Belediyelerin verilen ödül, bayrak ve unvanlarla ilişkisi…

Ali Rıza Avcan

Yıllar önce, belediyelere eğitimler verip danışmanlık yapan özel bir kurum, Antalya’daki beş yıldızlı bir otelde düzenlenen törenle Konak Belediyesi’nin o tarihlerde açtığı oyun ve oyuncak müzesi için birincilik ödülü vermiş ve bu haber İzmir’deki yerel basında en üst köşelere taşınarak hem müzenin danışmanı yazar hem de o dönemin belediye başkanı övgülere boğulmuştu.

Benim tepkim ise, bu ödülü veren kuruma bir yazı yazarak ödülü hangi kriterlere göre verdiklerini ve buna karar veren jürinin kimlerden oluştuğunu sormak olmuştu.

Çünkü ödül verilmesi için önceden belirlenmiş kriterlerle bu konuda değerlendirme yapacak bir jürinin mevcut olmadığını, bu ödülün daha sonraki tarihlerde ortaya çıkacak “al gülüm-ver gülüm” ilişkileriyle ete kemiğe bürüneceğini tahmin ediyordum.

Ayrıca açılan müzenin bu ödülü hak edecek özelliklere sahip olmayı bırakın, müze olmasını sağlayacak birçok koşula sahip olmadığını biliyordum.

İlerleyen tarihlerde beni haklı çıkaran bu olay bugün geçmişte kalmış olmakla birlikte; kamu kurumları, özellikle de belediyeler düzeyinde ortaya çıkan bu danışıklı dövüşüklü ödül verme ya da alma komedisinin hiç bir değişikliğe uğramadan bugüne kadar devam ettiğini görmekteyiz.

Bu durum, -ne yazık ki- bazen sağlanan menfaatler karşılığında, bazen de ulusal ya da uluslararası kuruluşların hiçbir kritere bakmaksızın özensiz bir şekilde sağa sola ödül dağıtması şeklinde gerçekleşiyor…

ELDW 2017 Raporu_Sayfa_01

Bu durumun karşımıza çıkan en son örneği ise, yakın zamanda Karşıyaka Belediyesi’nin Avrupa Konseyi tarafından verilen “12 Yıldız Şehir” bayrağını dördüncü kez alması suretiyle gerçekleşti.

Karşıyaka Belediyesi, izleyip anlayabildiğimiz kadarıyla bu bayrağı dördüncü kez aldığı için sevinirken diğer yandan da hem Karşıyaka’nın bir Avrupa şehri olduğu, hem de kendisinin sunduğu hizmetlerle tüm Avrupa belediyelerine örnek olduğu algısını basın yoluyla güçlendirmeye çalıştı.

Oysa hepimiz, özellikle de Karşıyaka’da yaşayan bizler, yaşadığımız coğrafyanın ülkemizin en gelişmiş ilçelerinden biri olduğunu bilmekle birlikte; Avrupa standartlarında bir kent olmadığını, başta belediye yönetimi olmak üzere yaşam kalitesi açısından bir Avrupa kentinin oldukça gerisinde olduğunu biliyoruz.

Ama yine de birileri çıkıp sizin kentiniz bu yıl Avrupa’nın 12 yıldız kentinden biridir diyerek yaşadığımız gerçekleri saptırmaya ve bizi kandırmaya çalışıyor… Hem de bunu üst üste dört kez aldığı uluslararası bir bayrakla kanıtlamaya çalışarak…

Şimdi bu durumda, dönüp kendi kendimize “söylendiği gibi gerçekten bir Avrupa kenti miyiz?” ya da “Avrupa kentlerinin sahip olduğu özelliklere sahip bir ilçe miyiz?” diye sormamız gerekiyor.

İsterseniz bu durumu bir dizi gelişmişlik göstergelerine filan bakmadan, bilimsel bilgi ve verileri incelemeye kalkmadan Karşıyaka Belediyesi’ne dört kez üst üste bu bayrağı veren Avrupa Konseyi’nin 2010 yılından bu yana ülkemizdeki hangi belediyelere aynı bayrağı verdiğini araştırarak belirlemeye çalışalım.

Böylelikle, Karşıyaka Belediyesi’nin “Avrupalılık” anlamında ülkemizdeki hangi belediyelerle aynı düzeyde görüldüğünü de anlamaya çalışalım.

phpThumb_generated_thumbnailAvrupa Konseyi tarafından 2010 yılından bu yana Avrupa’daki hangi belediyelere “12 Yıldız Şehir” (12 Star City) bayrağının verildiğini gösteren European Local Democracy Week (ELDW) yıllıklarına göre bayrak almaya hak kazanan belediyelerimiz;

2010 yılında Antalya, Tarsus, Muğla ve Seferihisar belediyeleri,

2011 yılında Gaziantep, Gebze, Lüleburgaz, Muğla, Tarsus ve Büyükçekmece belediyeleri,

2012 yılında Büyükçekmece ve Lüleburgaz belediyeleri,

2013 yılında Büyükçekmece, Keçiören ve Ordu belediyeleri,

2014 yılında Büyükçekmece, Karşıyaka, Ortahisar, Sultanbeyli,

2015 yılında Antalya, Büyükçekmece, İzmir, Kadıköy, Karşıyaka ve Lüleburgaz belediyeleri,

2016 yılında Beşiktaş, Büyükçekmece, İzmit, Kadıköy, Kahramankazan, Karşıyaka, Lüleburgaz ve Safranbolu belediyeleri,

2017 yılında Ahmetbey, Beşiktaş, Büyükçekmece, Edremit, İzmit, Kadıköy, Kahramankazan, Karşıyaka, Lüleburgaz ve Rize belediyeleri.

Bu listeden de görüleceği gibi, Karşıyaka Belediyesi 2014, 2015, 2016, 2017 yıllarında üst üste dört kez “12 Yıldız Şehir” bayrağını almakla birlikte Lüleburgaz Belediyesi  2011-2017 döneminde beş kez, Büyükçekmece Belediyesi de 2011-2017 döneminde üst üste yedi kez aynı bayrağı almaya hak kazanmıştır.

Bu durumda aynı bayrağı defalarca alan Büyükçekmece, Lüleburgaz ve Karşıyaka belediyelerinden hangisi diğerine göre daha fazla Avrupalıdır diye sormamız gayet mantıklı bir iş olacaktır.

Başka bir açından da, 2017 yılında “12 Yıldız Şehir” bayrağını kazanan belediyeler arasında Karşıyaka Belediyesi dışında Ahmetbey ve Kahramankazan gibi Avrupalılığı şüphe götürmeyen (!) belediyeler de bulunduğuna göre; “şimdi Ahmetbey ya da 15 Temmuz Darbe girişimiyle ‘kahraman’ unvanını alan Kazan Belediyesi, Avrupalı olma anlamında Karşıyaka ile aynı düzeyde midir?” diye sormamız da bu bayrak verme işinin ne ölçüde ciddiye alındığını net bir şekilde ortaya koyacaktır.

Bütün bu sorulara verdiğimiz yanıtlar ise, Avrupa Konseyi tarafından verilen boş formlara yazılıp çizilen yalan yanlış bilgiler ya da taahhütler üzerinden uygun görülen bu tür bayrakların ne ölçüde adil, anlamlı ve gerçekçi olduğunu ortaya koyacaktır…

avrupa-nin-12-yildiz-sehri-odulu-4-kez-karsiy-10562424_o

Çünkü, çoğu kez ulusal ya da uluslararası bir ödül ya da unvanı, hangi gerekçe ile kimden aldığınız kadar, o ödül ya da unvanı kimlerle birlikte aldığınız ya da bu ödül ya da unvan sayesinde kimlerle aynı düzeye konulduğunuz da, o ödülün, bayrağın ya da unvanın anlam ve önemini ortaya koyan en gerçekçi kriterlerden biri olarak kabul edilir.

Belediye başkanlarının yüksek lisans merakı…

Ali Rıza Avcan

1976-1978 döneminde Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde yüksek lisans eğitimi yapmış biri olarak, hem fakültemin yüksek eğitim düzeyi hem de aynı anda çalışıyor olmam nedeniyle yüksek lisans eğitimi yapmanın ne derece zor olduğunu iyi bilir ve o nedenle de çalışıyorken yüksek lisans yapanlara özel bir sempati duyarım.

Ancak son yıllarda hem okuduğum yüksek lisans tezlerinin kalitesizliği hem de neredeyse hemen herkesin kolaylıkla yüksek lisans yaptığını gördükçe bu işte bir iş olduğunu düşünüp araştırmaya başladım.

Gördüm ki, uzunca bir bir süredir tezli ya da tezsiz yüksek lisans yapmak şeklinde ortaya atılan bir yöntemle hem bu bu iş kolaylaştırılmış hem de üniversiteleri, özellikle de vakıf üniversitelerini yeni öğrenci/müşterilerle ve geniş toplumsal ilişki ağlarıyla tanıştırmış.

Çevremizdeki belediye başkanlarından hangilerinin belediye başkanı seçildikten sonra bu şekilde kolaylaştırılmış yüksek lisans eğitimi yapmaya başladığını ise eski internet haberleri üzerinden araştırmaya başladığımda;

baskan.jpg

Konak Belediye Başkanı Sema Pekdaş‘ın, 2015 yılında Gediz Üniversitesi öğrencilerinin Basmane semtiyle ilgili 135 projeyi hazırlayıp belediyeye teslim etmeleri sonrasında aynı yıl içinde Mütevelli Heyeti Başkanlığını Abdullah Kavuklar‘ın yaptığı ve 15 Temmuz Darbe Girişimi sonrasında çıkarılan KHK’lerle kapatılan Gediz Üniversitesi’nin Kentsel Yenileme Yüksek Lisans Programı‘nda eğitime başladığını ve üniversitenin kapatıldığı tarihe kadar yapılan tüm reklamlarda fotoğraflarının bir reklam malzemesi olarak kullanıldığını,

Diğer yandan Karşıyaka Belediye Başkanı Hüseyin Mutlu Akpınar‘ın da yeni kurulan Katip Çelebi Üniversitesi’ne 2014 yılında kayıt yaptırarak bu üniversitenin Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde Vergi Hukuku ve Uygulamaları Bölümü‘nde tezsiz yüksek lisans eğitimi yaptığını ve 2016 yılında mezun olduğunu gördüm.

Tabii bu eğitimlerin, Karşıyaka Belediye Başkanı Hüseyin Mutlu Akpınar açısından sonuçlandığını bilmekle birlikte, Konak Belediye Başkanı Sema Pekdaş‘ın devam ettiği Gediz Üniversitesi’nin FETÖ örgütlenmesi nedeniyle kapatılması nedeniyle ne durumda olduğunu henüz bilmiyor ve duymuyoruz…

*** 

Yüksek Öğrenim Kurumu (YÖK) tarafından hazırlanıp 20 Nisan 2016 tarih, 29690 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan Lisansüstü Eğitim ve Öğretim Yönetmeliği hükümlerine göre üniversitelerin yüksek lisans eğitimleri birbirinden ayrı iki kategoride yapılıyor.

Bu kategorilerden ilki, daha çok akademik bir kariyer yapmak isteyenlerin tercih ettikleri tezli yüksek lisans eğitimi. Yönetmeliğe göre bu eğitimi yapabilmek için ALES sınavında başarılı olunması ve eğitimin sonunda bir tezi başarıyla vermek gerekiyor. Bu anlamda bu eğitim, giriş ve yüksek lisans tezini yazma koşulları açısından zor.

Diğer ikinci kategori ise, birincisine göre daha kolay olan ve genellikle üniversitelerin öğrenciye mesleki konularda bilgi kazandırarak mevcut bilginin nasıl kullanılacağını göstermeye çalıştığı; ama aslında bu öğrenciler üzerinden para ve ilişki kazanmak amacıyla düzenlediği tezsiz yüksek lisans eğitimi. Bu eğitime katılmak isteyenler ALES sınavına girmek zorunda değiller; çünkü onlardan yabancı dil bilgisini kullanarak bilimsel bir tez yazmaları istenmiyor. Bu programa devam edenler ise yazımıza konu olan belediye başkanları dışında genellikle mesleklerinde başarılı olmak isteyen, çoğu bir işte çalışan üniversite mezunları.

Tezsiz yüksek lisans programı toplam otuz krediden ve 90 Avrupa Kredi Transfer Sisteminden (AKTS) az olmamak kaydıyla en az on ders ile dönem projesi dersinden oluşuyor. Öğrenci, dönem projesi dersinin alındığı yarıyılda dönem projesi dersine kayıt yaptırmak ve yarıyıl sonunda yazılı proje ve/veya rapor vermek zorunda. Dönem projesi dersi kredisiz olup başarılı veya başarısız olarak değerlendiriliyor. Öğrencinin alacağı derslerin en çok üçü, lisans öğrenimi sırasında alınmamış olması kaydıyla, lisans derslerinden seçilebilip senato tarafından belirlenen esaslara göre tezsiz yüksek lisans programının sonunda yeterlik sınavı uygulanabiliyor.

587498a7eb10bb118057247d

Üniversiteler aslında tezsiz yüksek lisans programlarını kullanarak kamuda ve özelde yönetici olarak çalışanlara, üniversiteye yararı olabilecek kanaat önderlerini; hatta Konak Belediye Başkanı Sema Pekdaş örneğinde olduğu gibi bir reklam yüzü olarak kullanmak istiyorlar. Böylelikle üniversitenin kamu kuruluşlarıyla ya da özel sektörle ilişkilerinin gelişerek geniş olanaklara kavuşması mümkün oluyor. Örneğin üniversiteye ait bir taşınmazın bu sayede daha iyi imar koşullarına sahip olması ya da söz konusu üniversite şayet bir vakıf üniversitesi ise o ünlü, tanınmış isimlerle daha fazla öğrenci/müşteri bulması kolaylaşmış oluyor. Aynen bir dönem yapılan site inşaatlarında o sitedeki dairelerden birinin İbrahim Tatlıses tarafından alındığı ya da Akdeniz’de gemiyle yapılacak bir tur programına Safiye Soyman’ın da katılacağı şeklinde yapılan ilanlarda olduğu gibi.

***

Aslında bu konuya; yani belediye başkanlarıyla üniversiteler arasındaki ilişkilerin niteliği konusuna, kentlinin hakkını koruma kaygısıyla yaklaşılması, bu nedenle de bu ilişkilerin nasıl kurulup yürütüleceğine ilişkin hem yasal hem de etik kuralların acilen belirlenmesi açısından yaklaşılması gerekmektedir.

Devlet ihale mevzuatında belediyelerin kamu üniversiteleriyle ihale ilişkisi kurmaksızın protokol yapması; ama bunu vakıf üniversiteleriyle yapamaması nasıl iki üniversite arasındaki farklılığı dikkate alan yasal bir kurala bağlanmışsa, belediye başkanlarının da görevde oldukları süre içinde böylesi kurumsal ya da kişisel ilişkilerinde devlet ve vakıf üniversiteleriyle nasıl bir ilişki kurup sürdürecekleri, bir an önce hem yasal hem de etik yönden tartışılıp kurala bağlanmalıdır.

Bir belediye başkanının “öğrenci” konumunda bile olsa, öğrenim gördüğü üniversiteden bir öğrenci olarak kendisinin başarısının tescillenmesini bekliyor olması ve bunun sonucunda başarısını tescil eden bir belge ya da tezle onurlandırılması, belediye başkanının yeni şeyler öğrenmesi ve eğitim düzeyinin yükselmesi açısından olumlu bir şey olmakla birlikte; belediye başkanı ile üniversitesi arasındaki bu borçlanma ilişkisinin niteliği açısından o kentin hemşehrilerinin menfaatlerini ilgilendiren bir hak ihlaline dönüşebilir. Özellikle de söz konusu eğitim vakıf üniversitelerinde yapılıyorsa… 

İş Ahlakı 003

O nedenle, kamu görevini yaptığı süre içinde yüksek lisans ya da doktora eğitimi yapan üst derecedeki yöneticilerin; özellikle de belediye başkanlarıyla ilgili yasal ve etik kuralların, Konak Belediye Başkanı Sema Pekdaş‘ın Gediz Üniversitesi’nde yüksek lisans eğitimi yapması konusundaki skandalın bir kez daha yaşanmaması ve olası bir yozlaşmanın önlenmesi amacıyla tartışılarak belirlenmesi, belediye başkanlarının görevde oldukları sürece bu tür taahhütlere girişirken bu kodlara göre hareket etmeleri sağlanmalıdır.

Kendi hayatını anlatmak, hayata meydan okumaktır…

Ali Rıza Avcan

Otobiyoğrafi, yani bir kişinin oturup kendi hayatını anlatan bir kitap yazması bir anlamda anlatılanlar, anlatılmayanlar ya da çarpıtılanlar açısından bir tür hayata meydan okumaktır!

Çünkü kendi hayatıyla ilgili her şeyi önce okura daha sonra da kamuoyunun önüne serip sergilemek, yaşamı ile ilgili bilgileri doğru ve eksiksiz bir şekilde herkesle paylaşmak demektir otobiyografi…

O nedenle otobiyografi yazan kişi çoğu kez hatırladığı ya da bir köşeye yazıp not ettiği anıları çoğu kez yaşamına girip onda iz bırakmış kişilerin verdiği bilgilerle doğrular, çoğu kez onların tanıklığında kendini anlatmaya çalışır.

maxresdefault

Yaşadıklarını bir köşeye devamlı yazan, o nedenle de unutma hakkını fazla kullanmayan otobiyografi yazarlarından tanıdığım biri, Türk yazınının değerli ismi Murathan Mungan’dır. Yaşamımın bir yıllık dilimini kendisiyle Ankara Kurtuluş Ortaokulu’nda sınıf arkadaşı olarak paylaşmış biri olarak, geçtiğimiz yıl yayınladığı “Haritalı Metot Defteri” isimli kitabında, bir sınıf mümessili olarak  unuttuğum birçok arkadaş ve olayı net bir şekilde hatırlayıp yazarak beni fazlasıyla şaşırtmıştır. Çünkü bu durum, yaşanan olaylarla tanışılan kişilerin düzenli bir şekilde bir köşeye not edilmesine dayanan hayranlık duyulacak titiz bir çalışmanın ürünüdür.

Geçtiğimiz yıllarda Terzi Fikri’yle birlikte 1970’li yılların sonundaki Fatsa belediyecilik deneyimini anlatmak amacıyla “Fırtınalı Denizin Yolcuları” isimli kitabı yazan üniversite arkadaşım Sedat Göçmen ise, Murathan Mungan’ın aksine hatırladıkları yanında unuttuklarını geniş bir arkadaş çevresiyle yeniden ilişki kurarak anımsamış ve topladığı bu taze bilgilerle hatırladıklarını doğrulamıştır. Bir anlamda yaşanan her şeyi doğru ve eksiksiz bir şekilde anımsamaya dayanan kolektif bir bellek çalışması yapmıştır diyebiliriz.

Otobiyografi yazanın bu iki yöntemden hangisini hangi ağırlıkla kullandığı dışındaki en önemli husus ise yaşadıklarını eksiksiz bir doğru bir şekilde ve özellikle de çarpıtmadan anlatmasıdır.

Çünkü yaşam, bu yazılanların her geçen an ya da gün yeniden ve yeniden test edildiği, doğrulandığı ya da çürütüldüğü acımasız bir alandır.

Bugün kendi kendinizi ikna ederek yeniden ürettiğiniz yalan, yanlışlık ya da çarpıtmalar yarın öbür gün başkalarının tanıklığı ya da masa üstüne koyduğu belgelerle anlatıcıyı zor duruma düşürebilir ya da es geçtiğiniz, anlatmak istemediğiniz gerçeklikler gün gelir sizin ayaklarınıza dolanan bir utanca dönüşebilir.

Ayrıca özellikle yöneticilerin; cumhurbaşkanların, başbakanların, bakanların, siyasetçilerin ve belediye başkanlarının halen görevdeyken tutup kendi yaşam öykülerini anlatan otobiyografiler yazmaları hem yanlış anlaşılmalara son derece uygundur hem de ilerde yaşanacak olası olaylar açısından tehlikelidir. O nedenle bir yönetici ya da siyasetçinin kendisini anlatacağı alandan elini eteğini çekmeden kendini anlatmaya kalkması toplumumuzda genellikle hoş görülmez, Hatta çoğu kez ayıplanır.

1970’li, 1980’li yılların efsane belediye başkanlarından Aliağa Belediye Başkanı Hakkı Ülkü’nün yaşam öyküsünü bugünlerde yazmaya başlaması, bu anlamda örnek alınması gereken övülecek bir davranıştır.

Geçtiğimiz günlerde büyüklü küçüklü belediye başkanlarının anılarını kitaplaştırmaya başlayan Doğan Egmont Yayınları tarafından piyasaya sürülen Karşıyaka Belediye Başkanı Hüseyin Mutlu Akpınar’a ait “Bir Kent, Bir Başkan, Bir Aşk” isimli kitapla bunu izleyecek diğer kitapları da bu düşüncelerle ele alıp değerlendirmek gerekir.

Bu anlamda, bir belediye başkanı henüz görevde iken tüm anlattıkları gerçekleri gerçekten yansıtıyor mu, acaba bazı şeyleri çarpıtıp bazı şeyleri es mi geçiyor, bazı şeyleri fazlasıyla abartıp kendine bir önem mi vehmediyor diye çeşitli sorular sorup düşünmekte yarar olabilir diye düşünüyorum.

Çünkü oldum olası kendi kendimi anlatıp tanıtmakta sorun yaşamış biri olarak başkalarını tanıtma ya da anlatma konusunda daha başarılı olduğumu biliyorum. Bunu da en iyi bilenlerden biri de sevgili dostum heykeltraş Ayfer Aksüyek Yiğitler’dir.

636079255215747913-1140883120_Life

Ayrıca durduk yerde kendi kendilerini anlatan insanlara da hep şüpheyle bakan, bunun arkasında acaba ne var, bunu hangi düşünceyle yapıyor diye devamlı işkillenen bir kişiliğim olduğunu da biliyorum.  Sanıyorum bunun nedeni de uzun bir süre kamuda denetim hizmeti yapmış olmamdır.

Ama bütün bu tespit ve değerlendirmeler sonucunda da, yoksa tüm çıplak gerçek, bu seneki İzmir Tüyap Kitap Fuarı’nda İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu’nun Karşıyaka Belediye Başkanı Hüseyin Mutlu Akpınar’a söylediği “Hüseyin, bir kitapla büyükşehir belediye başkanı olunmuyor” sözünün arkasında mı yatıyor diye düşünmeden de edemiyorum…

 

Kültür-sanat hizmetleri ve belediyeler

Ali Rıza Avcan

Bir belediye yaptığı kültür ve sanat hizmetlerini düzenlediği kurs ve etkinlik sayısı ile bunlara katılanların sayısı üzerinden değerlendirebilir mi?

Evet, bu şekilde değerlendirip şu kadar kurs, şu kadar etkinlik, şu kadar tiyatro ve sinema gösterimi düzenledik, bu etkinlikleri de şu kadar katılımcı izledi diye faaliyet raporu düzenleyip konuşmacı olarak katıldıkları toplantılarda bu şekilde sunumlar yapıyorlar.

Kimse de çıkıp kültür ve sanat etkinliği bu demek değil, siz sadece kültür ve sanatı kullanarak kendi amacınıza uygun etkinlikler düzenliyorsunuz diyemiyor, demiyor.

Bu anlattıklarınız arasında sahip olduğunuz kültürel değerler, taşınır, taşınmaz ve somut olmayan kültür varlıklarının, onları ortaya çıkarmak, restore edip değerlendirmek ve yayınlamak için yaptığınız çalışmalar, hazırlamanız gereken kültür envanterleri nerede, sahibi olduğunuz müzelerin daha etkin yönetimi için ne düşünüyorsunuz, müzeler konusundaki politikalarınız nedir, bir anlamda halkı oyalayan boş zaman (rekreasyon) etkinlikleri dışında sanatı ve sanatçıyı gerçek anlamda nasıl destekliyorsunuz diye konunun daha da derinine inip sorular soramıyor. 

Color painters

Geçtiğimiz günlerde düzenlenen bir panelde bu soruları Konak ve İzmir Büyükşehir Belediyelerinin kültür ve sanat hizmetlerinden sorumlu yöneticilerine sorarak plansız programsız yaptığınız bu hizmetleri özetleyen, yaptığınız çalışmaların vizyonunu, amaç ve hedeflerini gösteren bir politikanız, stratejileriniz ve eylem planınız var mı diye sorduk.

Tabii ki her ikisinden de tatmin edici yanıtlar alamadık. 

Çünkü bu her iki yöneticinin uzmanı oldukları konular ne kültürdü ne de sanattı. Tesadüfe bakın ki her ikisi de yakın zamanda Ankara’dan gelmiş, bu nedenle İzmir’i yeterince tanımayan bölge ve şehir planlama uzmanıydı.

Ama ne olmuşsa olmuş, her iki belediye başkanının her ikisi de bu işin uzmanları bir yanda dururken bu iki şehir plancısını kültür ve sanat hizmetleri konusunda görevli, yetkili ve sorumlu kılmıştı. 

Ayrıca kültür ve sanatın yönetimi konusunda da bilgili, birikimli ve deneyimli değillerdi.

Kısacası, Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun kamu görevinde liyâkatı vurgulayan söylemlerinin tam aksine bir görevlendirme söz konusuydu.

Bu iki kamu görevlisine haksızlık yapmamak adına, belki kendileri bu işin uzmanı değiller ama belki uzmanlardan oluşan bir danışma kurulu kurmuşlardır ve tüm kültür ve sanatla ilgili konularda bu danışma kurulunun görüş, düşünce ve önerilerinden yararlanıyorlardır diyerek ufak bir araştırma yaptık.

Ama o araştırma sonucunda da gördük ki, kendilerine bu konularda yardımcı olan bir kültür sanat kurulu yoktu.

İşin özeti bu iki bölge ve şehir plancısı bilmedikleri ve yeni yeni öğrendikleri bir kentte işi yaparak ya da yapmayıp alakasız başka işler yaparak öğreniyorlardı.

Haliyle kendi görev alanlarındaki kültür ve sanat envanterini çıkarmak, belediyenin kültür ve sanatla ilgili politika ve stratejileriyle eylem planlarını hazırlamak, bu kapsamdaki tüm etkinlikleri bu plan ve programlara göre yapmak, yaptıkları her şeyin başarısını ölçmek, bu ölçüm ve değerlendirmelere göre gereken düzenlemeleri yapmak gibi bir düşünce ve kaygıları yoktu.

Kısacası, kültür ve sanat hizmetleri konusunda “kervan yolda düzülüyordu“…

Oysa bu görevlere kültür ve sanat konusunda bilgili, birikimli ve deneyimli uzman kişilerin getirilmesi gerekirdi…

Kültür ve sanat gibi ciddi işlerin sadece bu yöneticilere ve onların yönetimindeki çalışanlara değil; bu alanda uzmanlaşmış kültür insanlarıyla sanatçılardan destek alınarak kurulan danışma kurulları tarafından şekillendirilmesi gerekirdi…

Belediyenin kültür ve sanatla ilgili vizyon, misyon, politika, strateji, hedef, amaç, faaliyet, proje ve envanterlerinin hem belediyelerin kültür ve sanatla ilgili hizmet birimleriyle bu danışma kurullarının hem de kültür ve sanatla ilgili hemşehrilerin katılımıyla bir bütünlük içinde tartışılıp hazırlanması gerekirdi…

05

Hazırlanan politikalar, stratejiler, planlar ve programlar çerçevesinde yapılan her çalışmanın izlenip ölçülmesi ve değerlendirilerek her şeyin uygulamadan kaynaklanan geri bildirimler dikkate alınarak yeniden ve yeniden güncellenmesi gerekirdi…

Ama burası işi bilmeyenlerin, bilmediğini kabul etmeyenlerin ve bilir gibi davrananların ülkesi ve kentiydi…

İyi yönetici olabilmek…

Ali Rıza Avcan

Çevremizdeki belediye başkanlarına, o başkanların geçmişlerine baktığımızda çoğunun kendi kişisel geçmişinde yüzlerce, binlerce kişinin çalıştığı bir yerde yöneticilik yapmadığını, yöneticilik konusunda eğitim almadığını ve yapsa bile en fazla 2-3 kişilik ofis ya da dükkanlarda kendi elemanlarını yönettiklerini veya aile şirketlerinde anne, baba ve kardeşleriyle birlikte iş yaptıklarını görürüz.

Ama buna rağmen, bu deneyimsiz hallerini dikkate almadan büyük bir cesaretle binlerce yönetici ve çalışanın görev yaptığı belediyelerde üst yönetici olmaya niyetlendiklerini görüyor ve en kısa sürede başarısız olduklarına tanık oluyoruz.

Daha önce ofislerinde, dükkanlarında birkaç kişiyi yöneten, çoğu kez belediyeciliği ve yöneticiliği bilmeyen bu kişilerin belediye başkanı olur olmaz önce kendilerine seçim döneminde açık ya da kapalı bir şekilde hizmet eden belediye görevlilerini yeni yeni makamlarla ödüllendirdiklerine, güvendikleri bu kişileri kilit noktalara yerleştirdiklerine tanık oluyoruz. Hatta onları başka belediyelere kaptırmamak adına pazarlıklar yapıp başka belediyelerdeki kendi zihniyetindeki yöneticileri transfer etmeye çalıştıklarını bile izliyoruz.

Tabii bu arada olan, o belediyede o güne kadar başarıyla çalışan, başarılı olmak adına gerektiğinde belediye başkanı ya da diğer yöneticilere bile karşı çıkıp doğruyu söyleyen bilgili, deneyimli, uzman, dürüst ve tarafsız yönetici ya da çalışanlara olmakta; onlar ivedilikle gözden uzak etkisiz görevlere atanmaktadırlar. Bu değerli personeller bir anlamda büyük bir değer bilmezlikle “harcanıp” gitmekte; böylelikle belediye yönetimleri işi bilmeyenlerle deneyimsiz acemilerin eline kalmaktadır.

Yönetişim 001

Belediye başkanlarının bu bilgili, deneyimli, uzman, dürüst ve tarafsız yönetici ve çalışanların yerine getirdiği kişiler ise çoğu kez bir belediye başkanının gözden çıkarıp kendisinden uzaklaştırmaya çalıştığı biri ya da ilgisiz bir sektörde çalışan yakın bir akraba ya da aynı siyasi davanın temsilcilerinden biri de olabilmektedir. 

Hiç unutmam, yakın bir zamanda İzmir’in büyük bir belediyesinde bana belediye başkanının danışmanı olarak tanıtılan ama daha sonra belediye başkanının akrabası olması nedeniyle atandığını öğrendiğim öğrendiğim birine bir proje fikrini bir türlü anlatamayınca dayanamayıp “siz nasıl bir danışmanlık yapıyorsunuz ve daha önce ne yapıyordunuz?” diye sorduğumda, karşımdaki “danışman“, sakin sakin yakın zamana kadar Ege’nin büyük bir ilçesinde kuyumculuk yaptığını, danışmanlığının ise belediye başkanının kendisine havale ettiği konularda görüşünü beyan etmekten ibaret olduğunu söylemişti…

Bir belediye başkanı, hem de daha önce bakanlık yapmış bir belediye başkanı akrabası olan bir kuyumcudan nasıl bir danışman çıkarmıştı bilmiyorum; ama, asıl önemlisi o belediye başkanının danışmanlık gibi çok önemli bir görevin anlamını dahi fark etmediğini ya da gerçek danışmanlardan iş beklemeyecek kadar kendini beğendiğini anlamış ve o belediye başkanı görevde olduğu sürece bir daha o belediyeye uğramamak üzere o proje fikrinin peşini bırakmıştım.  

Başka bir deneyimim ise, şu an görevde olan bir ilçe belediye başkanının aday olduğu süreçte yaptığım gönüllü danışmanlık süresinde aday olduğu belediye görevlileri hakkında sarf ettiği hırçın sözlerin arka planını fark ettiğimde ortaya çıkmıştı. Bu aday, seçim kampanyası sırasında sık sık çalışmayan, tembellik yapan belediye personelini deyim yerindeyse atıp satacağını söylüyor, böylelikle seçildiği takdirde hırçın bir yönetici olacağının işaretlerini veriyordu. Kendisini sık sık bu tür çalışanlar konusunda farklı yöntemlerin de bulunduğunu, o nedenle böyle hırçın bir tutum sergilememesi konusunda uyarmama karşın işin sadece “atıp satma” konusuna odaklanıyordu. Çünkü işin sadece o bölümünü biliyordu. Edindiğim onca yılın bilgi ve deneyimleri çerçevesinde, bu durumun aslında o adayın yaşamı boyunca hiçbir yerde yöneticilik yapmayışından kaynaklandığını ve iyi bir yöneticinin nasıl olması gerektiği konusunda tek bir fikrinin olmadığını anlıyor, o nedenle o belediyedeki yönetici ve çalışanların nasıl bir yönetici ile muhatap olacaklarını düşünüp onlar adına üzülüyordum. Ayrıca işe bu şekilde başlayan belediye başkanlarının, çoğu kez personelin tutum ve davranışı konusunda bilgi, birikim ve deneyim sahibi olmadıkları için genellikle başarısız olduklarını da tecrübeyle biliyordum. Nitekim aradan iki yıl geçip evimin bulunduğu sokaktaki 2-3 günlük ufak bir yol onarımının tamı tamamına 10 gün sürdüğünü, balkonumdan izlediğim belediye çalışanlarının iş yapmaktan çok çay içip sohbet ettiklerini görünce bu tahminimde haklı çıktığımı, tabii ki belediye başkanının kulaklarını çınlatarak yeniden hatırlama fırsatına kavuştum…

***

Evet, yöneticilik beceri ve yetenek işi olduğu kadar bilgi, birikim ve deneyim işidir. Diğer zeka çeşitlerinin yanında duygusal zeka ve empatinin de ağırlık kazandığı kişisel bir özelliktir. O nedenle bu özelliklere sahip olmayan ya da eğitim, deneyim gibi yöntemlerle bunu edinmemiş olanların büyük kentlerin belediye başkanı olmaları, bunun için aday gösterilmeleri bu kadar kolay olmamalıdır.

Daha doğrusu belediye başkanları yöneticiliği, belediye başkanı oldukları sırada yapıp bozarak ya da sınayıp deneyerek değil; onun çok öncesinde kendi kişisel kariyerleri içinde öğrenmiş olmalıdırlar.

O nedenle, belediye başkanı adaylarının siyasi partilere verdikleri öz geçmiş belgelerinde yöneticilik, hem de profesyonel yöneticilik adına doyurucu kariyer bilgilerinin bulunması ve adayların belirlenmesi aşamasında bu özelliklerin özellikle ve öncelikle dikkate alınması gerekmektedir. 

Belediye

Bu anlamda kendi işletmemize ya da şirketimize eleman alırken başvuranlardan nasıl iş yaşamlarında ne yaptıklarını ve bu işlerdeki başarılarını gösteren özgeçmiş belgeleriyle bonservislerini istiyor ve bu belgelere bakarak bir tercih yapmaya çalışıyorsak; yüzbinlerce ya da milyonlarca kişinin yaşadığı bir kentin yönetimine aday olan bir kişinin de belediye başkanı adayı olmak istediğinde yine aynı nitelikteki bilgi ve belgeleri sunarak yönetme konusundaki bilgi, birikim ve deneyim sahibi olduğunu kanıtlaması ve ondan sonra yapılacak tüm tercihlerin bu bilgilere göre yapılması daha doğru ve uygun olacaktır.

Öte yandan siyasi partilerin de yöneticilik konusunda bilgisiz, deneyimsiz ve birikimsiz olanları aday göstermemesi, en azından aday göstermek istediğinde öncelikleri onları yöneticilik konusunda eğitmesi ve öncesinde belediye meclis üyeliği gibi daha alt kademelerde başarıyla görev yapmış olma gibi ön koşullar koymaları; böylelikle bu makamlara hak etmeyenlerin gelmesini engelleyecek ya da zorlayacak yeni mekanizmalar geliştirmeleri gerekmektedir.

***

Bütün bu tespit, değerlendirme ve yorumlar sonucunda sonuç ve öneri yerine ısrarla şunu söylemek isteriz:

Bizler, kentlerde yaşayan ya da çalışanlar olarak kentimizi yönetecek kişilerin seçiminde bize danışılmasını ve seçilecek kişilerin yönetme konusunda bilgili, birikimli ve deneyimli olmasını, belediyelerin belediye başkanlarının yöneticiliği öğrendikleri bir deneme tahtası olarak kullanılmamasını istiyoruz.

 

Belediyelerin meslek odalarıyla ilişkisi

Ali Rıza Avcan

Uzunca bir süredir çevremizdeki bazı meslek odası yöneticilerinin belediye başkanlarının danışmanı ya da belediye yöneticisi/görevlisi olarak atandıklarını ya da yöneticiliği bıraktıktan hemen sonra belediye başkanlarının emrine girdiklerini görüp ilgiyle izliyoruz.

Hatta bu durumun bir adım daha öteye giderek, geçmişte oda yönetimlerinde yer almış bazı eski yöneticilerin ya da aralarında birinci dereceden kan bağı olan yakınlarının belediyelerden büyük boyutlarda iş ya da proje aldığını bile duyuyoruz.

Meslek odası yöneticileriyle belediye başkanları arasındaki bu açık ya da gizli flörtün dışında belediyelerde çalışan meslek odası üyelerine zaman zaman meslek odasını temsil ediyorlarmış gibi davranıldığını, belediye ile meslek odası arasında bir çatışma yaşandığında bu belediye çalışanlarının, “iki arada bir derede kalıp” zaman zaman birinden birini tercih etmek gibi tatsız bir durumu yaşadıklarını görüyor, anlaşmazlık durumlarında kendilerinin meslek odalarına karşı adeta bir “rehin” gibi kullanıldığını da biliyoruz.

Meslek odalarının belediyelerin projelerine ve hizmetlerine eleştirel bir şekilde yaklaşıp farklı görüşler, öneriler geliştirilmesi durumunda o odalarla ilişkilerin dondurulup kesildiğini, aynı meslekten gelen danışman ya da yöneticiler eliyle o odaların kötülenip ötekileştirildiğine bile tanık oluyoruz.

Hatta belediyelerin çok önem verdikleri konularda meslek odalarının yönetici ve üyelerine açık ya da gizli bir şekilde baskı yaptıklarını, onların kendi iç ilişkilerindeki zayıf noktaları zorlayarak amaçlarına ulaşmayı mübah saydıklarını dahi biliyoruz.

Öte yandan geçmişte meslek odasının en üst düzeyde yöneticiliğini yapmış bazı belediye yöneticilerinin de kendi meslek odasının yönetici ve üyelerine ilgi göstermediğini; hatta onları bir “öteki” olarak gördüğünü de izliyoruz.

İş Ahlakı 002

Meslek odası üyeleriyle yaptığımız değişik sohbetlerde bu ilişkiler konusunda çok şey öğreniyor, meslek odalarının belediyelerle yaşadıkları olumlu ya da olumsuz ilişkiler konusunda ilginç bilgilere ulaşıyoruz.

Yasalar bu tür ilişkileri açıkça yasaklamasa ya da bir takım ilişkiler yasaların, yönetmeliklerin arkasından dolanarak kurulup geliştirilse bile burada zarar gören asıl şey, halkın belediye ve meslek odalarına duyduğu güvenle incinen kamu vicdanı oluyor.

***

Anladığımız kadarıyla belediye yönetimi, bilinçli bir politika çerçevesinde kendine yakın bulduğu bazı eski ya da yeni meslek odası yöneticilerini kendi yanına çekmeye, bulmadıklarını ise kendisinden uzaklaştırıp yalıtmaya ve yalnızlaştırmaya çalışıyor.

Bu durum aslında, mesleki örgütlenme ile edinilen bir iktidar alanının kentin yönetimi ile ilgili diğer bir iktidar alanıyla ilişkilerinde yaşanması gereken ya da beklenen, eşyanın doğasına uygun bir toplumsal olgu. 

Önce temsil edilen meslektaşların çıkarlarını savunmak adına başlatılıp ardından o meslek grubunun kent yönetiminde söz sahibi olması ile sonuçlanan bu tür toplumsal ilişkilerde, her iki tarafın birbirini etkileyip yönlendirmeye çalışması, senaryosu önceden yazılmış bir oyunun herkes tarafından bilinen kurallarından sadece biri.

Bu anlamda, her meslek ve çıkar grubunda olduğu gibi mesleki örgütlenme adı altında oluşan çıkar gruplarının kentle ilgili konularda büyük ve önemli yetkilere sahip belediye yönetimlerinde yer alarak ya da temsil ettiği meslek grubunun gücü üzerinden onu yönlendirmeye çalışarak etkili olmak istemesi, temsili demokrasinin olmazsa olmaz koşullarından biri.

Temsili demokrasi açısından durum bu şekilde olmakla birlikte; meslek örgütleriyle belediye yönetimleri arasındaki kurumsal ilişkilerin demokrasiyi, evrensel hukuku, etik kuralları ve kamu yararını önceleyerek düzenlenmesi gerekiyor.

Örneğin bu düşünceyle düzenlenen 5393 sayılı Belediye Kanunu’nun 28. maddesine göre belediye başkanlarının görevi süresince ve görevinin sona ermesinden itibaren iki yıl süreyle, meclis üyelerinin ise görevleri süresince ve görevlerinin sona ermesinden itibaren bir yıl süreyle, belediye ve bağlı kuruluşlarına karşı doğrudan doğruya veya dolaylı olarak taahhüde giremiyeceği, komisyonculuk ve temsilcilik yapamıyacağı hüküm altına alınarak belediye meclisi üyelerinin demokrasi, hukuk, etik ve kamu yararı ilkelerini çiğnemeleri olasılığı bir ölçüde engellenmeye çalışıyor. 

Aynı duruma kural tanımaz vahşi rekabetin hüküm sürdüğü özel sektörde bile rastlıyor, firmaların kendilerinden ayrılmış ya da emekli olmuş yöneticilere rakip firmalarda çalışmalarını engelleyen özel sözleşmeleri imzalattıklarını ya da rakip firmalarda çalışmamaları şartıyla ek ödemeler yaptıklarını görüyoruz.

Ancak belediyelerle meslek odaları arasındaki ilişkiler herhangi bir yasal düzenlemeye bağlanmadığı ve bu ilişki ile ilgili etik kodlar her iki kurum tarafından belirlenip uygulamaya konmadığı için işler her zaman demokrasiyi, evrensel hukuku, etik değerleri ve kamu yararını gözeten şekilde gerçekleşmiyor. Hatta çoğu kez böyle olmadığını, gerçeklikte kurala uymanın istisnai bir durumu ifade ettiğini söylemek de mümkün.

O nedenle bazı meslek odası yöneticilerinin yöneticilik yaptıkları dönemde gerek temsil ettikleri mesleki çıkarlar gerekse kendi kişisel çıkar ya da tercihleri nedeniyle belediye yönetimlerine daha yakın durduğunu ve bu yakınlıkları nedeniyle kente ve kentle ilgili sorunlarda zaman zaman demokrasi, evrensel hukuk, etik ve kamu yararı ilkelerini dikkate almadıklarını görmek de mümkün.

Bu duruma örnek olarak İzmir özelinde İzmir Ticaret Odası’nı, İzmir Esnaf ve Sanatkarlar Odaları Birliği’ne bağlı Pazarcılar Odası ile Minibüsçüler Odası gibi belediyelerle fazla içli dışı olan odaları, Türkiye Mimar ve Mühendisler Odaları Birliği’ne (TMMOB) bağlı Ziraat Mühendisleri Odası’nı; hatta diğerlerine göre daha sessiz olduğunu bildiğimiz Ege Bölgesi Sanayi Odası’nı verebiliriz.

Belediyeler ile meslek odaları arasındaki bu tür ilişkiler, zaman zaman hem diğer meslek odalarını hem de kent halkının çıkarlarını dikkate almayan kararların alınmasına kadar varabiliyor.

Bu durumun TMMOB düzlemindeki en son örneği, dava süreci halen devam etmekte olan Yamanlar Katı Atık Bertaraf Tesisi hakkında TMMOB İzmir İl Koordinasyon Kurulu’nun, üye olan bazı meslek odalarının uyarılarını ve itirazlarını dikkate almaksızın oy çokluğu ile ve bazı koşulları öne sürerek belediyeyi destekler mahiyette karar alması ile somutlanmıştır.

***

Mesleki etiğin meslek odaları açısından önemli ve öncelikli bir konu olduğunu; o nedenle bir kısım meslek odasının kendi meslekleriyle ilgili etik kuralları devamlı tartışıp yaşadıkları deneyimlere göre güncellediklerini bilmekle birlikte; bir kısım meslek odasının bu konuyu bir sorun olarak dahi kabul etmediğini görüyoruz.

Bu arada tabii ki meslek odalarındaki çoğu yöneticinin kendilerinden beklendiği şekilde hem kendi mesleki etik kurallarına uyduğunu, yöneticisi olduğu meslek odasıyla belediyelerin ilişkileri konusunda hassas davrandıklarını ve görevlerini kamu yararını gözeterek yaptıklarını da görüyor, biliyor ve kendilerini takdir ediyoruz.

Amacımız, çoğunluktaki bu yöneticilerin aksine onları da rahatsız edecek şekilde mesleki etik kurallarını dikkate almaksızın kendi kişisel çıkarını ya da mesleki bir taassupla bir kısım meslektaşının çıkarını gözeten yöneticilerin fark edilmesini sağlamak ve onların da demokrasiyi, hukuku ve kamu yararını gözeten bir çizgiye gelmelerini sağlamaktır.

O nedenle sözümüz bu mesleki, kurumsal ve kişisel etik kuralları dikkate almayanlaradır.

Ancak bütün bu özen ve dikkate rağmen hepimizin fark edip zaman zaman açık ya da üstü kapalı bir şekilde ifade etmeye çalıştığımız bu rahatsız edici durumun varlığı da hepimizi üzmektedir. 

İş Ahlakı 006

5393 sayılı Belediye Kanunu’nun 28. maddesine göre nasıl belediye başkanları görevi süresince ve görevinin sona ermesinden itibaren iki yıl süreyle, meclis üyeleri ise görevleri süresince ve görevlerinin sona ermesinden itibaren bir yıl süreyle, belediye ve bağlı kuruluşlarına karşı doğrudan doğruya veya dolaylı olarak taahhüde giremiyor, komisyonculuk ve temsilcilik yapamıyorlarsa aynı şekilde fiili olarak meslek odası yöneticilerinin de görev süresince ve görevin sona ermesinden sonra belirli bir süre belediyelerde çalışmamaları, yönetici ya da danışman olarak görev ve iş almamaları işin etik boyutları nedeniyle daha uygun olacaktır.

Bu nedenle bütün meslek odalarının yerel yönetimlerle ilişkilerini düzenleyecek mesleki etik kurallarını gözden geçirerek; şayet henüz bu tür kurallar oluşturmamışlarsa bu konuları kendi içlerinde tartışarak evrensel etik kurallarına uygun kurallar geliştirmelerini, bu kuralların oluşumunda kendi mesleki çıkarları kadar demokrasi, evrensel hukuk, etik ve kamu yararını da gözetmelerini; böylelikle kendi kurumsal saygınlıklarını koruma konusunda eskisinden daha fazla hassas davranmalarını bekliyoruz.

Oyunu yanlış oyuncularla oynuyorsanız…

Ali Rıza Avcan

Bir oyunu yanlış oyuncularla oynamak… Aslında o oyunu işin ta başında kaybetmekle ya da başarısız olmakla eş anlamlıdır…

Siz dahil sizinle birlikte olanların o proje ile hiçbir ilgisi yoksa, hiçbirinin o projeyle arasında bilgi, birikim ve deneyim anlamında anlamlı bir ilişki yoksa yapılacak en iyi ve doğru iş, o projeye başlamamaktır…

Mahalle ya da sokak aralarında oyun oynamaya dayalı bir çocukluğunuz olmuşsa bunu en iyi şekilde, mahalle arkadaşlarınızla oynadığınız oyunlarda yaşayıp deneyimlediğinizi anımsarsınız. 

Hep birlikte bir oyun oynanmak istendiğinde bu işe en fazla hevesli olan bir iki çocuğun ortaya çıkıp işi örgütlemesi gerekir. Bu çocuklar genellikle hangi oyunun oynanacağını, o oyunun kurallarını ve oyuncularını belirleyecek olan elebaşılarıdır. Onlar hangi oyunun ne şekilde nerede ve hangi sürede oynanacağına bilirler ve bizim adımıza karar verirler. Ardından da “şu, şu, şu” şeklinde, sevdikleri ya da oyunu iyi oynayacağını bildikleri arkadaşlarını işaretleyerek ya da adlarını sayarak kendi takımlarını kurarlar. Onlar tarafından seçilmeyenlere ise ya oyun dışında kalıp seyretmek düşer ya da çoğu kez bir takımdaki eksikliği gidermek amacıyla ittire kaktıra bir takıma “kerhen” de olsa dahil olurlar.

Oyunu ve oyuncuları seçen elebaşılarının bu güce sahip olmalarının başlıca nedeni, fizik ya da zeka yönünden güçlü olmaları kadar, oynanacak oyun hakkında bilgili ve deneyimli olmaları; ayrıca takımlarına kattıkları oyuncu arkadaşlarıyla kurdukları güçlü duygusal bağlar olabilir.

Böylelikle takım liderliği sorunu oyunun başında kendiliğinden çözümlenmiş olur ve çoğu kez elebaşının liderliği, ciddi ve uzun süreli bir yenilgi ya da başarısızlık olmadığı sürece sorgulanmaz. O her zaman ve koşulda o takımın lideridir. Kurallara uyduğu, büyük bir yanlış yapmadığı sürece herkes ona güvenir ve onun arkasından gider.

Oyun 066

Yerel Yönetimlerde Lider ya da Oyuncu Olmak…

Liderin liderlik özellikleri üretime ya da ticarete dayalı işletmelerde her zaman iyi bir şekilde irdelenip sorgulanmakla birlikte katı yasal kurallarla kayırma ve ganimet sisteminin egemen olduğu kamu kurumlarında; özellikle de beş yılda bir yapılan seçimler sonucunda sık sık yönetici değişikliklerinin gerçekleştiği belediyelerde bunu yapmak ya da sağlamak oldukça zordur.

Lider, belediyelerde çoğu kez o hizmet biriminin hiyerarşik yöneticilerini ya da üst yöneticinin desteğini arkasına alan belediye çalışanıdır. Bu, çoğu kez yöneticinin aynı zamanda lider olarak kabulüyle sonuçlanmakla birlikte; bazen öyle noktalara gider ki, belediye başkanının oğlunun arkadaşı ve eski çalışma arkadaşı olduğu için bir taşeron işçiye bile liderlik görevinin verildiği görülebilir. Bundan böyle o gerçek bir “fiili lider“dir ve sistem ya da mevzuat kabul etmese bile o, gücü elinde tutanın tercihi ile liderliğe soyunmuş bir “sahte lider“dir. (!) 

Şimdi düşünün bir, gerekli liyakate ve konuma sahip olmadığı halde belediye başkanının mensup olduğu siyasi hareketten gelen birinin ya da belediye başkanının oğlunun arkadaşı ya da eski çalışma arkadaşı olduğu için görevlendirilen “perde arkası” görevlinin oynanan o oyuna liderlik yapacağını ya da iyi bir oyun arkadaşı olacağını…

Bugün bu iki örneğin o kadar çok benzeri var ki çevremizdeki belediyelerde… İşi bilmeyen, yeni yeni öğrenmeye çalışan, hiçbir deneyime sahip olmadığı halde sırf tanışıklıklar nedeniyle arkadan ittirilen ya da önden çekiştirilen bu kişilerin kişisel özellikleri ne kadar iyi olursa olsun, o işe uygun olmadıkları için o oyunu oynayamayacaklarını ya da o takıma liderlik yapamayacaklarını hepimiz biliyor; ama bu duruma itiraz edeceğimize yakınlık, arkadaşlık ya da siyaset gibi değişik nedenlerle susup kalıyoruz.

Çünkü resmi devlet kurumlarında, özellikle de belediyelerdeki görevlendirmeler işin niteliğine göre değil; belediye başkanı ve yöneticilerinin siyasi ajandasına göre yapılıyor.

Ondan sonra da kimse, tutup yapılan iş ya da projede yanlış görevlendirilenlerin işletmeye ya da belediyeye mal olduğu zararın boyutlarını hesaplamıyor, bu anlamsız, sonuçsuz ya da başarısız işlerin o kente ve o kentte vergi mükellefi olan seçmenlere ya da hemşehrilere ne kadar yeni yükler getirdiğini dikkate almıyor.  

Liderlik 001

Böyle bir yanlış oyuncu ya da lider seçimi, bir futbol takımında ortaya çıkmış olsa bundan sadece kulüp yönetimi ile kulüp üyeleri zarar göreceği halde; aynı durumun belediyelerde ortaya çıkması durumunda bundan, o belediye başkanı ile meclis üyelerini seçmiş olan siyasetçilerle seçilmiş olan belediye yöneticilerinden çok o kentin her biri ayrı bir vergi mükellefi olan hemşehrilerinin zarar gördüklerini bilmemiz gerekiyor.

Kentler, üniversiteler ve belediyeler

Ali Rıza Avcan

Yine bir kıyım dönemindeyiz…

Üniversitelerde görev yapan öğretim üyeleri, eğitim gören öğrenciler, işçiler, memurlar ve gazeteciler sudan bahanelerle; çoğu kez de hiçbir bahane gösterilmeksizin işlerinden atılıyor ya da öğrencilikten çıkarılıyor… Hatta atılmakla kalmayıp topluma, suç örgütlerine hedef gösteriliyorlar…

Bu insanlar büyük bir pervasızlıkla kapının önüne konuldukları gibi yaşamlarının bundan sonraki bölümünde çalışmamaları, yeniden öğrenci olmamaları ya da emeklilik haklarından yararlanamamaları için elden gelen yapılıyor…

cadi-avi1.jpg

Amaç, bu yetişmiş insan gücünü toplumdan yalıtarak dışlamak ve yoksulluğa mahkum ederek cezalandırmak… Aynen Eski Yunan’daki istenmeyen kişilerin halk oylamasıyla sürgüne gönderildiği ‘Ostrokismos‘ kuralı ya da Hiristiyanlık’taki afaroz kurumu gibi onları yok saymayı amaçlıyorlar… Ellerinden gelse, bu şekilde atıp gözden çıkardıkları öğretim üyeleriyle öğrencilerin, işçi ve emekçilerle gazetecilerin kollarına Hitler Dönemi Almanyası’nda olduğu gibi sarı renkli Davut yıldızının takılmasını isteyecekler…

Histeri düzeyine varan bu dışlama, öteleme ve yok varsayma gayretinin asıl amaçlarından biri de yaratılan bu örnekler üzerinden toplumun genelini tehdit etmek, onlara bu örnekler üzerinden gözdağı vermek… Açıkçası, olası destek, dayanışma niyetlerini sindirerek toplumu suskunlaştırmak ve hep birlikte suça ortak kılmak istiyorlar…

Bırakılan oda, masa ve sandalyelerin paylaşımında, yaratılan akademik boşlukların doldurulmasında ve boşalan koltukların yeniden doldurulmasında ortaya çıkan vefasızlık; hatta ihanet çabaları da işin çabası…

Oysa otoriter, totaliter ya da faşist yönetimlerin bu sistemli baskı, yıldırma ve sindirme gayretlerine karşı çıkışların, dayanışmanın ve sahip çıkmanın o kadar önemi var ki….

Bu duyguyu en iyi şekilde, geçtiğimiz aylarda İzmir Mimarlık Merkezi’nde yapılan ilk Dayanışma Akademisi toplantısında konuşmacı olarak Kocaeli’nden gelen bir öğretim üyesinin, “şehir bize sahip çıktı” sözünü duyduğumda hissetmiş ve çocukluğumun yazlık kenti Kocaeli’ni daha bir sevmiştim….

ortacagda-cadi-avi-

O anlamda, burada ya da başka bir kentte bir akademisyene, bir öğrenciye ya da sıradan bir insana iktidarın zoru ile bir haksızlık yapıldığında, onu örseleyip yıpratan hukuksuzlar gerçekleştiğinde, onun bir yurttaş, bir hemşehri ya da bir insan olarak sahip olduğu hakları çiğnendiğinde; bizler, yani kentliler ya da seçtiğimiz kent yönetimleri olarak onlara sahip çıkıp yapılanın haksızlık olduğunu yüksek sesle haykırabiliyor muyuz? O haksızlığa, o hukuksuzluğa karşı çıkabiliyor muyuz? O haksızlığı yapan kişi ya da kurumlarla ilişkilerimizi gözden geçiriyor muyuz? Yoksa sessiz kalıp suça ortak olurcasına sanki o kentte yaşamıyor ya da o kenti yönetmiyor gibi mi davranıyoruz? Veya sadece tanıdıklarımıza ya da birlikte çalıştıklarımıza sahip çıkıp diğerlerini dışlayıp dikkate almıyor muyuz?

Bütün bu soruları geçtiğimiz aylarda kentimizdeki üniversitelerden atılan öğretim üyesi dostlarımızın, öğrenci arkadaşlarımızın, gazetecilerin, işçi ve emekçilerin dışlandığı durumda kentimizdeki belediye başkanlarıyla belediye meclislerinin ne yaptıklarını ya da yapmadıklarını hatırlayarak yanıtlamamız gerekebilir….

Belki de bu konudaki en iyi soruyu, 2014-2015 döneminde belediye-üniversite işbirliği üzerinden Ege Üniversitesi ile ortak çalışmalar yapmaya başlayan, tüm Bornova’yı bir kampüs alanına dönüştürmeyi hedeflediğini cümle aleme duyuran Bornova Belediyesi’ne ve sayın başkanına sormamız gerekebilir.  

Kendi sınırları içindeki bir üniversitede yaşanan bu tatsız olay ve baskıların, birlikte çalıştıkları akademisyenlerin başına gelenlerin ve İzmir dışından görevlendirilen partizan bir rektörün uygulamaya koyduğu icraatlerin Bornova’daki demokratik kent yaşamı açısından ne anlama geldiğini, bu antidemokratik uygulamalar karşısında neler yapmayı düşündüklerini belediye başkanıyla meclis üyelerine sormamız uygun olur diye düşünüyorum.

Ya da kendisi ve çalışma arkadaşları ile ilgili kumpas davası devam ederken hukuka sahip çıkmak adına tek bir görüş belirtmeyen ya da karar açıklamayan Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin yeni yapılan binasının donanım ve tefrişi için 11 Kasım 2015 tarih, 1107 sayılı Belediye Meclisi kararı ile 1.770.000.-TL tutarında yardımda bulunan İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu’na sormamız belki daha da uygun olur diye düşünüyorum.

baris-icin-akademisyenler-3

Evet, demokratik bir kent ideali ile yola çıkan ve bunu belediyelerinin anayasası olan stratejik planlarına, vizyon ve misyonlarına yazan kent yöneticilerimiz, kendi kentlerindeki üniversitelerde yaşanan bu cadı avları konusunda ne düşünmekte ve ne yapmayı hedeflemektedir? Bunu kendilerinden dinlemek ve bu konuda da “HAYIR!” deyip demediklerini görmek isteriz…

Çünkü hepimizin bildiği gibi iyi dost iyi günde değil, kötü günde belli olur…

Belediyelerimiz kayyuma teslim…

Geçtiğimiz günlerde İnternet gazetesi Duvar’da “Kayyım partisi çığ gibi büyüyor: 82 belediye!” başlıklı bir haberi okuduk. Gazeteci Vecdi Erbay tarafından yapılan bu haber sayesinde, şu an itibariyle çoğu Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da olmak üzere toplam 82 belediyeye kayyum atandığını, çoğu Demokratik Bölgeler Partisi (DBP) belediyesi olmak üzere 3 büyükşehir, 8 il merkezi, 69 ilçe ve 23 belde olmak üzere toplam 103 belediyede 82 kayyumun görev yaptığını, 82 belediye eşbakanının tutuklu olduğunu öğrendik.

kayyum

Bu çarpıcı haberin ayrıntısına girdiğimizde de Diyarbakır’da başta Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi olmak üzere 11, Van’da yine Van Büyükşehir Belediyesi başta olmak üzere 12, Mardin’de Mardin Büyükşehir Belediyesi dahil 12, Şırnak’ta Şırnak Belediyesi dahil olmak üzere 11, Batman’da Batman Belediyesi dahil olmak üzere 4, Siirt’te yine Siirt başta olmak üzere 5, Ağrı’da Ağrı Belediyesi başta olmak üzere 4, Erzurum’da 4, Iğdır’da 2, Muş’ta 3, Şanlıurfa’da 4, Elazığ’da 1, Kars’ta 1, Bitlis’te Bitlis Belediyesi dahil olmak üzere 6 adet ve Tunceli’de Tunceli Belediyesi ile Mersin’de Akdeniz Belediyesi’nde yönetimin İçişleri Bakanlığı ya da valilikler tarafından atanmış olan kayyumlar tarafından yönetildiği, bu şekilde yönetilen 82 belediyenin nüfuslarının toplamının ise 8.380.218 kişi olduğu görülmektedir.

Bu durum, 2016 yılı Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi (ADNKS) verilerine göre 79.814.871 kişi olduğu belirlenen Türkiye nüfusunun tamı tamamına % 10,49’una karşılık gelmektedir.

Bu durum, ülke nüfusunun % 10’unun (tabii ki şimdilik) her geçen gün otoriterleşen, her geçen gün merkezileşen ve merkezileştikçe demokrasiden, insan haklarından, temel hak ve özgürlüklerden uzaklaşan bir yönetimce atanan ya da görevlendirilen, çoğu kez işten anlamayan kişiler/memurlar tarafından yönetildiğini göstermektedir.

Bu durum ayrıca demokrasinin; özellikle de temsili demokrasinin ülkenin doğu ve güneydoğu bölgelerinde işlemediğini, işletilmediğini ya da iflas ettiğini göstermektedir. 

Çünkü belediye başkanlarının haklı ya da haksız bir şekilde görevden uzaklaştırılması durumunda hem mevzuatın hem de bugüne kadarki teamüllerin gereği olarak mevcut belediye meclisi içinden seçilen belediye başkan vekilinin göreve devam etmesi ya da İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Piriştina’nın ölümü durumunda yaşandığı gibi belediye meclisi üyeleri arasında bir belediye başkanlığı seçiminin yapılması gerekmektedir. Böylelikle belediye meclisi üyelerince seçilecek yeni belediye başkanının en azından demokratik yollarla meclis üyeliğine seçilmiş olması onun temsil yeteneğini açısından yeterli görülerek belediye meclisi üyeleri dışındaki kişilerin temsil yeteneği olmadığı için onların görevlendirilmesi yoluna gidilmemiştir.

Ama şimdi durum değişmiştir.

Seçilip belediye meclisine gelmiş olanların bile başkan seçilmesine tahammül edilememekte, onlar da bir “şüpheli” olarak gözden çıkarılmaktadır. Çünkü ya o belediye meclisi üyesinin görevden alınan belediye başkanları gibi davranacağı tahmin edilmekte ya da iktidar partisinin o belediye meclisinde hiçbir temsilcisi olmadığı için meclis dışından istenen her şeyi yapacak “profili düşük” memurlar aranmaktadır.

İçişleri Bakanlığı cephesinden aldığımız bilgilere göre, görevlendirilen kayyumların belediye mevzuatı ve hizmetlerinden anlamaması, bu konuda bilgili olmaması nedeniyle merkezdeki kadrolardan, özellikle de bakanlığın denetim ve soruşturma kadroları arasından yeni görevlendirmeler yapılarak işten anlayanların bu yeni kayyumlara danışman olması sağlanmaktadır.

İktidarın temsili demokrasiyi, temel hak ve özgürlüklerle belediyelerin yerel özerkliğini dikkate almayan bu faşizan uygulamaları yanında hayrete düştüğümüz, yadırgadığımız diğer bir durum da, diğer belediyelerin, daha doğrusu Cumhuriyet Halk Partili belediyelerin, belediye başkanlarının bu vahim durum karşısında sessiz kalmaları, bir iki mırıltı dışında ses çıkarmıyor olmalarıdır.

protesto-020

Bizler en azından, diğer belediyelerden, belediye birliklerinden temsili demokrasiye, hukuka, temel hak ve özgürlüklere aykırı olan bu uygulamalar karşısında güçlü bir ses çıkararak itiraz etmelerini, yarın öbür gün kendi başlarına da gelebilecek bu belanın uzaklaştırılması için kendilerini kayyum atanan belediyeler yerine koyarak bir politika geliştirmelerini, “HDP’nin yanına düşersek, onun başına gelenlere karşı çıkarsak bizi de harcarlar” korkaklığından vazgeçerek konuyu parti tüzüğü ve programında yer alan demokrasi, temel insan hak ve hürriyetleri mücadelesi bağlamında savunmasını beklerdik, bekliyoruz…

Hepimizin bildiği o ünlü Protestan papazın 1930’lu yılların Almanya’sında söyledikleri için vakit henüz çok geç değilken, böyle bir çıkış yapmak, muhakkak ki sonradan pişman olmamızı engelleyecek ve diğer demokrasi güçlerine güç verecek örnek bir davranış olacaktır…

Belediyelerin kültür ve sanat politikaları

Ali Rıza Avcan

Geçtiğimiz günlerde İzmir Büyükşehir ve Konak belediyeleri ile Swissôtel Büyük Efes Oteli’nin birlikte düzenlediği Büyük Efes Sanat Günleri‘nin konuğu olduk. Organizasyon kapsamında düzenlenen panelleri izledik, sanat galerilerinin, müzelerin, üniversitelerin ve sanatçıların açtığı küçük sergileri, standları dolaştık. Organizasyonu düzenleyenlerle konuşarak hoşumuza giden şeylerle gördüğümüz eksiklikler konusundaki görüşlerimizi ileterek bu güzel organizasyon için kendilerini kutladık.

Bence bu organizasyonun en önemli etkinliklerinden biri, İzmir Kültür Platformu Girişimi adına Sarp Keskiner‘in, Konak Belediyesi adına Başkan Yardımcısı Eser Atak‘ın ve İzmir Büyükşehir Belediyesi adına Kültür ve Sanat Daire Başkanı Funda Erkal‘ın konuşmacı olarak katıldığı “Yerel Yönetimler ve Kültür/Sanat Politikaları” paneliydi. 

rachel-valdes-camejos-composicion-infinita_sonia-narang_crop

Yeterince duyuru yapılmayışı nedeniyle oldukça az sayıdaki katılımcı tarafından izlenen bu panelin konusu, başta İzmir ve Konak belediyeleri olmak üzere tüm belediyeler için oldukça önemli olmasına karşın katılımcılar arasında gerek İzmir ve Konak belediyelerinden gerekse diğer belediyelerden tanıdık, bildik yüzlere rastlayamadığımız için onların bu panelden haberdar olmadıklarını ya da önemsemediklerini düşündük. Oysa bu panel, verdiği süre itibariyle belediyelerde, özellikle İzmir’deki belediyelerde kültür ve sanat adına sürdürülen etkinlikleri tartışıp ortak bir akıl yaratma konusunda oldukça uygun bir ortam sağlıyabilirdi. O anlamda, panelde sadece İzmir Büyükşehir ve Konak belediyesi yetkililerinin var olup konuşmuş olması, geriye kalan diğer 28 belediyenin bu konuşmanın yapıldığı ortamda olmaması, aslında kültür ve sanata duydukları ilgiyi gösteriyordu diye de düşünebiliriz.

Çünkü, panelde ve özellikle de panelin soru-cevap kısmında belirtildiği gibi, başta İzmir Büyükşehir Belediyesi olmak üzere tüm belediyelerin kültür-sanat konusunda önceden belirlenmiş temel bir politika, strateji ve eylem planları bulunmamaktadır. O nedenle kültür ve sanatla ilgili her şeyi anın akışına göre, plansız, programsız yapıyorlar ve o nedenle de aynı anda birbirlerinden habersiz birbirine benzer etkinlikler düzenliyorlar. Çünkü çoğu kez de birbirlerini izlemedikleri için birbirlerinden haberleri olmuyor.

İkincisi, “kültür“, “sanat“, “zanaatkarlık“, “el sanatı“, “halk sanatı/folklor“, “sosyal işler“, “halkla ilişkiler“, “boş zaman/rekreasyon“, “sosyal etkinlik” ve “tanıtım” gibi kavram ve sözcükler konusunda kafaları fazlasıyla karışık olduğu ve çoğu kez bunları birbirlerine karıştırdıkları için belirli insan gruplarıyla yaptıkları tüm etkinliklerde bir şarkı ya da türkünün söylenmesini, bir oyunun oynanmasını, bir grafiğin çizilmesini bile kültür-sanat etkinliği olarak niteliyorlar. Nitekim Konak Belediye Başkan Yardımcısı Eser Atak‘ın yaptığı konuşma ve sunumda belediyenin düzenlediği kurslarda, etkinliklerde yaptıklarını bu kategori altında anlatması bile bunun en iyi örneğiydi.

Üçüncüsü, çoğu belediye “kültür-sanat etkinliği “olarak gerçekleştirdiği; aslında her biri bir “sosyal etkinlik” olan bu çalışmalarda kültür ve sanatın alanına giren birçok konuyu unutmakta ya da ihmal etmektedir. Bunun en iyi örneği ise kültürel değerlerin yönetimi ile ilgili faaliyetler; özellikle de müzecilik ve sergileme etkinlikleridir. Konak Belediye Başkan Yardımcısı Eser Atak‘ın gerçekleştirdikleri kültür-sanat etkinlikleriyle ilgili sunumda belediyeye ait müzelerin, belediyenin restore ettiği, koruyup kolladığı kültürel değerlerin gündeme getirilmemesi, bunlarla ilgili çalışmaların anlatılmamış olması bu anlamda büyük bir eksikliktir.

Dördüncü bir husus ise, büyükşehir belediyesi ile ilçe belediyeleri arasında kültür ve sanat alanında birlikte çalışma düşünce ve kültürünün olmayışıdır. İşte o anlamda, bugüne kadar hiçbir belediyenin bir kültür ya da sanat hizmetini diğerleriyle birlikte yaptığını bilmez, her birinin diğerinden farklı aynı şeyleri tekrarladığına tanık olur dururuz. Oysa her bir belediyenin bu konularda birbirinden habersiz bir gayretkeşlikle harcadığı bütçelerin büyüklüğünü ve bunların bir araya gelişlerinde yaratacağı o müthiş sinerjiyi düşündüğümüzde; “işbirliği“, “stratejik ortaklık“, “stratejik işbirliği”  ve “iş ortaklığı” (workshare) gibi beraberliklerle hem birbiriyle uyumlu ve birbirini tamamlayıp bütünleyen hem de daha kalıcı, sürdürülebilir ve kurumsallaşan kültür ve sanat hizmetleri üretebilecekleri düşünülmeli, tasarlanmalı ve hayata geçirilmelidir. 

art_n_culture_masthead_1200x645

Sonuç olarak, 

  • Başta İzmir Büyükşehir Belediyesi olmak tüm ilçe belediyelerinin kişisel ve kurumsal egoları aşarak ve birlikte iş yapmak niyetiyle kültür ve sanat alanında bir araya gelerek,
  • İzmir ve ilçelerinde uygulayacakları kültür-sanat politika ve stratejilerini belirleyerek, ortak eylem planlarını hazırlayarak daha kalıcı, sürdürülebilir bir hizmet üretmelerini,
  • Kültür ve sanat alanındaki hizmetlerde birlikte iş yapma düşüncesini “stratejik ortaklık“, “stratejik işbirliği“, “işbirliği” ve “iş ortaklığı” (workshare) gibi yöntemlerle yaşama geçirmelerini;
  • Böylelikle kurumsallaşan hizmetlerle Türkiye ve Dünya ölçeğinde ses getirebileceklerini düşünüyor ve bütün bunları büyük bir samimiyetle kendilerine öneriyorum.