşın bilmez gibi davranıp kendi arzu ve hevesine yeniliyor…

Çünkü İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin 2020-2024 dönemi stratejik planına göre hazırlanan 2020, 2021 ve 2022 yıllarına ait üç ayrı performans programıyla 2020, 2021 ve 2022 yıllarına ait faaliyet raporlarındaki rakamlar ortada bir başarıyı değil, net, açık bir başarısızlığı ortaya koyuyor…

Gelin isterseniz bu konuyu yukarıda adını verdiğim ve İzmir Büyükşehir Belediye Meclisi‘nce incelenip onaylanmış 6 ayrı resmi belgedeki bilgileri kullanarak hazırladığım 27 sayfalık tablo üzerinden inceleyelim.

Yukarıdaki linkten indireceğiniz dosya, İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin 2020, 2021 ve 2022 yıllarında, stratejik plana göre yürüttüğü belediye hizmetlerinde başarılı olup olmadığını anlamak amacıyla geliştirdiği objektif performans kriterlerinin kullanılması suretiyle başlangıçta belirlenen hedeflerle uygulamada ortaya çıkan gerçekleşme durumlarını göstermekte olup; bunun için 2020 yılında toplam 370, 2021 yılında toplam 375, 2022 yılında da toplam 471 adet objektif performans kriterinin belirlendiğini ve ulaşılan hedeflerin metre, adet, ton, metrekare, yüzde gibi birimler kullanılarak ifade edildiğini göstermektedir.

Örneğin bu tablonun ilk sırasında yer alan “köprü, viyadük ve karayolu alt ve üst geçidi projelendirme” hizmeti olarak 2020 yılında 3, 2021 yılında 2, 2022 yılında 5 ve 2023 yılında 13 adet projenin yapılması hedeflenmiş olup; yıllar itibariyle gerçekleşen proje sayısı ise 2020 yılında 3, 2021 yılında 2, 2022 yılında 5 olup, 2023 yılı gerçekleşmesi henüz mali yıl devam ettiği için tabloya yazılmamıştır. Yine aynı şekilde tablonun ikinci sırasında yer alan “yapımı tamamlanacak karayolu alt ve üst geçidi” konusunda 2020 yılında 3 adet yapılması hedeflendiği halde 2 adet yapıldığı, 2021 yılında 1 adet yapılması hedeflendiği halde hiç alt ve üst geçit yapılmadığı, 2022 yılında da 3 adet yapılması hedeflendiği halde ancak 1 adet yapılabildiği görülecektir.

Biz bu anlamda, 2020 yılı için belirlenmiş toplam 370, 2021 yılı için belirlenmiş toplam 375 ve 2022 yılı için belirlenmiş toplam 471 adet hedefe, belirtilen hedef rakamları itibariyle ulaşıldığı takdirde o hizmetin “başarılı” bir şekilde yapıldığını, hedef olarak gösterilen birim rakama ulaşılamadığı takdirde o hizmetin yapılması konusunda “başarısız” olunduğu kabul edecek olursak; değişik nedenlerle,

🎯 2020 yılında toplam 370 hedeften 205’ine ulaşılamadığını; yani, belediyenin yürüttüğü hizmetler itibariyle belirlenmiş hedeflere % 44,59 oranında ulaşıp “başarılı“, % 55,41 oranında da ulaşılamayıp “başarısız” olunduğunu,

🎯 2021 yılında toplam 375 hedeften 175’ine ulaşılamadığını; yani, belediyenin yürüttüğü hizmetler itibariyle belirlenmiş hedeflere % 53,33 oranında ulaşılıp “başarılı“, % 46,67 oranında da ulaşılamayıp “başarısız” olunduğunu,

🎯2022 yılında da toplam 471 hedeften 218’ine ulaşılamadığını; yani, belediyenin yürüttüğü hizmetler itibariyle belirlenmiş hedeflere % 53,71 oranında ulaşıp “başarılı“, % 46,29 oranında ulaşılamayıp “başarısız” olunduğunu göstermektedir.

Üstüne üstlük hedefleri ve bu hedeflere ulaşılıp ulaşılmadığını gösteren performans kriterlerini doğrudan doğruya kendisi belirleyip bunu meclis kararı ile onaylatıp belgelediği halde…

Şimdi hiç aklınıza gelir miydi, bir belediyenin ve belediye başkanının “ben başarılıyım, o nedenle bir dönem daha devam etmek istiyorum” derken, onun, belediye meclisi üyelerinin ve belediye çalışanlarının hazırladığı resmi belgelerde bunun tam tersinin söyleneceği, İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin 2020-2023 dönemi hizmetleri için tam puan 10 üzerinden 4,5 ya da da 5 puan alacağı….

Aslında bu gerçeğin diğer yüzünü, bugünkü yazıma konu yaptığım EgedeSonSöz haberinin hemen arkasına yurttaşların yorum olarak yazdıklarında görmek mümkün…

………………………………………………………………………

İzmir Kruvaziyer ve Deniz Turizm Derneği Başkanı Korhan Bilgin
 19 Nisan 2023 Çarşamba 08:24 Sayın başkanım, İzmir halkı sizi bir dönem daha seçmez. Ancak CHP sizi tekrar aday gösterirse, “ceketimi assam yine seçilirim” mantığı ile seçilirsiniz ki bu da CHP nin İzmir de büyük oy kaybı anlamına gelir. 2019 da aldığınız oy oranında büyük düşüş olur, topal ördek olarak başkanlığa oturursunuz. Bence yeterince İzmir’i kötü yönettiniz. Yazınız da okuduğum kadarıyla sizin dışında olan her şeyden şikayet ediyorsunuz. Halbuki Ankara Belediye Başkanı merkezi yönetimin tam hedefinde olmasına rağmen başarılı projelere imza attı. Kaynak yarattı. Hiç şikayet etmedi. Bir Eskişehir gerçeği gözünüzün önünde. Eskişehir çamur deryası bir şehir ilken, bugün yurdun dört bir köşesinden turistik kafilelerin ziyaret akınına uğrayan bir kent haline getirdi sayın Büyükerşen. Siz İzmir’e çivi çakmadınız, İzmir’in beş senesini yediniz. Turizmde hiç bir şey yapmadınız. Sizin yapmadıklarınızı yazmaya kalksak roman olur. Lütfen sakın İzmir’e bir dönem daha Başkan olmaya falan kalkmayın. Seferihisar a yolu düşenler, Soyer’in başkanlığı hakkında soru sorun bakalım Seferihisarlılardan ne yanıt alacaksınız.

Ahmet Coşkun
18 Nisan 2023 Salı 17:11 Satılacak gayrimenkul kalmadı 4 yılda 815 adet gayrimenkul satılır mı Bunun bir açıklaması olmalı. Laylomlarla 4 yıl geçti. Bence yurt dışına gidip orada bir şehir nasıl batırılır diye kitap yazılabilir.

Belediye
18 Nisan 2023 Salı 14:54 Başkanım bir daha seçilmek istiyorsanız ilk önce sizi zora sokan idarecilerinizden kurtulun. Çevre Koruma ve Kontrol Daire Başkanı yüzünden çok oy kaybedeceksiniz. Personel faturayı secimde size çıkaracak.

Belediye Çalışanı
18 Nisan 2023 Salı 14:29 İBB’nin hemen her gün bir birimi grev yapıyor bugün mesela İzenerji, başkan bey de bir daha aday olmak istiyor.. Sözün bittiği yerdeyiz.. Yazık..!

Seferihisarlı
18 Nisan 2023 Salı 14:10 Seferihisar da ne yaptın ki İzmir’de daha da kötü kapasite meselesi bir daha aday olursa ben oynamıyorum.

Vatandaş
18 Nisan 2023 Salı 12:49 İzmir’e yapacağınız en büyük iyilik Kordon’daki sarı demir yığını tramvayı da alıp bir daha aday olmamak.. Tunç bey lütfen bir daha aday olmayın…

Bekir
18 Nisan 2023 Salı 10:21 evet Soyer’i bir donem daha seçin ki İzmir’i artık Soyer sonrası kimse aday olmasın İzmir’in tam anlamıyla içine etsin.

Tayyar ÖNDER
18 Nisan 2023 Salı 10:18 Sayın Başkan Görev Süreniz İçinde Projesini Kendiniz Yaptığınız, Finansmanını Bulduğunuz ve de İmalatına Başladığınız 3 Proje Sayar mısınız…???

CEMAL
18 Nisan 2023 Salı 10:04 Ya başkan vallahi önümüzdeki dönem bence hakkın falan değil. Ulaşım rezalet duraklarda insanlar balık istifi dolu dolu. 23 . yüzyıla bu ulaşım rezilliği İzmir’e yakışmıyor. Siz gidinde ulaşımdaki rezalete bir bakın. İnsanların canı çıkıyor. Mesela dün İnciraltı vapur iskelesine gittiğimde son durak kaldırılmış. ve orda insanlar uyarılmıyor, duraklar taşındı diye. Birde otobüsleri kaldırıp Balçova’dan bin, Üçkuyular’da in, tekrar metroya bin tekrar aktarma yap. Rezalet sizin ne hakkınız var. DİREKT Otobüsleri kaldırıp aktarmalara mecbur bırakmak. Bir tane doğru dürüst projeniz olmadı.100 günde yapacağınız vaatler fos çıktı. Hani öğrencilere otobüsler ücretsiz olacaktı yapamadınız. Sadece şovlarınızla gıda dağıtımı yaptınız. Yeter artık işin ehli gelmesi lazım. Halkı düşünen başkan gelmesi lazım. Kısacası bir dönem daha sizle olmaz, olmaz, olmaz.

SANA SÖZ
18 Nisan 2023 Salı 09:36 BAŞKANIM SİZİ TEKRAR GÖRMEK İSTERİZ AMA BU BROKRATLARI LÜTFEN GÖZDEN GEÇİRİN! KENDİNİZE GENÇ VE DİNAMİK BİR EKİP KURUN

Suça ortak olmak…

Ali Rıza Avcan

Yine bir oldubitti, yine bir kent suçu: Hem de İzmir Valiliği, Konak ve İzmir Büyükşehir belediyelerinin göz yumması ve işbirliği sayesinde…

Hepimizin canını yakan 6 Şubat 2023 tarihli deprem felaketi sonrasında hem merkezi yönetimin, hem belediyelerin hem de yurttaşların yaşanan acılardan bir takım dersler çıkardığını, artık yapılaşma ile ilgili her konuda kurallara uyacaklarını, yapılacak binalar için işin başında ruhsat alınacağını, inşaatların bilimin gereklerine ve projelerine uygun yapılacağını, inşaat bittikten sonra yapı kullanma izni alınacağını umuyorduk…

Bu konuda, -en azından- muhalefetteki CHP’li belediyelerin, söyledikleri iri iri laflar, verdikleri sözler itibariyle ve düzenledikleri yardım kampanyaları nedeniyle sözlerinde duracaklarını umuyor, bu konuda samimi olduklarını sanıyorduk.

Ama şimdi görüyoruz ki, İzmir Valiliği başta olmak üzere merkezi yönetimin İzmir’deki en üst temsilcisi ve Konak Belediyesi ile İzmir Büyükşehir Belediyesi yetkilileri verdikleri bu sözleri unuttukları gibi yaptıkları usulsüzlüklerin, işledikleri suçların bir devamı olarak yeni bir oldubittinin altına imza atarak işbirliği yapmakta, bu konuda birbirlerine destek olmakta bir sakınca görmüyorlar…

Hamparsumyan Hanı’nın eski hali….
Haamparsumyan Hanı’nın iç kısmı…

Bildiğiniz gibi daha önce birbiri ardına yazdığım yazılarla, 1923 tarihli İzmir İktisat Kongresi’nin 100. yıl kutlamaları nedeniyle İzmir Valiliği’nin kısa adı (YİKOB), açılımı Yatırım İzleme ve Koordinasyon Başkanlığı olan birimince, 1970’li yıllarda yıkılan Hamparsumyan Hanı’nın yerine yaptırılmaya başlanan ve şu sıralarda bitmek üzere olan bina için Konak Belediyesi’nden ruhsat alınmadığını ve söz konusu bina inşaatının ihalesiz bir şekilde davet yöntemiyle yandaş bir şirkete verildiğini dile getirmiş, Konak ve İzmir Büyükşehir Belediyelerini bu ruhsatsız bina inşaatı için girişimde bulunmaya davet etmiştim.

Yeni inşaatın tabelası

Çünkü inşaat mahalline asılan tabeladan, ihale adı verilen danışıklı döğüşün 19 Ağustos 2022 tarihinde yapıldığını, arsanın 29 Ağustos 2022 tarihinde işi toplam 180 günde bitirecek olan saray destekli ve Rizeli Yılmaz Yapı Taahhüt ve Ticaret Limited Şirketi’ne teslim edildiğini ve mevzuata göre inşaat mahalline asılması gereken bu tür tabelalarda alınan ruhsatla ilgili bilgilerin de yazılı olması gerektiği halde bu bilgilerin yazılmadığını, bu nedenle de bu binanın ruhsatsız olduğunu ifade etmiştik.

Yeni inşaatın, yakın çevresini ezen devasa büyüklüğü…

Söz konusu inşaat, İzmir İktisat Kongresi’nin 100. yılına isabet eden 17 Şubat 2023 tarihinde bitmemekle birlikte 6 Şubat 2023 ve izleyen günlerde 11 ilde yaşanan deprem felaketi nedeniyle binanın açılış töreni yapılamamış; böylelikle hem valilik, hem de inşaat şirketi cephesi işi zamanında yapamamış olmakla suçlanmaktan kurtulmuşlardı.

Bu arada inşaat ilerledikçe binanın orijinalinden daha büyük olarak tasarlandığını, orijinali gibi taştan değil betonarmeden yapılıp dış cephesinin taşla kaplandığını, eski orijinal binanın ortasındaki sadece insanların geçebildiği ya da mal giriş çıkışının yapıldığı “abbara” adı verilen geçidin büyütülerek 860 numaralı sokağın üstünden geçirildiğini gördük.  

Oysa bu bölgenin mevcut koruma amaçlı imar planlarına göre 860 sokağın üstünde “ARKAD” adı verilen bir geçidin projelendirilmesi ve böylesi bir imar planı değişikliği yapılmadan hem bu binanın hem de bu üst geçidin yapılması mümkün değildi.

Yeni inşaatta, 860 sokağın üstünü kapatan ve “Arkad” adı verilen üst geçit….

Ama burası Türkiye, burası Türkiye’nin “en çağdaş, en demokratik kenti” olarak tanıtılan İzmir’di. Bu “kadim kentte” istendiği takdirde emir demiri keser, görevli, yetkili ve sorumlu olanların birbirlerinin kusur ya da suçunu görmekte oldukça müsamahalı davranırlardı.

Önce, inşaatın başladığı 29 Ağustos 2022 tarihinde ruhsatsız inşaata izin vermemesi gereken Konak Belediyesi kentin ortasındaki bu ruhsatsız inşaatı görmeyip suçlulara göz yumduğu gibi, inşaatın devam ettiği tarihlerde kendisine gelen İzmir 1 Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’nun 21.12.2021 tarihli yazısı üzerine harekete geçerek bu bölge ile ilgili koruma amaçlı imar planının değiştirilmesi için harekete geçiyor ve Konak Belediye Meclisi’nin bir çırpıda aldığı 01.11.2022 tarih, 223/2022 sayılı kararla ilk adımı atarak plan değişikliğine yeşil ışık yakıyordu.

Bu kararı alan Konak Belediye Meclisi İmar Komisyonu’nun üyeleri mimar Esra Yılmaz Keskin, avukat Ulvi Puğ, sanayici Ali Emrah Karamustafaoğlu, Burhan Yılmaz ve şirket yöneticisi Hakan Yıldız‘dı. Mesleği avukatlık olan Ulvi Puğ ise aynı zamanda İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin oluşturduğu Milli Bayramlar Komitesi‘nin başkanı olarak da görev yapıyordu…

Ama bu arada söz konusu inşaat başlamış ve ikinci kat seviyesinde beton dökülüyordu…

Konak Belediye Meclisi’nin Koruma Bölge Kurulu’ndan gelen öneriyi kabul etmesinin ardından topa bu kez de İzmir Büyükşehir Belediyesi giriyordu.

İzmir Büyükşehir Belediye Meclisi’nin 10.04.2023 tarihli oturumuna getirilen “1/1000 ölçekli Koruma Amaçlı Revizyon İmar Planı Değişikliği ve 1/500 ölçekli Yerleşim Planı Değişikliği” önerisi, zaman geçirilmeksizin aynı meclisin 14.04.2023 tarihli oturumunda, İmar ve Bayındırlık Komisyonu’nun işlerini çok iyi bilen değerli üyeleriyle halkı temsil etmekten uzak meclis üyelerinin kararına dayanılarak oybirliği ile kabul ediliyordu.

İzmir Büyükşehir Belediyesi İmar ve Bayındır Komisyonu‘nun üyeleri ise tekstil mühendisi İrfan Önal başkanlığında İzmir Milletvekili Mahir Polat‘ın kardeşi avukat İbrahim Ulaş Polat, CHP Grup Başkanvekili avukat Murat Aydın, mimar İlhan Dal, Urban Planner isimli planlama şirketinin sahibi şehir plancısı Ali Bor, İyi Parti Grup Başkanvekili Kemal Sevinç, AKP Grup Başkanvekili Özgür Hızal, Hüsnü Boztepe ve Ayşegül Duran Türker‘den oluşuyordu…

Yani, başlangıçtaki projesine ve iş programına göre bugüne kadar bitirilmiş olması gereken ve şu son günlerde son rötuşları yapılan koskoca üç katlık betonarme binanın 860 sokağın üstünden geçecek şekilde yapılabilmesi için ancak 14 Nisan 2023 tarihinde belediye meclisi kararı alınıyor.

Yeni İnşaatın 860 sokak üstündeki üst geçidinin Pirinç Han tarafından görünümü…

Karar, geçtiğimiz haftanın son günü alındığı için söz konusu plan değişikliği ile ilgili karar henüz askıya çıkmış değil ve bu nedenle de kesinleşmemiş durumda…

Gördüğümüz gibi devletin; yani İzmir Valiliği’nin aslına sadık kalmaksızın yaptığı bir “benzetme” inşaatın bugüne kadar ruhsatsız olmasına göz yumulduğu gibi, “istim arkadan gelsin” anlayışıyla bu inşaatın bu şekilde yapılabilmesi için gerekli olan imar planı değişiklikleri inşaat bitip neredeyse açılışa hazır olduğunda yerine getirilmeye çalışılıyor…

Şimdi söyler misiniz; bu koskoca binanın hikayesini dinledikten sonra, deprem sonrasında iktidarı ve muhalefeti ile birlikte, adeta koro halinde bu tür kent suçlarını işlemeyeceklerini söyleyen cumhurbaşkanlarına, bakanlara, milletvekillerine, parti genel başkanlarına ve üst yöneticilerine, belediye başkanlarına, belediye meclisi üyelerine, imar ve bayındırlık komisyonu üyelerine güvenir misiniz? Bunların bugün, bu şekilde yaptığı gibi gelecekte de aynısını; hatta daha fazlasını yapmayacağından nasıl emin olabilirsiniz?

Tabii ki, her zaman olduğu gibi, değerlendirme, takdir ve tercih size ait, sizin insafınıza, “hak, hukuk, adalet” anlayışınıza kalmış……

Layık olduğumuz iyi, doğru, dürüst, düzgün ve namuslu yöneticileri seçebilmek için biraz da bunları bilip düşünmemiz gerekiyor….

Ciddi bir girişimin, geçen zaman içinde trajediden komediye dönüşmesi….

Ali Rıza Avcan

Fabrika ayarım” olarak niteleyebileceğim kişisel yaratılışımın temel özelliklerinden biri de, bilgi ya da ilgi alanıma giren her şeyi ciddiye alma huyumdur.

O nedenle de çoğu kez, ciddiye alıp kendime iş ya da sorun edindiğim çoğu şeyin aslında hiç de ciddiye alınmaması gereken işler olduğunu anlayıp hayal kırıklığına uğrarım. İşte o nedenle de kurduğum her arkadaşlık, dostluk, ya da yoldaşlık ilişkisinde, üstlendiğim görevde, odaklandığım sorumlulukta, kendimi adadığım her davada tedbirli olmaya, o işi ciddiye alma konusunda kendimi frenlemeye çalışırım; ama -huyum kurusun diyeceğim- o işi, o sorunu, o davayı ciddiye almaktan da bir türlü kendimi alamam.

Ciddiye aldığım için kendi kendimi kandırdığım çoğu durumda hayal kırıklığına uğrar, fazlasıyla üzülürüm. Ama arada bir nadiren karşıma çıkan öyle bir durum vardır ki, o durumda da o işin zaten ciddiyetini kaybedip bir trajediye, hatta komediye dönüşmesi nedeniyle keyiflenir, bu yeni durumdan zevk almaya başlarım.

İşte size bugün bir zamanlar ciddi bir iş olduğunu sandığım halde zaman içinde önce trajediye, sonrasında da komediye dönüşüp beni hayal kırıklığına uğratmak yerine keyiflendiren bir durumdan söz açıp, 2022 Ağustos’unda başlayıp 2023 Mart’ında sonuçlanan bir süreçte kara komediye dönüşen bir organizasyondan, İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin 17 Şubat-4 Mart 1923 tarihlerinde yapılan Türkiye (İzmir) İktisat Kongresi‘nin 100. yılı münasebetiyle 15-21 Mart 2023 tarihlerinde yapacağı “İkinci Yüzyılın İktisat Kongresi” organizasyonunun serencamından söz edeceğim.

Hatırlayacağınız gibi 5, 12, 19 ve 26 Aralık 2022 tarihli yazılarımla bu organizasyonu ciddiye alıp bir bölüm değerlendirmeler yapmış, benim için önemli olan bu tarihi olayın 100. yılında, o olayı daha etkili, daha kalıcı ve anlamlı bir şekilde anmak amacıyla çeşitli önerilerde bulunmuştum.

İzmir Büyükşehir Belediyesi sözünü ettiğim bu etkinlik için birbirini izleyen tarihlerde değişik adlarda birçok toplantı düzenlemiş olmakla birlikte 6 Şubat 2023 tarihinde ve sonrasında 11 ili kapsayan bölgede yaşanan büyük deprem felaketi üzerine 15-21 Şubat 2023 tarihlerinde yapılması planlanan kongreyi 15-21 Mart 2023 tarihlerine ertelemişti.

Şimdi aylardır harıl harıl hazırlanan bu büyük kongre, bu hafta Çarşamba günü başlayıp önümüzdeki hafta Salı günü bitecek komedi ağırlıklı büyük bir gösteriye dönüşmüş durumda.

Böylelikle İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer, 9 Eylül’ün 100 yılı kutlamaları ile depremzedelere yardım amacıyla 22 Şubat 2023 gecesi Halk TV ile işbirliği içinde düzenlenen “Bir Kira Bir Yuva Destek Gecesi” sonrasında bir kez daha gündeme gelip puan toplayacak.

15-21 Mart 2023 tarihleri arasındaki bir haftalık sürede beş ayrı mekanda (Ahmet Adnan Saygun Sanat Merkezi, Bıçakçı Han, Swissotel Konferans Salonu, Fuar İzmir ve İsmet İnönü Kültür Merkezi) toplam 67 ayrı konuşmacının, 25-30 dakikalık sunum süresiyle düşüncelerini paylaşacağı “açılış“, “vicdana davet“, “yürüyüşe davet“, “doğamıza davet“, “değişime davet” ve “sadakate davet” adıyla tanımlanan 6 adet, deprem konusuna tahsis edilen 1 adet olmak üzere gün boyu devam eden toplam 7 ayrı sunum toplantısı yapılırken, diğer yandan da Millet İttifakı üyesi siyasi parti genel başkanı ile bir moderatörün katılacağı bir toplantı ile bu ittifakın ortak politikalar metninin ele alınıp tartışılacağı 6 konuşmacısı olan bir panel, Millet İttifakı belediye başkanlarının katıldığı bir forum, bir adet gençlik forumu, bir adet paydaş grupları toplantısı, bir adet performans (Karsu), üç adet konser (Melike Şahin, Evgeny Grinko, Kardeş Türküler) ve bir adet Yüksek İstişare Kurulu toplantısı yapılarak şimdiye kadar İzmir’de gerçekleştirilen hazırlık çalışmaları ile Millet İttifakı‘nın Ankara’da üzerinde çalışıp uzlaştığı politikalar arasında bağlantı kurulacağı anlaşılmaktadır.

Söz konusu etkinliğin konu ve konuşmacılarından da anlaşılacağı üzere, İzmir‘de İzmir Büyükşehir Belediyesi eliyle ortaya konulan cüretkar çıkışın, CHP’nin ve dolayısıyla Millet İttifakı‘nın iktisat politikalarıyla uyum içinde olmasına çalışıldığı; böylelikle, İzmir toplantısının sonucunda ortaya çıkacak bildirgenin CHP‘nin Vizyon Belgesi ile Millet İttifakı‘nın Ortak Politikalar Metni‘nden farklı olmaması için çaba gösterildiği; ayrıca, Millet İttifakı Cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu‘nun İzmir‘de gövde gösterisi yapmasının arzulandığı anlaşılmaktadır.

Önümüzdeki haftalar içinde İzmir’de oynanacak böylesi bir oyunun senaryosu bu şekilde tasarlanmakla birlikte Büyük Britanya İmparatorluğu’nca “sir” unvanı verilerek ödüllendirilen iyilik meleği müzisyen Bob Geldof ile (The End of History and the Last Man) ‘Tarihin Sonu ve Son İnsan‘ adlı teziyle Batı Liberal düşüncesinin insanlığın ulaşabileceği son aşama olduğunu iddia eden Francis Fukuyama‘nın çevrimiçi olarak toplantılara katılıyor olması, Türkiye’nin 2. yüzyıldaki iktisat politikalarının, Cumhuriyet’in kurucu değerlerine aykırı olarak neoliberal kapitalist bir yol izlemesi için özel bir çaba gösterildiğini ortaya koymaktadır.

Ayrıca kongreye katılacak 20 siyasetçiye ek olarak, gelecek yüzyıldaki iktisat politikalarını belirlemek amacıyla İzmir‘deki üniversitelerde görev yapan akademisyenler yerine yurtdışında ya da yurt içinde faaliyet gösteren Oxford, New York, Stanford, Bielefeld, Bilkent, Boğaziçi, Koç, TED ve Kadir Has Üniversitesi gibi özel vakıf üniversitelerinden, kendi patronlarının çanağına tükürmeyecek 30 akademisyenin davet edilmiş olması da, 100. yıl sonra yapılan bu kongrenin ilkinde söylenen ekonomik bağımsızlıktan söz etme cesaretini gösteremeyeceğini ortaya koymaktadır.

Söz konusu toplantılar dizisinin senaryosu tasarlanırken kamuoyunda tanınıp popüler bir şöhrete sahip ne kadar isim varsa onların arasından “biraz ondan, biraz bundan” anlayışıyla seçildiği anlaşılan ve aynen eski fuar zamanlarındaki baş solist ile alt kadroyu gösteren gazino afişlerini hatırlatan bir ‘gösteri nesnesi‘ olarak kullanılacağı anlaşılan konuşmacıların bu bir haftalık gösteri sırasında Türkiye‘nin gelecek 100 yıldaki iktisat politikaları adına ne söyleyip neye karar vereceği de bellidir: CHP‘nin geçtiğimiz aylarda büyük bir gösteri ile sunduğu Ekonomi Vizyon Belgesi ile 6’lı masa ortağı siyasi partilerin geçtiğimiz günlerde ortaya koyduğu Millet İttifakı Mutabakat Belgesi‘nde yazılı olan konular, Kemal Derviş politikalarının izleyicisi CHP İzmir Milletvekili ve Genel Sekreteri Selin Sayek Böke tarafından “temiz” olduğu söylenen Batı sermayesinin vereceği kredi, yardım ve hibeler eşliğinde küresel kapitalist sisteme tam anlamıyla eklemlenmiş bir Türkiye…

O nedenle, kongreyi izleyen ya da seyreden hiç kimse, bu topraklarda 100 yıl önce çok zor koşullar altında yapılan bir kongrede gür bir sesle dile getirilen ekonomik, siyasi ve kültürel anlamda “Bağımsız Türkiye” talebinin bu kongrede dile getirilmesini beklemesin….

O nedenle, ayıp olmasın diye bir iki konuşmacıyı dışarda bırakarak bu toplantıda konuşup karar alacak ya da o kararların altına imza atacak bu kadar çok “şan şöhret sahibi” zevatın, “Bağımsız Türkiye” talebinde bulunarak kapitalist sistem eleştirisinde bulunacağını sanmasın…

Karşımızdaki toplantılar dizisi, o nedenle Kapitalizmin “ahir zaman peygamberiFukuyama önderliğinde neoliberal kapitalist sisteme methiyeler düzülüp ilahi adına bildirilerin sunulacağı bir ayine dönüşecek; böylelikle, organizasyonu destekleyip sponsorluk yapan ulusal ve uluslararası sermayenin kutsanıp yüreğinin hoş edilmesi sağlanacaktır…

Francis Fukuyama

Böylelikle, İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer adına yazılıp 7 aylık hazırlık süreci içinde büyük deprem felaketi, CHP Vizyon Belgesi ve Millet İttifakı Ortak Mutabakat Belgesi‘nin sunumu gibi neler yaşanmışsa hepsinin bu senaryonun içine boca edildiği, bu nedenle de geçen zaman içinde trajediden komediye dönüşen bir sahne eseri, dünyanın ve ülkemizin neoliberal kanaat önderlerinin yardımıyla oynanacak ve yaklaşan seçimler özelinde, seçmenin tercihleri Batı sermayesinin vizyon ve misyonu ile şekillendirilmeye çalışılacak, Türkiye’ye de bu misyon ve vizyon içinde bir yer verilecektir.

Bu arada çağrılmış olmalarına karşın kapitalizmin değirmenine su taşıyan bu organizasyona katılmayan değerli hocalarım Prof. Dr. Korkut Boratav ile Prof. Dr. Taner Timur‘a teşekkür etmeyi de bir borç bilirim….

İzmir İktisat Kongresi’nin 100. Yılı kutlamaları ile ilgili diğer yazılarım:

http://www.kentstratejileri.com/2022/12/5/izmir-iktisat-kongresi-1/

http://www.kentstratejileri.com/2022/12/12/izmir-iktisat-kongresi-2/

http://www.kentstratejileri.com/2022/12/19/izmir-iktisat-kongresi-3/

http://www.kentstratejileri.com/2022/12/26/izmir-iktisat-kongresi-4/

http://www.kentstratejileri.com/2022/12/15/izmir-iktisat-kongresi-1923-ve-isciler/

Değerbilirlik (*)

Tarık Dursun K. (**)

Kadirbilirlik kelimesinin içeriğinde yalnız değer verirlik, bir tür değer kabullenişi mi vardır? Kıyısından köşesinden bir övgü de yok mudur?

Genelde zayıf bellekli toplumlar, yönetenlerinin öngörürlüğüyle kimi “değer”lerinin anısını dünden bugüne, yarına taşırlar. Her gün yüz yüze gelinen, içinde yaşanılan, geçilen, toplumla ilgilenilen yerlere, mekânlara, parklara, sokaklara, caddelere (benzerlerine) değerinin tam (acaba tam mıdır dersiniz?) karşılığı olarak, o kişinin (ya da kurumun, kuruluşun ya da herhangi olağanüstü bir anlama sahip bir “şeyin) adını verirler.

Toplum bireyleri onları bilinçaltında sürekli değerliler hanesinde tutar; kişiliğiyle yaptıklarının anısını bu süreklilik boyunca yaşatır.

Ancak çok büyük değişikliklerde, çok büyük çalkantılar sonucu ortaya çıkarak geçmişteki o kişinin yaptığı yararlılıkların da üstüne gelen kişiler (kurumlar, kuruluşlar) olursa…

O zaman yer değiştirme olgusu başlatılır. Sözgelişi, bir parka, sokağa, caddeye ya da bir mekâna verilmiş “eski” kişinin adı oradan alınır, “yeni” kişinin adı verilir.

Aklı başında toplumların yine aklı başında bilinen yöneticileri, bu denli açık “densizlik” yapmazlar. Çünkü anısının yaşatılması gereği duyulan o “şey” için ülkede (ve kentlerde) o kadar çok park, sokak, cadde ve mekân vardır ki…

Ama siz intikamcı bir kafa taşıyorsanız… tez vakitte hiç yapılmamışı yapmalara kalkarsanız; ülkede (ve kent içinde) onca ad verilecek, anısını adlandırarak yaşatacak nice sayısız parkları, sokakları, caddeleri ve mekânları (pekâlâ da) görmezlikten gelebilirsiniz.

İntikamcı kafalar, gözleri de efsunlar; salt intikam duygusunun körüklediği bir gözü peklikle sizden önceki yöneticilerin yaptıkları bir çırpıda yok etmelere girişirsiniz. Bu, “benden (bizden) olmayan ölsün”lü anlayışın ilkelliğidir.

Sonra başlarsınız gücünüze de güvenerek (buradaki güç, siyasal güçtür elbette) Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz, Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı adlarını Mehmet Akif’le, Necip Fazıl’la, Süleyman Nazif’le, şehit Filanla, Kestane ya da Fıstıkla değiştirmeye.

Yemiş adlarını bir yana bırakırsanız, kuşkusuz, ülke için bir Akif de, bir Nazif, bir Necip Fazıl da kazanılmış geçmiş değerlerin sahipleridir, onlara da kadirbilirlik gösterilmelidir. Ne var ki bunca sokak, park, cadde ve mekân bolluğu içinde birincileri bir kalemde silip atarak yerlerine ikincilerin adlarını koyarsanız… Toplum, yapılan o tür densizliklere endaze bulmakta şaşırmaz mı?

(*) Kuşkusuz, İzmir’de.

(**) – Bu yazı, Tarık Dursun K., “Alireis Mahallesi’ne Yangın Yokuşu’ndan da Gidilir”, İzmir, Aah İzmirim!..” isimli kitabından alınmıştır. Dönence Basım ve Yayın Hizmetleri, Ekim 2014, İzmir, sayfa: 156-157 .

İyi yönetim / kötü yönetim

Ali Rıza Avcan

whoever fights monsters should see to it that in the process he does not become a monster. and when you look long into the abyss, the abyss looks into you” Friedrich Nietzche, İyinin ve Kötünün Ötesinde, Bir Gelecek Felsefesini Açış, Say Yayınları, 2015, Sh.90, 146. Aforizma.

Türkçesi: “canavarlarla savaşan kişi, bu süreçte bir canavara dönüşmediğinden emin olmalıdır. ve uçuruma uzun uzun baktığında, uçurum da sana bakar.

Son iki üç gündür yerel gazetelerde çıkan yeni haberlerle karşı karşıyayız: İzmir Büyükşehir Belediyesi‘ndeki birçok daire başkanı ve şube müdürünün yeri, genel sekreter yardımcısı Barış Karcı‘nın önce genel sekreter vekili, yakın zamanda da genel sekreter olarak atanması nedeniyle yıl başında değiştirilip 9 Ocak 2023 tarihinde; yani bugün yapılacak belediye meclisi toplantısında meclisin onayına sunulacakmış.

Her ne kadar bu tür değişikliklerle ilgili belediye meclis kararlarında, “5216 sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanununun 21’inci maddesinde “Büyükşehir Belediyesi Teşkilatı; norm kadro esaslarına uygun olarak Genel Sekreterlik, Daire Başkanlıkları ve Müdürlüklerden oluşur. Birimlerin kurulması, kaldırılması veya birleştirilmesi Büyükşehir Belediyesi Meclisinin kararı ile olur.” hükmü yer almaktadır. Bu nedenle; birimlerimiz arasında yeni bir düzenlemeye gereksinim duyulduğundan, yukarıda bahsi geçen Kanunun 21’inci maddesi gereğince Sayın Meclisimizce karar alınması hususunu onayınıza arz ederim.” şeklindeki kalıp bir ifade ile meclise sunulup karar alınmakla birlikte; böyle bir önerinin gerekliliği, geçerliliği ve doğruluğu görüşülüp tartışılmadan alınan bu kararlarda belediye içinde hangi birimlerin kurulduğu, kaldırıldığı veya birleştirildiği, bu operasyonların kapsamına hangi dairelerin ve görevlilerin girdiği ile bunun gerekçeleri -ne yazık ki- belirtilmemektedir.

Diğer yandan bir büyükşehir belediye başkanının hangi danışman, daire başkanı ve şube müdürü ile çalışacağını, kendisine ait “takdir hakkı” çerçevesinde kendi özgür iradesi ile belirlemesi doğru ve geçerli bir tutum olmakla birlikte, bu hakkın belirli bir süre içinde defalarca kullanılması da orada, o örgütte sağlıksız bir durumun var olduğuna, en azından elinden malzemeyi ne yapacağını bilemeyen kararsız bir yöneticinin varlığına işaret etmektedir. 

Hele ki İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Mustafa Tunç Soyer‘in göreve başladığı 1 Nisan 2019 tarihinden bu yana geçen 1.370 günlük sürenin sonunda 24. kez yapmaya kalktığı böylesi bir operasyon gündeme gelince….

Anlaşılan o ki, bu seferki operasyonla birlikte birçok daire başkanı görevlerinden alınıp alakasız başka dairelere atanacak, herhangi bir disiplin cezası almadıkları halde adeta cezalandırılırcasına kazanılmış haklarının altındaki kadrolarda görevlendirilecek; hatta emekliliğe zorlanacak, böylesi bir hukuk sisteminde “Hak-Hukuk-Adalet” diyerek mahkemelerin ve avukatların kapısını aşındıracak ve bazı daireler kaldırılacak.

Ama bunun karşılığında bütün bu operasyonların mimarlığını yapan İnsan Kaynakları ve Eğitim Dairesi Başkanı, yine aynı gazete haberlerine göre adeta ödüllendirilircesine genel sekreter yardımcısı yapılıp bilgili olmadığı konularda kendisine bağlı daire başkanlıklarına amirlik yapacak…

Bu haberleri analiz edip örnekleri vermeden önce resmi belgelere göre İzmir Büyükşehir Belediyesi’nde hangi adlarla kaç hizmet birimi olduğunu ve birimlerde toplam olarak kaç kişinin çalıştığını hatırlatmakta yarar var: İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin İnternet sayfasındaki “Birimlerimiz” başlıklı bölümdeki bilgilere göre 1 Ocak 2023 tarihli göre belediyede 1 başkan, 1 özel kalem müdürü, 4 genel sekreter yardımcısı, 36 daire başkanı, 173 şube müdürü, 1 Eşrefpaşa Hastanesi Başhekimliği, 1 Teftiş Kurulu Başkanlığı, 1 İç Denetim Birimi Başkanlığı ve 1. Hukuk Müşavirliği bulunuyor ve 2021 Mali Sayıştay Denetim Raporu verilerine göre 3.683’ü memur, 434’ü sözleşmeli personel, 447’si kadrolu işçi ve 9.074’ü 696 saylı KHK uyarınca çalıştırılan personel olmak üzere toplam olarak 13.638 kişi çalışmaktadır.

Sayıştay Başkanlığı’nın 2012, 2016, 2018, 2020 ve 2021 yılları denetim raporlarındaki bilgilere göre daire başkanlığı ile şube müdürlüğü sayılarındaki artışlar ise şu şekilde ortaya konulabilir:

2012 yılında 22 daire başkanlığı, 91 şube müdürlüğü,

2016 yılında 38 daire başkanlığı, 162 şube müdürlüğü,

2018 yılında 38 daire başkanlığı, 163 şube müdürlüğü,

2020 yılında 36 daire başkanlığı, 162 şube müdürlüğü,

2021 yılında 35 daire başkanlığı, (şube müdürlüğü sayısı yazılmamış).

31 Aralık 2022 tarihi itibariyle 36 daire başkanlığı, 173 şube müdürlüğü.

Bu rakamların gelişimden de görüleceği gibi 16 Eylül 2020-31 Aralık 2022 tarihleri arasındaki dönemde daire başkanlıklarının sayısı aşağı yukarı aynı kalırken, şube müdürlükleri sayısında belirgin bir artışın ortaya çıktığı, genellikle eskiden tek bir şube müdürlüğü tarafından yapılan işlerin artan personel sayısına paralel olarak ikiye üçe bölündüğü görülmektedir.

Gazetelere yansıyan bilgilerle geçtiğimiz aylarda tanık olduğumuz bazı atama örneklerine göre;

1) Bütün büyükşehir belediyelerinde kültür ve sanat daire başkanlıklarına bağlı olduğunu gördüğümüz Kütüphaneler Müdürlüğü‘nün, yeni yeni birçok kütüphane açma sözü ortada iken kaldırılarak, belediyelere ait genel kütüphanelerle ilgisi olmayan ve olmaması gereken Ahmet Piriştina Kent Arşivi ve Müzesi (APİKAM) Şube Müdürlüğü‘nün kütüphanecilik hizmetleriyle görevlendirilmesi ve ilgili şube müdürlüğünün o tarihten bu yana kütüphanecilik hizmetleriyle ilgilidir düşüncesiyle, aslen kent arşivi ve müzesi olduğunu unutarak şiir akşamları, karikatür yarışması ve edebiyat günleri gibi aslında kendisiyle ilgisi olmayan birtakım etkinlikleri yapması,

2) Kent Tanıtımı ve Dairesi Başkanlığı‘na bağlı Ahmet Piriştina Kent Arşivi ve Müzesi (APİKAM) Şube Müdürlüğü‘nün bu daire başkanlığından alınıp doğrudan doğruya Genel Sekreter Yardımcılığına bağlanması ya da yeni kurulan Şehir Tiyatroları Şube Müdürlüğü‘nün işin doğası gereği Kültür ve Sanat Dairesi Başkanlığı‘na bağlanması gerektiği halde, hiçbir alakası olmayan Sosyal Projeler Dairesi Başkanlığı‘na bağlanması,

3) Daha önce Makine İkmal, Bakım ve Onarım Dairesi Başkanı iken hiçbir mesleki ve uzmanlık kariyeri aranmaksızın Kültür ve Sanat Dairesi Başkanı yapılan ve görev yaptığı süre içinde canını dişine katarak Tunç Soyer‘in renkli gösteri dünyasına hizmet eden; bu arada “Türkiye’nin En İyi Kültür-Sanat Dairesi Başkanı” gibi garip bir ödüle sahip olan Kadir Efe Oruç‘un Kültür ve Sanat Daire Başkanlığı‘ndan alınarak yine mesleği ve uzmanlığı ile hiç bir ilgisinin bulunmadığı Ulaşım Dairesi Başkanlığı‘na atanıyor olması,

4) İzmir‘in UNESCO‘nun daimi listesine girmesinin gündemde olduğu ve İzmir‘i Akdeniz‘in öncü kent yapacağı iddiasıyla kurulan İzmir Akdeniz Akademisi‘nin yeniden yapılanmasının tartışıldığı şu günlerde, İzmir‘in kültürel mirasının korunması ve tanıtılması amacıyla 2021 yılının Ocak ayında kurulup çalışma esas ve usulleri yönetmeliği bir ay önce kabul edilen Kent Tarihi ve Tanıtımı Dairesi Başkanlığı‘nın aradan iki yıl bile geçmeden hiçbir gerekçe göstermeksizin kaldırılıp bağlı şube müdürlüklerinin, kültürel mirasın korunması konusunda geçmişteki başarısızlıklarıyla anılan daire başkanlıklarına bağlanıyor olması,

5) Linkedin isimli insan kaynakları portaline yazdığı bilgilere göre, Bornova Anadolu Lisesi (BAL) ve Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü‘nden mezun olup 2 ay süreyle Madrid Büyükelçiliği‘nde stajyer, 4 yıl 11 ay süreyle Ticaret Bakanlığı‘nda gümrük memuru ve AB uzman Yardımcısı, 4 yıl 7 ay süreyle Basketbol Federasyonu‘nda yarı zamanlı masa görevlisi, 2019 seçimler sonrasında Bornova Anadolu Lisesi (BAL) Vakfı‘ndaki eski yönetici abilerinin, ablalarının elini tutması nedeniyle İzmir Büyükşehir Belediyesi‘ne girip başlayıp 2 yıl 2 ay süreyle veri hazırlama ve kontrol yönetmeni, 1 yıl 8 ay süreyle Kent Ekonomisi ve Yenilikçi Endüstriler Şube Müdürü olarak görev yapan; ayrıca DEÜ Güzel Sanatlar Fakültesi‘nde 2018 Eylül ayında başladığı “Film Tasarımı” eğitimini 2024 yılının Haziran ayında bitirecek olması nedeniyle “halen öğrenci” olan Ceren Umay‘ın; yani bütün meslek hayatı boyunca adeta daldan dala uçup ne yapacağını bilememiş, gelecekle ilgili kariyer planını önüne çıkan fırsatlara göre çizmeye kalkmış birinin Kültür ve Sanat Dairesi Başkanlığı‘na atanması… Bu bilgilerin dışında diğer önemli bir bilgi de Ceren Umay‘ın eski soyadının -muhtemelen aileden gelen soyadı- Ünsever olduğu ve bu soyadı ile birlikte kısa adıyla SODEM diye bilinen Sosyal Demokrat Belediyeler Derneği‘nde halen koordinatör olarak çalışıyor olması…

İşte örnek olarak aldığımız bütün bu atama ve işlemler, kamu görevlilerinin hiçbir geçerli gerekçeye dayanmaksızın, sahip oldukları mesleki bilgi, birikim, deneyim, yetenek ve becerileri; yani liyakatleri dikkate alınmadan atandığını, dün kurulan daire başkanlıklarının hiçbir gerekçeye dayanılmaksızın bugün kaldırıldığını ve atamalarda “şahsi yakınlık“, “zevceye yakınlık“, “TARKEM’e yakın olma“, “Başkan Danışmanı Güven Eken’e yakın olma” ve arkalarında proje peşinde koşan bir takım akademisyenin sıraya girdiği belediye içi “iktidar odaklarına yakın olma” olma gibi birtakım nedenlerin yattığı anlaşılmaktadır.

Aynen büyük insan kaynağı ve emeği ile kurulan ‘iskambil evlerin‘ en ufacık bir rüzgarda tesadüfen yıkılmasında ya da yaptığını beğenmeyenlerin veya yanlış yaptığını deneye deneye öğrenenlerin bilerek ve isteyerek yıkmasında olduğu gibi… 

Belediyedeki daire başkanları ile şube müdürlerinin yer değiştirmesi, bir kısmının göreve yeni atanması ya da görevden alınması nedeniyle teşkilat şemasındaki değişimleri belediye meclisi kararları incelediğimiz takdirde bunun için 15 Nisan 2019 tarih, 268 sayılı, 14 Haziran 2019 tarih, 491 sayılı, 15 Ağustos 2019 tarih, 629 sayılı, 14 Ekim 2019 tarih, 818 sayılı, 27 Kasım 2019 tarih, 1055 sayılı, 15 Ocak 2020 tarih, 62 sayılı, 10 Şubat 2020 tarih, 109 sayılı, 11 Mart 2020 tarih, 298 sayılı, 17 Temmuz 2020 tarih, 460 sayılı, 10 Ağustos 2020 tarih, 503 sayılı, 14 Eylül 2020 tarih, 680 sayılı, 16 Ekim 2020 tarih, 867 sayılı, 15 Ocak 2021 tarih, 73 sayılı, 24 Mayıs 2021 tarih, 481 sayılı, 18 Haziran 2020 tarih, 697 sayılı, 9 Ağustos 2021 tarih, 850 sayılı, 13 Eylül 2021 tarih, 956 sayılı, 14 Ekim 2021 tarih, 1156 sayılı 10.01.2022 tarih, 5 sayılı, 13 Haziran 2022 tarih, 641 sayılı, 8 Ağustos 2022 tarih, 749 sayılı, 12 Eylül 2022 tarih, 972 sayılı ve 14 Eylül 2022 tarih, 1040 sayılı toplam 23 toplam karar alındığını ve aynı işlemin 2023 yılının Ocak ayında 24. kez tekrarlanacağını görürüz. 2019’da 5, 2020’da 7, 2021’de 6 ve 2022’de 5 kez olmak üzere… Hem de 2020 yılında Covit-19 Pandemisi nedeniyle kamu kurumları uzun süreler kapalı kaldığı ya da çalışmalarını en az düzeye indirdiği halde…

Diğer bir anlatımla 1 Nisan 2019 ile 31 Aralık 2022 arasındaki toplam 1.370 günlük sürede 59-60 günde bir daire başkanlıkları ve şube müdürlükleriyle ilgili bu tür personel operasyonları yaparak…. Aynen aklına geldikçe çocuk oyuncağı ile oynamak gibi…

Oysa 25 Kasım 2022 tarihinde 155. yaşını dolduran İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nde kurumsallaşmış olmanın bir gereği olarak örgütlenme biçimi ve insan kaynağının kullanımı ile ilgili temel politikaların önceden belirlenmesi ve bu politikaların başta çalışanlar olmak üzere tüm kamuoyu tarafından bilinmesi, yapılacak tüm işlemlerde bu politikalar doğrultusunda belirlenen strateji, ilke ve değerlere uyulması; hatta örgütsel değişimlerle insan kaynağının yeniden belirlenmesi çalışmalarında “iç paydaş” olarak nitelenen çalışanlarla onların örgütsel gücü olan sendikaların da karar sürecine ortak edilmesi gerekir. Bu tür konularda atadan, babadan görme yöntemler değil; bu tür demokratik, katılımcı, çoğulcu ve yenilikçi yöntemlerin uygulanması gerekir diye düşünüyorum…

Ayrıca belediye teşkilatı içinde kaç adet daire başkanlığı ve şube müdürlüğü bulunacağı, bunlardan hangilerinin kaldırılıp hangilerinin birleştirileceği ve hangi dairelerin kurulması gerektiği konularıyla bunların gerekçelerinin, sadece belediye başkanı ile bürokratlarını değil, belediye meclisini de ilgilendirdiğini düşünüyor ve belediye yapılanması bakımından oldukça önemli olan bu konuların, bir değişiklik talebi geldiğinde görüşülerek tartışılması gerektiğini düşünüyorum…

Öte yandan daire başkanlıklarının kaldırılması, birleştirilmesi ve yenilerinin kurulması dışında bu dairelerle daire başkanlıklarına bağlı şube müdürlüklerine kimlerin atanacağı konusunda performans programlarıyla belirlenen performans göstergelerine bakılması, başarının ya da başarısızlığın önceden belirlenmiş bu göstergelere göre belirlenmesi, performans göstergesi belirlenmemiş daire başkanlığı ya da daire başkanı hakkında karar verilmemesi, başarısız bulunduğu söylenen daire başkanlarıyla şube müdürlerine ayrıca bir disiplin cezası verilmediği sürece diğer bir daire başkanlığında ya da şube müdürlüğünde aynı düzeyde ikinci bir şans verilmesi çağdaş yönetim anlayışının gerekleridir…

Bu bağlamda daire başkanlıklarıyla şube müdürlüklerinin bu kadar sık kurulup kaldırılması, birleştirilmesi ya da bağlantılarının akılcı gerekçeler bir köşeye bırakılarak değiştirilmesi; ayrıca bu makamlara yapılan atamaların liyakat ilkesi dikkate alınmaksızın yapılması nedeniyle ‘örgüt iklimi‘ dediğimiz ortamda çalışanların moralleri, çalışma hevesleri üzerinde ne ölçüde tahribat yaratıldığının, bu tür olumsuz müdahalelerin kurum kültürüne ne ölçüde zarar verdiğinin bilinmesi gerekir. Kendisinin ya da çalışma arkadaşının haksız bir şekilde ya da hiçbir gerekçe gösterilmeksizin işinden alınarak onun yerine o işi bilmeyen, o konuda hiçbir deneyimi bulunmayanların atanmasının belediye çalışanlarında yarattığı travmaların, oluşan güvensizlik duygusunun; ama asıl önemlisi tükenmişlik sendromunun nasıl giderileceği de düşünülmeli, örgütün üstünden bir silindir gibi geçen bu darbelerin yarattığı olumsuz etkilerin hangi yöntemlerle nasıl giderileceği de hesaplanmalıdır.

Ama tabii ki, her şeyin başı olan İzmir Büyükşehir Belediyesi‘ndeki kurumsal, kalıcı ve sürdürülebilir personel politikalarının bu tür zorbalıklara fırsat vermeden, en kısa sürede ‘katılımcı‘, ‘demokratik‘, ‘çoğulcu‘ ve ‘yenilikçi‘ yöntemlerle nasıl değiştirilebileceği, anadan babadan görülen bu tür geleneksel “yetki bende değil mi; o halde alırım, getiririm, değiştiririm” anlayışının, “yaparım, bozarım, tekrar yaparım” yaklaşımının yetkili memur ve işçi sendikalarının demokratik mücadelesiyle nasıl gerçekleştirileceği konuşulup tartışılmalı ve çalışanların bir talebi olarak belediye yönetiminden talep edilmelidir.

İzmir İktisat Kongresi (4)

Ali Rıza Avcan

Yazı serimizin dördüncü ve sonuncu bölümündeyiz. Anımsayacak olursanız, ilk üç bölümde İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin, 1923 tarihli Türkiye (İzmir) İktisat Kongresi‘nin 100. yılı kutlamaları çerçevesinde Türkiye‘nin gelecek 100 yılındaki iktisat politikalarını belirlemek amacıyla, aynen ilk kongrede yapıldığı gibi, kendi belirlediği davetlileri “çiftçi“, “işçi” ve “sanayici-tüccar-esnaf” şeklinde ayırarak yaptığı toplantılar sonucunda, “çiftçi” ve “işçi” gruplarının talebi olarak ortaya çıkan kararları inceleyip değerlendirmeye çalışmıştık.

Bugünkü yazımızda ise, Türkiye’nin yedi bölgesinden gelen 62 kurum temsilcisinden oluşan; ancak, 16 kurum temsilcisi adının verildiği “sanayici-tüccar-esnaf” grubunun 25 maddeden oluşan kararlarını inceleyip değerlendirmeye ve öneriler geliştirmeye çalışacağız.

Ama ondan önce 17 Şubat-4 Mart 1923 tarihli Türkiye (İzmir) İktisat Kongresi‘nde bu meslek gruplarının neler yaptığını hatırlamakta yarar var:

1923 tarihli Türkiye (İzmir) İktisat kongresinde sanayici ve tüccarlar…

Her şeyden önce bu meslek mensuplarının, 1923 tarihli kongreye tek bir grup olarak değil, “sanayi” ve “tüccar” adıyla iki ayrı grup olarak katılıp iki ayrı bildirgeye imza attıklarını hatırlamamız gerekiyor. Sanayinin yeterince gelişmediği, sanayici sayısının da bir elin parmaklarını geçmediği, kongreye katılan çoğu tüccarın da aslında tüccardan çok esnaf niteliğinde olduğu, ülkenin de işgalden yeni kurtulmuş ama henüz barışa ulaşamamış bir ülke olduğu koşullarda…

Bu kongrede sayıları diğer gruplara göre daha fazla olduğu anlaşılan “Tüccar Grubu” reisliğini Gediz murahhası Alâiyeli Mahmud Bey, “Sanayi Grubu” reisliğini de Ayvalık murahhası Salahaddin Bey‘in yaptığı, “Heyet-i Umumiye Reisi” olarak seçilen general Kazım Karabekir‘in de Manisa‘dan sanayi murahhası olduğu bilinmektedir. Gediz murahhası Alâiyeli Mahmud Bey‘in “Sanayi Grubu” reisliği yanında “Heyet-i Umumiye Reis Vekili” olduğu; yani, “Heyet-i Umumiye Reisi” ve sanayi murahhası Kazım Karabekir‘in vekillerinden biri olduğu anlaşılmaktadır.

Kongre sırasında “Tüccar Grubu“nun hazırladığı “Tüccar Grubunun Esasları” 20 ayrı bölüm altında toplam 124 maddeden, “Sanayi Grubunun İktisat Esasları” ise 6 bölüm altında toplam 23 maddeden oluşuyor. Bu maddelere bakıldığında ise her birinin sanki daha önceden konuşulup tartışılmış gibi oldukça ayrıntılı olduğu, o tarihler ve koşullar itibariyle kapsam dışında bırakılmış bir konunun neredeyse bırakılmadığı görülmektedir. Anlaşılan o ki, “Tüccar Grubu” dersini İzmir‘e gelmeden önce diğer gruplara göre daha iyi çalışmış ve kongrede kendisi ile ilgili en fazla kararı alıp kendisi ile ilgisi olmayan kararlara bol miktardaki “ret” oyu vererek diğer grupları fazlasıyla etkileyen bir meslek grubu olarak sözünü geçirmiş.

Bu durum Kongre Başkanı Kazım Karabekir‘in anılarında, “Kongrenin en çok on günde tamamlanacağı tahmin edilmişti. Bu tarih ölçüsünü İktisat Vekaleti koymuştu. Dördüncü gün vekil Mahmut Esat Bey’e (Bozkurt) ‘Daha mevzuların tasnifi bitmedi. Bu tarihi nasıl koydunuz?’ sualini sordum. Bana, hayıflanarak, fakat samimiyetle ‘Gelenlerin bu kadar zengin ruzname (gündem) ile karşımıza çıkacaklarınızı tahmin etmemiştik. Sonra Paşam, bilirsiniz benim Vekalet’imin daha vilayet merkezlerinde bile teşkilatı yok‘ dedi” şeklinde anlatır. (1) (2)

Çünkü tüccar grubu aslında tedirgindir ve o nedenle de her şeyi konuşarak karar altına almaya çalışır. Birçoğu kendisini memleketinden temsilci olarak göstermiş olsa da, çoğunlukla İstanbul‘da faaliyet gösteren ve 13 Kasım 1918- 4 Ekim 1923 tarihleri arasındaki işgal döneminde işgal kuvvetleri ile işbirliği yapmış tüccar ve esnaflardır. Bu kongre onlar için, hem kendilerini Ankara Hükümeti nezdinde kabul ettirme, hem de başta İstanbul, İzmir olmak üzere yurdun büyük bir bölümünde Rumların, Ermenilerin ve diğerlerinin bıraktıkları malı mülkü kapışıp paylaşma ve yeni hükümetin iktisat politikalarını kendi çıkarları doğrultusunda etkileme fırsatını sunması açısından oldukça önemlidir.

İşte o nedenle, daha İzmir‘e gelmeden önce İstanbul‘da uzun uzun toplantılar yaparak, bir araya gelip birlik ve şirketler kurmuşlar, kararlar almışlar. Bir kısmını İstanbul’dan getiren gemi, İzmir Limanı‘nın kapatılmış olması nedeniyle Marsilya‘ya kadar gitmek zorunda kalmış; ancak, o dönemde birçok delege için sorun olan ulaşım masrafları onlar için gündeme bile gelmemiş.

Aslında aynı tedirginlik, işgal dönemi İzmir‘inde Yunan güçleriyle işbirliği yanında yerli Rum, Ermeni ve Levanten tüccarlarla işbirliği yapan İzmirli tüccar ve esnaflar için de geçerlidir. Onlar da birlikte çalıştıkları ve henüz yurtdışına çıkmış-çıkmamış yerli Rumların, Ermenilerin mallarını, ticaretin sağladığı imkanlar içinde devralarak ya da vekaletini üstlenerek veya doğrudan doğruya sahiplenerek zenginliklerine yeni zenginlikler kattıkları; böylelikle, hem İstanbul hem de İzmir‘de işgal sonrasının yeni “deste anahtarlı” mal-mülk zenginleri olarak ortaya çıktıkları biliniyor.

17 Şubat-4 Mart 1923 tarihleri arasında “Tüccar Grubu” ve “Sanayi Grubu” olarak dile getirilip yazıya dökülen kararları ise aşağıdaki linkten indirip inceleyebilirsiniz:

2023 tarihli 100. yıl kutlamasındaki sanayici, tüccar ve esnaflar….

Aradan 100 yıl geçtikten sonra İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin “Geleceğin Türkiye’sini inşa ediyoruz” sloganı ile yürüttüğü çalışmalar, ilk kongrede olduğu gibi “Sanayici” ve “Tüccar” grupları şeklinde değil de, hepsinin bir araya getirildiği “Sanayici-Tüccar-Esnaf” grubu eliyle birlikte yürütülüyor.

Sanayiciyi, tüccarı ve esnafı sanki tek bir toplumsal grup, kesim, topluluk ya da sınıfmış gibi bir araya getirerek yapılan “Sanayici-Tüccar-Esnaf Grubu” toplantılarının;

Birincisi, 56 kurum temsilcisinin katılımıyla 23 Ağustos 2022 tarihinde “Sanayici, Tüccar ve Esnaf Grubu Birinci Ön Buluşması” adıyla İzmir Tarihi Havagazı Fabrikası‘nda,

İkincisi, 43 işveren örgütünün katılımıyla “Sanayici, Tüccar ve Esnaf Grubu Teknik Çalıştayı” adıyla İzmir Ticaret Odası‘nda,

Üçüncüsü ve sonuncusu ise, 62 kurum temsilcisinin katılımıyla 1 Aralık 2022 tarihinde “Sanayici, Tüccar ve Esnaf Buluşması” adıyla Swissotel İzmir‘de yapıldı ve hazırlanan 25 maddelik “Sanayici, Tüccar, Esnaf Grubu Sonuç Bildirgesi” aynı gün kamuoyuna duyuruldu.

Bu grubun yaptığı üç ayrı toplantıya katıldığı ifade edilen toplam 161 kurum ve temsilcisinin kimler olduğu bugüne kadar açıklanmamış olmakla birlikte; 62 kurum temsilcisinin katıldığı söylenen üçüncü toplantıda bulunan sadece 16’sının ismi kamuoyu ile paylaşılıp olup, gelen ya da gelmeyen diğer hangi kurum temsilcileri -ne yazık ki- bilinmemektedir. Haberi verilen üçüncü toplantıya katılan ve çoğunu İzmirlilerin oluşturduğu kurum ve temsilcileriyle ilgili liste ise şu şekildedir:

1. Mahmut Özgener, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) Yönetim Kurulu Üyesi, İzmir Ticaret Odası Yönetim Kurulu Başkanı

2. Metin Aktaş, Ege Bölgesi Sanayi Odası (EBSO) Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı,

3. Jak Eskinazi, Ege İhracatçı Birlikleri (EİB) Koordinatör Başkanı,

4. Yusuf Öztürk, Deniz Ticaret Odası İzmir Şubesi Yönetim Kurulu Başkanı,

5. Hulusi Demir, İzmir Esnaf ve Sanatkar Odaları Birliği (İESOB) Başkan Vekili,

6. Ömer Gökhan Tuncer, İzmir Ticaret Borsası Meclis Başkanı,

7. Bülent Uçak, İzmir Ticaret Borsası Başkan Yardımcısı,

8. Şükrü Ünlütürk, Türk Girişim ve İş Dünyası Konfederasyonu (TÜRKONFED) Yüksek Danışma Kurulu Başkanı,

9. Mehmet Ali Susam, Ege Ekonomisini Geliştirme Vakfı (EGEV) Başkanı,

10. Sıtkı Şükürer, Ege Sanayici ve İş İnsanları Derneği (ESİAD) Yüksek İstişare Konseyi Başkanı,

11. Sibel Zorlu, Ege Sanayici ve İş İnsanları Derneği (ESİAD) Yönetim Kurulu Başkanı,

12. Senem Barut, Güney Ege Sanayi ve İş Dünyası Federasyonu (GESİFED) Aydın Girişimci Kadınlar Derneği Yönetim Kurulu Başkanı,

13. Önder Tükkanı, Arkas Holding İcra Kurulu Başkanı,

14. Müslüm Erbay, Doğu Sanayi ve İş Dünyası Federasyonu Başkanı,

15. Nurullah Edemen, Diyarbakır Sanayici ve İş İnsanları Derneği Başkanı,

16. Semih Girgin, Kemeraltı Esnaf Derneği Başkanı.

Yapılan üç ayrı toplantıya katıldığı söylenen toplam 161 kurum temsilcisinin katkısı ile hazırlanan “Sanayici-Tüccar-Esnaf Grubu Sonuç Bildirgesi“nin tümünü yazımızdaki linkten indirip inceleyebilirsiniz.

Şimdi gelelim bu kadar çok kurum ve şahsı yorup hırpalayan bu bildirge metninin incelenip değerlendirilmesine:

Aşure tadında bir çeşni….

1. Tüm bildirge biraz oradan biraz da şuradan anlayışıyla ve büyük bir kafa karışıklığı içinde; özellikle de yenilikçi olmak adına henüz uygulamada kullanılıp deneyimlendiği belli olmayan kavram, yöntem ve sihirli sözcüklerin boca edilip döküldüğü, bu nedenle de bir araya getirilen şeylerin kendi mantığı içinde birbiri ile uyumsuz olması nedeniyle bütünleşmemiş, karmaşık ve anlaşılmaz bir metin olarak karşımıza çıkmıştır. İşte tam da bu noktada, CHP’nin yaptığı gibi keşke Daron Acemoğlu’nu ya da Jeremy Rifkin’i bu işe danışman yapsalardı diye düşünmekten kendimi alamıyorum.

Büyümeden ama sürdürerek…

2.Sanayici, Tüccar ve Esnaf Grubu Sonuç Bildirgesi“nin dördüncü maddesinde, sanayi ve ticarette yalnızca “büyüme odaklı” bir iktisadi modelin kabul edilemeyeceği iddiasıyla onun yerine “sürdürülebilir ekonomik bir model” önerilmekte, geleceğin Türkiye‘si ile ilgili iktisat politikalarının, toplumun ahlaki (moral) ve ekonomik değerlerini geliştiren bir kültürel yenilenme hamlesi olduğu belirtilmektedir.

Görüldüğü gibi bu paragrafta, biri ekonomik model tercihi, diğeri de iktisat politikaları ile kültür arasında bağlantı kuran birbiriyle ilgisi, alakası olmayan, aslında ayrı ayrı maddelerde ele alınıp irdelenmesi gereken iki ayrı önerme bulunmaktadır. Ayrıca karmaşık bir şekilde oluşturulan bu ifade, bu tür bildirgelerde karşımıza çıkan net, açık ve anlaşılır bir dilden uzak, ne demek istediği açıkça belli olmayan genel geçer siyasal söylemleri anımsatmaktadır. O nedenle de Türkiye‘nin gelecek yüzyıldaki iktisadi hedeflerini tanımlamaktan çok, bir tavsiye ya da bir temenni niteliği taşımaktadır.

Bunun dışında, Türkiye‘nin içinde yer aldığı uluslararası kapitalist sistemde, büyümeye odaklı bir yaklaşımdan vazgeçip onun yerine, gerekirse büyümemeyi esas alan başka bir modeli önermek ne ölçüde rekabetçi kapitalist sistemin doğasına uymakta, bu yeni modeli benimsemeyen rakipler karşısında böyle bir modeli uygulayıp hayata geçirmek ne ölçüde gerçekçi olmaktadır? Bu biraz da, karbon salınımı konusunda bir türlü bir araya gelemeyen; hatta imzalamış oldukları uluslararası sözleşmelerden ayrılan ülkelerin, özellikle de ABD‘nin ya da Çin Halk Cumhuriyeti‘nin durumuna benzememekte midir? Daha doğru ve açık bir ifadeyle, bu tür anlatımlar “olmayacak duaya amin demek” anlamına gelmemekte midir?

Ayrıca, ikinci önermede sözü edilen “kültürel yenilenme hamlesi” ile ne söylenmek, ne ifade edilmek istenmekte, kültür alanında nasıl bir yenilenmeden söz edilmektedir? Sanırım bütün bunların önce konuşulup tartışılarak her şeyin birbirine karıştırıldığı bu bulanık söylemin içinden çıkarılması ve gelecek 100 yıla dair vaatlerin yeniden belirlenmesi en doğru yol olacaktır.

Hem bütüncül, hem kapsayıcı, hem de stratejik; sahi, bu nasıl olacak?

3. Söz konusu bildirgenin 6. maddesinde iktisadi planlama kültürünün, doğası gereği ‘bütüncül‘, ‘kapsayıcı‘ ve ‘stratejik‘ olması gereğinden bahsedilmektedir.

Oysa iktisadi planlama kültürünün ‘bütüncül‘ ve ‘kapsayıcı‘ olması istenirken, bunun aynı zamanda ‘stratejik‘ olması nasıl istenecektir?

Bütüncül‘ ya da ‘kapsayıcı‘ iktisadi planlama, aynen 1984 öncesinde DPT tarafından hazırlanan ulusal kalkınma planlarında olduğu gibi, tüm toplumu ilgilendiren ortak hedeflere varmak amacıyla, planlanacak bütüne dahil ve birbiri ile ilgili tüm konu, sektör, sorun, ihtiyaç ve benzerinin birbirleriyle ilişkileri dikkate alınarak planlanması anlamına gelirken, ‘stratejik‘ planlama ve uygulama bu bütün içinden seçilen ‘önemli‘ ve ‘öncelikli‘ konuların, diğerlerinden ayrılıp ele alınması suretiyle ve parça ile bütün arasındaki ilişki dikkate alınmaksızın yapılır. İşte o nedenle, neoliberal kapitalist yaklaşım için zorunluluktan uzaklaşıp plansızlık anlamına gelen ‘stratejik planlama’ anlayışı, 2005-2006 dönemi ve sonrasında yeni bir trend olarak piyasaya sürülmüş ve ulusal kalkınmanın planlanması amacıyla o güne kadar yapılan bütün ‘bütüncül‘ ya da ‘kapsayıcı‘ planların gereksiz ve yetersiz olduğu iddia edilmiş; böylelikle, bu iki planlama anlayışının tarafları arasında uzun yıllar süren tartışmaların başlaması sağlanmıştı. Şimdi ise ne olmuştur ki, bu iki planlama anlayışını bir araya getirip her ikisini birlikte önerme durumunda kalınmıştır, bilinmez. Umarım ki, bu ifade konuyu yeterince bilmemekten kaynaklanan bir durumun sonucu olmamıştır…

Bilinmeyen bazı reformlara görev yüklemek…

4. Bildirgenin 6. maddesinin ikinci cümlesinde, geleceğin sanayi ve ticaret politikalarının, birbiri ile ilişkili dört (sosyal, siyasal, ekonomik ve ekolojik) ana reform üzerinde yükseleceği ifade edilmekte ve aynı paragrafın birinci cümlesinde ifade edilen iktisadi planlama kültürü ile ilişkisi ortaya koyulmamakta, bu reformun kültürel bir reform olup olmadığı da açık bir şekilde belirtilmemektedir.

Aynı paragraf içinde birbirini izleyen ve normal olarak kendi içinde bir anlam bütünlüğü taşıması gereken bu iki ifade ile gündeme getirilip birbiri ile ilişkili olduğu söylenen dört (sosyal, siyasal, ekonomik ve ekolojik) ana reform nedir, özellikleri ve içerikleri ile “iktisadi planlama kültürü” ile ilişkisi nelerdir? Adı geçen reformlar kim tarafından, ne için, ne şekilde yapılacak ve neleri değiştirecektir? Ayrıca bu reformların, gelecek 100 yılın iktisat politikaları üzerindeki etkisi ne olacaktır, neyi değiştirecek, neleri ne şekilde etkileyecektir?

Türkiye’nin gelecek yüzyılındaki iktisat politikalarını belirlemek, bu şekilde ne olduğu yeterince açık olmayan ifadelerle ve bu reformların “iktisadi planlama kültürü” ile ilişkileri ortaya konulmadan, bu şekilde de mi yapılır?

Ekonomi ile ekoloji arasındaki olumlu ilişki nasıl hayata geçirilecek?

5. Sanayici, Tüccar ve Esnaf Grubu Sonuç Bildirgesi‘nin 7. maddesinde, geleceğin Türkiye’sinin, ekoloji ve ekonomi arasında ayrılmaz bir ilişki olduğunu kabul eden “yeni bir iktisadi yaklaşımla” inşa edileceği belirtilerek, ticaret ve sanayi politikalarının bu yöndeki gelişimle sağlanacağı belirtilmektedir.

Peki o halde, ekoloji ve ekonomi arasındaki bu ayrılmaz ilişkiyi kabul eden “yeni iktisadi yaklaşımın” adı nedir, özellikleri, işleyişi, faydalı ya da zayıf yanları, karşılaşabileceği olası fırsat, tehlike ve riskler nelerdir? İçinde yaşadığımız küreselleşen dünyada nerede başarıyla uygulanmıştır ya da Türkiye koşullarında kim tarafından, nasıl ve ne zaman hayata geçirilecektir? Kapitalizm, ABD ve Avrupa Birliği gibi merkez ülkelerde titizlikle uyguladığı buna benzer yeni iktisadi yaklaşım, yöntem ve mekanizmaları ülkemizde hayata geçirip uygulamaya niyetli midir ya da uygulanmasına izin verecek midir? Asbest yüklü gemiler ülkemizin limanlarına gelirken ya da Avrupa‘nın çöpü ülkemize ithal edilirken, BAYER‘in, Syngenta‘nın zehirli ilaçları tarım topraklarımıza zarar verirken, uluslararası tohum firmalarının hibrit tohumları bu kadar yaygınlık kazanmışken IMF‘ye, Dünya Ticaret Örgütü‘ne ve Dünya Bankası‘na rağmen bu nasıl mümkün olacaktır? Yabancı sermaye yatırımları bu yaklaşımı ülkemizde uygulamadıkları takdirde ne yapılacak, hangi izleme, denetleme ya da zorlama yöntemlerine başvurulacaktır?

Bu yaşamsal sorulara açık, net, kesin ve ikna edici cevaplar verilmediği sürece, bu şekilde rahatlıkla kağıt üzerine yazılıp çizilen şeyler bir temenni olmaktan çıkıp nasıl alternatif iktisat politikalarına dönüşecektir?

Alternatif iktisat politikaları yerine, kapitalizmin doğasına aykırı temenniler…

6. 1 Aralık 2022 tarihinde açıklanan bildirgenin 8. maddesinde, ticaret ve sanayinin, “dengesiz büyüme” ve “kontrolsüz sermaye modeli” yerine çalışanların, ekonomik aktörlerin, paydaşların, toplumun ve doğanın da mutluluğunu esas alan duyarlı bir anlayışa evrilmek zorunda olduğu ifade edilmekte.

Karşımıza yine, küresel kapitalist sistem içinde; özellikle de bizim gibi çevre ülkelerde pek de dikkate alınmayan, “mutluluğa dayalı bir duyarlılık” talebi çıkmakta, daha doğrusu gerçekleşmesi mümkün olmayan bir temennide bulunulduğu görülmektedir.

Bu anlatım, diğer maddelerde de ifade ettiğimiz gibi yeni iktisadi politikaları açıklayan bir anlatım değildir. Sadece ve sadece bizlere duyarlılığa dayalı öznel bir mutluluğu hatırlatan, bu nedenle de somut gerçeklerden uzak bir hayal aleminin masal tadındaki söylemler olarak algılanmaktadır. O nedenle de, uygulanmakta olan mevcut iktisat politikalarına alternatif bir yanı olduğunu düşünmüyorum.

“Derya içre olup deryayı bilmeyen balıklar” misali…

7. “Sanayici, Tüccar ve Esnaf Grubu Sonuç Bildirgesi“nin 9. maddesinde sanayi ve ticaretin istikrarlı gelişimi için yeni bir “sosyal mutabakat” kurulmasının esas olduğu belirtilerek, bu mutabakatın kültürel farklılıklarla yenilikçiliğin iktisadın temel girdilerinden biri kabul edilmesiyle oluşacağı ifade edilmektedir. Sanki “kültürel farklılıklar” ve “yenilikçilik” yeni bir iktisadi olguymuş gibi ve daha önceki iktisat politikalarını etkileyen değişkenlerden biri değilmiş gibi…

Bu maddeyi okuduktan sonra, öncelikle bu maddede yazılı olan “sosyal mutabakat” kavramı ile neyin kast edildiğini, bu mutabakata taraf olanların; yani, toplumun hangi grup, topluluk, kesim ve sınıfları arasında bir yeni mutabakat sağlanacağının kesin, net ve anlaşılır bir dille açıklanması gerektiğini düşünüyorum.

Ayrıca, “kültürel farklılıkların” iktisadın temel girdilerinden biri olması iddiası, -ne yazık ki- Saray’daki adamın iktisadı bilmemesi kadar cehaletle yüklü bir iddiadır… Hele ki kapitalizm için kültürel farklılıkların bir kazanç kapısına dönüştürüldüğü, Amerikan yerlileri‘nin ya da Avustralya Aborjinleri‘nin bile kültürün, turizmin, siyasetin ve yeni ticari kazançların malzemesi haline getirildiği günümüz dünyasında… “Yenilikçilik” ise, kapitalizmin ortaya çıktığı yıllardan beri zaten bu sistemin kabul edip savunduğu, sistemin doğasında olup gelişimini sağlayan bir unsurdur… Yoksa bu bildirgenin altına imza atan hanım ve beylerin yazıp çizdiği gibi; “yenilikçilik” dünya ve insanlık için yeni bir şey değildir… Sadece, son zamanlarda oynanan ve “eski“nin “yeni” gibi sunulmasını sağlayan illüzyon yüklü yeni bir akıl oyunudur…

Teknoloji tüketilen değil, kullanılan bir olgudur…

8. Ele alıp analiz ettiğimiz bildirgenin 10. maddesinde, Türkiye’nin gelecek 100 yıldaki iktisat politikalarının teknolojiyi sadece tüketmeyeceği, aynı zamanda üreten ve kullanan bir ruha sahip olacağı iddia edilmektedir.

Evet, yine en basit mantık hatasıyla malul bir ifade ile karşı karşıyayız. Keşke böylesi bir cümleyi yazarken, en basit ve akla gelen bir yöntemle İnternet’in açık ansiklopedisi Vikipedi‘de bir arama yapıp “teknoloji” sözcüğünün ne anlama geldiğini, teknolojinin yenilip yenilmeyen ya da tüketilip tüketilmeyen bir nesne olup olmadığını sorsalardı.

O işi, şimdi onlar adına bizler yaptığımızda ise Vikipedi‘nin “teknoloji” sözcüğünü, mal veya hizmetlerin üretiminde veya buna yönelik amaçların gerçekleştirilmesinde kullanılan beceri, yöntem, işlem ve tekniklerin derlenmesi veya bilimsel araştırmalar olarak tanımladığını; yani sadece bir “araç” olarak açıkladığını görürüz. Bu anlamda “teknoloji” tüketilmez, sadece ve sadece daha fazla, daha iyi, daha hızlı üretim için “kullanılır” ve ekonomik ömrünü doldurduğunda “eskir“.

Kapitalist sistemde ekonomik demokrasi nasıl sağlanır?

9. Evet, aynı bildirinin 11. maddesinde de, bireysel, kurumsal ve işbirliklerine dayalı girişimciliğin gelişmesi için ekonomik demokrasinin gerektirdiği bir ortamın sağlanacağı iddia edilmektedir. Bu anlamda konu, girişimci olarak adlandırılan; ama aslında eskilerin deyimi ile yatırımcı denilen grubunun korunması ve bu korumanın nasıl yapılacağı ile ilgilidir.

Çünkü girişimci ya da yatırımcı denilen küçük sermayeli birey ya da kurumların büyük sermaye karşısında var olmaları zordur ve genellikle büyük sermayeye eklemlenerek onun denetimi altında var olurlar ya da mevcut yıkıcı, yok edici rekabete dayanamayarak ortadan kaybolurlar. Bunun dışında küçük girişimciyi koruyacak, onun varlığını sürdürecek başka bir mekanizma, başka bir çare yoktur.

Böylelikle taraflarını, kapsamını ve işleyişini açıklamadan ortaya attığınız “ekonomik demokrasi” gibi kafa karıştırıcı kavram ya da çözümler ise, büyük, uluslararası ya da ulus-ötesi sermayeye söz geçiremediğiniz sürece, bir hayalin tatlı öyküsü olarak kalır ve böylelikle işsizliği gizlemek amacıyla ortaya sürdüğünüz girişimcileri korumak, onları desteklemek için geliştirdiğiniz tüm söylem çöker, geriye de bol miktarda aldatılmış başarısız ve öfkeli girişimci kalır. Çünkü yıkıcı rekabete dayalı kapitalizm, güçlü ile zayıf arasında demokratik bir ilişkinin var olmasına değil; zayıf olanın ya yararlı bir iş aleti olarak kullanılmasına ya da çöpe atılacak bir “kaybeden” olarak yok edilmesine dayanır. Bundan ötesi ise, bu işten anlamayanların ellerinde kalan elma şekerinin çubuğu gibi hayal kırıcı sonuçlara yol açar…

Sanayici, tüccar ve esnaflar niye aynı grup içinde bir araya getirilmiştir?

10. “Sanayici, Tüccar ve Esnaf Grubu Sonuç Bildirgesi“nin 12. maddesinde bu bildirgeyi hazırlayan sanayici, tüccar ve esnaflara ek olarak dördüncü bir grubun; yani girişimcilerin işin içine dahil edildiği ve bu dört gruptan sadece esnaf, sanatkar ve KOBİ’lerin korunmaya layık görüldüğü, diğer gruplar için böylesi bir koruma talebinde bulunulmadığı görülmektedir.

Aslında sanayicilerle tüccarların, bundan 100 önce; hem de ortada sanayici diye bir grup ya da sınıf yokken birbirlerinden ayrı iki ayrı grup olarak kabul gördüğü bir dönemden kalkıp, sınıfsal özellikleri birbirinden çok farklı olan sanayici, tüccar ve esnafları aynı grup içinde bir araya getirmenin amacı açıklanmamış ve buna bir ek olarak madde düzenlemesi içinde diğer üç gruba ek olarak girişimcilerin de ülke ekonomisi için değerli aktörlerden biri olduğu ifade edilmiştir.

Evet, niye sanayici, tüccar ve esnaflar bu grupta bir araya getirilmiş ve bunlara girişimci denilen dördüncü bir grup dahil edilmiştir? Bu grup ya da sınıfların bu şekilde bir araya getirilmesinin gerekçesi nedir? Ve bu gruplar arasından niye sadece esnaf, sanatkar ve KOBİ’ler devletçe korunmaya layık görülüp diğerleri böylesine bir lütfa mazhar kılınmamıştır? Örneğin bu grup içinde temsilci olarak yer alıp onlarca büyük şirketi çatısı altında toplayan Arkas Holding‘in sahibi Lucien Arkas ile Kemeraltı’nda bir esnaf olarak faaliyet gösteren Kemeraltı Esnaf Derneği Başkanı Semih Girgin‘i bir araya getiren ortak noktalar nelerdir? Bu grup içindeki sanayici, tüccar ve esnafların birbirine benzer ya da farklı yanları nelerdir? Ayrıca bu 16 kişilik grup arasında niye bir tüccar temsilcisi bile yoktur? ‘Girişimci‘ denilen grup niye sanayicilerden, tüccarlardan, esnaflardan oluşan bu karma grubun arasına dahil edilmiş ve niye onlardan söz edilmiştir? Her birinin menfaatleri zaman zaman ya da yer yer birbiri ile çatışabilecek böylesine karma bir grup, birbirlerinin parmaklarına basmadan menfaatlerini nasıl koruyabilir ya da bu ülkede sesi daha çok çıkan ve güçlü bir şekilde örgütleşmiş sanayicilerin ağırlığı altında seslerini çıkarabilir?

Kamu kaynaklarının kullanımı…

11. Ele alıp incelediğimiz bildirgenin 13. maddesinde kamunun neler yapacağı ayrıntılı bir şekilde belirtilirken, Turgut Özal‘la hatırladığımız 1980’li yıllardan bu yana devamlı özelleştirilen, yağmalanıp yok edilen ya da sınıflar arasındaki servet transferine konu olan kamu kaynaklarının bundan böyle nasıl kullanılacağına dair bir kelamın edilmemesi de dikkat çekici bir eksiklik olmuştur.

İnsanın mı, yoksa teknolojinin mi ahlakı olur?

12. Ele aldığımız bildirgenin 14. maddesinin başında, “teknolojinin kendi ahlakı ve normlarının insan yaratıcılığı üzerindeki dayatması kabul edilemez” diye bir cümle var ve bu cümlenin devamında da “teknolojinin insan üzerindeki olumsuz etkilerinin bertaraf edilmesi için Teknoloji Etiği Kurulu oluşturulacak” şeklinde bir vaat var.

Bu ifadeden de anlaşıldığı gibi, ortada “trafik canavarı” ya da “iklim değişikliği tehdidi” gibi herkesin çekinip korkması gereken, kendi ahlakına ve normlara sahip bilinmez bir heyula var. Türkiye’nin gelecek 100 yılında kapitalizmin, yabancı sermayenin ya da ordularının saldırılarına karşı gelmeyi düşünmeyiz ya da bundan korkmayız ama; bu heyulanın, bu zorbanın dayatmalarına tahammül edemeyiz, ahlak dışı zorlamalarını filan kabullenemeyiz, bunu sağlamak için de acilen bir yüksek ahlak kurulu kurarız…

Akla zarar, resmen komik bir madde… Açıkçası sapla saman yine birbirinden ayrılmış… Ahlakın teknoloji ile değil, insanla ilgili bir konu olduğu unutulmuş… Ve bu akıl, çıkıp bu bilgi ve yorumla, Türkiye’nin gelecek 100 yıldaki iktisat politikalarını belirlediğini iddia ediyor… Akla zarar, komik, saçma ve de trajedik bir sonuç…

“Eski ağza yeni taam”: Döngüsel ekonomi

13. Yine günümüz dünyasının ne anlama geldiği bilinmeyen; ama, söyleyenlerin bu konuda önemli ve yeni şeyler bildiği izlenimini yaratan söylem ve sözcüklerle karşı karşıyayız… Daha önce yokmuş da yeni bir icatmış gibi ortaya atılan “döngüsel ekonomi” ve “simbiyoz” sözcükleri ile örülmüş, “eski ağza yeni taammış” gibi ortaya atılan bir sahne ve şov dili ile karşı karşıyayız….

Bildirgenin 20. maddesinde yer alan, “geleceğin Türkiye’sinde doğrusal ekonomi anlayışının terk edilerek döngüsel ekonomi hanelerden makro üretim alanlarına kadar geliştirilecek, sektörel ve endüstriyel simbiyoz her ölçekte gerçekleştirilecektir” ifadesi…

Karşımızdaki dil, dağ, orman, mera, kıyı, koy ve miras alanlarını soyup yağmalayan vahşi kapitalist sisteme çevresel kaygılarla karşı çıkılıyormuş ve kapitalist yağma düzenl bundan böyle çevreci olacakmış gibi kullanılan bir aldatma dili… Her şeyin evrensel bir döngü halinde doğada başlayıp doğada biteceğine dair bir yaklaşımla, çevreyi katleden sistemin aklanması çabası, yeni bir yeşile boyama (greenwashing) taktiği…

Oysa iktisat bilimi ve ona ilişkin politikalar, değişik bilgi ve disiplinlerin birliğinde; yani, bilginin bütünlüğünde ele alınması gereken bir olgudur… Üretim ve tüketimin ekonomik, toplumsal, kültürel ve doğa ilişkileri bütününde… İktisat bilimine ve iktisadi olaylara bunlardan sadece birinin gözlüğü ile bakıp, diğerlerini dikkate almamak ya da görmemek, haliyle ortaya çıkacak sonucun sağlığını da etkileyecektir….

Evet, tüm iktisadi süreçlerde çevrenin ya da diğer bir deyişle ekolojinin hem payı hem de sonuçtan etkilenen kötü bir kaderi vardır… Ama çevre ya da ekoloji, iktisadi süreçleri belirleyen ve etkilenen birçok değişkenden sadece biridir… O nedenle, bu sürece sadece çevre, çevre koruma boyutundan bakılması da doğru değildir… Ayrıca üretim sonucunda ortaya çıkan atıkların yeniden geri kazanılması “döngüsel ekonomi” adı verilen bir ekonomi modelini yaratmayacağı gibi, yapılan işlem, mevcut kapitalist işletmelerin uygulayıp uygulamamakta serbest oldukları endüstriyel bir aşamadır… Aynen fabrikasına ya da organize sanayi bölgesine arıtma tesisi yaptırıp oradan çıkan suyu ya da atık maddeleri geri dönüştürmek isteyen işletmelerin bu işi masraflı bulup o atık arıtma tesisini çalıştırmamalarında ve atıklarını geceleri yakın çevredeki akarsulara vermelerinde olduğu gibi…

Sonuç niyetine: Kapitalist sisteme neoliberal yaklaşımla devam…

14. Sonuç olarak, kullanılan yaklaşım, yöntem, sözcük ve dille karşınıza çıkan nur topu gibi bir neoliberal kapitalist sistem, buna dair iktisadi politikalar demeti… Yeni adına ya da alternatif olma adına hiç bir şey yok… AKP iktidarının son 20 yıldaki yıkımı onarma adına hiçbir önlem, hiçbir vaat yok… Her şey olduğu gibi devam edecek… Bu 25 maddenin altına imza atan zevat zaten mevcut düzenden memnun ve sadece sağından solundan düzeltmeler yapılmasını, yurtdışındaki efendileri adına yolun biraz daha açılmasını, daha iyi temizlenmesini istiyorlar… Döngüsel’i, simbiyoz’u, değişim’i ve yenilikçiliği ile bildiğimiz yolda yola devam diyorlar…

Alıntılar

(1) Kazım Karabekir, İktisat Esaslarımız, Hatıra ve Zabıtlarıyla 1923 İzmir İktisat Kongresi, Emre Yayınları, 1. Baskı, Haziran-2001, İstanbul, sh.201

(2) Mustafa Hergüner, İzmir İktisat Kongresi İçin İstanbul’da Yapılan Çalışmalar, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, İstanbul-2006.

Seri yazımızın daha önceki bölümlerine ulaşmak için:

Birinci bölüm: https://kentstratejileri.com/2022/12/05/izmir-iktisat-kongresi-1/

İkinci bölüm: https://kentstratejileri.com/2022/12/12/izmir-iktisat-kongresi-2/

Üçüncü Bölüm: https://kentstratejileri.com/2022/12/19/izmir-iktisat-kongresi-3/

İzmir İktisat Kongresi (3)

Ali Rıza Avcan

17 Şubat-4 Mart 1923 tarihleri arasında yapılan Türkiye (İzmir) İktisat Kongresi ile bu kongrenin 100. yılına isabet eden tarihlerde İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından yapılacak kongre arasındaki benzerlik ve farklılıklara; ayrıca, İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından yapılan hazırlık çalışmalarındaki yanlışlık ve eksiklikleri tartışıp değerlendirmeye devam ediyoruz.

Bu amaçla başladığımız dört bölümlük seri yazımızın ilk bölümünde, 1923 tarihli Türkiye (İzmir) İktisat Kongresi ile bu kongrenin 100. yıl kutlaması için yapılan hazırlık çalışmaları hakkında bilgi vermiş, ikinci yazıda ise 1923 tarihli kongrede, İzmir‘in ve tüm bir Ege Bölgesi’nin ayanı, derebeyi ya da toprak ağası olan Karaosmanzade Kani Bey‘in başkanlığıyla şekillenen “Çiftçi Grubunun İktisat Esasları” üzerinde durarak, 2023 yılında bunun bir benzeri olarak tasarlanıp kamuoyuna açıklanan “Çiftçi Grubu Deklarasyonu“ndaki vaatlerin, ülkemiz tarımıyla topraksız köylülerin ve küçük çiftçilerin sorun ve taleplerinden ne ölçüde uzak olduğunu, kendi içinde önemli yanlışlık ve eksiklikler barındırdığını göstermeye çalışmıştık.

Bugünkü yazımızda ise, 1923 tarihli kongrede -Vikipedi’nin yazar, gazeteci ve siyasetçi olarak tanımlamasına karşın- “amele” kimliğiyle “İşçi Grubu Reisi” seçilen Aka Gündüz‘ün başkanlığında, “İşçi Grubunun İktisat Esasları” olarak karara bağlanan 34 karardan esinlenerek İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nce davet edilen sendika temsilcilerinden oluşan bir grubun katıldığı 5 Ekim 2022 tarihli İşçi Grubu Teknik Çalıştayı ile 17 Kasım 2022 tarihli İşçi Buluşması‘nda yaptığı görüşmeler sonrasında kamuoyuna açıklanan 14 temel ilke üzerinde durarak, bu ilkelerin ne ölçüde gerçeğe uygun olduğunu, ne ölçüde işçi sınıfının sorun ve taleplerini karşıladığını görüp anlamaya çalışacağız.

Bu konu ile ilgili http://www.iktisatkongresi.org isimli İnternet sitesindeki yazılı bilgi ve görsellere göre, 5 Ekim 2022 tarihinde Tarihi Havagazı Fabrikası Kültür Merkezi‘nde yapılan “İşçi Grubu Teknik Çalıştayı“na 35’i şahsen, 9’u da çevrim içi olmak üzere toplam 44 sendika temsilcisi ve uzmanı, 17 Kasım 2022 tarihinde yine aynı mekanda gerçekleştirilen “İşçi Buluşması“na ise Birleşik Kamu-İş, DİSK, HAK-İŞ, KESK ve TÜRK-İŞ konfederasyonlarının bileşeni 50’den çok sendika ile iki bağımsız sendika temsilcisi katılmış. Ancak her iki toplantıya hangi sendika adına hangi yetkilinin katıldığı isim isim bildirilmediği için katılımcıların ülkede tüm işçiler açısından ne ölçüde temsil kabiliyetine sahip olduklarını bilmiyoruz.

İşçiler adına karar alanlar, işçilerin küçük bir bölümünü temsil etmektedir…

1. 12 Eylül faşist dikta yönetiminin bir ürünü olan mevcut yasal düzenleme ve yasaklamaların sonucu olarak, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı‘nın 22 Temmuz 2022 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanan en son tebliğine göre, ülkemizde tüm işkollarında örgütlü olan toplam 218 sendika toplam 2.280.285 işçiyi; yani, 15.987.428 olan toplam işçi sayısının sadece % 14,26’sını temsil etmektedir. Bu durum, henüz hiçbir sendikaya üye olmayan toplam 13.707.143 adet işçinin; yani, tüm işçilerin 85,74’ünün toplantıya katılan sendikalar tarafından temsil edilmediğini göstermektedir.

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı‘nın Çalışma Hayatı İstatistiklerine göre Türkiye’deki sendikalaşmanın oranı 1984 yılında % 55,89 iken, her yıl düzenli olarak azalarak 2022 Temmuz ayı itibariyle % 14,26 düzeyine inmesi de bu durumun en somut örneklerinden biridir. (1)

O nedenle, bu kararların alınma sürecindeki sendika temsilcilerinin, her şeyden önce kendi faaliyet alanlarındaki baskı, yasak ve engellemeleri dile getirerek, bir anlamda kendi eksiklik ya da yetersizliklerini, geçtiğimiz yılların antidemokratik iktisat politikalarının sonuçlarını gündeme getirerek önümüzdeki 100 yıl içinde tüm işçileri kendi çatıları altında toplayarak ülke iktisat politikalarına nasıl yön vereceklerine dair vaatlerde bulunmamış olmaları, bir araya gelme gerekçeleri açısından büyük bir eksiklik olmuştur.

Bu anlamda, önümüzdeki 100 yıl içinde tüm işçilerin sendikalarda örgütlenerek elde edecekleri gücün, toplumdan ve işçi sınıfından yana iktisat politikalarının geleceği açısından büyük bir güvence olacağı unutulmamalı, bu hayati eksiklik sonraki çalışmalarda telafi edilmelidir.

2023 ve sonrasındaki iktisat politikalarının aktörü korporatist meslek grupları değil, işçi sınıfıdır...

2. İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nce düzenlenen toplantılara işçileri temsil ettikleri iddiasıyla katılan işçi sendikalarının, Türkiye (İzmir) İktisat Kongresi‘nin 100. yılı ile ilgili kutlamaların, 1923’de olduğu gibi “korporatist” bir yaklaşımla “işçi grubu“, “çiftçi grubu” ve “sanayi-tüccar-esnaf grubu” olarak belirlenen üç meslek grubu üzerinden kurgulanması konusunda hiçbir itirazlarının olmadığı, bu meslek grupları dışında toplumda başka grup, kesim, toplum ve sınıfların; özellikle de sayıları milyonları bulmasına karşın temsili akla bile getirilmeyen işsizlerin bulunduğu hususunu kutlamayı düzenleyen belediye yöneticilerine hatırlatmadıkları ya da uyarmadıkları anlaşılıyor.

İktisat politikaları ile ilgili tarafların, 1923 gibi Ulusal Kurtuluş Savaşı‘nın henüz barışla neticelenmediği, bu nedenle toplumdaki milliyetçi heyecanın dorukta olduğu tarihlerde “korporatist” bir yaklaşımla sadece mesleklerle sınırlı tutulması, o dönemin özellikleri itibariyle anlayışla karşılansa bile, 2023 yılı Türkiye‘sinde toplumu sadece bu gruplarla sınırlı tutmak aynı zamanda ülke gerçeklerinden habersiz olmak anlamına da gelir.

Şayet düzenlenen toplantılar sonucunda tüm toplumu temsil eden kararların alınması ve bu kararların ülke geleceği açısından etkili ve sürdürülebilir olması isteniyorsa, temsil edilmeyen diğer grup, kesim, topluluk ve sınıfların da karar alma süreçlerine dahil edilmesi gerekmektedir.

CHP parti programının gerisinde kalmak…

3. 1923 tarihli Türkiye (İzmir) İktisat Kongresi‘nin 100. yıl kutlamaları çerçevesinde Türkiye’nin gelecek 100 yıldaki iktisat politikalarını belirlemek amacıyla yapılan bu toplantılar CHP’li bir büyükşehir belediyesi tarafından örgütlenmekle birlikte, yazılı hale getirilip kamuoyuna açıklanan taleplerin arasında Cumhuriyet Halk Partisi‘nin genel başkan Deniz Baykal döneminde (2008) kabul edilmesi nedeniyle günümüz yer yer gerçeklerini karşılamayan CHP Parti Programı‘ndaki hedef ve vaatlerin bile çok gerisinde kalan vaatlere yer verildiği ya da parti programında yazılı olan vaatlerin dikkate alınmadığı belirlenmiştir.

CHP Parti Programı‘nın “Çalışma Hakkı Kutsaldır, Emek En Yüce Değerdir” başlıklı bölümünde, çalışma sürelerinin azaltılması konusunda “Çalışma süreleri kısaltılarak, aşamalı olarak AB ülkeleri düzeyine indirilecektir.” ya da eşit işe-eşit ücret ilkesine aykırı uygulamalar için gündeme getirilen “Ücretli çalışanların farklı statülerde istihdamından dolayı hak kaybına son verilecek, eşit değerde işe eşit ücret ilkesinin uygulanması sağlanacaktır.” vaatleri yer almasına karşın, düzenlenen “İşçi Grubu Sonuç Bildirgesi“ne bu konuda tek bir vaadin yazılmamış olması bu tespitin en önemli örnekleridir. (2)

Emeklilerin, özellikle de işçi emeklilerinin sosyal güvenlik sistemi ile ilgili herhangi bir talepte bulunmamak, büyük eksikliktir…

4. Bilindiği üzere ülkemizde üç kurum arasında bölünmüş (Emekli Sandığı, SSK ve Bağ-Kur) sosyal güvenlik sistemi kağıt üzerinde SGK adı altında birleşmiş gibi gözükse de, emeklilik mevzuatı ve işlemleri pratikte birbirinden farklı uygulamalara konu olmakta; bu nedenle, sayıları milyonlara varan emekliler sahip oldukları ekonomik ve sosyal haklar açısından üç farklı gruba ayrılmakta, Emekli Sandığı emeklilerine göre daha az ekonomik ve sosyal haklara sahip SSK ve Bağ-Kur emeklileri, memur emeklilerinden farklı olarak açlık ve yoksulluk sınırının altında bir hayat sürdürmektedir.

İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nce düzenlenen iki ayrı toplantıya davet edilen işçi ve memur sendikası temsilcilerinin işçi ve emekçilerin sadece fiili çalışma süresi içindeki haklarıyla değil; aynı zamanda, bu sürenin bitimiyle ortaya çıkan emeklilik durumlarında da ikinci bir iş aramaya gerek duymaksızın ve yoksullaşmadan yaşayabilmeleri için tüm emeklilerin, en azından Emekli Sandığı emeklileri düzeyinde ekonomik ve sosyal haklara sahip olması için talepte bulunmaları gerekmektedir.

Çünkü gerçek işçi ve emekçi dostu olmak demek, emeklilik nedeniyle sendika üyeliği bitenleri yalnız bırakmak değil, onlara sahip çıkıp haklarını korumak anlamına gelir…

Kamu kaynaklarının kullanımı…

5. Hazırlanan “İşçi Grubu Sonuç Bildirgesi“nde, kamu kurum ve kaynaklarının yağmalanmasını önleyecek vaatlere yer verilmediği görülmüştür.

Bu bağlamda, kamu kaynakları ve kurumlarının iktidara yakın sermaye gruplarına devri anlamına gelen özelleştirmeleri önlemek amacıyla; özellikle de, arkeolojik, tarihi, kültürel ve doğal değerlerin yağmalanıp özelleştirilmesinden, kent rantının iktidarın emrindeki beşli çetelere teslim edilmesinden ve kamusal denetimin yok edilmesinden en fazla etkilenip zarar gören işçi sınıfının ve onların temsilcisi işçi ve emekçi sendikalarının gelecek yüzyılın iktisat politikaları çerçevesinde kamu kaynaklarının verimli, adil, yerinde ve etkin kullanımıyla kamusal denetimin yeniden güçlendirilmesi konusunda ciddi taleplerde bulunması gerekmektedir.

“Bütün ülkelerin işçileri….”

6. Söze “bütün ülkelerin işçileri” diyerek başlaması gereken işçi ve emekçi sendikalarının; özellikle de memur sendikaları arasında yer alan KESK‘in altına imza attığı bu bildirgedeki iki ayrı maddenin “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı” tanımıyla başlamasının nedeni anlaşılamamıştır.

Bildirgenin ikinci ve üçüncü maddelerinde yer alan bu koşul ile çalışma hakkı ile bazı temel haklar sadece “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı” olan işçiler için talep edilirken bunun dışında kalıp vatandaşlık bağı ile hiçbir ilgisi olmayan “göçmen emeği“, “emek göçü“, “küresel insan hareketliliği ile emek göçü arasındaki ilişkiler“, ucuz emek sömürüsünün yabancı sermaye yatırımı adı altında teşvik edilmesi ve küresel sermayenin ulusal hükümetlerden talep ettiği imtiyazlı korunmuş özel statülü organize sanayi üsleriyle serbest bölgelerden söz edilmemiş olması da, ikiyüzlülük kokan büyük bir çelişkidir.

Evet, 1923 tarihli “İşçi Grubunun İktisat Esasları” başlıklı eski bildirinin 2. maddesinde salgın hastalıkların ırkın özünü mahvettiğine, 26. maddesinde de “memlekette açılacak tüm işlerin Türk işçi ve çalışanlarına tahsis edilmesine” ilişkin ifadelere yer verilmiş olmakla birlikte; Ulusal Kurtuluş Savaşı‘nın henüz devam ediyor olması nedeniyle milliyetçilik duygusunun tavan yaptığı o günlerde, o günlerin heyecan, coşku ve öfkesi içinde bu tür kararların alınmasını “zamanın ruhu” nedeniyle anlayışla karşılamak mümkün görülmekle birlikte; aradan 100 yıl geçtikten sonra, işçiler arasında böylesine ayrımcılık yapmanın evrensel hukuk kurallarına aykırı olduğu bir dönemde CHP’li bir büyükşehir belediyesi eliyle hazırlanan bir bildirinin 2 ve 3. maddelerinde çalışma hakkı ile “maddi ve manevi varlığını geliştirme, insan onuruna yaraşır bir yaşam sürme, yetenek ve tecrübelerine uygun bir işte çalışma, çalışma saatleri içinde veya dışında kendi kabiliyetlerini geliştirme” gibi hak ve özgürlükleri sadece “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı” olanlara vermek, onların dışında kalanları; örneğin doğal yıkım, siyasi baskı, ekonomik neden ve savaşlar nedeniyle ülkemize gelmek zorunda kalan göçmen, mülteci ve sığınmacıları, yurtdışından getirilen uzman işgücünü başta İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi olmak üzere ülkemizin imzaladığı tüm uluslararası anlaşmalara; ayrıca, aynı bildirgenin 5. maddesinde yazılı olanlara aykırı olarak bu haklardan mahrum etmeye kalkmak, -bırakın başka gerekçeleri- başta hiçbir insani gerekçe ile açıklanamaz. Hele ki, böyle bir vaadin 2008 tarihli CHP Programı‘nda bile olmadığını hatırladığımızda…

Konu sermayenin dünya çapındaki dolaşımına gelince Türk sermayesi ile yabancı sermaye arasında ayrım dahi yapamayan ve içlerinde, temsil ettikleri işçi ve emekçilerin dünya çapındaki kardeşlik ve birlik ruhundan tek bir iz taşımayan, o nedenle de açık bir şekilde faşizan duygularını ortaya koyan bu tür sendika temsilcilerinin, altına imza attıkları bu vaatler için işçi ve emekçilerden özür dileyerek en kısa sürede görevlerinden ayrılması en uygun ve doğru yol olacaktır.

İşçinin diline yakışmayan bir talep: “Paylaşım iktisadı”

7. Evet, daha bildirgenin 1. maddesinde ve o maddenin de ilk cümlesinde yer alan bir “paylaşım iktisadı” kavramı… Belki içinde “paylaşım” sözcüğü geçtiği için ilk okuyuşta hepimize sempatik gelmiş de olabilir…

Ama kapitalizmin son hali dediğimiz neoliberal yaklaşımın dilinde, genellikle solcu, devrimci, sosyalist ve komünistlerin ve son olarak da çevrecilerin/ekolojistlerin kullandığı “dayanışma“, “paylaşım“, “imece” gibi sözcüklerin o eski saflığını yitirerek pek de iyi olmayan şeylere hizmet eder hale getirildiğini görüyor ve bu sözcüklerin kullanıldığı alanlarda kendimizi daha bir dikkatli olmak zorunda hissediyoruz. Bakalım hangi amaçla bu sözcüğü kullanıp neyi gizlemek, neyi şirin hale, neleri kabul görür hale getiriyorlar diye şüphelenip sözcüğün arkasındaki yeni anlamını çözmeye çalışıyoruz. Çünkü kapitalizmin en masum sözcüğü bile kendisine hizmet eder hale getirmekte oldukça becerikli ve maharetli…

Hele ki, daha geçen günlerde arkasında Fransız Renault-Mais Grubu’nun bulunduğu Paylaşım Ekonomisi Derneği (PAYDER), bu kentte İzmir Büyükşehir Belediyesi ile birlikte; hatta onun desteği ile 1. Uluslararası Paylaşım Ekonomisi Zirvesi adıyla bir toplantı düzenleyerek İzmir‘de İzmir Büyükşehir Belediyesi eliyle dernek üyelerine yeni pazarlar aramışsa…

Anlaşılan o ki, bu sözcük de o zirveden arta kalıp dilimize yerleşmiş ve bazı şahıs ya da kişileri etkileyip ikna edecek kuvvette bir kelime olarak seçilip bu bildirgeye konulmuş…

Ve yine, anlaşılan o ki, o koskocaman sendika, konfederasyon başkanları, temsilcileri bile bu “paylaşım iktisadı” kavramıyla ne demek istendiğini anlamamışlar, tek bir sözcük ya da kavramla dünyanın değiştirilebileceği gerçeğini unutmuşlar…

Oysa bu “paylaşım iktisadı” kavramının kapitalizm için anlamını bilmiş olsalar, bu kavramı kullanarak, tüketime konu olmayıp kenarda duran, iktisatçıların deyimiyle atıl durumdaki malların başkaları tarafından kullanılmasına dayanan ve daha fazla tüketmeyi esas alan “inovatif” (!!!) bir satış-pazarlama yönteminin taraftarı olduklarını, o nedenle bundan böyle çoğunlukla büyük sermaye grupları tarafından yönetilen “Huber“, “Zipcar” ya da “Balplacar” benzeri kent içi ya da dışı ulaşım sistemlerine, boş yazlıkların ya da evde kullanılmayan odaların kiralanmasına yönelik benzeri uygulamalara taraftar olup işçiler ve emekçiler için bundan medet umduklarını anlayacaklar.

Ama yine de belli olmaz, belki de halen bildirgenin birinci madde ve cümlesinde yazılı olan bu “paylaşım iktisadı” kavramının, üretilenin emek ve sermaye kesimlerince eşit oranlarda paylaşımını ifade eden bir kavram olduğuna, geleceğin Türkiyesi’nin üretim yanında bu kavram üzerinde yükseleceğine inanıyor da olabilirler…. Bilinmez ki…

Adını koyamamak: “Kontrolsüz ekonomik büyüme”

8. Hazırlanan “İşçi Grubu Sonuç Bildirgesi“nin 12. maddesinde, işçilerin de yaşam standartlarını kısıtlayan ekolojik yıkımların “kontrolsüz ekonomik büyüme” sonucunda ortaya çıktığı belirtilmektedir. Sanki ekonomi kontrolsüz büyümese, kapitalist sistem içinde ekolojik yıkımlar olmayacak gibi…. Sanki kapitalizm kendini kontrol etse kontrollü büyüyecek ya da kapitalist sistem içinde kontrollü bir ekonomik büyüme mümkünmüş gibi….

Hele ki kapitalizmin kendi doğasında olmayan gerekçelerle dolu bu tür anlatımların ya da gerekçelerin altı kendilerine, sol, sosyalist, devrimci, komünist diyen sendika, konfederasyon temsilcileri tarafından imzalanmışsa… Diyecek bir şey kalmıyor…

İşçilerin, işsizliği ve eksik istihdamın azaltılması diye bir vaadi olabilir mi?

9. Kapitalist sistem içinde geçerli olacak işçiden yana iktisat politikalarının belirlenmesi ile ilgili bir bildirgede, altına imza atılan diğer bir gaf da, “işsizlik ve eksik istihdamın azatılması” konusunun kamuya verilen temel bir görev olarak tanımlanmasıdır.

İşçiden yana iktisat politikalarının belirlenmesi amacıyla yapılan görüşme ve tartışmaların sonucunda ortaya çıkan vaatlerin, emek ve sermaye çelişkisi temelindeki bir ekonomik sistem içinde gerçekleşmesinin mümkün olmayacağı ya da bir yere kadar mümkün olacağı dikkate alınmadan “işsizliğin azaltılması” vaadi yerine “işsizliğe son verilmesi” vaadinin yapılmaması ya da Cumhuriyet Halk Partisi‘nin 2008 tarihli Parti Programı‘ndaki gibi “işsizlik sorununu aşmak” gibi daha açık ve net ifadelerin kullanılmaması (3), bu sorunun çözümünü bu şekilde dile getirememek körlüğe yol açan nasıl bir ideolojik maluliyetinin sonucudur, bunu da okuyucuya bırakmak isterim…

Temel insan hakları mı; yoksa, sınıf eksenindeki hak mücadelesi mi?

10. Tam bir sayfa ve 387 sözcükten oluşan “İşçi Grubu Sonuç Bildirgesi“nde, 17 kez temel insan hakları anlamında “hak” sözcüğü kullanılırken, sadece 11 kez “işçi“, 2 kez de “emek” sözcüğünün kullanıldığı görülmektedir. Bu ise, işçilerin Türkiye‘nin gelecek 100 yıldaki iktisat politikaları içindeki yerinin emek-sermaye çelişkisi üzerinden değil, temel insan hakları boyutunda ele alındığının önemli işaretlerinden biridir.

Bu nedenle, “işçilerin” ya da daha doğru bir tanımlamayla “işçi sınıfının” toplum içindeki varlığı ve bu var oluşun geleceği ile ilgili iktisat politikaları belirlenirken bu işin odağına, “insan hakları” ve dolayısıyla “insan hakları mücadelesi” kavramını mı; yoksa, başka bir kavramı mı koymamız doğru olacaktır? Böyle bir durumda, örneğin işçi ve emekçilerin ekonomik ve siyasi mücadele bütünlüğünü ifade eden ve sınıf mücadelesi ile ilişkisini ortaya koyan sınıf eksenindeki bir hak mücadelesi kavramını mı kullanmamız gerekmektedir?

1923’den bu yana geçen 100 yıllık süre sonunda, dün bir yazar, gazeteci ve siyasetçinin reisliğinde bir “meslek grubu” olarak temsil edilen işçiler, bugün sendika ve siyasi partileriyle bir “sınıf olarak” orada olduklarına göre, 1923’den 100 yıl sonra sınıfları adına katıldıkları görüşme ve pazarlıkları, neoliberal yaklaşımın emek ile sermaye arasındaki mücadele yerine koymaya çalıştığı “insan hakları mücadelesi” anlayışından uzaklaştırarak sınıf eksenindeki bir hak mücadelesi boyutunda yürütmenin daha doğru olacağını düşünüyorum.

Tarım işçilerini unutmamak…

11. 16 Kasım 2022 tarihli haberlere baktığımızda yeni kurulan Tarım-Sen isimli sendikanın başkanı sevgili arkadaşım Umut Kocagöz‘ün “Türkiye’de bugün 5-6 milyon tarım emekçisi var. Bu tarım emekçilerinin büyük bir kısmı güvencesiz ve kayıt dışı çalışıyor. Tarımı da kapsayan 1 No’lu avcılık, balıkçılık, tarım ve ormancılık işkolunda kayıtlı 180 bin işçi görünüyor. Bu, 6 milyon tarım emekçisini ifade etmeyen bir işkolu… Türkiye’de özellikle tarım işçilerinin örgütlendiği bir mecra yok. Mevcut 6356 sayılı Sendikalar Kanunu’nu, patronlar lehine bir kanun. Birkaç tanesini dışarıda tutarsak mevcuttaki ziraat odaları, kooperatifler, örgütlenme hakları ve tarımdaki piyasalaşma eğilimlerine bir karşı duruş sergilemiyorlar. Özellikle kendi üyelerinin, tarım emekçilerinin haklarını savunacak bir yapı oluşturmamışlar. Bütün tarım emekçilerinin haklarını savunacak bir yapıya ihtiyaç var. Biz, bu anlamda tabandan örgütlenen bir odak sendikacılığı inşa edeceğiz.” dediğini okuyoruz. (4)

Böylesi bir ihtiyaç, özellikle de hiçbir temel insan hakkı ile açıklanamayacak zor, insanlık dışı koşullarda çalıştırılan, bu yetmezmiş gibi zaman zaman ve yer yer ayrımcılığa maruz kalan mevsimlik tarım işçilerinin bu içler acısı hali “Çiftçi Grubu” ile ilgili deklarasyonda unutulmuş ya da yazılmamış olsa bile, Arzu Çerkezoğlu gibi koskocaman devrimci bir işçi konfederasyonu başkanının ya da bu konularda hassas olduğunu söyleyen KESK‘li sendikacıların bulunduğu işçi grubunda dile getirilip yeni bir talep olarak yazılamaz mıydı? Bunu yapmak o kadar zor muydu ya da o kadar önemsiz miydi?

Yasaklama ve engellemelerden uzak bir grev hakkı…

12. Bildirgenin 7. maddesinde tüm ücretli çalışanların grev hakkına sahip olduğu belirtilmekle birlikte; bu grevlerin hükümetler ya da bozuk adalet sisteminin olumsuz etkilediği mahkemeler tarafından haksız bir şekilde sık sık yasaklanması ya da ertelenmesi gibi temel bir sorunda çözüm geliştirilip vaatte bulunulmadığı görülmektedir. Aynen 2008 tarihli Cumhuriyet Halk Partisi Parti Programı‘nda yazıldığı gibi….

Yeni ve ilginç bir gelişme…

İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından Türkiye (İzmir) İktisat Kongresi‘nin 100. yılını kutlama etkinlikleri ile ilgili olarak önceden duyurulan programda yer almayan ve “Yüksek İstişare Kurulu” adı verilen yeni bir grup toplantısı da Ocak ayı içinde yapılacak uzman toplantılarının içeriği ile kongre programını belirlemek amacıyla 10Aralık 2022 tarihinde İstanbul’da yapılmıştır.

Verilen bilgiye göre, 41 kişinin davet edildiği “Yüksek İstişare Kurulu” denilen grup aşağıdaki isimlerden oluşmaktadır:

01. Ali Rıza Ersoy, ION Akademi, Yatırımcı,

02. Ali Yaycıoğlu, Prof. Dr., Tarihçi, Stanford Üniversitesi,

03. Alp Erinç Yeldan, Prof. Dr., Kadir Has Üniversitesi,

04. Alphan Manas, İş İnsanı, Fütürist,

05. Arzu Çerkezoğlu, DİSK Genel Başkanı,

06. Ayşe Buğra, Prof. Dr., Boğaziçi Üniversitesi,

07. Bekir Ağırdır, Araştırmacı, TESEV, TÜSES, Konda Araştırma (İBB anketlerini yapıyor),

08. Bilsay Kuruç, Prof. Dr., DPT Eski Müsteşarı,

09. Bülent Gültekin, Prof. Dr., Eski Merkez Bankası Başkanı, Koç Üniversitesi,

10. Çağlar Keyder, Prof. Dr., Boğaziçi Üniversitesi,

11. Faik Öztrak, CHP Genel Başkan Yardımcısı, CHP Sözcüsü,

12. Feyyaz Ünal, Türk Sanayicileri ve İş İnsanları Derneği (TÜSİAD), TÜRKONFED,

13. Fikret Bila, Gazeteci,

14. Gülfem Saydan Sanver, Dr., Siyasal İletişimci, İBB Şirketi İzenerji A.Ş. Yönetim Kurulu Üyesi,

15. Güven Sak, Prof. Dr., Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı (TEPAV), CEO,

16. İlber Ortaylı, Prof. Dr.,

17. İzlem Erdem, Türkiye İş Bankası Genel Müdür Yardımcısı,

18. Korkut Boratav, Prof. Dr.,

19. M. Salim Kadıbeşegil, Orsa Stratejik İletişim Danışmanlığı,

20. Mehmet Aktaş, Dr., Yaşar Holding CEO,

21. Murat Karayalçın, Siyasetçi,

22. Murat Kubilay, Dr., Finans Danışmanı,

23. Mustafa Tanyeri, Prof. Dr., İzmir Ticaret Odası Genel Sekreteri,

24. Nur Batur, Gazeteci,

25. Önder Türkkanı, Arkas Holding CEO,

26. Refet Gürkaynak, Prof. Dr., Bilkent Üniversitesi,

27. Selçuk Sarıyar, İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi Üyesi,

28. Serdar Şahinkaya, Dr., İktisat Tarihçisi,

29. Sıtkı Şükürer, Yeminli Mali Müşavir, Sun Bağımsız Denetim (İBB şirketlerinin yeminli şirketi),

30. Soli Özel, Prof., Kadir Has Üniversitesi,

31. Süleyman Sönmez, TÜRKONFED,

32. Şenol Köksal, Kamu Emekçileri Sendikası Konfederasyonu Başkanı,

33. Şevket Pamuk, Dr., İktisat Tarihçisi,

34. Şükrü Ünlütürk, Sun Holding, TÜRKONFED,

35. Taner Timur, Prof. Dr. Tarihçi, Yazar,

36. Taşansu Türker, Prof. Dr. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi,

37. Tuncay Özilhan, Anadolu Endüstri Holding, TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Başkanı,

38. Ufuk Akçiğit, Prof. Dr., Chicago Üniversitesi,

39. Uğur Gürses, Finansçı, Köşe Yazarı,

40. Yusuf Işık, CHP Genel Başkanlığı Ekonomi Danışmanı,

41. Yusuf Kanlı, Gazeteci, Gazeteciler Cemiyeti Başkan Yardımcısı,

Ayrıca 17 Aralık 2022 tarihli T24 İnternet Gazetesi‘ndeki “Ertuğrul Özkök: Soyer’le görüşeceğim gün Ankara’dan gelen bir telefonla öğrendiği şey” başlıklı yazıdan öğrendiğimize göre bu sürece bundan sonraki toplantılarla asıl kongrenin İstanbul basını ile uluslararası basındaki tanıtım ve reklamı için Ertuğrul Özkök‘ün de dahil edildiği anlaşılmaktadır. (5)

Evet, hem sağdan hem de soldan, üniversiteden ya da üniversite dışından, belediyeden nemalanan veya nemalanmayan, iş dünyasının para babalarıyla şovmenlerinden ve sponsor olan firmaların yöneticilerine kadar uzanan geniş, uzun bir liste… Anlaşılan birileri bu isimleri bir araya getirebilmek için bayağı iyi bir çalışma yapmış… Yapılan çalışmalara itibar kazandırmak adına, her bir bilim insanının, gazetecinin değeri ve itibarı, hangi çevrede kimleri etkileyebileceği tek tek hesaplanmış… Akla kim gelirse düşünülüp davet edilmiş… Bu anlamda yok, yok… Davet edilenlere de, gelecek 100 yılın iktisat politikalarını belirleme fırsatı gibi bir armağan paketi sunulmuş… Bu paketin içeriğini ve programını siz hazırlayacaksınız denilmiş… Aynen 100 yıl önce toprak ağası Karaosmanzade Kani Bey‘e ya da gazeteci Aka Gündüz‘e sunulduğu gibi…

Anlaşılan o ki, İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer, 1923 tarihli Türkiye (İzmir) İktisat Kongresi‘nin 100. yılını bahane ederek kendisi için ya da kendisini destekleyen bir başkası/başkaları için büyük bir işe soyunmuş durumda… Türkiye’nin gelecek yüzyıldaki iktisat politikalarını konu edinerek çevresine her soy ve boydan isim yapmış, yer edinmiş akademisyenleri, gazetecileri, sermaye temsilcilerini, CHP üst yöneticilerini ve CHP‘nin ortağı olduğu Türkiye İş Bankası‘nın yöneticilerini alarak büyük, etkileyici, insanları ve toplumu sarsan bir çıkış yapmak istiyor… Hele ki CHP‘nin yakın tarihli ve ışıltılı vizyon toplantısıyla İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu‘nun geçtiğimiz haftaki çıkışından sonra, bütün bunları unutturacak, hem kendisinin hem de parti içindeki birtakım güç odaklarının önünü açacak bir hamle yapmak istiyor… Bunun için Osmanlı idealinin peşindeki İlber Hoca‘nın varlığına bile razı… Belediyenin mali kaynaklarıyla sermayenin fon, bağış ve sponsor katkıları da emrinde… Kongreye bir de CHP‘nin yeni akıl hocası Jeremy Rifkin‘i getirebilirse, “her şey daha iyi olacak” ya da “geliyor gelmekte olan” diyebilecek ve böylelikle iktidarın saray, sultan ve kahramanlık dolu tarihi dizi filmlerinden beklediği rantın hasadını, İzmir İktisat Kongresi kutlamaları üzerinden yapabilecek…

Tunç Soyer‘in, gazetelere verdiği demeçlerde aynı tarihlerde AKP iktidarı tarafından İzmir‘de yapılacak kutlama etkinliklerinin etrafından dolanarak belaya bulaşmak istemediği anlaşılsa da, bir büyükşehir belediyesinin Türkiye‘nin gelecek yüzyıldaki iktisat politikalarını belirleme iddiasının iktidarı açık bir şekilde rahatsız ettiği de ortada ve bu durumun, önümüzdeki Ocak ve Şubat aylarında Cumhurbaşkanlığı düzeyine kadar ulaşan bir kapışma gündemi oluşturacağı da anlaşılıyor…

Bizim dileğimiz ise, CHP içindeki bazı şahıs ya da grupların seçimler yaklaştıkça ortaya çıkan gelecek planları için ortaya çıktığını düşündüğümüz, o nedenle de İzmir’in ve İzmirlinin gündeminde yer bulmayan bu yeni kapışmaların, içinde yaşayıp çalıştığımız kente ve ülkeye zarar vermemesidir…

Seri yazımızın gelecek son bölümünde “Sanayici-Tüccar-Esnaf Bildirgesi“ni analiz edip değerlendirmeye çalışacağız.

Devam edecek…

(1) Adnan Mahiroğulları, Yrd. Doç. Dr. (2001) “Türkiye’de 1980 Sonrası Sendikalaşma ve Sendikalaşmayı Etkileyen Unsurlar“, İ.Ü. İktisat Fakültesi Maliye Araştırmaları Merkezi Konferansları, s.123-144.

(2) Cumhuriyet Halk Partisi Programı, sh.59

(3) Cumhuriyet Halk Partisi Programı, sh.59

(4) https://www.cumhuriyet.com.tr/ekonomi/tarim-iscileri-sendikasi-kuruldu-baska-bir-yol-arayacagiz-2003280

(5) https://www.t24.com.tr/haber/ertugrul-ozkok-soyer-le-gorusecegim-gun-ankara-dan-gelen-bir-telefonla-ogrendigim-sey,1079550