Ödül almak ya da reddetmek, işte bütün mesele bu!

Ali Rıza Avcan

Ödül… Sözlüklerin “bir ya da birden fazla kişiye, onların belirli bir alandaki yetkinliklerine karşılık verilen armağandır” diye tanımladığı bir sözcük. Ödül vermek ise, ödülün konusunu, nedenini, ödül verilecek kişi ya da kurumu belirleyip bunu kamuoyunu bilgilendirmek suretiyle yapan kişi ya da kurumların eylemidir. Verilen ödüller ise genellikle kupa, başarı belgesi, plaket, madalya, rozet, kurdele ya da para vermek şeklinde sunulur. Bir ödülün anlamı, ölçüsü ya da saygınlığı ise genellikle ödülü veren kişi ya da kuruluşun toplum içindeki mevcut durumuyla; yani bilinip tanınırlığı ve yapıp eyledikleri konusunda yarattığı hoşgörü, sempati, kabul ve saygınlıkla doğru orantılıdır.

Ödül vermek aynı zamanda ödülü verenle alan arasındaki iktidar ilişkisini vurgulayan bir borçlanma/borçlandırma ilişkisidir. Çünkü ödül verenin, ödül vereceği konu ve adaylarla ödülün verilme koşullarını önceden belirleyip adaylar arasından hangisini seçeceği duyurması, kendi rızası ile adaylığı kabul etmiş olanlar üzerindeki güç ve otoritesini gösterir. Böylelikle ödül verenle ödül alan arasında borçlandırmaya dayalı hiyerarşik bir yönetme-yönetilme ilişkisi kurulmuş olur. Böylelikle aday listesine alındığı ya da ödül sahibi olarak seçildiği için sevinip ödülü kabul edenler, bu tür bir bağımlılık ilişkisi içinde bir otorite tarafından bir yerden alınıp bir başka yere konulduklarını bilirler. Aynen kendi çabası ve başkalarının yardımlarıyla sınıf atlayanların kendilerini devamlı birilerine borçlu hissetmesinde olduğu gibi…

Ancak bütün bunlara karşın bir de ödül almayı reddedenler vardır… Ödülü veren, dünya çapında saygınlığı olan Nobel Vakfı olsa bile verilen ödülleri değişik gerekçelerle almayan, kabul etmeyen, bu tür bir ilişki içine girmeyen bilim insanları, sanatçılar, siyasetçiler ve benzerleri de vardır…

Kendilerine verilecek ödülleri reddedenler arasında tarih sırasıyla 1906 Nobel Edebiyat Ödülü‘nü reddeden büyük Rus yazar Lev Tolstoy, 1935 yılında Amerikan Sinema Sanatları ve Bilimleri Akademisi‘nin (Oscar) En İyi Senaryo Ödülü‘nü reddeden yazar Dudley Nichols, 1958 Nobel Edebiyat Ödülü‘nü reddeden Rus şair, oyun yazarı, romancı ve çevirmen Boris Pasternak, 1964 Nobel Edebiyat Ödülü‘nü reddeden Fransız yazar ve düşünür Jean-Paul Sartre, 1970 yılında Oscar‘ın En İyi Erkek Oyuncu Ödülü‘nü reddeden ünlü Amerikalı Oyuncu George Campbell Scott, ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissenger ile birlikte kendisine verilmek istenen 1973 Nobel Barış Ödülü‘nü reddeden Vietnamlı devrimci, diplomat ve siyasetçi Le Duc Tho, 1973 yılında, oynadığı ünlü Baba filmindeki rolü nedeniyle kendisine Oscar‘ın En İyi Erkek Oyuncu Ödülü verilmek istenen ünlü Amerikalı oyuncu Marlon Brando, 1992 yılında Kenan Evren tarafından verilmek istenen Atatürk Barış Ödülü‘nü reddeden Nelson Mandela, 1995 yılında kendisine verilmek istenen Sedat Simavi Ödülü‘nü reddeden ressam Adnan Çoker, 2016 yılında Londra Uluslararası Dünya Sinemacıları Film Festivali En İyi Yabancı Film Ödülü‘nü reddeden film yönetmeni Bülent Gündüz, yine aynı yıl Felix Ödülleri‘nde kazandığı Yılın En İyi İngilizce Albümü Ödülü‘nü reddeden Céline Dion, 2018 yılında Genesis Vakfı‘nın ödülünü reddeden Natalie Portman, 2019 yılında İskandinav Konseyi Çevre Ödülü‘nü reddeden İsveçli iklim aktivisti Greta Thunberg, 2021 yılında Birleşik Arap Emirlikleri tarafından kendisine verilmek istenen Şeyh Zayed Kitap Ödülü‘nü reddeden Alman filozof ve sosyolog Jürgen Habermas, The Oldie dergisi tarafından verilmek istenen Yılın Yaşlısı Ödülü‘nü reddeden Birleşik Krallık Kraliçesi Elizabeth, Torino Festivali Ömür Boyu Başarı Ödülü‘nü reddeden ünlü İngiliz yönetmen Ken Loach, İzmir Gazeteciler Cemiyeti ile Karşıyaka Belediyesi tarafından her yıl verilen 10. Basın Özgürlüğü Ödülü‘nün 2021 yılında gazeteci Çiğdem Toker tarafından reddedilmesi, ilki 25 yıl öncesi, ikincisi de 25 yıl sonra verilmesi akıl edilen 2022 tarihli İzmir Vefa Ödülü‘nün, ödül verilenler arasında adil bir seçim yapılmadığı gerekçesiyle Prof. Dr. Semih Çelenk tarafından reddedilmesi benim aklıma ilk gelenlerden…

Tabii ki bunca bilindik, saygın ya da adını ilk kez duyduğumuz ödülleri reddeden bunca bilim insanı, sanatçı, aktivist, siyasetçi, felsefeci ve sosyoloğun bu ödülleri reddederken dile getirdikleri haklı gerekçeler de var; ırkçılık, adil olmama, ikiyüzlülük, faşizm, ödülü vereni önemsememe, ciddiye almama gibi yerine, zamanına ve ödülü reddedenin ismine göre bizim da makul gördüğümüz gerekçeler bunlar…

Çünkü ödül vermek isteyen kişi ya da kurumun öncelikle ödül vermek istediği konu ya da alanda bir yetkinliğe sahip olması gerekiyor; büyüklük, zenginlik, saygınlık, kendi alanında sözü geçen otorite olma gibi… Aksi halde, “kendisi himmete muhtaç dede” deyiminin ifade ettiği gibi, kendisi başka bir kurum ya da kişiden ödül alma şansına sahip olmayan, ödül verme yetkinliğine sahip olmayanların verdiği ödüllerdeki perişanlık hali gibi bir durumun ortaya çıkması gündeme geliyor…

Bugün bu tür kişi ya da kurumlarla sıkça karşılaşıyoruz… Yaptıkları ile değil de, verdiği ödüllerle saygınlık kazanmaya çalışan şahıslar ya da kurumlar, dernekler, vakıflar, gazeteler, belediyeler….

İkincisi, ödül verilecek konunun, gerçekten ödül vermeyi gerektiren ve buna uygun bir yapıya; daha doğrusu seçime katılacak adaylar arasındaki kurallı rekabete uygun bir konu ya da bir alan olması gerekiyor… 2021 yılında İngiliz The Oldie dergisinin Kraliçe Elizabeth‘e vermek istediği Yılın Yaşlısı Ödülü, İngiltere’de yaşayan tüm yaşlılar itibariyle ne anlama geliyorsa, Afrika kökenli sanatçıların aday gösterilmediği Akademi/Oscar ödülleri de beyaz Amerikalılar açısından o ölçüde anlamsız olacaktır…

Ödül verebilmenin diğer bir koşulu da, ödülün verilmesinde kullanılacak ölçülebilir, doğru/isabetli, geçerli/uygulanabilir ve adil kriterlerin önceden belirlenip duyurulması ve jüri adı verilen seçici kurulda bu kuralları dikkate alacak, konu ile ilgili ve mümkünse o konuda uzman ya da daha önce benzeri ödülleri almış saygın, yetkin isimlerin yer alması ve bunun kamuoyu tarafından bilinmesidir. Şayet ödül vermenin kriterleri önceden bilinip kabul görmüyorsa ya da kimlerin ödül verdiği açıklanmıyorsa, o ödül daha baştan saygınlığını ve etkisini kaybetmiş demektir.

Ödül verme konusunda, benim son zamanlarda önem verip üzerinde durduğum diğer bir husus ise, ödül verilen konu ya da nesne şayet bir mekan, bir yapıt ise mekan ya da yapıtın ödülü verecek jüri üyeleri ve kullanıcılar tarafından çıplak gözle görülüp dokunulması, kullanılıp deneyimlenmesi ve kullanımı ile ilgili sürecin izlenip değerlendirilmesi ön koşuludur.

Bu sorun daha çok merkezi yönetim kurumlarıyla yerel yönetimler tarafından yapılan ya da yaptırılan bina, yol, köprü, park, yeşil alan ve zemin döşemesi gibi mimarlık, peyzaj mimarlığı, mühendislik ve şehir planlama gibi disiplinlerle ilgili işlerde karşımıza çıkmakta… Bir bakıyorsunuz, törenlerle bandolarla ve onlarca makasın kestiği kırmızı kurdelalarla hizmete açılan bir köprü, bir bina ya da bir parkın Photoshopla düzenlenmiş parlak fotoğrafları, maketleri ya da “render” adı verilen resim ve videoları başka bir yerlerde toplanan jüri üyelerine takdim ediliyor ve onlar da o yapıtın işlevini, hangi sorun ya da ihtiyaca cevap vermek üzere yapıldığını, özelliklerini, asıl önemlisi o yapıtı kullananların görüş, düşünce ve önerileriyle o yapıtın ödül sonrasında ne hale geldiğine bakmaksızın ödül üzerine ödül veriyorlar, o ödülü yapanın önünü açıyorlar.

Çünkü çoğu kez satış ve pazarlama sektörünün bir yan sektörü olarak ulusal ya da uluslararası planda örgütlenmiş ödül şirketleriyle bu ödüllerin biçimlendirdiği bir ödül mekanizmasına rastlıyor, kişi ve kurumların ödül alabilmek için bu mekanizmaya ön ödemeler yaptığına, karşılığında da yapılan ödemenin boyutuna göre ödüllerin verildiğine tanık oluyoruz. Tam anlamıyla danışıklı döğüş halinde… Bu ilişki içinde verilen ödüller adeta o ödülü alanın reklam ve tanıtımıyla satış ve pazarlamasında kullanılan bir ilkokul karnesine ya da kırmızı bir kurdelaya dönüşüyor… Ödül sahibi bu sayede daha çok iş alıyor, daha çok isim yapıyor ve daha çok para kazanıyor.

Diğer yandan da masumiyetini kaybetmiş ödül sistemi içinde, ödül verenle ödül alacak olanlar birbirlerine ihtiyaç duyuyorlar; biri olmadan diğeri olamıyor çünkü…

Ödül ver ki borçlandır… Sen de yarın öbür gün gider o borcun karşılığını isteyip alırsın… Çünkü ödül alan kendini borçlu hisseder ve senin reklamını yapar…

Hatırlıyorum, bu konudaki ilk tepkimi Konak Belediye Başkanı Hakan Tartan zamanında, başında eski bir meslektaşımın bulunduğu bir danışmanlık firmasının, Varyant‘taki Ümran Baradan Oyun ve Oyuncak Müzesi için Antalya’daki bir otelde verdiği birincilik ödülü sonrasında, söz konusu derneğe yazdığım bir yazı ile ödül jürisinin kimlerden oluştuğu ve bu jürinin bu kararı hangi kriterlere göre verdiğini sorup jüri üyelerinin müzeyi ziyaret edip etmediklerini sormuştum.

Daha sonra İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nce İzmir Deniz Projesi kapsamında Karşıyaka‘da Bostanlı Deresi ağzına yaptırılan köprü ve seyir terası için değişik kurumlar tarafından defalarca ödül verilmesi üzerine aynı tepkiyi, ödüllere boğulan mimarın İzmir’in neredeyse tüm ilçe belediyelerine iş yaparak ayrıca ödüllendirildiği bir dönemde dile getirmiş, ödül verenlerin gelip köprüyü ve seyir terasını ziyaret ederek imalattan, kötü malzeme seçiminden, önceden öngörülmesi gereken kullanımdan ve kullanımdan kaynaklanan ciddi sorunlarla yapılan tamiratları yerinde görmesini istemiştim… Hem de değişik zamanlarda giderek çektiğim ayrıntılı fotoğraflarla birlikte…

Ardından bu tutumumu, 2021 yılı içinde Sağlıklı Kentler Birliği ve TMMOB Şehir Plancıları Odası tarafından İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından iki ayrı bölümü de AKP’li bir müteahhide yaptırılan Peynircioğlu Deresi Ekolojik Koridor Projesi ile Talatpaşa Yükseltilmiş Yaya Geçidi Düzenleme Projesi için ayrı ayrı ödül verilmesi olayında da tekrarlamıştım…. Üstüne üstlük Sağlıklı Kentler Birliği‘nin bu ödülü vermek için kurduğu jürinin başında sevgili hocam Prof. Dr. Ruşen Keleş, TMMOB Şehir Plancıları Odası tarafından verilen ödül jürisinin başında değer verdiğim diğer bir Hocam Prof. Dr. Sezai Göksu olmasına karşın… Hoca-öğrenci ilişkisi içinde saygısızlık yapmamak için Hocam Prof. Dr. Ruşen Keleş‘e SMS ile “keşke İzmir’e gelip görseydiniz” mesajını atabildim…

Yalnız şehir plancısı arkadaşlarımın ve Hocam Prof. Dr. Sezai Göksu‘nun hakkını yememek adına, bu yazının yazımı sırasında elime geçen Jüri Değerlendirme Raporu‘nda, bu iki proje için yazılı olanları buraya aynen aktarıp, benim üzerinde durduğum eleştirel değerlendirmelerin yer aldığı ilgili bölümleri aynen aktarmak; ayrıca,, İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından başvurusu yapılan İzmir Büyükşehir Belediyesi Ulaşım Dairesi Başkanlığı Ulaşım Projeleri Şube Müdürlüğü tarafından gerçekleştirilen Kordon Nostaljik Tramvay Projesi‘nin, “Kent hafızasına katkı sağlamayı hedeflemesi ve hayata geçirilmiş bir proje olması nedeniyle olumlu bulunmuştur; ancak mevcut bir problemi çözme, yaygın etki, günümüz teknolojik olanaklarına dayalı işlevsel ve yenilikçi çözümler gibi kriterler açısından yetersiz bulunmuştur.” gerekçesiyle yetersiz bulunması nedeniyle ödül almaya hak kazanmadığını belirtmek zorundayım:

İzmir Büyükşehir Belediyesi Tarafından Gerçekleştirilen Peynircioğlu Deresi Ekolojik Koridor Projesi (ÖZENDİRME ÖDÜLÜ): Kentsel yapılı çevrenin iyileştirilmesi, nitelikli bir yeşil alan oluşturulması, yaşam kalitesinin geliştirilmesi açılarından değerli bulunmuş bir projedir. Projede gerçekleştirilen yenilikçi peyzaj uygulamaları önemli olmakla birlikte, taşkın sorununun nasıl çözümlendiği, bölgeye özgü bitki örtüsünün yeni uygulamalarda sürdürülüp sürdürülmediği konuları açıklığa kavuşturulmamıştır ve yöre halkının düzenleme sürecine katılımı hakkında yeterince bilgi verilmemiştir. Ayrıca, ekolojik iddiası gereği ilçe-üstü ve havza bazlı değerlendirmelerin ve önerilerin olmaması ciddi bir eksiklik olarak görülmüştür.

İzmir Büyükşehir Belediyesi – Ulaşım Dairesi Başkanlığı – Ulaşım Projeleri Şube Müdürlüğü Tarafından Gerçekleştirilen Talatpaşa Yükseltilmiş Yaya Geçidi Düzenleme Projesi (ÖZENDİRME ÖDÜLÜ): Proje’nin; yaya ve taşıt trafiğine dair iki problemi bir arada çözen, kamusal hizmet yönü güçlü bir müdahale içermesi başarılı bulunmuştur. Trafik akışı devam ettiği halde yaya önceliğini ve yaya hareketliliğini teşvik etmesi, öğrenme kapasitesi yaratması açısından basit ancak yenilikçi bir çözüm olarak değerlendirilmiştir. Projenin düşük maliyetle olumlu bir etki yaratması da başarılı bulunmasındaki etkenlerden biridir.

Evet, bunca kelam sonrasında gelelim yazının özetine ya da sonucuna….

Ödül vermek ciddi bir iş olduğu için herkesin harcı değildir… Özellikle de günümüzde örnekleri çok olan kendileri bile ödül alamayacak olanların ödül vermeye kalkmaları halinde… Ya da arada sırada, akıllarına geldiğinde veya ödül vermesi icap ettiğinde ödül vermeyi hatırlayanlar, aldığı ödülü yere göğe sığdıramayanlar için şakaya gelir bir yanı yoktur ödülün… Ödül ciddi bir iş, ciddi insanların işidir; o nedenle de, cılkının çıkarılmaması gerekir… İşte o yüzden, çalışma ofislerinin tüm duvarlarını ya da camekanlarını yüzlerce ödül, plaket, şilt ve tabela ile doldurup sergileyenler, bunları özgeçmişlerine yazıp sık sık dile getirenler mütevaziliğin sade diyarına uğramamış, bu ödüller sayesinde balon misali egoları şişirilmiş garip yaratıklardır… Bunlara daha dikkatli, daha tedbirli yanaşmak gerekir… Tabii ki, bence…

Aslında olur olmaz nedenlerle ödül vermek ya da almak, normal insanın aklına, zekasına ve beğenilerine önem vermeyenlerin işidir… Çünkü iyi, doğru ve güzel yapılan bir iş ya da eylem, dışarıdan bir müdahaleye gerek olmaksızın insanlarca beğenilip onların yüreklerinde yer ediniyorsa, bundan gerisi laf-ü güzaftır…

Belediyelerin verilen ödül, bayrak ve unvanlarla ilişkisi…

Ali Rıza Avcan

Yıllar önce, belediyelere eğitimler verip danışmanlık yapan özel bir kurum, Antalya’daki beş yıldızlı bir otelde düzenlenen törenle Konak Belediyesi’nin o tarihlerde açtığı oyun ve oyuncak müzesi için birincilik ödülü vermiş ve bu haber İzmir’deki yerel basında en üst köşelere taşınarak hem müzenin danışmanı yazar hem de o dönemin belediye başkanı övgülere boğulmuştu.

Benim tepkim ise, bu ödülü veren kuruma bir yazı yazarak ödülü hangi kriterlere göre verdiklerini ve buna karar veren jürinin kimlerden oluştuğunu sormak olmuştu.

Çünkü ödül verilmesi için önceden belirlenmiş kriterlerle bu konuda değerlendirme yapacak bir jürinin mevcut olmadığını, bu ödülün daha sonraki tarihlerde ortaya çıkacak “al gülüm-ver gülüm” ilişkileriyle ete kemiğe bürüneceğini tahmin ediyordum.

Ayrıca açılan müzenin bu ödülü hak edecek özelliklere sahip olmayı bırakın, müze olmasını sağlayacak birçok koşula sahip olmadığını biliyordum.

İlerleyen tarihlerde beni haklı çıkaran bu olay bugün geçmişte kalmış olmakla birlikte; kamu kurumları, özellikle de belediyeler düzeyinde ortaya çıkan bu danışıklı dövüşüklü ödül verme ya da alma komedisinin hiç bir değişikliğe uğramadan bugüne kadar devam ettiğini görmekteyiz.

Bu durum, -ne yazık ki- bazen sağlanan menfaatler karşılığında, bazen de ulusal ya da uluslararası kuruluşların hiçbir kritere bakmaksızın özensiz bir şekilde sağa sola ödül dağıtması şeklinde gerçekleşiyor…

ELDW 2017 Raporu_Sayfa_01

Bu durumun karşımıza çıkan en son örneği ise, yakın zamanda Karşıyaka Belediyesi’nin Avrupa Konseyi tarafından verilen “12 Yıldız Şehir” bayrağını dördüncü kez alması suretiyle gerçekleşti.

Karşıyaka Belediyesi, izleyip anlayabildiğimiz kadarıyla bu bayrağı dördüncü kez aldığı için sevinirken diğer yandan da hem Karşıyaka’nın bir Avrupa şehri olduğu, hem de kendisinin sunduğu hizmetlerle tüm Avrupa belediyelerine örnek olduğu algısını basın yoluyla güçlendirmeye çalıştı.

Oysa hepimiz, özellikle de Karşıyaka’da yaşayan bizler, yaşadığımız coğrafyanın ülkemizin en gelişmiş ilçelerinden biri olduğunu bilmekle birlikte; Avrupa standartlarında bir kent olmadığını, başta belediye yönetimi olmak üzere yaşam kalitesi açısından bir Avrupa kentinin oldukça gerisinde olduğunu biliyoruz.

Ama yine de birileri çıkıp sizin kentiniz bu yıl Avrupa’nın 12 yıldız kentinden biridir diyerek yaşadığımız gerçekleri saptırmaya ve bizi kandırmaya çalışıyor… Hem de bunu üst üste dört kez aldığı uluslararası bir bayrakla kanıtlamaya çalışarak…

Şimdi bu durumda, dönüp kendi kendimize “söylendiği gibi gerçekten bir Avrupa kenti miyiz?” ya da “Avrupa kentlerinin sahip olduğu özelliklere sahip bir ilçe miyiz?” diye sormamız gerekiyor.

İsterseniz bu durumu bir dizi gelişmişlik göstergelerine filan bakmadan, bilimsel bilgi ve verileri incelemeye kalkmadan Karşıyaka Belediyesi’ne dört kez üst üste bu bayrağı veren Avrupa Konseyi’nin 2010 yılından bu yana ülkemizdeki hangi belediyelere aynı bayrağı verdiğini araştırarak belirlemeye çalışalım.

Böylelikle, Karşıyaka Belediyesi’nin “Avrupalılık” anlamında ülkemizdeki hangi belediyelerle aynı düzeyde görüldüğünü de anlamaya çalışalım.

phpThumb_generated_thumbnailAvrupa Konseyi tarafından 2010 yılından bu yana Avrupa’daki hangi belediyelere “12 Yıldız Şehir” (12 Star City) bayrağının verildiğini gösteren European Local Democracy Week (ELDW) yıllıklarına göre bayrak almaya hak kazanan belediyelerimiz;

2010 yılında Antalya, Tarsus, Muğla ve Seferihisar belediyeleri,

2011 yılında Gaziantep, Gebze, Lüleburgaz, Muğla, Tarsus ve Büyükçekmece belediyeleri,

2012 yılında Büyükçekmece ve Lüleburgaz belediyeleri,

2013 yılında Büyükçekmece, Keçiören ve Ordu belediyeleri,

2014 yılında Büyükçekmece, Karşıyaka, Ortahisar, Sultanbeyli,

2015 yılında Antalya, Büyükçekmece, İzmir, Kadıköy, Karşıyaka ve Lüleburgaz belediyeleri,

2016 yılında Beşiktaş, Büyükçekmece, İzmit, Kadıköy, Kahramankazan, Karşıyaka, Lüleburgaz ve Safranbolu belediyeleri,

2017 yılında Ahmetbey, Beşiktaş, Büyükçekmece, Edremit, İzmit, Kadıköy, Kahramankazan, Karşıyaka, Lüleburgaz ve Rize belediyeleri.

Bu listeden de görüleceği gibi, Karşıyaka Belediyesi 2014, 2015, 2016, 2017 yıllarında üst üste dört kez “12 Yıldız Şehir” bayrağını almakla birlikte Lüleburgaz Belediyesi  2011-2017 döneminde beş kez, Büyükçekmece Belediyesi de 2011-2017 döneminde üst üste yedi kez aynı bayrağı almaya hak kazanmıştır.

Bu durumda aynı bayrağı defalarca alan Büyükçekmece, Lüleburgaz ve Karşıyaka belediyelerinden hangisi diğerine göre daha fazla Avrupalıdır diye sormamız gayet mantıklı bir iş olacaktır.

Başka bir açından da, 2017 yılında “12 Yıldız Şehir” bayrağını kazanan belediyeler arasında Karşıyaka Belediyesi dışında Ahmetbey ve Kahramankazan gibi Avrupalılığı şüphe götürmeyen (!) belediyeler de bulunduğuna göre; “şimdi Ahmetbey ya da 15 Temmuz Darbe girişimiyle ‘kahraman’ unvanını alan Kazan Belediyesi, Avrupalı olma anlamında Karşıyaka ile aynı düzeyde midir?” diye sormamız da bu bayrak verme işinin ne ölçüde ciddiye alındığını net bir şekilde ortaya koyacaktır.

Bütün bu sorulara verdiğimiz yanıtlar ise, Avrupa Konseyi tarafından verilen boş formlara yazılıp çizilen yalan yanlış bilgiler ya da taahhütler üzerinden uygun görülen bu tür bayrakların ne ölçüde adil, anlamlı ve gerçekçi olduğunu ortaya koyacaktır…

avrupa-nin-12-yildiz-sehri-odulu-4-kez-karsiy-10562424_o

Çünkü, çoğu kez ulusal ya da uluslararası bir ödül ya da unvanı, hangi gerekçe ile kimden aldığınız kadar, o ödül ya da unvanı kimlerle birlikte aldığınız ya da bu ödül ya da unvan sayesinde kimlerle aynı düzeye konulduğunuz da, o ödülün, bayrağın ya da unvanın anlam ve önemini ortaya koyan en gerçekçi kriterlerden biri olarak kabul edilir.

Verilen not, ödül ve hibelerden memnun olmak…

Ali Rıza Avcan

Son zamanlarda İzmir Büyükşehir Belediyesi ile ilçe belediyelerinde uluslararası bir kuruluş not, ödül ya da hibe verdiğinde aşırı sevinme ve giderek övünmeye neden olan ilginç tepkiler ortaya çıkmaya başladı…

Belediyeye kredi verecek kuruluşlara belediyenin mali performansı hakkında bilgi veren Fitch, Moody’s gibi kredi derecelendirme kuruluşlarının verdikleri notlar ve düzenledikleri raporlar kentte neredeyse havai fişek şenliği ile kutlanacak kadar bir neşe, bir sevinç yaratmaya başladı…

Fireworks-at-Lake-Lanier-Islands-SunsetCove.jpg

Sanki, Türkiye’nin aleyhine olduğu açık olan Gümrük Birliği anlaşmasının imzalandığı günün ortasında Ankara semalarına atılan havai fişekler gibi garip bir sevinç hali ortaya çıkmaya başladı…

Yine aynı şekilde herhangi bir belediye, tanıdığımız ya da haberimizin bile olmadığı birtakım uluslararası kuruluşlar tarafından bir ödüle layık bulunduğu ya da o kuruluşlardan hibe aldığı zaman aynı sevinçler, aynı heyecanlar yaşanır oldu…

Belediye genel sekreterinin, meclisi üyelerinin, onların gözüne girmek isteyen ve o nedenle “kraldan çok kralcı olan” belediye çalışanlarının ve çoğu İzmirli’nin sosyal medya ortamındaki mesajları ne hikmetse hep bu sevinç, hep bu gururla dolu oluyor…

Oysa, kimse çıkıp da o raporları düzenleyip not veren kuruluşlarla kredi, ödül ya da hibe veren uluslararası kuruluşların birbirleriyle ilişkisini araştırıp sorgulamıyor, bilmiyor ya da bilse bile bilmemezliğe geliyor gibi bir durum var ortada…

Aynen ülkemizde çevreyi en fazla kirleten şirketlerin bir araya gelip bir “arka bahçe” olarak kurdukları ÇEVKO ya da WWF gibi sahte yeşil örgütler gibi…

Uluslararası alanda parayı yöneten bu kuruluşların belediyelere yönelik  al gülüm-ver gülüm politikalarını kimse bilmiyor, bilmeye çalışmıyor ve de sorgulamıyor.

O nedenle her not verilişinde, her ödül ya da hibe alındığında havalara sıçrayıp bir marifet yapmışız gibi sevinip duruyoruz.

***

Bu garip durumu, kendisinin üç yıl öğrencisi olmakla övündüğüm Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın bir sözüne bağlamak isterim.

Tabii ki 1972-1980 döneminde benim tanıyıp bildiğim İlber Ortaylı formatıyla…

İlber Hoca hep, “Biz bir imparatorluğun artığı olduğumuzu ve geride bıraktığımız zamanlarda o imparatorluğun ahalisi olarak sahip olduğumuz gücü unutuyor, imparatorluk bile kuramamış toplumlarla aramızdaki farkı bilmiyoruz” der. Bu söz hiçbir zaman bir Osmanlıcılık fikriyatı olarak yorumlanmamalıdır. İlber Hoca bu sözüyle, Türkiye’nin diğer ülkelerle, özellikle de eskiden imparatorluk olmuş ya da bugün halen imparatorluk olduğunu iddia eden ülkelerle ilişkilerinde kendini geçmişten gelen imparatorluk geleneği ile güçlü hissetmesini, o eski gücü unutarak kendine haksızlık yapmamasını ister.

O anlamda, evet biz bugün çökmüş bir imparatorluğun ardılları olmakla birlikte arkada bıraktığımız imparatorluk kurmuş bir toplum olmanın gücü ile kendimizi diğer uluslar ya da toplumlar düzleminde onlarla eşit, hatta onlar kadar güçlü olduğumuzu hissetmeliyiz diye bizi uyarır.

Ama yine biz, onun söylediklerini, uyarılarını ya da bir zamanlar o emperyal güçlerin ordularına, kurumlarına kafa tutmuş bir ulusun bireyleri olduğumuzu unutup uluslararası kredi derecelendirme kuruluşlarının düzenlediği raporlarla verdiği notları önemseriz… Hem de o raporların düzenlenmesi için ayrıca para ödediğimizi unutarak…

Ama yine biz, Avrupa’daki en küçük kasaba belediyelerine bile verilen ödüller bu sene bize verildi diye havalara uçarız ve kendimize bu ödül üzerinden bir paye vermeye çalışırız…

Ama yine biz, “hibe” adıyla verilen paraları sanki bize ödül verilmiş gibi kabul eder ve bu durumu kendimize vehmettiğimiz özelliğin bir delili olarak sunarız…

Oysa biz eskiden başka birinden borç almaya sıkılır ve çoğu kez bunu başkaları bilmesin, öğrenmesin kaygısıyla borçlu olduğumuzu cümle alemden saklardık…

Şimdi ise borç almak istediğimizi, aldığımızı ve o borcu büyük bir beceri ile yönettiğimizi dünya aleme duyuruyoruz…

Oysa biz, birinden bir bağış ya da hibe aldığımızda bunun gizli tutulmasını ister, hatta yaptığımız yardımların, bağışların duyulmasını istemezdik…

Şimdi ise kimden hibe aldığımızı sıkılıp üzülmeden, adeta bir ödül almışız gibi duyurup böbürleniyoruz… 

Hand giving money - United States Dollars (or USD)

Ne oldu şimdi bize? Nerede kaldı kişisel, toplumsal ve ulusal gururumuza?

Niye unuttuk birbirimiz ödül vermeyi de; yabancıların verdiği ödüllerle sevinir olduk?

Niye Gümrük Birliği’ne alındık diye gün ortasında havai fişek atıyoruz?

Niye elalem bize karne notu verir gibi not verdiğinde yakasına kırmızı kurdela takılmış çocuklar gibi seviniyoruz?

Niye birileri bizi yardım ve hibeye layık görüp para verdiğinde bunu cümle aleme anlatıyoruz?

Yoksa bizler, eski bir imparatorluğun halkı olarak emperyalizme karşı mücadelenin başladığı ve ilk kurşunun atıldığı bir kentte yaşamıyor muyuz?

Geçmişimizi ve sahip olduğumuz gücü bu kadar mı unuttuk?

En önemli ve büyük ödülün, yaşam kalitemizin artması nedeniyle bu kentte yaşamaktan duyduğumuz memnuniyet olduğunu niye unuttuk?