Kentlileşemeden Kentleşmek…

Burcu Taner Karatay

Bir kent düşünün ki, gülümseme adıyla birlikte anılan bir şairi, şehir hatları vapurunda henüz fidanken darağacına yollanan üç genç için bir ağıt yazmış olsun. Rivayetse de, gerçekse de insan o vapura, Karşıyaka-Konak vapuruna bindiğinde buna inanmak istiyor.

Bir kent düşünün ki, son yıllarda dozunu iyice söylem zorbalığının ve gövde gösterisi şeklinde yaşatılan erilliğin kıyısında bile, sorsanız hala “Tepeden tırnağa kadındır, naiftir, ne olursa olsun bir Amazon prensesidir” denebilen.

Bir kent düşünün ki…

Böyle başlayan onlarca cümle kurulur İzmir için. Ankara ve İstanbul’un keşmekeşini yaşamadan kentte olmayı isteyenlerin son yıllarda iyice rağbet ettiği söylenen İzmir…

Gerçekten öyle mi? Yani gerçekten kentleşme, kent kültürü ve kent estetiği deyince bu iki metropolün karşısına gönül rahatlığıyla çıkarabileceğimiz bir kent mi İzmir?

Teoride de, pratikte de yanıtları var.

Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden, nam-i diğer Mülkiye’den Prof. Dr. Ruşen Keleş, “Kent ve Kültür Üzerine” adlı makalesinde kentsel yaşamla uygarlık arasında yakın bir ilişki olduğunu anımsatır ve Latin dillerinde uygarlık (civilization) ve kent (city, civitas), Arapçadaki medeniyet, medeni ve kent (medine) gibi sözcükler arasındaki köken benzerliğine dikkat çeker.

Kentler ve demokrasi arasındaki ilişkiyi de gözden geçiren Keleş, “Kent havası insanı gerçekten özgürleştiriyor mu?” sorusuna ise “Konuşması, yazması, örgütlenmesi, tepkilerini dile getirmesi yasaklanmış bir insan kentte oturuyor olsa da özgür sayılmaz. Devletin hak ve özgürlükler konusunda duyarlı olmadığı bir toplumda kent insanı nasıl özgür olabilir” sorusuyla karşılık verir.

Ve çok güzel, hatta bazı sosyal bilimcilerin “leziz” diyebileceği bir tanımlama yapar: “kentlileşemeden kentleşmek”.

tumblr_mor80btfri1qm7ipro1_500

Siz kentte geçirdiğimiz bir günü gözünüzün önüne getirin. Ben ise kendimden yola çıkarak anlatmaya çalışayım. Bir sabah otobüse bindiğinizde şoförün yandaki kadın şoförün duyması imkânsızken, yolcuların duyabileceği şekilde “Hadi, hadi ilerle de makyajını sonra yaparsın, siz ancak trafiği kilitlersiniz” demesi kent kültürü kavramından bağımsız mıdır?

Ya da metroda, İzban’da yürüyen merdivendesiniz. Merdivenin sol tarafını tüm cüssesiyle tıkayan insanı uyardığı için “Madem yürüyeceksin merdivene git” diye azarlanan başka birine belki siz de denk gelmişsinizdir.

Yağmurlu bir günde duraktaki insanları ıslatarak kendine dünyanın en sadist eğlencesini bulmuş insan cinsini nereye koyacaksınız?

Peki, işgal edilen kaldırımlardan dolayı yol ortasında yürümek zorunda kalıp, karşıdan hızla gelen şoförün fırçasını yemeyen, medeniyetsiz ilan edilmeyen var mı?

İşgal edilen kaldırımlar demişken… Engellilerin ulaşım hakkını gasp edip, ne yaptığını ancak bebek arabası kullanmak zorunda kalınca anlayıp pişman olan ancak maalesef çocuk büyüyünce hepsini unutan en az bir kişi tanımaz mısınız?

Bu ve buna benzer yüzlerce örneğin sadece mağduru değiliz tabii, yeri geldiğinde gayet güzel bir biçimde failiyiz de. Buna da bir mim koymak gerek.  

Kent ve onun kültürü, orada yaşayanların, yani bizim toplamımız ise; sorumluluktan kaçamayız.

Yukarıdaki örnekler gündelik hayat içinde konforumuza dokunduğunu düşündüğümüz örnekler. Zarar verilen heykelleri, her yıl bir yere dikilen “rant anıtlarını”, plastik çimlerde oynamak zorunda kalan çocukları, çevre tahribatını vesaire saymıyoruz zaten.

Çok güzel bir kültür tanımı var, bir Fransız düşünüre ait imiş: “Her şey unutulduğu zaman belleklerde ne kalıyorsa ona verilen isimdir.

İzmir için düşünelim. Saat Kulesi dememek için insanüstü yaratıcılıkta olmak gerek değil mi?

Unutulup gidenler kadar bilinçli unutturulanları da katalım. Bu kentte unutturulmaya çalışılan tüm renkleri hatırlamaya çalışalım. Levantenleri mesela, onların özel mutfaklarını. En özel eğlenceleri olan Hıdrellez’lerini bile yoksulluktan dolayı sosyal medya fotoğrafı için mahalleye akın edenlere meze yapmak zorunda kalan Romanları ya da…

Söz uzar, yazı bitmez.

Bizler bir kent düşünemiyoruz.

Ancak bir kent düşleyebiliyoruz.

resim1

Zaten Attila İlhan da o vapura binemiyor artık. Dalgaların, martıların selamladığı bir kıyıdaki büstünden karşıya bakıyor. Manzarası belli. Bir ağıt yakıyor belki, yine bir “Mahur Beste”. Biz sıradan fanilerden şanslı olan tüm şairler gibi isyanını küfre değil şiire (d)okuyor.

Külliyatında erişemeyeceğimiz bir İzmir şiiri yazıyor o kıyıda belki. Biz plazalarda sentetik yoğunluklarla boğuşurken, adına AVM denen “tüketim tapınaklarında” kredi kartlarını mutluluk anahtarı zannederken ve aşağılara ayak basar basmaz kaldırımın o kötü yapılmış taşına basıp çamur banyosu yaparken…

Kenti kent yapan her şeyi Körfez’de yüzmek gibi özlerken…

 

Dur ve dinle: Sokağı müzik güzelleştirir

Burcu Taner Karatay

Kalabalık bir caddede yürüyorsunuz. Kulaklıkla yanınızdan geçen biri arkadan gelen motosikleti görmüyor, onun yerine siz panik yapıyorsunuz. Onlara bakacağım derken biri omzunuza çarpıyor. Azarı yedikten sonra sessiz yola devam ediyorsunuz. O sırada önünüze bir kişi daha çıkıyor ve yürümenizi engelleyerek, “Kot lazım mı abla, içerde modellerimiz var” diyor. Eğer o köprüdeki daha inatçı keçiyseniz, satıcıyı atlatmayı başarıyorsunuz.

Ya sabır” çekip yürümeye devam ediyorsunuz. Tabii kaldırımları işgal etmiş otomobiller ve masa-sandalyelerden fırsat bulabilirseniz.

ucunculuk-odulu-osman-maasoglu-sayisal-01
2016 Aydın Köymen Fotoğraf Yarışması Üçüncülük Ödülü, Osman Maaşoğlu

Sonra fark ediyorsunuz ki ileride bir kalabalık birikmiş. Hayatınızda ilk kez göreceğiniz bir enstrümanın önce sesi çalınıyor kulağınıza. Merak ve hayranlık karışımı duygularla durup dinlemeye başlıyorsunuz. Az önceki gerginliğinizden eser yok. Koşmayı bırakıp, şöyle bir duruyorsunuz.

Bir başka gün büyülü bir ses bütün gün içinizde biriken hıçkırığı çıkarıveriyor dışarı. Rahatlıyorsunuz. Bazen de Roman müzisyenlerin neşeli ezgileri etrafında toplanmış insanlar görüyorsunuz. Daha az önce asık suratla yürüyen insanlar dans eden insanları alkışlarken buluyor kendini. Yetişeceğiniz yer çok da mühim değil, siz de durup alkışlayanlara katılıyorsunuz.

Metroya balık istifi doluşup, serin ve taze havaya ulaşma umuduyla merdivenlere koştuğunuzda duyduğunuz yan flüt sesi de en az o temiz hava kadar değerli oluyor. Tırmanılacak merdivenler bekleyedursun, o akustiğin tadını çıkararak derin bir nefes alıyorsunuz.

***

Sonra başka bir gün yolunuzu uzatsanız da o müzikli caddeden geçmek istiyorsunuz. Akordeoncunun yerini hatırlamaya çalışırken bu kez huzursuz bir kalabalık görüyorsunuz. Bu kez mikrofonda belediye zabıtaları. Ellerinde kırık bir gitar ve yüksek perdeden hiç de hoşlanılmayacak bağırtıları. Yerde kırık bir gitar ve bir o kadar kırgın müzisyenler… Ve maalesef dün klarneti eşliğinde sosyal medya şovu yaptığı müzisyeni görmezden gelen semt sakinleri…

***

Balkonlarından rengârenk sardunyalar sarkan bir kent insana nasıl nedensiz bir umut ve mutluluk verirse, sokak müzisyenleri de stres içinde koştururken durup insan olduğumuzu hatırlatarak derin bir huzur verirler. Bu, hepimizin ihtiyacı olan beş dakikalık sorgulamalar için fırsattır aslında.

***

Hayatın ritmini dinlemek, dinlerken gülümseyebilmek sokakta karşımıza çıkan bir şans ise neden yasaklansın değil mi? İşte bu noktada maalesef hemfikir olunamıyor. En başta “otorite baskısı” müzisyenlerin kâbusu niteliğinde. Çünkü yöneten, doğası gereği, yönettiklerinin bir araya toplanıp, aynı anda gülüp, aynı anda öfkelenmesini istemez.

melih-ersahin-02
2016 Aydın Köymen Fotoğraf Yarışması, Melih Erşahin

Madalyonun diğer yüzü de var: Dinleyicinin kâbusu olan kötü müzik. İki tane akor bilen, akortsuz gitarıyla sokağa koşacaksa; iki şarkılık repertuarı kapan, sabahtan akşama kadar bunları döndürüp karşıdaki simitçiyi bezdirecekse, bu daha çok sokağın karmaşasına yenisini eklemek olacaktır. O yüzden sokak sanatçılığını savunmak için en meşru gerekçemiz sunulan sanatın kalitesi olmalı.

***

Bu “şerh”i koyup devam edecek olursak; çözüm önerilerini zaten bizzat müzisyenler ortaya koyuyorsa mutlaka dikkate alınmalı. Ek olarak dünyanın farklı şehirlerinde bu konunun nasıl halledildiği de göz önüne alınsa fena olmaz diye düşünüyorum. Çünkü belediyelerin buna ihtiyacı var. Örnek bir olay anlatayım. İzmir’de sokak müzisyenliği yapan bir arkadaşımla sohbet ederken zabıta konusuna değindi. Ben de bir gazete haberinde okuduklarımı anlattım. Buna göre; dünyada pek çok sokak sanatçısının yerel yönetimle bağlantı kurduğunu, hatta Avustralya Melbourne kentinde izin almak için sınav bile yapıldığını, çoğu kentte desibel sınırı konduğunu ve hoparlör, amfi gibi cihazların kullanımının özel izin gerektirdiğini aktardım.

nevzat-altin-02
2016 Aydın Köymen Fotoğraf Yarışması,  Nevzat Altın

Sohbet ilerledikçe anladım ki; müzisyenler zaten hangi kurum olursa olsun iletişime geçmeye hazır. Performans gösterdikleri ilçe belediyesinden bir arkadaşıma ulaştım. Durumu aktardım, bir görüşme gerçekleştirilmesi için büyük bir çabayla karşılaştım. Bu noktada umutlandım ancak o konuşma bir vahameti de gözler önüne serdi. Arkadaşımın anlattığına göre; bir grup müzisyenle bir etkinlik için anlaşma yapılmış. Etkinlik öncesi müzisyenler belediye yetkililerini karakoldan aramış. Sebep, belediyenin etkinliğinde yine belediyenin zabıtalarına durumu anlatamamaları ve maalesef şiddet görmeleri.

***

İşte tam da bu yüzden “kent kültürü” çok sihirli bir kelime haline geliyor. Kurallar, onay kartları, yer belirleme gibi pek çok çözüm müzisyenlerin de fikri alınarak ortaya konabilir. Ancak müzik ve kent kültürünü harmanlamakta yetersiz kalan bir toplumda yaşıyorsanız, kurallar kadar bu duruma da emek harcamanız gerekebiliyor. Bu emek, yeri gelince Karşıyaka Çarşı’da, Kıbrıs Şehitleri Caddesi’nde yahut Konak Vapur İskelesi’nde hırpalanan bir müzisyenin yanında dinleyici olarak yer alabilmeyi de kapsıyor. Çünkü sokağın sahibi, sokağın müziğine sahip çıkarsa “otorite” de kiminle “dans ettiğini” anlamak zorunda kalacaktır.

Söz konusu haber için bakınız: http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/sokak/253591/Ozgurluk_sehirlerinde_sokak_muzigi_nasil_yapiliyor_.html