Küçük ve güzel bir öneri…

Ali Rıza Avcan

Geçtiğimiz hafta Alsancak’ta oturan eski bir dostumdan, sağını solunu düzeltip resmi bir kuruma verilecek şekle dönüştürmem dileğiyle bir dilekçe taslağı teslim aldım.

Çok imzalı ortak bir dilekçe olarak hazırlanan bu taslaktaki anlatım, söylendiği gibi oturup esaslı bir düzeltme yapmayı gerektirecek kadar bozuktu. Özellikle de okuyanın kolayca anlamasını engelleyecek yanlışlık ve tekrarlarla doluydu.

Dilekçenin konusu ise, Alsancak’taki Kıbrıs Şehitleri Caddesi ile çevre sokaklarda zaman zaman tek başına, zaman zaman da bir araya gelerek grup oluşturan genç ve yetişkinlerin yaptığı sokak müziği ile küçük çocukların önlerine koydukları plastik kova, bidon ya da boya kutusu gibi ses veren nesnelere elleriyle vurarak biteviye yaptıkları ritmik müziğin çevre esnafı ile konut sakinlerinde yarattığı bıkkınlık ve şikayetle ilgiliydi. Dilekçe, bu şikayet çerçevesinde sokak müzisyenlerinin yasaklanarak o çevreden uzaklaştırılmasını talep ediyordu.

Dilekçenin altında ise “KIBRIS ŞEHİTLERİ CADDESİ VE ALSANCAK MAHALLESİ SAKİNLERİ” şeklinde imza yerine geçen bir ifade bulunmaktaydı.

056

Benim böylesi bir dilekçeyi düzelterek bu girişime katılmam, bir kent ve yaya hakları savunucusu olarak mümkün değildi. Üstüne üstlük, Yaya Derneği‘nin kurucu üyesi ve kurucu başkanı olarak böyle bir talebe sahip çıkıp destek vermem de olanaksızdı. O nedenle, söz konusu dilekçeyi düzeltmedim ve geri yollamadım.

Böyle bir şeyi yapmamakla birlikte, gerek İzmir’de, gerekse diğer büyük kentlerde sokak müziği yapan; bunu yaparken iyisiyle kötüsüyle bizlerle müzik üzerinden iletişim kuran bu çocuk, genç ve yetişkinlere nasıl sahip çıkılabileceğini; onlarla belediye zabıtaları, diğer yayalar, işyeri sahipleri ve mahalle halkı arasındaki bu sorunlu ilişkiyi nasıl sağlıklı bir hale getirebileceğimizi düşünmeye başladım.

Evet, onların bazen çıplak insan sesleri, bazen müzik aletleri, bazen de her ikisini kullanarak kentin cadde ve sokaklarında, vapur, metro ve trenlerinde, kısacası kamusal alanlarda müzik yapmaları güzel bir şeydi ve bu durum şimdiye kadar beni hiç rahatsız etmemişti.

Ama rahatsız olanlar da olabilirdi. Örneğin hastalar, uyuyan çocuklar ya da aynı bıktırıcı ezgiyi, yüksek volümlü müziği saatlerce dinlemek zorunda kalanlar bundan rahatsız olabilirlerdi.

Örneğin, mahalle aralarında yapılan düğünlerde gecenin geç saatlerine kadar yüksek sesle müzik yapılması nedeniyle ben de zaman zaman şikayetçi oluyordum. Bu bakış açısıyla, başkalarının başka nedenlerle şikayetçi olmalarını da doğal karşılıyorum.

O nedenle, Kıbrıs Şehitleri Caddesi ile yakınındaki diğer sokaklarda, kaldırımlarda, yürüyüş alanlarında, bu kamusal alanların yönetiminden görevli, yetkili ve sorumlu olan İzmir Büyükşehir Belediyesi ile Konak Belediyesi‘nin, hepimizin bilip tanıdığı İzmir Müzisyenler Derneği ve Sokak Sanatçıları Derneği gibi gönüllü örgüt ve sanatçılarla bir araya gelerek bu konuları tartışabileceklerini, ortak çözümler bulabileceklerini düşünmeye başladım.

Bu fikrimi de, geçtiğimiz günlerde Alsancak’taki “Kahveler sokağı“nda rast geldiğim Konak Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Müdürlüğü görevlisi tiyatro sanatçısı sevgili Orçun Masatçı ile paylaştım.

Buradan da, İzmir Müzisyenler Derneği‘nden sevgili Oktay Çaparoğlu ile Sokak Sanatçıları Derneği‘nden sevgili Kubilay Mutlu‘ya seslenip bu düşüncemi onlarla da paylaşmak istiyorum…

Melih Erşahin 02
Fotoğraf: Melih Erşahin

Bu düşüncenin bir ilk adımı olarak da, İzmir Büyükşehir Belediyesi ile Konak Belediyesi‘nin kültür ve sanatla ilgili görevlilerinin; ayrıca, her iki belediyenin kent konseyinde çalışan arkadaşlarımızın düzenleyeceği atölye ya da çalıştay şeklinde düzenleyeceği bir toplantı ile bu sorunu hep birlikte, işbirliği ve dayanışma içinde nasıl çözebileceğimizi tartışmaya başlayalım derim…

Çünkü kamusal mekanları kullanmaları nedeniyle ‘yaya’ olan ve bu nedenle de 1988 tarihli Avrupa Yaya Hakları Bildirgesi‘ndeki haklarla ‘Kent Hakkı‘ndan kaynaklanan haklara sahip olan sokak müzisyenlerine sahip çıkmak, onların kamusal mekanlardaki varlığı korumak biz kentlilere düşen bir görevdir diye düşünüyorum.

Çünkü, kentlerin, asıl olarak yayalara ait olduğunu biliyorum!

Kentler, sokaklar, insanlar ve Henri Cartier-Bresson fotoğrafları…

Henri Cartier-Bresson… Efsane bir fotoğrafçı…

22 Ağustos 1908’de Seine-et-Marne bölgesinde, Chanteloup’da doğdu, 3 Ağustos 2004’te Provence’ta, Montjustin’de öldü.

Genç yaşta resim sanatına ilgi duydu, André Lhote’la resim öğrenmek için Lycée Condorcet’de sürdürdüğü orta öğrenimini yarıda bıraktı, daha sonra da İngiltere’ye, Cambridge’e gitti.

1931 yılında fotoğraf çekmeye başladı ve cebinde ‘fetiş‘ fotoğraf makinesi Leica’yla Avrupa’yı keşfe çıktı.

1933’te Julien Lévy, New York’daki galerisinde ilk Henri Cartier-Bresson sergisini açtı.

Henri Cartier-Bresson bir yıl sonra Meksika’ya giderek bir yıl orada kaldı. 1935 yılında Birleşik Devletler’e döndüğünde, sinemayla ilgilenmeye başladı ve yine Julien Lévy’nin galerisinde, Walker Evans ve Manuel Alvarez Bravo’nun çalışmalarıyla birlikte kendi fotoğraflarını sergiledi. 1936’dan başlayarak üç yıl süreyle sinemacı Jean Renoir’ın ikinci asistanı oldu.

1940 yılında Almanlar tarafından tutsak edilen Henri Cartier-Bresson, Şubat 1943’te, birkaç girişimin ardından kaçmayı başardı. Yeniden fotoğrafçılığa döndü ve aynı yıl Picasso, Matisse, Braque, Bonnard gibi birçok sanatçının portresini çekti. 1944’te, savaş tutsaklarının ve toplama kamplarına gönderilenlerin yurda dönüşünü konu alan Le Retour (Dönüş) adlı belgesel filmi yönetti. 1946’da, öldüğünü sanan dostlarının Modern Sanatlar Müzesi’nde anısına bir sergi düzenledikleri sırada New York’a döndü.

1947’de, Robert Capa, David Seymour, George Rodger ve William Vandivert’le Magnum Photos’u kurdu.

Doğu’da yolculuk etmeyi sürdürdü, 1947’de önce, Gandhi’nin ölümü sırasında Hindistan’a, daha sonra Çin’e, Endonezya’ya, SSCB’ye, Küba, Meksika ve Japonya’ya gitti.

1974 yılında kendini bütünüyle desene verdi; ama portre ve manzara fotoğrafıyla ilgilenmeyi de sürdürdü.

Henri Cartier-Bresson Vakfı 2003 yılında, Paris’te, Montparnasse’ta açıldı. Henri Cartier-Bresson, 3 Ağustos 2004’te, Provence’da, Montjustin’de öldü.

Henri Cartier-Bresson, yakın ilişki kurduğu Gerçeküstücüler gibi, görüntüler dünyasına uyarlanmış bir tür otomatik yazı kullanmıştır. Ona göre: “Fotoğraf çekmek, aklı, gözü ve yüreği aynı nişan çizgisi üstüne getirmektir. Fotoğraf bir yaşam biçimidir.” Yapıtının önemli bir bölümü, çevremizi saran, görünürde sıradan olayları konu alarak, “belirleyici bir an” içinde onların evrensel boyutlarını ortaya çıkarmayı amaçlar.

Henri-Cartier-Bresson-in-1957.-Photograph-Jane-BownObserver-1200x720
Henri Cartier-Bresson & “Leica
hcb_b
Henri Cartier-Bresson
cartier-bresson
İstanbul, 1965
Henri Cartier-Bresson, Washington, 1947
Washington, 1947
6550284557_b29a66807a_o
Fransa, Hyeres, 1932

 

44107103834_b1031df3aa_o
Paris
45136380512_235f2ed45f_o
Henri Cartier-Bresson
Henri-Cartier-Bresson-2-720x380
Sevilla – İspanya, 1933
ruipalha0068-
Henri Cartier-Bresson
Henri Cartier-Bresson 001
Jean-Paul Sartre, Paris, 1946.
cartier_bresson_231_1994_434240_displaysize
Bergama, Türkiye, 1965
cartier_bresson_335_1994_420961_displaysize
İstanbul, 1965
Henri Cartier-Bresson - The Man, the Image & the World
“The Man, The Image & The World”

Sokağın rengi…

2018 yılı içinde Çağın Göz Hastanesi tarafından düzenlenip ana teması “Sokağın Rengi” olarak belirlenen 7. Fotoğraf Yarışmasında ödül kazanan ve sergilemeye değer bulunan 46 adet güzel fotoğrafı sizlerle paylaşmak istiyoruz. 

001
Birincilik Ödülü – Ayşegül Yılmaz – “Salıncak
002
İkincilik Ödülü – Oya Akkul – “Göz nasıl görürse
003
Üçüncülük Ödülü – Serkan Tekin – “Simitçi
004
Mansiyon – Salim Şimşek – “Eski evimiz
005
Mansiyon – Zehra Çöplü – “Sokak
006
Mansiyon – Nurşen Coşar – “Gece
007
Sergileme – Başak Karsavuran – “Alışveriş
008
Sergileme – Mustafa Güral – “Arka sokak
009
Sergileme – Bilal Eskioğlu – “Çocuklar
010
Sergileme – Ali Hakan İlban – “Teneke
011
Sergileme – Cemal Sepici – “Oyun
012
Sergileme – Celal Erdem – “Topce
013
Sergileme – Serkan Daldal – “Yalnız
014
Sergileme – Ömer Şahin – “Mutluluk
015
Sergileme – Ahmet Zeki Okur – “Bayrak
016
Sergileme – Musa Talaşlı – “Sokaktaki hareketlilik
017
Sergileme – Caner Başer – “İstiklal Caddesi
018
Sergileme – Hasan Uçar – “Simit
019
Sergileme – Oğuz İpçi – “Sokaklar
020
Sergileme – Veysel Kaya – “Nizam
021
Sergileme – Hazım Engin – “Kızak
022
Sergileme – Hazım Engin – “Kepçeler
023
Sergileme – Mürsel Yağcıoğlu – “Gol
024
Sergileme – Mehmet Yasa – “İrme
025
Sergileme – Yusuf Eminoğlu – “Nostaljik tramvay
026
Sergileme – Uğur Çimen – “Mavi
027
Sergileme – Nurşen Çoşar – “İyilik
028
Sergileme – Mehmet Karaman – “Sanat Sokağı
029
Sergileme – Yılmaz Karaca – “Sokağın rengi
030
Sergileme – Enver Aydın – “Hareket vakti
031
Sergileme – Enver Aydın – “Ey özgürlük
032
Sergileme – Mehmet Özçelik – “Gölge oyunları
033
Sergileme – Sadık Can – “Takla
034
Sergileme – Erkan Vural – “Sokak
035
Sergileme – Levent Kuey – “Reflections
036
Sergileme – Emine Sezgin – “Balon
037
Sergileme – Murat Bakmaz – “Rüzgar
038
Sergileme – Murat Bakmaz – “Ateş başı
039
Sergileme – Özensel Aksu – “Sokağın rengi
040
Sergileme – Ayda Aytan – “Kadın
041
Sergileme – Alp Yetimoğlu – “Renk ve gölge” 
042
Sergileme – Murat Şahin – “Kaplan
043
Sergileme – Furkan Dere – “Otobüs insan
044
Sergileme – Burhan Erzincan – “Gece ve kadın
045
Sergileme – Reyhan Türk – “Çocukluk
046
Sergileme – Rojda Çelik – “Sohbetin rengi

Onat Kutlar şiirleri, çevirileri…

SOKAK
Durmadan değişen bu kentte selvilerin
anılarıyla uğuldayan bir sokaktı
Yüksek ve külrengi yapıların tepesinde ikindi
sarı bir ışıkla vururdu pencerelerin donuk ve sessiz
krater gölcüklerine
Orada yaşlılar otururdu tozlu iğne yastıkları ve güz
sararmış martıların eğri yağmurlarıyla gelir tarardı
yüzlerinde unutulmuş sepya boşluğu
Karınlarına ölümün tohumlarını ekerdi aşağılarda
hafif bir lağım kokusuyla karışık kahve
ve anason çiçekleri satılan
küf rengi ırmakların sokağında ehliyetli kurbağalar
safa pezevenkleri ve geçmiş kaçakçıları
Arada inatçı Arnavutların
durmadan yenilediği kaldırımlardan
gülleri örselenmiş kadınlar geçerdi farkedilmeyi
bekleyen erken kararmış Lidya gümüşleri genç kızlar
Kanlı bayrakların yelkeniyle arada
tersane işçilerinin kadırgaları geçerdi ilkyardıma doğru
Siren sesleri Sivaslı kapıcıların granit belleğine
bulanık izler bırakırdı
Günlük işlerin bittiği saatlerde yani geceleri
sokak bir kerhane gibi işlerdi bahriye gediklileri
denizi ve orospuları aynı anda gören evlerin
duvarına arabesk bir savaşın tarihini yazarlardı: Aşk
Binliklerin mor jileti çalışırdı kapılarda titreyerek ve derin
bir yarıkla açarak feodal zamanın surlarını
sabahın eteklerine ulaşırdı
Oradan başıboş çocuklar çıkardı yaşamın çöpçüleri
doğulu çocuklar plastik ayakkapları ve kendi gövdelerindeki
ölü ana sıcaklığına sarılan kollarıyla
süpürürlerdi gecenin artıklarını
Solgun iğneleriyle ilk ışıkların dikerdi ağırbaşlı halk
kentin zarını yeniden ve gün
başlardı
Orada sevdim seni
Sokağı denize bağlayan geçitte orada
geceyi gökkuşağına bağlayan günlerin saçını hızla örerdi
zaman
Sevecen sorgulu uysal yüreğin
bir çimen türküsüyle açardı soyağacının gizli bahçelerini
çılgın bir büyücüye, orada kan ırmağından
geleceğin şarabını çıkardım ve yanan günlerden altın
bir şiir çıkardım güzelliğinin kapalı yapraklarından
bozkır ortasında ırmak kuyu dibinde gökyüzü bir özgürlük
esintisi zindanların avlularından
Unutma ben yokolunca değişince kent ve bir yoksulun
o günlerden
sana bağışladığı söz ülkesi yitip gidince
sonsuz ve isimsiz bir deniz kalacak bir de çamağacı
benim sularımla öpüşen.

Onat Kutlar, Unutulmuş Kent

222

NEREYE?
Nereye akar bu ırmak?
Bu yol nereye götürür?
Pirinç tarlalarının sonsuzluğunda
Nereye kayar, bu eski pagoda’nın hüznü?
Nereye seslenir bu siren sesleri,
Dağılan dumanları fabrikaların?
Toz toprak içinde homurdanarak
Nereye gider dizi dizi kamyonlar?
Şafağın bulutları nereye?
Nereye akşamın güneşi?
Bir mektup kâğıdına aceleyle
Yazılmış satırlar nereye gider?
Nereye bakıyor insan yüzleri?
Nereye gidiyor bu ayaklar?
Gece gündüz                                                                                                                        çağıran güney’e.                                                                                                               

Nguyen Dinh Thi, Çeviri: Onat Kutlar

1359079408.nv_

SURLAR VE DENİZ
körler ülkesinin tam karşısında
çünkü gören olmadı seni benden başka
duran kent sevgilim nicedir
surların çevirdiği denize doğru
kurdum barbar çadırımı bekliyorum
bekliyorum bembeyaz bir yapının
omuzlarına konacak kartal
kapına dikilmiş boynuzlarıyla
kara koç başı hırslı kalkan
ve hasret ve tutku ve bitip tükenmez
ayrılığa inatla kafa tutan
bakışların tozlarına bulanmış
ağaç heykeli olan gövdemle
içinden görmek istiyorum seni
dinlemek daha da bir güze doğru
çimenlerinden geçen serin esintiyi
yıkanmak derin saatlerinde denizinin
yarı aydınlık sokaklarından geçmek ve eski
bir balıkçının uslanmaz merakıyla
ağ atmak akşama karşı sularına
yanan alnımı su mermerinin
karnına koymak ve uyumak
yorgun savaşçının
tütün ve barut kokusuyla uyumak bir hayvanın
karlı sınırlarını aşmak bir yaza doğru
saklı kent bıktım seni kuşatan
kendi çadırlarımdan kör kılıcına
tuğlalarla örülmüş yanık surlardan
bıktım bana uzaklığı öğreten
di’li geçmişiyle zamanın
yazılmış kuşatma günlüklerinden
taş perdeleriyle bir gize doğru
yelken açan kent göremiyorum seni.

Onat Kutlar, Unutulmuş Kent

24105918716_0c9c8fdc4c_o
Fotoğraf: Aydın Aydi

Mahallenin mobeseleri…

Ali Rıza Avcan

Geçtiğimiz günlerde sosyal medyada görüp yarın öbür gün kullanırım düşüncesiyle kaydedip sakladığım sevimli bir karikatür var. “Mahallenin mobeseleri” adı verilen bu karikatürde bir evde aynı somyaya dayanıp dışarıyı gözleyen üç sevimli teyze var. Çizimden ve yüz ifadelerinden anlaşıldığı kadarıyla evin hemen önündeki sokaktan kimlerin gelip geçtiğine ya da karşı evlerde olup bitenlere bakıyorlar. Adeta o mahallenin ya da sokağın sahipleri gibi.

Bu konuyla ilgili çok eski mesleki bir deneyimim daha var.

Müfettişlik yaptığım 1980’li yılların başıydı sanırım. İstanbul’da, beni yetiştiren üstasım ve değerli büyüğüm Recep Birsin Özen ile birlikte soruşturma yapmak üzere Edirne’nin Havsa ilçesine gittiğim bir zamandı. Keyifli bir otobüs yolculuğu sonrasında Havsa Hükümet Meydanı’nda otobüsten inerek kaymakamlık binasına doğru yürüdüğümüzde önümüzden ufak bir cemaatle birlikte bir cenaze alayı geçmiş, biz de yolumuzu biraz değiştirmek zorunda kalmıştık.

İşimiz, teftiş kurulu başkanlığınca bize iletilen birden fazla şikâyetin yer aldığı dilekçedeki şahsı bularak bu iddiaların doğru olup olmadığını ortaya koyan bir soruşturmayı başlatıp yürütmekti. Bize intikal eden dilekçedeki şikâyet konusunun fazlalığı işimizi çoğaltmış olması nedeniyle bizi fazlasıyla düşündürüyordu.

Sonunda kaymakamlık binasına vardık ve kaymakamla tanıştık. Kendisine Havsa’ya geliş nedenimizi anlatıp dilekçe sahibinden söz ettiğimizde şikâyetçinin bir gün önce öldüğünü ve cenazesinin kaldırılmakta olduğunu öğrendik. Konuyu biraz daha kurcalayınca, bizdeki şikâyet mektubunu yazan kişinin biraz önce bizim önümüzden geçen cenaze alayının kahramanı olduğunu anlamıştık. Görüştüğümüz kamu görevlileri ise o şikayetçinin ölümünü “hele şükür öldü de kurtulduk” dercesine sevinçle karşılıyor, bir daha kimseyi şikayet edemiyeceği için içten içe seviniyorlardı.

Ben de 12 Eylül faşizminin kol gezdiği o yıllarda şikâyet etmenin, “muhbirlik” yapmanın doğru bir iş olmadığını, bir anlamda onların ihbar ve şikayetleriyle bizim iş yükümüzün arttığını düşünüyor, şikâyetçilere belli bir önyargıyla yaklaşıyordum.

Ancak müfettişlikten ayrılıp danışmanlık yapmaya başladığımda, o tür kişilerin etliye sütlüye karışmayanlar daha değerli olduğunu, apartmanı, sokağı, mahalleyi, semti ve kenti gözleyen, insanları takip eden, doğru bulmadığı şeylere de yüksek sesle itiraz edip şikâyet edenlerin adeta toplumsal sorumluluk bilinciyle hareket eden kanaat önderleri ya da yaşadıkları yerin doğal liderleri olduğunu fark etmeye başlamıştım. Özellikle belediye adına mahalle halkını örgütleyerek belediye-halk ilişkilerini düzenlemeye çalıştığım İstanbul, Bahçelievler Belediyesi’ndeki çalışmalarımda ilk iş olarak bu tür kişileri bulmaya, bu tür kişileri mahalle örgütlenmesinin ateşleyicisi olarak kullanmaya çalıştığımı hatırlıyorum.

Bu işi ister merakları, ister başka nedenlerle yapmış olsunlar, bu kişiler yaşadıkları sokak, mahalle ya da semt için dikkate alınması gereken önemli kişilerdi. Çünkü sahip oldukları merak ve araştırma güdüsüyle birçok şeyi biliyorlar, adeta bir tür gönüllü muhtarlık yapıyorlar; o nedenle de o sokak, mahalle ya da semtteki birçok kişinin önem verdiği, dikkate aldığı mahalli liderlere dönüşüyorlardı. Hele ki bir de yaşlı iseler, işte o zaman o sokağın, mahallenin ya da semtin akil insanlarına dönüşüyorlardı.

Bugün ben de, profesyonel anlamda yürüttüğüm eğitim, danışmanlık, araştırma ve planlama işlerini bir yana bırakıp bir kent gönüllüsü ya da aktivisti olarak kentteki birçok şeyle ilgilenmeye başladığımda, bu uğurda araştırmalar yapıp birçok kimseyle görüştüğümde, çalıştay, sempozyum, panel gibi toplantılara gidip görüşlerimi ifade ettiğimde, bilgi edinme hakkı çerçevesinde dilekçeler yazdığımda zamanında küçümsediğim o “sorumlu vatandaş” tipine dönüştüğümü görüyor, bir kent adına önemli işler yapmanın bilinciyle kendi kendime seviniyorum.

Mahallenin MOBESE'leri

Evet, ben de artık bir zamanlar küçümsediğim o meraklı insanlardan biri olarak yaşadığım çevre adına araştırmaya, öğrenmeye çalışıyor ve edindiğim bilgilerle yaşadığım sokağı, mahalleyi ve kenti daha yaşanabilir bir yere dönüştürme adına sahip çıkmaya çalışıyorum.

Şimdi artık bunun bir adım ötesine giderek kendini sokağından, mahalle ya da semtinden veya kentinden sorumlu sayan insanların, yurttaşların, hemşerilerin daha da artmasının ve onların da kendi aralarındaki ilişkileri geliştirerek örgütlenmelerini diliyor ve onlara bu kentte, bu ülkede önemli işler düştüğünü düşünüyorum.

Dur ve dinle: Sokağı müzik güzelleştirir

Burcu Taner Karatay

Kalabalık bir caddede yürüyorsunuz. Kulaklıkla yanınızdan geçen biri arkadan gelen motosikleti görmüyor, onun yerine siz panik yapıyorsunuz. Onlara bakacağım derken biri omzunuza çarpıyor. Azarı yedikten sonra sessiz yola devam ediyorsunuz. O sırada önünüze bir kişi daha çıkıyor ve yürümenizi engelleyerek, “Kot lazım mı abla, içerde modellerimiz var” diyor. Eğer o köprüdeki daha inatçı keçiyseniz, satıcıyı atlatmayı başarıyorsunuz.

Ya sabır” çekip yürümeye devam ediyorsunuz. Tabii kaldırımları işgal etmiş otomobiller ve masa-sandalyelerden fırsat bulabilirseniz.

ucunculuk-odulu-osman-maasoglu-sayisal-01
2016 Aydın Köymen Fotoğraf Yarışması Üçüncülük Ödülü, Osman Maaşoğlu

Sonra fark ediyorsunuz ki ileride bir kalabalık birikmiş. Hayatınızda ilk kez göreceğiniz bir enstrümanın önce sesi çalınıyor kulağınıza. Merak ve hayranlık karışımı duygularla durup dinlemeye başlıyorsunuz. Az önceki gerginliğinizden eser yok. Koşmayı bırakıp, şöyle bir duruyorsunuz.

Bir başka gün büyülü bir ses bütün gün içinizde biriken hıçkırığı çıkarıveriyor dışarı. Rahatlıyorsunuz. Bazen de Roman müzisyenlerin neşeli ezgileri etrafında toplanmış insanlar görüyorsunuz. Daha az önce asık suratla yürüyen insanlar dans eden insanları alkışlarken buluyor kendini. Yetişeceğiniz yer çok da mühim değil, siz de durup alkışlayanlara katılıyorsunuz.

Metroya balık istifi doluşup, serin ve taze havaya ulaşma umuduyla merdivenlere koştuğunuzda duyduğunuz yan flüt sesi de en az o temiz hava kadar değerli oluyor. Tırmanılacak merdivenler bekleyedursun, o akustiğin tadını çıkararak derin bir nefes alıyorsunuz.

***

Sonra başka bir gün yolunuzu uzatsanız da o müzikli caddeden geçmek istiyorsunuz. Akordeoncunun yerini hatırlamaya çalışırken bu kez huzursuz bir kalabalık görüyorsunuz. Bu kez mikrofonda belediye zabıtaları. Ellerinde kırık bir gitar ve yüksek perdeden hiç de hoşlanılmayacak bağırtıları. Yerde kırık bir gitar ve bir o kadar kırgın müzisyenler… Ve maalesef dün klarneti eşliğinde sosyal medya şovu yaptığı müzisyeni görmezden gelen semt sakinleri…

***

Balkonlarından rengârenk sardunyalar sarkan bir kent insana nasıl nedensiz bir umut ve mutluluk verirse, sokak müzisyenleri de stres içinde koştururken durup insan olduğumuzu hatırlatarak derin bir huzur verirler. Bu, hepimizin ihtiyacı olan beş dakikalık sorgulamalar için fırsattır aslında.

***

Hayatın ritmini dinlemek, dinlerken gülümseyebilmek sokakta karşımıza çıkan bir şans ise neden yasaklansın değil mi? İşte bu noktada maalesef hemfikir olunamıyor. En başta “otorite baskısı” müzisyenlerin kâbusu niteliğinde. Çünkü yöneten, doğası gereği, yönettiklerinin bir araya toplanıp, aynı anda gülüp, aynı anda öfkelenmesini istemez.

melih-ersahin-02
2016 Aydın Köymen Fotoğraf Yarışması, Melih Erşahin

Madalyonun diğer yüzü de var: Dinleyicinin kâbusu olan kötü müzik. İki tane akor bilen, akortsuz gitarıyla sokağa koşacaksa; iki şarkılık repertuarı kapan, sabahtan akşama kadar bunları döndürüp karşıdaki simitçiyi bezdirecekse, bu daha çok sokağın karmaşasına yenisini eklemek olacaktır. O yüzden sokak sanatçılığını savunmak için en meşru gerekçemiz sunulan sanatın kalitesi olmalı.

***

Bu “şerh”i koyup devam edecek olursak; çözüm önerilerini zaten bizzat müzisyenler ortaya koyuyorsa mutlaka dikkate alınmalı. Ek olarak dünyanın farklı şehirlerinde bu konunun nasıl halledildiği de göz önüne alınsa fena olmaz diye düşünüyorum. Çünkü belediyelerin buna ihtiyacı var. Örnek bir olay anlatayım. İzmir’de sokak müzisyenliği yapan bir arkadaşımla sohbet ederken zabıta konusuna değindi. Ben de bir gazete haberinde okuduklarımı anlattım. Buna göre; dünyada pek çok sokak sanatçısının yerel yönetimle bağlantı kurduğunu, hatta Avustralya Melbourne kentinde izin almak için sınav bile yapıldığını, çoğu kentte desibel sınırı konduğunu ve hoparlör, amfi gibi cihazların kullanımının özel izin gerektirdiğini aktardım.

nevzat-altin-02
2016 Aydın Köymen Fotoğraf Yarışması,  Nevzat Altın

Sohbet ilerledikçe anladım ki; müzisyenler zaten hangi kurum olursa olsun iletişime geçmeye hazır. Performans gösterdikleri ilçe belediyesinden bir arkadaşıma ulaştım. Durumu aktardım, bir görüşme gerçekleştirilmesi için büyük bir çabayla karşılaştım. Bu noktada umutlandım ancak o konuşma bir vahameti de gözler önüne serdi. Arkadaşımın anlattığına göre; bir grup müzisyenle bir etkinlik için anlaşma yapılmış. Etkinlik öncesi müzisyenler belediye yetkililerini karakoldan aramış. Sebep, belediyenin etkinliğinde yine belediyenin zabıtalarına durumu anlatamamaları ve maalesef şiddet görmeleri.

***

İşte tam da bu yüzden “kent kültürü” çok sihirli bir kelime haline geliyor. Kurallar, onay kartları, yer belirleme gibi pek çok çözüm müzisyenlerin de fikri alınarak ortaya konabilir. Ancak müzik ve kent kültürünü harmanlamakta yetersiz kalan bir toplumda yaşıyorsanız, kurallar kadar bu duruma da emek harcamanız gerekebiliyor. Bu emek, yeri gelince Karşıyaka Çarşı’da, Kıbrıs Şehitleri Caddesi’nde yahut Konak Vapur İskelesi’nde hırpalanan bir müzisyenin yanında dinleyici olarak yer alabilmeyi de kapsıyor. Çünkü sokağın sahibi, sokağın müziğine sahip çıkarsa “otorite” de kiminle “dans ettiğini” anlamak zorunda kalacaktır.

Söz konusu haber için bakınız: http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/sokak/253591/Ozgurluk_sehirlerinde_sokak_muzigi_nasil_yapiliyor_.html