Döküm döküm dökülen bir ajans: İzmir Kalkınma Ajansı…

Ali Rıza Avcan

Birkaç gün önce Sayıştay’ın birçok kamu idaresine ait 2019 yılı denetim raporları yayınlandı… Üniversiteler, sosyal güvenlik kurumları, düzenleyici ve denetleyici kurumlar ve kalkınma ajansları…

Bugünkü yazımızın konusu, ülkemizde ilk kez kurulan iki kalkınma ajansından biri olan İzmir Kalkınma Ajansı‘na, kısa adıyla İZKA‘ya ait 2019 yılı Sayıştay Denetim Raporu’nda belirtilen ilginç işlemlerle, vahim hata ve eksikliklerle ilgili…

Sürdürülebilir yerel kalkınmada öncü ve etkin, uluslararası tanınırlığa sahip bir Ajans” olma vizyonu ile yola çıkıp “İzmir’in sürdürülebilir kalkınması için bütüncül bir yaklaşım ile yerel potansiyeli harekete geçirecek katılımcı araçlar geliştirmek ve uygulamak” misyonu için çalıştığını söyleyen İzmir Kalkınma Ajansı daha önce 2012, 2013 ve 2015 yıllarında Sayıştay tarafından denetlenmiş. Ajansın 2006 yılında kurulduğunu dikkate aldığımızda 2012 öncesindeki yıllarla 2014, 2016, 2017 ve 2018 yıllarında Sayıştay denetiminden geçmediği anlaşılıyor.

Ajans buna rağmen, kendisi ile ilgili mevzuat uyarınca 2008 yılından bu yana her yıl faaliyet raporu düzenliyor, 2009-2017 yılları arasında hesaplarını bağımsız denetim kurumlarına denetletiyor, 2008-2020 döneminde her yıl sonunda yıllık gelir ve gider hesaplarını kamuoyu ile paylaşıyor. Bütün bu belgeleri, ajansın http://www.izka.org.tr isimli web sayfasının “Doküman Merkezi” bölümünde rahatlıkla bulabiliyoruz.

2012 yılına ait 75 sayfalık Sayıştay Denetim Raporu’na baktığımızda, tespit edilen eksiklik ve yanlışlıkların genellikle şekil şartlarıyla ilgili olduğunu ve bu yılki denetimde esas yönelik herhangi bir eleştirinin yer almadığı görülmektedir.

2013 yılına ait 19 sayfalık Sayıştay Denetim Raporu’nda ise kurumu tanımlayan bilgiler ve mali tablolar dışında eksiklik ya da yanlışlıklarla ilgili herhangi bir tespit ve değerlendirmenin yapılmadığı belirlenmiştir.

2015 yılına ait 25 sayfalık üçüncü Sayıştay Denetim Raporu’nda, bir iki muhasebe hesabının kullanılmaması, personel ödemelerinin “net” yapılması nedeniyle gelir vergisinin kurum bütçesinden ödenmesi, personele kurum bütçesinden cep telefonu alınıp görüşme bedellerinin kurum bütçesinin ödenmesi ve kurumda iç denetçi istihdam edilmemesi konuları dışında dişe dokunur herhangi bir eksiklik ya da yanlışlık bildiriminin yapılmadığı anlaşılmıştır.

Ama ne olduysa olmuş, ajansın 2019 yılı hesapları için yapılan denetimde belki daha deneyimli bir denetçinin gelmesi ya da ajanstaki işlerin iyice çığırından çıkması nedeniyle diğer üç denetim raporundan farklı olarak ajansın varlık nedeniyle çalışmalarını sorgulayan önemli tespitler yapılmış; böylelikle ajanstaki yönetim ve çalışma kalitesinin ne ölçüde kötü olduğu net bir şekilde ortaya konulmuştur.

Gelelim, 2019 yılı Sayıştay Denetim Raporu verilerine….

Stratejik yönetim ve planlamadan söz eden bir kurumun stratejik planının bulunmaması…

4 Sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi gereğince yerel yönetimlerin planlama çalışmalarına teknik destek sağlaması, bölge plan ve programlarının uygulanmasını sağlayıcı faaliyet ve projelere destek olması, bölge plan ve programlarına uygun olarak bölgenin kırsal ve yerel kalkınma ile ilgili kapasitesinin geliştirilmesine katkıda bulunup destek sağlaması, bölgede kamu kesimi, özel kesim ve sivil toplum kuruluşları taratfından yürütülen ve bölge plan ve programları açısından önemli görülen diğer projeleri izlemesi, bölgesel gelişme hedeflerini gerçekleştirmeye yönelik kamu kesimi, özel kesim ve sivil toplum kuruluşları arasındaki işbirliğinin geliştirilmesi gibi önemli stratejik görevleri bulunan; ayrıca, 3914 sayılı İmar Kanunu’nun 8. maddesi gereğince bölge planlarını hazırlaması gereken İzmir Kalkınma Ajansı’nın kendine ait kurumsal bir stratejik planı yoktur.

Bu eksiklik, 2019 Yılı Sayıştay Denetim Raporu’nun “Denetim Görüşünü Etkilemeyen Tespit ve Değerlendirmeler” bölümünün 12. maddesinde belirtilmiş olup ülkemizdeki 20 kalkınma ajansının stratejik plana sahip olduğu halde aralarında İzmir Kalkınma Ajansı’nın da olduğu 4 ajansın stratejik plana sahip olmadığı belirtilmiştir.

Ajansın bu konuyla doğrudan ilgili olan diğer bir eksikliği ise, stratejik planının olmayışı nedeniyle hazırlanan bütçelerin gerçeklikten kopuk olması, yıllık gelir ve gider tahminlerinin yıl sonu gerçekleşmeleriyle son derece uyumsuz olmasıdır.

Aşağıdaki tablodan da görüleceği üzere İzmir Kalkınma Ajansı gelir ve gider bütçelerine ulaşabildiğimiz 2008-2019 dönemindeki gelir bütçesi tahminleri büyük iniş ve çıkışlarla % 34,02 ile % 103,66 aralığında gidip gelmiş ve 12 yılın ortalaması % 68,71 düzeyinde gerçekleşmiştir. Aynı dönemdeki gider bütçesi tahminlerinin gerçekleşme oranı ise daha kötü durumdadır. % 11,25 ile % 52,34 arasında büyük zigzaglar yaparak ilerleyen gider bütçesi gerçekleşmelerinin 12 yıllık ortalaması ise sadece ve sadece % 29,19 olmuştur.

2008-2019 dönemindeki gelir ve gider bütçelerindeki büyük iniş ve çıkışlarla tahminlerin hiç bir şey tutturulmayışı aşağıdaki grafikte daha iyi görülmektedir.

Ajansın destekleyip mali katkıda bulunduğu projelerin kabul, uygulama, denetim ve bitiş işlemlerinin izlenmemesi…

İZKA 2019 yılı Sayıştay Raporu’ndaki “Denetim Görüşünü Etkilemeyen Tespit ve Değerlendirmeler” bölümünün 10, 11, 1314 ve 18. maddeleri bu konuyla ilgili olup; İzmir Kalkınma Ajansı’nın süresi geçmiş olan projeleri kapatmadığı ya feshetmediği, bütçe payını yatırmayan İzmir Büyükşehir Belediyesi’ne mevzuat gereğince destek verilmemesi gerektiği halde proje desteği verdiği, desteklenen projelere kamu kaynağı tahsis edilmiş olmasına karşın projeleri atıl bıraktığı, bazı projelerin seçiminde ön şartların yeterince araştırılmaması, eş finansmanların aktarılmaması ya da geç aktarılması nedeniyle kamu kaynağı tahsis edilen bazı projelerin sonuçsuz kaldığı belirtilmiştir.

Sözleşmeleri 2013-2016 döneminde imzalanan Aldur Madencilik Sanayi ve Ticaret Ltd. Şti.‘ne ait “Aldur Yeşil Enerji“, İzmir Vakıflar Bölge Müdürlüğü‘ne ait “Camilerde Engelsiz Teknoloji Uygulamaları“, Egesis Çevre Teknolojileri ve İnşaat Sanayi Ticaret A.Ş.’ne ait “Atık Su Arıtımından Yenilenebilir Enerji Eldesi“, Foça Açık Ceza İnfaz Kurumu“na ait “Özgür Enerji” projelerine hiçbir mali destekte bulunulmadığı; ayrıca Ödemiş Organize Sanayi Bölgesi‘nin “Ödemiş Organize Sanayi Bölgesi 1. Kısım Altyapı Projesi“, Sevin Plastik ve İnşaat Malzemeleri Ticaret Limited Şirketi‘nin “Sevin Plastik Büyüyor, Kiraz Biyüyor“, Kınık Belediyesi‘nin “Delez Yaşam Vadisi“, S.S. Tire Küçük Sanayi Sitesi Yapı Kooperatifi’nin “Tire Küçük Sanayi Sitesi Çevresel Alt Yapı ve Teknolojik Gelişim Projesi” ile Konak Küçükyalı Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi‘nin “Geleceğin Aşçıları Teknomutfakta Pişiyor” projelerine gereğinden az mali destek yapıldığı halde bu başarısız projelerin, Ajans’ın genel performansını düşürür kaygısıyla açık tutulup kapatılmayışı ya da feshedilmeyişi bu kötü uygulamalara örnektir.

Ayrıca Kalkınma Ajansları Proje ve Faaliyet Destekleme Yönetmeliği‘nin 10. maddesine göre ajansa borcu olan kurumlara mali destek yapılmaması gerektiği halde; ajansa 11.162.536,41 TL borcu bulunan İzmir Büyükşehir Belediyesi ile imzalanan 29.08.2018 tarihli sözleşme ile, “Kültürpark Çocuk Keşif Atölyeleri Merkezi (Çocuk Hakları ve Stem” başlıklı projenin 1.062.601.- TL’lık bütçesinin % 75’i ödenmiştir.

Kamu zararına yol açan projeler…

Bu konulardaki asıl önemli ve vahim gelişmeler ise bitti denildiği halde aslında bitmeyen projelerle ilgilidir. Örneğin İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin 03.11.2015 tarihinde başlayıp 27.02.2017 tarihinde sonuçlanan “İzmir Büyükşehir Belediyesi Kent Koleji Topraksız (Sanayileşmiş) Tarım: Üretim, Kalite ve İstihdama Yatırım Projesi” için 287.203,87 TL tutarında destek verildiği halde 2019 Sayıştay denetimi sırasında İzmir Büyükşehir Belediyesi Proje Temsilcisi ve Dikili Belediye Başkan Yardımcısı ile mahallinde yapılan denetim sırasında, projeye esas seranın önemli düzeyde zarar görmüş olduğu ve bu nedenle kullanılamadığı, mevcut haliyle seranın projede öngörülen eğitimler için uygun koşullara sahip olmadığı, bu haliyle harcanan kamu kaynağına rağmen projenin atıl durumda olduğu belirlenmiştir.

Kamu zararına yol açan diğer iki önemli proje ise Ege Soğutma Sanayicileri ve İş Adamları Derneği‘nin başvuru sahibi, 4 kuruluşun (Ege Bölgesi Sanayi Odası, Ege Üniversitesi, İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü, İklimlendirme Sanayii İhracatçıları Birliği) ortağı olduğu 4.669.199.- TL. bütçeli “Endüstriyel Havalandırma, İklimlendirme ve Soğutma Amaçlı Akredite Test ve Analiz Laboratuvarı Projesi” ile Dokuz Eylül Üniversitesi‘nin başvuru sahibi olduğu 9.240.000.- TL. bütçeli “İzmir Sağlık Teknolojileri Geliştirici ve Hızlandırıcısı (Bioİzmir) Projesi“dir. İlk proje için 1.191.398.- TL., ikinci proje için de 4.871.150.- TL. destek ödemesi gerçekleştirildiği halde; ilk projedeki laboratuvar binasının orman arazisine yapılması, ikinci proje için mahallinde yapılan denetim sırasında proje kapsamında yapılan bina bitirildiği halde bu bina içinde çalışma yapmakla sorumlu Dokuz Eylül Üniversitesi tarafından herhangi bir proje uygulamasının yapılmadığı, proje için alınan laboratuvar teçhizatı ile ekipmanların kutular içinde bekletilip kullanılmadığı belirlenmiştir.

Diğer bir örnek ise, S.S. Kuşçular Köyü Tarımsal Kalkınma Kooperatifi‘ne Çok Amaçlı Soğuk Hava Deposu Yapımı amacıyla verilen 323.068.-TL.’lık destekle ilgili olup, 2016 yılında tamamlanmış görünen projenin ana unsuru olan soğuk hava deposunu halen tam olarak faaliyete geçmemiş olmasıdır.

Anlaşılan o ki, İzmir Kalkınma Ajansı‘nın finansman kaynağını oluşturan belediyelerin, sanayi ve ticaret odalarıyla merkezi bütçenin zamanında ve yeterince yapmadığı transferle mali anlamda cılız kalan ve bu nedenle İzmir gibi oldukça büyük ve gelişmiş bir ilde yaptığı, ilin gerçek ihtiyaçlarına göre oldukça küçük ölçekli yardım ve desteklerle etkili olamayan, kendinden beklenenleri yerine getiremeyen Ajans gerçekleştirdiği desteklerde bile büyük kamu zararlarına yol açmakta, yönetim kalitesinin düşüklüğü ve kurumsallaşmaması nedeniyle kamu kaynaklarının israfına neden olmaktadır. Bunun en iyi kanıtı ise Sayıştay Başkanlığı‘nın 2019 tarihli denetim raporudur.

Sonuç olarak, 2019 tarihli söz konusu Sayıştay Denetim Raporu’nda yazılı olan eksiklik ve yanlışlıkların giderilip daha bölgesel kalkınma ajansları konusunda kamu yararını önceleyen daha demokratik bir yapılanma ve uygulamanın ortaya çıkması amacıyla,

Kamu parasının ve kaynaklarının, kendisine teslim edildiği kurum ya da kuruluşlar tarafından gerçek ihtiyaç ve sorunlar için harcanması,

Yapılan yardımlarla verilen desteklerin, kalkınma ajansı kurullarında yer alan ticaret ve sanayi odalarıyla belediyeler başta olmak üzere kamu kurumları dışında kalan sivil kurum ya da kişilere kullandırılması,

Yardım ve destek için kullanılan kaynakların yeterli düzeye çıkarılması,

Yapılan yardım ve desteklerin gerçekten yapılabilir ve sürdürülebilir projelere tahsis edilmesi,

Başarısız proje sahiplerine bir kez daha destek verilmemesi ve ortaya çıkan kamu zararının misliyle tazmin ettirilmesi,

Yapılan yardımlarla verilen desteklerin kişisel, grupsal, bürokratik ve siyasi etkilerden arındırılması ve

Ajans yapılanmasının merkezi ve yerel yönetimlerden ayrı, karar organlarında sanayi ve ticaret odaları dışında, TMMOB, Baro, Türk Tabipler Birliği, Türk Eczacılar Birliği gibi diğer meslek odalarıyla sivil toplum örgütlerinin ve ajans tarafından yapılan yardım ve desteklerden yararlanmış paydaşların yer aldığı özerk bir yapıya kavuşturulması sağlanmalıdır.

Kamu yararını unutmak…

Ali Rıza Avcan

Lisans eğitimini 1976, yüksek lisans eğitimini 1978 ve doktora eğitimini de 1980 yılında bitirmiş; 1980 Faşist Darbesi sonrasında çoğu hocamın 1402’lik olup okuldan atılması nedeniyle üniversitede kalma hayalini gerçekleştiremeyip “havlu atmış” bir Mülkiyeliyim.

Üstüne üstlük, 5 Ocak 1978 tarihinde kurulup 12 Kasım 1979 tarihinde kapatılan Yerel Yönetimler Bakanlığı‘nda kontrolör ve müfettiş yardımcısı olarak çalışıp, bakanlığın kapatılması sonrasında önce Devlet İstatistik Kurumu‘na memur olarak atanan ve bu atama işleminin Danıştay kararı ile iptal edilmesi sonrasında “müstafi” duruma düşen bir Mülkiyeliyim.  

Ankara’daki Mülkiyeliler Birliği Genel Merkezi ile İstanbul Şubesi’nin “mutfağı“nda bir “sıra neferi” olarak görev yapmış, İstanbul Mülkiyeliler Vakfı‘nın (IMV) kurucuları arasında yer almış, bu vakfa bağlı İMV Uluslararası Danışmanlık Ltd. şirketinde yöneticilik yapmış, İzmir Şube yönetiminde görev almış bir Mülkiyeliyim.

Okuldan mezun olduğum 1976 yılından bu yana hem mesleki hem de özel yaşamımda “kamu yararının önceliği” düşüncesinin yaşama geçip kabul görmesi için mücadele etmiş bir Mülkiyeliyim.

Yetiştirilme tarzım, Mülkiye’de öğrendiklerim ve tüm yaşamım süresince görüp bildiklerim bana “kamu”nun; yani toplumun  ve onu koruyup kollayacak “kamu yararı” düşüncesinin ne kadar önemli yaşamsal bir ilke olduğunu gösterdi.

sbf-den-khk-karari-meslektaslarimiz-hukuksuz-sekilde-damgalanmakta-kriminalize-edilmektedir-1484162188

Ancak son yıllarda, gerek “mutfağında” gerekse yönetiminde görev alıp sahiplendiğim Mülkiyeliler Birliği Genel Merkezi’nde ve İzmir Şubesi’nde Mülkiyeliliğin temel ilkelerinden biri olan “kamu yararı” anlayışı yerine, küreselleşmeci neoliberal ideolojinin allayıp pullayıp öne çıkardığı para ve mevki sahibi olarak sınıf atlamayı hedefleyen tüccar dernekçilik anlayışının öne çıktığını görüyor ve üzülüyorum.

 

İşte o nedenle, 2016-2018 döneminde görev yapan Mülkiyeliler Birliği İzmir Şubesi yöneticilerinin, 2012-2014 ve 2014-2016 hizmet dönemlerinde görev yapan eski şube yönetici ve denetçilerinin derneğimize ait gayrimenkulün kiralanması sırasında usulsüzlük yaparak derneğimizi zarara uğratmış oldukları iddiasının araştırılması; şayet iddia edildiği gibi bir kamu zararı söz konusu ise bu  zararın tazmin edilmesi ve bu zarara neden olanların cezalandırılması talebiyle 9 Şubat 2018 tarihinde İzmir Cumhuriyet Savcılığı‘na suç duyurusunda bulundum.

Çünkü, Mülkiyeliler Birliği gibi “kamu yararına çalışan” derneklerdeki zararlar, Dernekler Kanunu’nun 27. maddesinin son paragraf hükmüne göre “Kamu zararı” olarak kabul ediliyor ve bu zararın ortaya çıkması durumunda buna neden olanlar hakkında devlet malına zarar verenler gibi işlem yapılıyor.

Oysa Mülkiye’de bize nerede, hangi konumda bulunursak bulunalım, her işte “kamu yararı“nı önceleyip bu tür kamu zararlarına neden olmamamız gerektiği ve bunun büyük bir suç olduğu öğretilmişti.

O nedenle böylesi bir iddianın öncelikle İzmir Şube, sonuç olarak Genel Merkez tarafından ilgili cumhuriyet savcılığına iletilmesi gerektiğini; şayet bu iki ayrı yönetim bu görevi yapmadıkları takdirde bunun herhangi bir Mülkiyeli tarafından yapılabileceğini düşünmeye başladım. Ama yine de Ankara’daki Genel Merkez yöneticilerinin böyle bir şeye izin vermeyerek üstlerine düşen görevi yapacaklarını tahmin etmek istiyordum.

Sonuçta, Ankara’daki Genel Merkez yöneticileri, yasal olarak kendi görev, yetki ve sorumluluk alanlarına girmeyen böylesi bir konuda ilgili cumhuriyet savcılığına gitmeyerek ve işi komisyona sevk ederek üstlerine düşen görevi bir anlamda “taca atmayı” tercih ettiler. Üstüne üstlük, haklarında suç isnat edilen eski yöneticileri, yetkileri olmadığı halde bir avukatın hazırladığı raporla aklamaya çalıştılar.

Böylelikle Genel Merkez yöneticilerinden beklediğim “kamu yararını” gözeten hukuki ve adil bir tutum, -ne yazık ki- ortaya konulmamış oldu.

8 Ocak 2018 tarihinde, mahkeme kararıyla tespit edilmiş büyük miktardaki kamu zararının telafisi ve buna neden olanların cezalandırılması talebiyle İzmir Cumhuriyet Savcılığı’na giderken, Mülkiyeliler Birliği Genel Merkezi tarafından görevlendirilen avukat Ahmet Tan‘ın hazırladığı bu değerlendirme raporu beni fazlasıyla etkilemiş, cumhuriyet savcılığına gitme konusundaki tereddütlerimi kesin bir şekilde ortadan kaldırmıştı. Çünkü Mülkiye Birliği Genel Başkanı tarafından görevlendirilmiş bu avukat, düzenlediği raporun 10. sayfasında aynen şunları söylüyordu:

“… Ocak 2014 ile Ağustos 2016 arası yaklaşık 2,5 yıllık süre içinde yapılan tahsilat tutarı 549.200,00 TL., imzalanan iki sözleşmenin kira başlangıcı olan Ocak 2012’den tahliye tarihi olan Ağustos 2016’ya kadar olan toplam tahsilat tutarı ise 801.000.-TL’dir. Mülkiyeliler Birliği İzmir Şubesinin elde ettiği toplam kira geliri karşısında, meydana geldiği iddia edilen zarar miktarının ihmal edilebilecek bir miktar olduğu görülecektir.

1_wuc820c7lVcA-ub8twbUFgEvet, bu ifadeden de görüleceği gibi Mülkiyeliler Birliği Derneği’nin çıkarlarını korumak amacıyla görevlendirilen avukat Ahmet TAN, Mülkiyeliler Birliği Genel Merkez Yönetim Kurulu Başkanlığı’na hitaben yazdığı 15 Ocak 2018 tarihli 11 sayfalık değerlendirme raporunun 10. sayfasında, “elde edilen kira geliri karşısında, meydana geldiği iddia edilen zarar miktarının ihmal edilebilecek bir miktar olduğu görülecektir” diyerek sanki bir holdingin ya da şirketin hukuk danışmanı gibi sahip olduğumuz gayrimenkulden elde edilen kira gelirinin miktarı ile ortaya çıkan kamu zararının miktarı arasında mukayese yapmakta ve iddia edilen zarar miktarının az olması nedeniyle ihmal edilmesini önermekte; ayrıca hakkında suç isnat edilen tüm eski yöneticilerin suçsuz olduğuna kanaat getirmektedir.

Hazırladığım dilekçeyi teslim ettiğim Cumhuriyet Savcısı bile, dava dilekçesi ekindeki bu raporu okuduğunda bu avukatın kim olduğunu ve bu raporu neye istinaden yazdığını bana sorma ihtiyacını hissetti…

Eski İzmir şube yöneticilerini kurtarma konusunda böylesi bir rapor hazırlatılmakla birlikte Mülkiyeliler Birliği Genel Merkez yönetiminin başka bir bir sıkıntısı daha vardır…

Çünkü, 16 Ocak 2018 tarihli yönetim kurulu toplantısında bu iddianın incelenmesi için üç kişiden oluşan bir komisyonun kurulmasına karar verilmiş olmakla birlikte; 11 gün sonra, yani 27 Ocak 2018 tarihinde İzmir’de yapılacak şube seçimlerinde, yaptıkları usulsüzlüklerle derneği zarara uğrattığı iddia edilen bu eski yöneticilerin dizayn ettiği yeni ekibin seçilmesini kolaylaştıracak bir yöntemin bulunması gerekmektedir…

Bu sıkıntı da, İzmir Şube’ye gönderilen 17 Ocak 2018 tarihli yazıya, eski şube yöneticilerinin suçsuz olduğunu söyleyen avukat Ahmet Tan‘ın raporunu ekleme düşüncesiyle aşılır…

Böylelikle bir yandan iddia konularını inceleyecek üç kişilik bir komisyon oluşturulurken diğer yandan bu eski yöneticilerin suçsuz olduğunu iddia eden bir avukat raporunu hazırlatıp bir yazı ekinde İzmir’e gönderilir (!)

Bu durum aslında, trajik bir çaresizliği ortaya koyan davranışlardır…

Bir yandan “ben bu konuyu inceleyip karar vereceğim” deyip komisyona sevk edeceksin, diğer yandan da tek bir avukatın raporu ile hakkında suç isnadında bulunulanları “suçsuzdurlar” deyip aklayacaksın….

Hem de Dernekler Yasası ve yönetmeliği ile Mülkiyeliler Birliği Tüzüğü ve Mülkiyeliler Birliği Disiplin Yönetmeliği sana bu konuda herhangi bir görev, yetki ve sorumluluk vermediği halde… Bu konuda yapılabilecek tek işlem bu durumu Cumhuriyet Savcılığı’na bildirmek iken… 

Böylelikle, avukat Ahmet Tan tarafından hazırlanan bu değerlendirme raporunun İzmir Şube genel kurulunun yapılacağı 27 Ocak 2018 tarihine beş gün kala İzmir Şube’ye gönderilmesi suretiyle, kamu zararına yol açtığı iddia edilen eski yöneticiler tarafından dizayn edilen yeni ekibin seçimi kazanması için etkili bir manevra yapılmış, seçime beş gün kala gönderilen bu rapor ile seçime katılan ekibi oluşturup onların propagandasını yapan eski yöneticilerin Genel Merkez tarafından suçsuz bulunduğu algısı yaratılmaya çalışılmıştır.

Bu anlamda, böylesi bir rapor İzmir Şube seçimleri öncesinde İzmir’e gönderilmemiş olsaydı belki de Cumhuriyet Savcılığı’na gitmez, Mülkiyeliler Birliği Genel Merkezi‘nin bu suç isnadı hakkında işlem yapmasını bekler dururdum.

Ancak, Mülkiyeliler Birliği Genel Başkanı Erdal Eren, 27 Ekim 2017 tarihinde eski şube yönetici hakkında düzenlenip kendisine İzmir’de elden teslim edilen inceleme dosyasını iki ay gibi uzun bir süre beklettikten sonra, İzmir Şube yönetiminin 22 Aralık 2017 tarihinde bu dosyanın bir kısmını elektronik posta ve sosyal medya kanalıyla biz İzmir Şube üyeleriyle paylaşması üzerine, dosyanın kendisine tesliminden tam iki ay sonra; yani 28 Aralık 2017 tarihinde dosyayı hukuki görüş almak üzere avukat Ahmet Tan‘a vermiştir.

Ardından benim, eski şube yöneticileriyle iddialar konusunda ivedilikle işlem yapılması talebiyle 8 Ocak 2018 tarihinde Mülkiyeliler Birliği Genel Merkezi‘ne gönderdiğim şahsi dilekçe ve kendisiyle 16 Ocak 2018 tarihinde yaptığım telefon görüşmesi üzerine konuyu aynı gün Mülkiyeliler Birliği Derneği Genel Merkezi Yönetim Kurulu’na taşıyarak iddiaların -bu konuda hukuki hiçbir yetkisi olmadığı halde- üç kişilik bir komisyon tarafından incelenmesine karar verilmesini sağlamıştır.

Evet şimdi, yaşamı boyunca “kamu yararı” ilkesine önem veren; bu nedenle de eski şube yöneticilerinin neden olduğu “kamu zararı“nın bir an önce tazmin edilmesi ve buna neden olanların cezalandırılması için üzerine düşeni yapıp İzmir Cumhuriyet Savcılığı‘na gidip yasal hakkını kullanmış bir Mülkiyeli olarak;

Mülkiyeliler-Birliği-Vakfı-3

Bu şekilde kamu yararını önemsemeyen, “kamu yararına çalışan” bir derneğe sadece kâr ya da zarar eden bir işletme ya da şirket gibi yaklaşan, tüm şube yöneticileri tarafından ortaya çıkarılıp imzalanan kanıtlı bir iddiayı aylarca elinde tutup gereğini yerine getirmeyen, benim ve İzmir Şube yönetiminin ısrarlı takibi sonucunda avukat Ahmet Tan‘a hazırlattığı değerlendirme raporu ile bu işe basit bir kãr ve zarar anlayışıyla yaklaşan; kısacası Mülkiye değerleri açısından erozyona uğramış dernek yöneticilerinin görevlerini bir an önce bırakmasını ve bu görevlere “kamu yararı“nı önceleyen, buna önem veren Mülkiyeli arkadaşlarımın gelmesini; daha doğrusu Mülkiyeliler Birliği’nin yeniden “fabrika ayarlarına” dönmesini arzuluyorum.

Çünkü bugün bunu bizler yapmazsak ve gereken önlemleri önceden almazsak, yarın daha büyük sorunlarla karşılaşacağımızı adım gibi biliyor; en azından yaklaşan kötülükleri şimdiden hissedebiliyorum…

Sözlük’ten: Kamu Yararı ve Üstün Kamu Yararı*

Ayşegül Mengi

Üstün kamu yararı kavramını tanımlayabilmek, kavrama açıklık getirebilmek için önce kamu yararı kavramına kısaca değinmek gerekir.

Kamu yararı kavramı kolay tanımlanabilen, üzerinde kolayca uzlaşılabilen bir kavram değildir. Yasalarda kamu yararının gözetildiği, idarenin kararlarında ve eylemlerinde kamu yararına uygun hareket ettiği ve yargının da kamu yararını gözettiği kabul edilmekle birlikte, bu üç erkin de kamu yararı anlayışında farklılıklar ortaya çıkabilmektedir. Bu, kamu yararı kavramının teknik-hukuki boyutunun yanı sıra siyasi ve ideolojik yönünün de olduğunu gösterir.

Dar ve teknik anlamda kamu yararı, mülkiyet hakkının sınırlarının ve bu hakkın özüne dokunulup, dokunulmadığının belirlenmesinde kullanılan bir ölçüttür (Onar, 1966). Ancak, özel mülkiyetin var olduğu kapitalist sistemde, kamu yararı anlayışının bireysel yararla özdeş olduğunu savunanlar da vardır (Doğanay, 1974). Bu nedenle, toplumsal adalete dayanan, sınıfsal farklılıkları hesaba katan, doğal değerleri göz önünde bulunduran toplumsal yarar anlayışının kamu yararı anlayışına yeğlenmesi düşüncesi ortaya çıkmıştır. Bir başka deyişle toplum yararı kavramı, bireysel yararla değil, ülkedeki tüm insanların yararıyla örtüşmektedir. Bireysel yararı da yalnızca kişilerin yararı olarak görmek doğru değildir. Bireysel yarar, aynı zamanda ulusal ve uluslararası sermayenin, ekonomik ve siyasi güç odaklarının yararıdır (Mengi, Duru, 2010).

istanbul1

Kamu yararı kavramının açıklanmasında ve kullanılmasında yaşanan güçlük üstün kamu yararı kavramının açıklanmasında da karşımıza çıkmaktadır. Üstün kamu yararı, ortada birden fazla, birbiriyle çelişen kamu yararı olduğu durumda, karar vericiler için birini diğerine tercih etme nedeni olmaktadır. Üstün kamu yararı, daha çok çevresel değerler üzerinde olumsuz etkilerde bulunacak sanayileşme ve kentleşme faaliyetleri; bu çerçevede yapılacak kamu yatırımları (enerji, ulaştırma, turizm, konut vb.) ile çevre koruma çabaları ikileminde önem kazanmaktadır. O halde, üstün kamu yararı kavramı, özellikle ekonomik yatırımlarla sağlanacak ekonomik ve sosyal kalkınma hedefleri ile çevre koruma amacı arasındaki çelişkiden ortaya çıkmaktadır. Kamu yönetimleri üstün kamu yararını daha çok ekonomik kazanç ve menfaatlerde görürken, yargının doğal kaynakları ve çevreyi korumada gördüğü bilinmektedir. Örneğin, ilgili idareler, istihdamı artıracağı ve daha fazla döviz elde edileceği gerekçesiyle orman alanlarının ya da kıyıların turizm yatırımları için tahsis edilmesinde üstün kamu yararı görmekteyken; yargı, üstün kamu yararının, bu alanların çevresel değerler olarak korunmasında olduğuna karar vermektedir. Bu konuda hem Anayasa Mahkemesi’nin hem de Danıştay’ın çok önemli kararları bulunmaktadır.

Anayasa Mahkemesi’nin, üstün kamu yararına açıklık getiren ve üstün kamu yararının çevresel değerlerin korunmasında olduğunu vurgulayan önemli bir kararı orman alanlarının turizm yatırımları için tahsisine ilişkindir. 2634 sayılı Turizm Teşvik Kanunu’nun orman alanlarının turizme tahsisi ile ilgili 8. maddesinin A, B ve C fıkraları ile ilgili Anayasa Mahkemesi’nin bu kararı, hem üstün kamu yararını açıklamakta, hem de çevre değerlerinin kalkınma maçlı turizm yatırımları için kolayca kullanımına son vermektedir. (RG: 24.11.2007/26710, Esas Sayısı: 2006/169, Karar Sayısı: 2007/55) Kararda, 2634 sayılı Yasa’nın 8. maddesinin itiraz konusu bölümlerinde, hangi taşınmazların ve orman arazilerinin turizm yatırımlarına tahsis edileceği ile ilgili genel bir çerçeve  çizilmekle beraber, ormanların turizm yatırımlarına tahsisinin hangi hallerde kaçınılmaz veya zorunlu sayılabileceğine dair herhangi bir ölçüte yasada yer verilmediği belirtilmektedir. Bu bağlamda, turizmin teşvik edilmesinde kamu yararı bulunduğu ve zorunlu olduğu ölçüde orman alanlarının turizme tahsisinin gerektiği yadsınamazsa da, Anayasa’nın 169. maddesinde ormanların Devletçe korunmasına verilen özel önem ve uzun dönemdeki yaşamsal kamu yararı karşısında, bu tahsislerin hangi hallerde zorunlu sayılacağının da belirginleştirilmesi Anayasa’nın yasa koyucuya yüklediği birgörev olarak kabul edilmelidir denmektedir. Bu açıklamalar çerçevesinde, ormanların korunmasına ilişkin Anayasa’nın 169. maddesindeki ilkeler doğrultusunda, turizm sektörünün özellik ve ihtiyaçlarını da dikkate alan ve ormanların turizm yatırımlarına tahsisini zorunluluk ve kaçınılmazlık hallerine özgüleyen belli ölçüt ve sınırlamalara yer verilmemesi nedeniyle itiraz konusu yasa kuralları, Anayasa’nın 169. maddesine aykırı bulunmuş ve iptal edilmiştir.

Danıştay 6. Dairesi’nin Fırtına Vadisi için verdiği kararda da üstün kamu yararının Fırtına Vadisi’nde HES yapılarak enerji üretiminde değil, doğal çevrenin korunmasında olduğu belirtilmiştir. Fırtına Vadisi Hidroelektrik Santrali Projesi için hazırlanan ve Çevre Bakanlığı tarafından olumlu karar verilen Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) Raporunun iptal kararını onaylayan Danıştay 6. Dairesi, üstün kamu yararının ekonomik menfaat ve kazançtan önce gelen; doğal kaynakları ve çevreyi krouma sonucu elde edilecek yarar olarak görmüştür. Yine, Bursa 2. İdare Mahkemesi’nin 25.05.2006 tarih ve 2005/1080 sayılı kararında üstün kamu yararı, “kamu sağlığı ve milli güvenlik gibi toplumsal menfaatler ile çevre ve doğal kaynakların sağladığı yaşamsal faydaların bir bütünü olup her türlü ekonomik gaye ve kazançtan daha öncelikli olan en üst toplumsal yarar” olarak tanımlanmıştır. Bu karardan çıkan sonuç, “halk sağlığı” ve “kamu güvenliği” gerekçelerinin yanı sıra “çevre ve doğa koruma” gerekçesinin de üstün kamu yararı için yargı kararlarında yer almaya başlamasıdır.

Bu arada, üstün kamu yararını belirleyecek en önemli araç ÇED raporları olacaktır. Bu nedenle çevreye zarar verme olasılığı yüksek kimi faaliyetler -petrol arama, maden arama, nükleer enerji yatırımları vb.- ÇED kapsamı dışına çıkarılmaya çalışılmaktadır.

hires-e1403304546207-1

Kamu yatırımları, sanayileşme, ekonomik gelişme ve büyüme, istihdam yaratma, gelir sağlama hedefleri ile çevre koruma hedefleri arasındaki çelişki günümüzde artık tartışma götürmezdir. Ekonomik kaygılarla yapılacak yatırımlar uzun dönemde kaçınılmaz olarak doğal dengenin bozulmasına, doğal kaynakların tükenmesine, biyolojik çeşitliliğin yok olmasına neden olacaktır. Bunun sonucunda ortaya çıkacak maliyetler ve ekonomik kayıplar çok daha yüksek olacaktır. Bu nedenle üstün kamu yararının ekonomik gelişme ve büyüme için yapılacak yatırımlarda mı yoksa çevreyi korumada mı olduğu sorusunun yanıtı devletin çevre koruma politikalarında benimseyeceği yaklaşımla yakından ilgilidir.

Kaynaklar

Duru, B. (2003), Kıyı Politikası, Kıyı Yönetiminde Bütünleşik Yaklaşımlar ve Ulusal Kıyı Politikası, Mülkiyeliler Birliği Vakfı Yayınları, Ankara

Doğanay, Ü. (1974) “Toplum Yararı ve Kamu Yararı Kavramları“, Mimarlık, No:7, S.129, ss.5-6

Geray, C. (1989) “Doğal Çevreyi Korumada Toplum Yararı Sorunsalı“, Tarım ve Mühendislik, S.33, ss.37-38

Keleş, R. (2000) “Kent ve Çevre Değerleri Bağlamında Kamu Yararı Kavramı“, Mekan Planlama ve Yargı Denetimi, Melih Ersoy, Çağatay Keskinok (Der.), Yargı Yayınevi, Ankara, 22.1-13

Keleş, R. (2010), Kentleşme Politikası, İmge Yayınları, Ankara

Mengi, A. ((2010), “Kamulaştırmanın Çevreye Etkileri Üzerine Bir Değerlendirme“, Kamu Yatırımları İçin Arazi Edinimi ve Kamulaştırma Uluslararası Sempozyumu, 14-18 Haziran 2010, Ankara

Onar, S.S. (1966), İdare Hukukunun Umumi Esasları Cilt II, 3. Baskı, İsmail Akgün Matbaası, İstanbul

Turan, M. (2009) Türkiye’de Kentsel Rant; Devlet Mülkiyetinden Özel Mülkiyete, Tan Kitabevi, Ankara

* Kentsel Planlama, Ansiklopedik Sözlük, Derleyen: Melih Ersoy, Ninova Yayıncılık, 2. Baskı, Nisan 2016, İstanbul ss.173-174

 

Belediyelerin meslek odalarıyla ilişkisi

Ali Rıza Avcan

Uzunca bir süredir çevremizdeki bazı meslek odası yöneticilerinin belediye başkanlarının danışmanı ya da belediye yöneticisi/görevlisi olarak atandıklarını ya da yöneticiliği bıraktıktan hemen sonra belediye başkanlarının emrine girdiklerini görüp ilgiyle izliyoruz.

Hatta bu durumun bir adım daha öteye giderek, geçmişte oda yönetimlerinde yer almış bazı eski yöneticilerin ya da aralarında birinci dereceden kan bağı olan yakınlarının belediyelerden büyük boyutlarda iş ya da proje aldığını bile duyuyoruz.

Meslek odası yöneticileriyle belediye başkanları arasındaki bu açık ya da gizli flörtün dışında belediyelerde çalışan meslek odası üyelerine zaman zaman meslek odasını temsil ediyorlarmış gibi davranıldığını, belediye ile meslek odası arasında bir çatışma yaşandığında bu belediye çalışanlarının, “iki arada bir derede kalıp” zaman zaman birinden birini tercih etmek gibi tatsız bir durumu yaşadıklarını görüyor, anlaşmazlık durumlarında kendilerinin meslek odalarına karşı adeta bir “rehin” gibi kullanıldığını da biliyoruz.

Meslek odalarının belediyelerin projelerine ve hizmetlerine eleştirel bir şekilde yaklaşıp farklı görüşler, öneriler geliştirilmesi durumunda o odalarla ilişkilerin dondurulup kesildiğini, aynı meslekten gelen danışman ya da yöneticiler eliyle o odaların kötülenip ötekileştirildiğine bile tanık oluyoruz.

Hatta belediyelerin çok önem verdikleri konularda meslek odalarının yönetici ve üyelerine açık ya da gizli bir şekilde baskı yaptıklarını, onların kendi iç ilişkilerindeki zayıf noktaları zorlayarak amaçlarına ulaşmayı mübah saydıklarını dahi biliyoruz.

Öte yandan geçmişte meslek odasının en üst düzeyde yöneticiliğini yapmış bazı belediye yöneticilerinin de kendi meslek odasının yönetici ve üyelerine ilgi göstermediğini; hatta onları bir “öteki” olarak gördüğünü de izliyoruz.

İş Ahlakı 002

Meslek odası üyeleriyle yaptığımız değişik sohbetlerde bu ilişkiler konusunda çok şey öğreniyor, meslek odalarının belediyelerle yaşadıkları olumlu ya da olumsuz ilişkiler konusunda ilginç bilgilere ulaşıyoruz.

Yasalar bu tür ilişkileri açıkça yasaklamasa ya da bir takım ilişkiler yasaların, yönetmeliklerin arkasından dolanarak kurulup geliştirilse bile burada zarar gören asıl şey, halkın belediye ve meslek odalarına duyduğu güvenle incinen kamu vicdanı oluyor.

***

Anladığımız kadarıyla belediye yönetimi, bilinçli bir politika çerçevesinde kendine yakın bulduğu bazı eski ya da yeni meslek odası yöneticilerini kendi yanına çekmeye, bulmadıklarını ise kendisinden uzaklaştırıp yalıtmaya ve yalnızlaştırmaya çalışıyor.

Bu durum aslında, mesleki örgütlenme ile edinilen bir iktidar alanının kentin yönetimi ile ilgili diğer bir iktidar alanıyla ilişkilerinde yaşanması gereken ya da beklenen, eşyanın doğasına uygun bir toplumsal olgu. 

Önce temsil edilen meslektaşların çıkarlarını savunmak adına başlatılıp ardından o meslek grubunun kent yönetiminde söz sahibi olması ile sonuçlanan bu tür toplumsal ilişkilerde, her iki tarafın birbirini etkileyip yönlendirmeye çalışması, senaryosu önceden yazılmış bir oyunun herkes tarafından bilinen kurallarından sadece biri.

Bu anlamda, her meslek ve çıkar grubunda olduğu gibi mesleki örgütlenme adı altında oluşan çıkar gruplarının kentle ilgili konularda büyük ve önemli yetkilere sahip belediye yönetimlerinde yer alarak ya da temsil ettiği meslek grubunun gücü üzerinden onu yönlendirmeye çalışarak etkili olmak istemesi, temsili demokrasinin olmazsa olmaz koşullarından biri.

Temsili demokrasi açısından durum bu şekilde olmakla birlikte; meslek örgütleriyle belediye yönetimleri arasındaki kurumsal ilişkilerin demokrasiyi, evrensel hukuku, etik kuralları ve kamu yararını önceleyerek düzenlenmesi gerekiyor.

Örneğin bu düşünceyle düzenlenen 5393 sayılı Belediye Kanunu’nun 28. maddesine göre belediye başkanlarının görevi süresince ve görevinin sona ermesinden itibaren iki yıl süreyle, meclis üyelerinin ise görevleri süresince ve görevlerinin sona ermesinden itibaren bir yıl süreyle, belediye ve bağlı kuruluşlarına karşı doğrudan doğruya veya dolaylı olarak taahhüde giremiyeceği, komisyonculuk ve temsilcilik yapamıyacağı hüküm altına alınarak belediye meclisi üyelerinin demokrasi, hukuk, etik ve kamu yararı ilkelerini çiğnemeleri olasılığı bir ölçüde engellenmeye çalışıyor. 

Aynı duruma kural tanımaz vahşi rekabetin hüküm sürdüğü özel sektörde bile rastlıyor, firmaların kendilerinden ayrılmış ya da emekli olmuş yöneticilere rakip firmalarda çalışmalarını engelleyen özel sözleşmeleri imzalattıklarını ya da rakip firmalarda çalışmamaları şartıyla ek ödemeler yaptıklarını görüyoruz.

Ancak belediyelerle meslek odaları arasındaki ilişkiler herhangi bir yasal düzenlemeye bağlanmadığı ve bu ilişki ile ilgili etik kodlar her iki kurum tarafından belirlenip uygulamaya konmadığı için işler her zaman demokrasiyi, evrensel hukuku, etik değerleri ve kamu yararını gözeten şekilde gerçekleşmiyor. Hatta çoğu kez böyle olmadığını, gerçeklikte kurala uymanın istisnai bir durumu ifade ettiğini söylemek de mümkün.

O nedenle bazı meslek odası yöneticilerinin yöneticilik yaptıkları dönemde gerek temsil ettikleri mesleki çıkarlar gerekse kendi kişisel çıkar ya da tercihleri nedeniyle belediye yönetimlerine daha yakın durduğunu ve bu yakınlıkları nedeniyle kente ve kentle ilgili sorunlarda zaman zaman demokrasi, evrensel hukuk, etik ve kamu yararı ilkelerini dikkate almadıklarını görmek de mümkün.

Bu duruma örnek olarak İzmir özelinde İzmir Ticaret Odası’nı, İzmir Esnaf ve Sanatkarlar Odaları Birliği’ne bağlı Pazarcılar Odası ile Minibüsçüler Odası gibi belediyelerle fazla içli dışı olan odaları, Türkiye Mimar ve Mühendisler Odaları Birliği’ne (TMMOB) bağlı Ziraat Mühendisleri Odası’nı; hatta diğerlerine göre daha sessiz olduğunu bildiğimiz Ege Bölgesi Sanayi Odası’nı verebiliriz.

Belediyeler ile meslek odaları arasındaki bu tür ilişkiler, zaman zaman hem diğer meslek odalarını hem de kent halkının çıkarlarını dikkate almayan kararların alınmasına kadar varabiliyor.

Bu durumun TMMOB düzlemindeki en son örneği, dava süreci halen devam etmekte olan Yamanlar Katı Atık Bertaraf Tesisi hakkında TMMOB İzmir İl Koordinasyon Kurulu’nun, üye olan bazı meslek odalarının uyarılarını ve itirazlarını dikkate almaksızın oy çokluğu ile ve bazı koşulları öne sürerek belediyeyi destekler mahiyette karar alması ile somutlanmıştır.

***

Mesleki etiğin meslek odaları açısından önemli ve öncelikli bir konu olduğunu; o nedenle bir kısım meslek odasının kendi meslekleriyle ilgili etik kuralları devamlı tartışıp yaşadıkları deneyimlere göre güncellediklerini bilmekle birlikte; bir kısım meslek odasının bu konuyu bir sorun olarak dahi kabul etmediğini görüyoruz.

Bu arada tabii ki meslek odalarındaki çoğu yöneticinin kendilerinden beklendiği şekilde hem kendi mesleki etik kurallarına uyduğunu, yöneticisi olduğu meslek odasıyla belediyelerin ilişkileri konusunda hassas davrandıklarını ve görevlerini kamu yararını gözeterek yaptıklarını da görüyor, biliyor ve kendilerini takdir ediyoruz.

Amacımız, çoğunluktaki bu yöneticilerin aksine onları da rahatsız edecek şekilde mesleki etik kurallarını dikkate almaksızın kendi kişisel çıkarını ya da mesleki bir taassupla bir kısım meslektaşının çıkarını gözeten yöneticilerin fark edilmesini sağlamak ve onların da demokrasiyi, hukuku ve kamu yararını gözeten bir çizgiye gelmelerini sağlamaktır.

O nedenle sözümüz bu mesleki, kurumsal ve kişisel etik kuralları dikkate almayanlaradır.

Ancak bütün bu özen ve dikkate rağmen hepimizin fark edip zaman zaman açık ya da üstü kapalı bir şekilde ifade etmeye çalıştığımız bu rahatsız edici durumun varlığı da hepimizi üzmektedir. 

İş Ahlakı 006

5393 sayılı Belediye Kanunu’nun 28. maddesine göre nasıl belediye başkanları görevi süresince ve görevinin sona ermesinden itibaren iki yıl süreyle, meclis üyeleri ise görevleri süresince ve görevlerinin sona ermesinden itibaren bir yıl süreyle, belediye ve bağlı kuruluşlarına karşı doğrudan doğruya veya dolaylı olarak taahhüde giremiyor, komisyonculuk ve temsilcilik yapamıyorlarsa aynı şekilde fiili olarak meslek odası yöneticilerinin de görev süresince ve görevin sona ermesinden sonra belirli bir süre belediyelerde çalışmamaları, yönetici ya da danışman olarak görev ve iş almamaları işin etik boyutları nedeniyle daha uygun olacaktır.

Bu nedenle bütün meslek odalarının yerel yönetimlerle ilişkilerini düzenleyecek mesleki etik kurallarını gözden geçirerek; şayet henüz bu tür kurallar oluşturmamışlarsa bu konuları kendi içlerinde tartışarak evrensel etik kurallarına uygun kurallar geliştirmelerini, bu kuralların oluşumunda kendi mesleki çıkarları kadar demokrasi, evrensel hukuk, etik ve kamu yararını da gözetmelerini; böylelikle kendi kurumsal saygınlıklarını koruma konusunda eskisinden daha fazla hassas davranmalarını bekliyoruz.