Kent ve ekoloji mücadelesinde bireyden ve siyasetten korkmak…

Ali Rıza Avcan

Son günlerde, kent ya da ekoloji mücadelesinde bir araya gelmek amacıyla yapılan bazı girişimlerde, yarı-kamu kurumu niteliğindeki meslek örgütleriyle kendini demokratik olarak tanımlayan bir kısım sivil toplum kuruluşunun ya da örgüt niteliği taşımayan grupların, “bireysel katılımcılar”la “siyasal partiler”e bilerek ve isteyerek yer vermek istemediğine; onların, oluşturulmak istenen beraberliklere dahil edilmediğine, bu nedenle kendilerini siyasi bir kimlik üzerinden tanıdığımız bazı kişi ya da grupların sırf bu beraberlikte yer alabilmek adına, “o olmazsa, bu olsun” örneğine benzer oportünist bir tavırla ve yeni bir kimlikle ortaya çıktıklarına tanık oluyorum.  

Bunun karşılığında, bireysel ölçekte mücadele verenlerin ise ya bu mücadele alanından uzak durmayı tercih ettiklerini ya da o beraberliğe kendilerine yakın bir meslek odası, dernek ya da oluşumun temsilcisi olarak katıldıklarını; siyasetçilerin de, “benim şu siyasi partide görevim var, ben belki size zarar verebilirim” gerekçesiyle o beraberlikten uzak durduğunu veya farklı, yeni bir kimlikle o mücadelede yer aldığını görüyorum.

İzmir’le ilgili sorunlara sahip çıkacağı söylenen “İzmir’e Sahip Çık Platformu” ile ülkedeki tüm çevre ve ekoloji örgütlerini bir araya getirdiği söylenen “Ekoloji Birliği” yapılanmaları, bu konuda aklıma gelen ilk örneklerdir.

Sanıyorum, uzun bir süredir revaçta olan “kimlikler siyaseti” ve bunun doğal bir sonucu olarak herkesin birden fazla kimliğe sahip olması, bu durumu fazlasıyla kolaylaştırıp meşrulaştırıyor!

Bu arada, sessiz ve ilgisiz kalıp o meşhur “Protestan papazı” rolünü oynamanın bile başlı başına bir siyasi tavır olduğu günümüz koşullarında, siyasi mücadeleye giriştiği takdirde değişik tehlikelerle; örneğin o derneğin kapatılabileceği endişesiyle pasif kalmayı öneren sahte demokratlarla da karşılaşıyorum.

Geçtiğimiz aylarda katıldığım Mülkiyeliler Birliği Genel Merkezi seçimlerinde, bir grup Mülkiyeli’nin önerdiği “Aman dikkat, başımıza bir iş gelebilir, derneğimiz kapatılabilir” korkusuyla sergiledikleri fazlasıyla tedbirli pasifist tutum gibi.

2860653452_6bc0f09c59_o

Peki, OHAL hukuksuzluğunun  egemen olduğu günümüz koşullarında; ayrıca örgütlenip kurumsal bir yapıya ulaşmanın birçok toplum kesimi için mümkün olmadığı bir ülke ve kentte, bireyleri ve siyaseti dışarıda bırakarak sadece kurumlardan oluşan bir beraberliği oluşturmak mümkün müdür? Ayrıca bu tavır, doğru, etkili ve sağlıklı bir tutum mudur? Bu tutum kimin ya da kimlerin işine yarar, kimin ya da kimlerin işine yaramaz?

Örneğin örgütlenemeyen işçi ve emekçiler veya üniversitelerden KHK’larla atılan akademisyenler ya da işsiz ve yoksullar sırf örgütlenemedikleri, örgütlenmeleri yasaklandığı için, bir kurumun yöneticisi ya da üyesi olamadıkları ya da böyle bir şeyi tercih etmedikleri için böylesi mücadele birliklerinin dışında mı bırakılacaktır? Bu tutum, örgütlenmemiş kesim ya da bireylerin zaten kısıtlanmış hak ve özgürlüklerinin daha da kısıtlanması anlamına gelmeyecek midir? 

Ayrıca, bu tür kent ya da ekoloji mücadelelerinde niye bireyler ve siyasi partiler oluşturulan beraberliğin dışında tutulmak istenmektedir?

Onların kurumsal hiyerarşi ve disiplinle kısıtlanmamış özgürlük, yaratıcılık ve sorgulayan eleştirel tutumları denetlenemez, ‘zapturap’ altına alınamaz bir tehlike olarak mı algılanmaktadır?

Hele ki hepimizin şikayetçi olduğu mevcut burjuva hukuk düzeni bile bireyin birçok konuda dava açarak hak talebinde bulunmasına izin verdiği halde; aynı bireyin kent ya da ekoloji boyutlu toplumsal mücadele düzlemlerinde itibar görmeyişi; hatta mücadeleye dahil edilmek istenmeyişi, bunu talep edenlerin mevcut düzenden ve düzen taraftarlarından daha fazla antidemokratik bir öze sahip olduğunun güzel bir kanıtı değil midir?

Tabii ki bütün bu soruları yanıtlarken dikkate almamız gereken tek bir ölçüt vardır: O da bütün bu soruların muhatabı olan kurumlarda katılımcı ve çoğulcu demokrasinin gerçekten var olup olmadığı ile o kurum yöneticilerinin bu gerçeklik üzerinden geliştirilip içselleştirdikleri demokratik bir tutuma sahip olup olmadıklarıdır.

Şayet katılım ve çoğulculuk boyutunda demokratik oldukları söylenen kurumların yöneticileri, sorunun tarafları arasında kendi kişisel, mesleki ya da siyasi tercihleri doğrultusunda bir ayırım yapıyorlarsa; daha doğru bir anlatımla, demokratik tutum ve davranıştan uzak bir şekilde bireyleri ve siyasi kurumları dışarıda bırakmak için çaba gösterip bunda başarılı oluyorlarsa, o beraberliğin yapısal anlamda sorunlu, ilişkiler boyutunda kısır, hedefler açısından başarısız, sonuçlar açısından etkisiz ve ömrü açısından da kısa olacağı söylenebilir. 

Çünkü demokrasiyi içselleştirememiş, demokratik davranmayı bir kurum ve yaşam kültürü olarak geliştirememiş olanlar, aslında o beraberlik içinde yer almaması gereken ve aslında bu tutumlarıyla örgütlenmek istenen kent ya da ekoloji mücadelesine zarar veren kurum ya da kişiler olarak nitelenebilir. 

Oluşturulan ya da oluşturulacak beraberlikler içinde siyasetçinin ve siyasal partilerin yer almamasını isteyerek, aslında siyasetin âlâsını yapan: böylelikle uzun erimde o mücadele girişiminin etkisiz ve başarısız olmasını sağlayıp mücadele ettiğimiz kurum, kesim ve sınıfların işine yarayacak “ayrı” ve “özel” bir siyasetin uygulayıcısı konumuna düşerler.

Kent ya da ekoloji odaklı beraberliklerde bireylerin yer almasını istemeyen örgüt ve kesimler aslında, özgür, eleştirel, yaratıcı ve gerektiğinde içinde bulunduğu yeri ve konumu devamlı sorgulayan bireyler yerine, kendi ast-üst ilişkileri içinde sahip oldukları yerin gücüyle yarattıkları bu küçük iktidar alanlarında, belirleyici olabilecekleri bir konuma sahip olmak istemektedirler.

İşte o anlamda, mücadelenin yapılacağı yerlerde hangi beraberliklerin kurulacağına, bu beraberliklere kimlerin katılacağına, bu beraberliklerin hangi işlerle uğraşacağına ve benzerlerine kendileri karar verip bunu beraberliğin diğer katılımcılarına dayatarak kabul ettirmeye çalışıyorlar. Böylelikle kendi ast-üst ilişkileri/ hiyerarşik yapıları içinde söz geçiremeyecekleri -kendilerince “isyankar“, “kural tanımaz“, “sorunlu“- bireylerle birlikte olmayı istememekte, onları kendi iktidar alanları içinde bulundurmayı ve onlarla “muhatap olmayı“, kendileri için bir tehlike olarak görmektedirler. 

Kent ya da ekoloji odaklı beraberliklerde ortaya çıkan bu olumsuz durumun diğer bir nedeni ise, Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) 16 Nisan 2017 tarihli Anayasa Referandumu’ndaki “Hayır Cephesi”nde spontan bir şekilde bir araya geldiği Halkların Demokratik Partisi (HDP) ile birlikte gözüküp işbirliği yapma konusundaki çekincesi; daha doğrusu “şimdi bana da terörist, PKK’lı derler” şeklindeki korkusudur.

Nitekim o korkudur ki, CHP’li olan ya da ondan etkilenen, onunla işbirliği yapan ya da geleceğini onda görenler, HDP’nin ya da bağlaşıklarının bu beraberliklerde kendi gerçek adlarıyla yer almasına karşı çıkmakta ya da onlarla bir araya gelmekten titizlikle kaçınmaktadırlar. 

Hepimizin bildiği gibi, kent ya da ekoloji mücadelesine bireylerin ve siyasi partilerin katılımını engelleyen kurum ya da şahıslar, asıl güçlerini temsil ettikleri kurumlardaki “geçici” konumlarından almaktadır. Yarın öbür gün o kurumlardaki görevlerinin süresi bittiğinde ve yerlerine başkaları geldiğinde, örneklerini çevremizde bolca gördüğümüz gibi , “sudan çıkmış balık” misali kendilerine yer, güç ve iş arayan insanlara dönüşeceklerdir.

İşin asıl ilginç yönü ise, kent ya da ekoloji mücadelesi için her bir araya gelişte bireyi ve siyasi kurumları dışarıda bırakmaya çalışan bu politika, yaşamdan kopuk olmalarının bir sonucu olarak gittikçe küçülüp önemini kaybeden, etkisizleştikçe toplumdan ayrı düşen; hatta toplum hafızasındaki yerini koruyamayıp tarihin çöplüğüne atılan beyhude girişimler olarak nitelenecek olmasıdır. 

feeling-unwanted

İşte o nedenle, tüm kent ya da ekoloji mücadelelerinin işin başında belirlenmiş bir politikası, stratejisi, temel değer, ilke ve etik kuralları olmadıkça, bunlar tüm taraflarca bilinmedikçe, bunlar uygulanmadıkça ve mücadelenin tarafı olan ilgili tüm kurum, kuruluş ve kişileri kapsamadığı sürece yaşaması, hedeflerine ulaşması ve başarıyı yakalaması -ne yazık ki- mümkün değildir.

Bu anlamda tüm gerçek kent ya da ekoloji mücadelelerinin başarıya ulaşma koşulunun, katılımcı ve çoğulcu boyuttaki demokrasinin varlığına bağlı olduğunu; kurumların ve onların yöneticilerinin katılımcı ve çoğulcu demokrasi boyutunda kurumsallaşmış yapı ve uygulamaları olmadığı sürece, onların marifetiyle oluşturulacak her düzeydeki mücadele alanının da demokratik olmayacağını söyleyebiliriz.

 

 

Katılımı yönetmek…

Ali Rıza Avcan

Bir süredir “katılımcı bütçe” uygulaması çerçevesinde Brezilya’nın Porto Alegre kentindeki katılım süreciyle ilgili okumalar yapıp, bir kent ve eyalet boyutunda örgütlenen katılım sürecinin nasıl yönetildiğini ayrıntılarıyla öğrenmeye çalışıyorum.

Haliyle böyle bir çalışma yaparken okuduğum, gördüğüm ya da yaşadığım kentte bugüne kadar bizzat dahil olduğum katılımcı süreçlerde neler yaşadığımızı hatırlayıp ikisi arasında karşılaştırmalar yapıyorum.

Bu karşılaştırmalar sırasında burada yaşadığımız bazı sıkıntı ve sorunların oralarda da yaşandığını görüp teselli olmakla birlikte; Porto Alegre kentinde uzun bir süredir uygulanmakta olan sistemin nasıl şekillendirildiğini, olumlu ya da olumsuz sonuçlardan nasıl dersler çıkarıldığını ve sistemin bu geri bildirimler çerçevesinde nasıl değiştirilip yenilendiğini görüp yaşadığım kent adına üzülüyorum.

Çünkü biz, açık bir ifadeyle katılım denilen süreci nasıl yöneteceğimizi bilmiyoruz.

madrid_-_acampada_sol_-_110520_225731

Bunu size yakın zamanda yaşadığım iki örnek olayla açıklamaya çalışacağım:

İzmir Ulaşım Ana Planının güncellenmesi çalışmalarının başladığı 2015 yılının son aylarında yapılan ilk sivil toplum kuruluşları toplantısında konuyla ilgisi olduğu halde birçok dernek, vakıf ve oluşumun toplantıya davet edilmediğini, davet edilip katılanların sayısının yetersiz olduğunu gördüğümde yetkililerden davetlilerin nasıl belirlendiğini sorarak kendilerine yardımcı olmak istemiştim. Onlardan aldığım bilgi ve bana verilen davetli listesini  gördüğümde ilk fark ettiğim şey, İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin elinde İzmir’de ulaşımla ilgili konularda faaliyet gösteren sivil toplum kuruluşlarıyla ilgili bir veri tabanının olmadığıydı. Toplantıyı düzenleyenler ellerinde böyle bir veri olmadığı için İzmir Valiliği İl Dernekler Müdürlüğü’ne başvurarak konu ile ilgili sivil toplum kuruluşlarının isimleriyle iletişim bilgilerini sormuşlar ve o birimin verdiği bilgilere göre çağrı yapmışlardı. Tabii ki elimden gelen yardımı yaparak bildiğim duyduğum ya da ilişki içinde bulunduğum tüm sivil toplum kuruluşlarını bir liste halinde teslim ederek bir sonraki toplantının nitelik ve nicelik yönünden daha iyi olması için gayret göstermiştim.

İkinci örnek olayı ise, 2016 yılı Mart-Aralık döneminde İzmir Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreter Yardımcısı Barış Karcı‘nın talebi üzerine gönüllü olarak İzmir Kent Konseyi Uygulama Yönergesi taslağını hazırladığım süreçte yaşadım. Amacım, katılımcılarla birlikte hazırlamayı hedeflediğim yönerge metninin, konseyin tüm iç ve dış paydaşlarının görüş, düşünce, öneri ve eleştirileri doğrultusunda tartışılıp belirlenmesiydi. Yaptığım plana göre bu amaçla akademisyenlerin katılımıyla oluşturulan özel bir çalışma grubu, toplantılar, çalıştaylar, yüz yüze görüşmeler ve anketler yaparak paydaşların katkısını alacaktı. İnternet ortamında yapılacak anketler için birlikte çalıştığım profesyonel bir araştırma firmasından sponsor desteği bile sağlamıştım. Ancak ortada çok büyük bir eksiklik vardı: İzmir Kent Konseyi üyesi olarak tanımlayabileceğimiz kurumsal ve bireysel katılımcıların cep telefonlarıyla elektronik posta adreslerinden oluşan iletişim bilgilerini kimse bilmiyordu. Bu bilgileri gösteren bir liste hazırlanmamış, olanlar da güncellenmemişti. İzmir Kent Konseyi‘nin kurulduğu tarihten itibaren başvuran herkesin iletişim bilgileri bir deftere kaydedilmişti ama bu bilgiler yenilenip güncellenmediği için hiç bir işe yaramıyordu. Yaz aylarının rehaveti içinde alelacele oluşturulan özel bir çalışma grubu bir şeyler yapmaya çalıştı ama sonuç alamadı. Sonuçta sırf katılımcıların iletişim bilgileri mevcut olmadığı için, diğer toplantı ve çalıştaylarla yüz yüze görüşmelerin yapılamayışı gibi, o anketler de yapılamadı. Sırf katılımcıların iletişim bilgileri bilinmediği, katılımcılara ulaşılamadığı için…

Oysa Porto Alegre ile ilgili yayınlarda “katılımcı bütçe” çalışmalarına hangi bölgeden kimlerin katıldığı, katılımcıların konu ve zaman itibariyle nasıl bir tutum izledikleri, katılım konusundaki görüş, düşünce, eleştiri ve önerileri, katılım düzey ve performansları, katılmayanların kimler olduğu ve neden katılmadıkları, katılımın kalite, yoğunluk ve yaygınlık açısından zenginleştirilmesi için neler yapıldığı, hangi önlemlerin alındığı, bu kararların nasıl alındığı, bu konularda ne gibi sorunlar yaşadıkları gibi birçok bilgiyi öğrenmemiz; kısacası amatörce başlayan bir katılım sürecinin bilinçli bir şekilde hangi düzeye yükseltildiğini görebiliyorsunuz. Böylelikle bir anlamda Brezilya’nın 1.300.000 nüfuslu herhangi bir kentinde yaşananları, bu alanda biriktirilen deneyimleri öğrenip aynı heyecanla başka bir ülke ya da kentte aynı şeyleri yapmayı düşünebiliyorsunuz.

Biz araştırmacılar, bir bütünle ilgili bilgileri onu analiz edip öğrenmeye kalktığımızda oluşturduğumuz araştırma evrenine, o bütünü temsil eden her parçanın dahil olup olmadığına bakarız. Gerek nicel gerekse nitel araştırmalarda elde ettiğimiz sonuçların geçerli ve güvenilir olabilmesi için oluşturduğumuz örneklemin bütünü gerçek anlamda temsil etmesini, onu aynıyla yansıtmasını isteriz. O nedenle, oluşturduğumuz örneklemde bütünü oluşturan unsurların tümü yer almadığında ya araştırmayı iptal ederiz ya da sonuçları açıklarken bunu özellikle belirtiriz.

İşte bu anlayış ve alışkanlıkla, İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin bugüne kadar davet edildiğim ya da edilmediğim her katılım aşamasında, o sürece kimlerin katıldığını, katılanların neleri ya da kimleri temsil ettiğini, sürece kimlerin neden katılmadığını, katılanların ortaya çıkan sonuçtaki etkilerini ve benzerleri konuları hep araştırıp durdum. Sonuçta da akademisyen ya da belediye bürokratı gibi kesimlerin bu tür etkinliklerde diğer kesimlerin aleyhine bir ağırlık taşıdığını görerek katılımcı sürece katılanların bütünü temsil etmedikleri konusunda yetkilileri uyarmaya çalıştım.

Katılım 101

Çünkü katılım dediğimiz yöntem, bizlere temsili demokrasi ile elde edemediğimiz daha demokratik bir süreci vaat ettiği için bu yöntemi uygulamaya çalışıyor çabalıyoruz. O nedenle, daha demokratik olma amaç ve iddiasındaki bir yerel yönetimin, bu sonuca ulaşırken izleyeceği yöntemlerin de daha demokratik olması, konu ile ilgili olan ya da toplumdaki; daha doğrusu kentteki tüm kesimleri bu sürece, bilinçli bir şekilde dahil etmesi, bu süreci mümkünse ayrı bir birim tarafından başarılı bir şekilde yönetmesi, izlemesi, değerlendirmesi, değişik birimler tarafından yürütülen katılım süreçleri arasındaki eşgüdümü sağlaması ve aynen Porto Alegre‘de olduğu gibi katılım sürecini geliştirerek, yaygınlaştırarak ve yoğunlaştırarak devamlı yenilemesi, güncellemesi gerekiyor.

Tabii ki üstün bir katılımcı ve çoğulcu demokrasi bilinciyle…

Belediyelere bağlı olmadan kent konseyi kurmak mümkün müdür?

Ali Rıza Avcan

Toplumsal mücadeleler tarihimizin geçmişinde kalan ve bugün tekrar ihtiyaç duyup hayırla andığımız kent meclisleri, konseyleri, parlamentoları ya da senatoları, kentlerdeki temsili demokrasinin yetersizlikleri nedeniyle kurulmuş ve kendi dönemleri itibariyle başarılı olmuş; bu nedenle de bir ölçekte kendi sonlarını hazırlamış kent ölçeğindeki toplumsal örgütlenmelerdi…

Bu sivil oluşumların varlık nedeni, belediye başkanlarıyla meclis üyelerinin halk yerine siyasi partilerin üst yönetimleri tarafından belirleniyor olmasıydı. Siyasi parti başkanları tarafından birtakım siyasi oyun ve pazarlıklarla seçilen ve çoğu kez halk tarafından tanınıp bilinmeyen belediye başkanları ve meclis üyeleri bu nedenle halkı temsil etmiyorlar ve halkın sorunlarına uzak duruyorlardı.

Kendiliğinden gelişen toplumsal bir hareketle ortaya çıkan kent meclisleri, konseyleri, parlamentoları ya da senatoları ise halkın doğrudan doğruya kendi başına kurduğu, oluşturduğu alternatif kurullar olarak, belediye başkanlarıyla meclislerine kendi asli görevlerini anımsatmak, onların kendilerinden yana kararlar alıp çalışmalarını sağlamak amacıyla mücadele ediyorlardı. Bu anlamda ortada birbirinin alternatifi olan iki kurulun olduğu söylenebilir: bir yanda siyasetçilerin belirlediği ve oluşturduğu belediye başkanları ve meclisleri, diğer yandan da halkın kendi kendine belirlediği ve oluşturduğu alternatif halk kuruluşları.

636166448383427848910994133_is-spiritual-process-a-struggle

Temsili demokrasi bu ikili yapıya tahammül edemezdi. Nitekim önce Yerel Gündem’21 meclisleri adıyla, ardından da kent konseyleri adıyla bütün bu sivil oluşumların kapatılarak belediyelere, hatta doğrudan doğruya belediye başkanlarına bağlanması sağlandı.

Dünya Bankası (WB), Uluslararası Para Fonu (IMF) gibi kapitalizmin uluslararası kuruluşları tarafından yeni bir siyasi iktidar aracı olarak ortaya atılan yönetişim modelinin yereldeki uygulaması olarak yasallaştırılan bu düzenleme çerçevesinde, bu sivil oluşumlarda çalışan kent halkının belediyelerle ve özel sektörle bir araya gelerek; tabii ki, mevcut yerel iktidara alternatif filan olmadan, eskinin sınıfsal mücadele anlayışını unutup yerine kadın, gençlik, yaşlılık, emeklilik gibi kimlikler üzerinden uzlaşmaya dayalı bir işbirliği içine girmesi istendi. Böylelikle eskinin o hırçın, mücadeleci çocuğu gidecek, onun yerine belediye başkanına bağlı, uslu, suskun bir çocuk gelecekti. 

Tabii ki bu yeni oyuncak “katılım“, “şeffaflık“, “çözümde ortaklık“, “birlikte yönetmek” gibi sihirli sözcük ve kavramlarla süslenerek; unvan, kartvizit, araba, ofis, makam ve ödenek gibi ayrıcalıklarla desteklenerek cazip hale getiriliyor; böylelikle “haşmetmeablarının” konseyi, konsey başkanı, konsey yürütme kurulu üyeleri ve katılımcıları yaratılıyordu.

Ama burası Türkiye’ydi.

Avrupa Birliği rüzgarlarının kuvvetle estiği 2005-2006’lı yıllarda Batı Avrupa’da şekillendirilip bir paket halinde ithal edilen bu modeller, rüzgar aynı hızda esmediği sürece bu topraklarda kök atamıyor, hayat bulamıyordu.

Nitekim de öyle oldu.

Aradan geçen 10-12 yıllık sürede iktidarların batıdan esen o rüzgarlardan vazgeçip güvenlik odaklı politikalara yönelmesiyle artık o eski oyuncak rağbetten düşüp oynanmaz oldu. Sağı solu biraz kırılmış, biraz örselenmiş olarak ihmal edilen; hatta unutulan oyuncaklar arasındaki yerini aldı. İktidarlar, hükümetler ve belediyeler şimdi kent konseyi denilen oyuncak yerine daha yeni oyuncaklar buluyor ve onlarla oynamayı tercih ediyorlardı.

Oynanan yeni oyunların en revaçta olanı ise, içinde bol bol top, tüfek, tabanca ve tankın kullanıldığı, insanların büyük kahramanlık destanlarıyla öldürüldüğü savaşlar ya da zorunlu göçler sonucu mülteci konumuna düşürüldüğü daha kanlı, daha acı oyunlar ve oyuncaklar olmaya başladı.

Ama bu arada kent halkı kendi yöneticilerini; belediye başkanlarıyla meclis üyelerini yine kendi iradesiyle seçemiyordu. Bu konuda birçok şey yapılmış olmasına karşın ne yazık ki değişen hiç bir şey yoktu (!) Bırakın seçmeyi, halk yaşadığı sorunları çözecek kimseyi karşısında bulamıyor, her kurum ve makamın sorunları birbirinin üzerine attığını görüyor ve gerçek anlamda kentin yönetimine katılamıyordu. Kent konseyleri ile ilgili yasal düzenlemelere göre belediye meclislerine iletilen kent konseylerinin tavsiye kararları bile belediye meclisleri tarafından ciddiye alınmayıp geriye çevriliyordu.

Kısacası, devran o eski devran, sorun o eski sorundu… Kent halkı kentin yönetimine açık ve net bir şekilde katılamıyor, katılmasına bile izin verilmiyordu… Diğer yandan da kentin yönetimi her geçen gün sermayenin ve onun örgütlerinin eline geçiyor, direksiyona “kentin kanaat önderi” denilen kent simsarları oturmaya başlıyordu…

Kent konseylerinde çalışanlar ise kendi belediye başkanlarının izin verdiği ölçüde belediyenin bir hizmet birimi gibi; adeta bir halkla ilişkiler, kültür ve sosyal işler birimi gibi belediyenin asli ve zorunlu görevlerini yapıyorlar…. Yoga kursları ya da festivaller düzenliyorlar, sık sık birbirlerini ziyaret edip verdikleri ziyafetler eşliğinde belediye başkanlarını plakete boğuyorlar ve kendilerini yarın öbür gün yapılacak bir seçime hazırlıyorlar… Çünkü çoğu kent konseyi başkanı ya da yöneticisinin gönlünde, kent konseyini kendine basamak yaparak belediye meclisi, belediye başkanı, parti yöneticisi ya da milletvekili seçilmek hevesi var… Bu haliyle kent konseyleri iflas etmiş bir proje olarak adeta onlara bir fidanlık gibi hizmet ediyor…

Ama bu arada sorunlar içinde boğulan, ekonomik sıkıntılar, yoksulluk, adaletsizlik ve baskılar sonucu yıkıma uğrayan bir halk var… Verdiği vergilerin çarçur edilerek anlamsız işlerde kullanıldığını gören, dün yapılan cadde, sokak ve kaldırımların bugün tekrar yıkılarak yeniden yapıldığını izleyen bir kent halkı var… Yapılan işlerin kendisine yeniden borç, ücret, harç ya da vergi olarak geri döndüğünü gören, yaşadığı çevre ile ilgili sorunların halen çözümlenmediğini, belediye başkanlarının kendi resimleriyle dolu bir tanıtım, reklam ve gösteri çabası içinde mutlu ve mesut olduklarını gören bir halk var…

Ve o halkın elinde de, mevcut kent konseylerinde bulamadığı umudu, heyecanı, azmi ve mücadeleyi yeniden örgütleyebileceği bir alternatif var… 

O umut, tüm kentteki sorunlara topyekun sahip çıkıp o sorunların çözümü için mücadele edebilecek her kentlinin tekrar bir araya gelebileceği, merkezi ve yerel iktidara karşı gerçek muhalefeti örgütleyebileceği ve o örgütlenmenin gücü nedeniyle hükümetle belediyelerin dikkate almak zorunda kalacağı yeniden bir araya gelme, birlikte hareket etme isteği, arzusu ve olanağıdır.

struggle-life-23473822

Mevcut kent konseyleri sahip oldukları yapılanma ve çalışmaları bu şekilde sürdürdükleri müddetçe gerçek kent konseylerinin, halk meclislerinin, senatolarının, parlamentolarının ya da adı her ne olursa olsun gerçek halk kurullarının örgütlenme olasılığı her zaman için var olacaktır…

Vereceğimiz güçlü bir “HAYIR” yanıtının bu olasılığı da güçlendirmesi dileğiyle…

Daha demokratik, daha katılımcı, daha çoğulcu bir Kültürpark yönetimi için…

Ali Rıza Avcan

Geçtiğimiz günlerde yerel yönetimlerin kültür ve sanat politikalarıyla ilgili bir panelde konuşan İzmir Büyükşehir Belediyesi Kültür ve Sanat Dairesi Başkanı Funda Erkal, İZFAŞ’ın sorumluluğundan alınan İzmir Kültürpark’ın yönetimi için ayrı bir Kültürpark Şube Müdürlüğü kurduklarını ve bu şube müdürlüğünün görev, yetki ve sorumluluklarını belirlemek amacıyla ayrı bir yönergeyi hazırlamakta olduklarını, hazırlanan bu yönerge çerçevesinde Kültürpark ile ilgili tüm tarafların oluşturulacak bir kurul içinde değerlendirileceğini ifade etti.

Kültürpark 02

Sunum sonrasında kendisine yönelttiğimiz sorular ve yaptığımız söyleşide ise kendisine şayet demokratik bir yönetim modeli oluşturmak istiyorlarsa, bu yönergenin hazırlığı konusunda da demokratik olmalarını, hazırlandığı söylenen bu yönergenin Kültürpark’la ilgili tüm iç ve dış paydaşlar tarafından inceleme, araştırma ve tartışmalar yapılarak birlikte hazırlanması gerektiğini söyledik.

Çünkü bu tür tek taraflı yapılan hukuki düzenlemelerin sadece tek bir tarafın görüşleri dikkate alınarak hazırlandığında, yeterince katılımcı ve çoğulcu olmaması nedeniyle antidemokratik bir yapıya sahip olacağına inanıyoruz.

İşte o nedenle, bu yazımızda İzmir Kültürpark’la ilgili tüm iç ve dış paydaşların katılmasını önerdiğimiz inceleme, araştırma ve tartışma sürecinde nelerin dikkate alınması gerektiğini belirlemeye çalışacağız.

Yeşil Alanlar Stratejik Planı ve Eylem Planı

Bize göre, Kültürpark’ın işletim modelinin tartışılacağı önemli bir sürecin başında, İzmir Büyükşehir Belediyesi açısından eksikliğini halen hissettiğimiz bir yeşil alanlar strateji planı ile eylem planının hazırlanması gerekmektedir. Böylelikle Kültürpark vesilesiyle tüm kentteki yeşil alanlarla ilgili politika ve stratejilerin, hedef ve amaçların, gerçekleştirilecek faaliyet ve projelerin demokratik bir platformda tartışılarak belirlenmesi, bunlarla ilgili bir eylem planının hazırlanması uygun olacak ve bu anlamda hazırlanacak stratejik planla eylem planı içinde yer bulacak olan Kültürpark’ın kentteki diğer yeşil alanlarla ilişkisi ele alınıp değerlendirilebilecektir. Ayrıca bu çalışmalar sayesinde hem kentteki yeşil alanların bölge, kent, semt ve mahalle parkı boyutunda fonksiyonel tanım ve sınıflamaları yapılabilecek hem de planlanan yeni yeşil alanların yeri ve işlevini belirlemek kolay olacaktır.

Kültürpark için daha demokratik, daha katılımcı ve çoğulcu bir yönetim modeli…

Kentteki yeşil alanların nitelik ve fonksiyonlarına göre tanımlanıp bunlarla ilgili faaliyet ve projelerin planlandığı bu aşamada ele alınıp değerlendirilecek diğer bir konu ise bunların kimler tarafından nasıl yönetileceğini ortaya koyan yönetim modelleri olmalıdır. Bir mahalle ya da semt parkı kim ya da kimler tarafından ne şekilde yönetilmelidir? Bir kent veya bölge parkının yönetimine kimler, ne şekilde dahil edilmeli, bu tür yeşil alanların sürdürülebilirliği için neler yapılmalıdır?

Evet, bu tür soruların sorulup cevaplarının araştırılacağı, yeşil alan ve parklarla ilgili önemli ilke kararlarının alınacağı, bu önemli kararlar alınırken ISO 9000 ve 14000 toplam kalite ve çevre yönetim standartlarıyla kullanıcı memnuniyet düzeylerinin dikkate alınacağı aşama, aslında planların ve programların yapıldığı bu aşama olmalıdır.

Kültürpark 102

Tabii ki kentteki yeşil alan ve parklarla ilgili bu tür ilke kararlarının alınacağı, planların hazırlanacağı süreçlere konu ile ilgili tüm aktörlerin; iç ve dış paydaşların hiçbir sınırlama konulmaksızın, gönüllülük ilkesi çerçevesinde katılmak isteyen herkesin dahil edilmesi, belediyenin de yeşil alan ve parkları birlikte yönetmeye hazır olması gerekmektedir.

Kültürpark’ın yeni yönetim modelinde dikkate alınmasını önerdiğimiz hususları ise özetle şu şekilde sıralayabiliriz:

♦Kültürpark’ın yönetiminde kamu görevlilerinin yanında konunun uzmanı akademisyen ve profesyonellerle Kültürpark’tan yararlananların ya da konuyla ilgili meslek odalarıyla sivil toplum kuruluşlarının temsilcileri mutlaka yer almalıdır.

♦ Kültürpark, “Kültürpark Üst Yönetimi”, “Kültürpark Danışma Kurulu” ve “Kültürpark Gönüllüleri” şeklinde birbiri ile ilişkili üçlü bir yapı tarafından birlikte yönetilmelidir.

Kültürpark Danışma Kurulu, Kültürpark ile ilgili tüm meslek odalarıyla sivil toplum kuruluşlarının ve sivil yurttaşların, üniversitelerin, Konak Belediyesi temsilcisi ile Kültürpark’ın çevresindeki mahalle muhtarlarının katılımı ile oluşmalı, bu meclise katılım için herhangi bir sınırlama getirilmemeli, katılım tümüyle gönüllülük esasına dayandırılmalıdır.

Kültürpark Üst Yönetiminin, İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından görevlendirilen kamu görevlileriyle uzmanlardan; ayrıca Kültürpark Danışma Kurulu tarafından seçilen temsilcilerin katılımı ile oluşması, yönetimde belediye ve Kültürpark Danışma Kurulu temsilcileri arasında eşit/adil bir dengenin sağlanması uygun olacaktır.

Kültürpark Gönüllülerinin ise tümüyle Kültürpark sevgisi ile çalışacak, yaptığı gözlemler, ürettiği fikirler ve önerilerle Kültürpark Danışma Kurulu‘na ve Üst Yönetimine katkıda bulunacak esnek bir yapılanma olarak örgütlenmesi önerilmektedir. 

Bu öneriler tabii ki, zengin bir tartışma ortamında ele alınıp geliştirilmiş, olgunlaşmış düşünceler değildir. Gelişip olgunlaşması için daha fazla incelenip araştırılmasına ve tartışılmasına gerek vardır.

Kültürpark 20.02.2017

Ama en azından tartışmayı başlatabilecek fikir ve öneriler de olabilirler… Biz de bu düşüncelerin bir tartışmayı başlatmasını, bu konudaki bir hareketi ateşlemesini bekliyor ya da umuyoruz…

Bunu sağlamak amacıyla da, Ali Özkır‘a ait “Kent Parkları Yönetim Modelinin Geliştirilmesi” başlıklı yayınlanmamış doktora tezini, Kent Stratejileri Merkezi isimli Facebook grubunun “Dosyalar” bölümüne ekliyoruz. 

Daha demokratik, daha katılımcı, daha çoğulcu sivil bir Kültürpark yönetimini oluşturmak ve Kültürpark’ı geliştirerek yaşatmak dileğiyle…

Belediyelerimiz kayyuma teslim…

Geçtiğimiz günlerde İnternet gazetesi Duvar’da “Kayyım partisi çığ gibi büyüyor: 82 belediye!” başlıklı bir haberi okuduk. Gazeteci Vecdi Erbay tarafından yapılan bu haber sayesinde, şu an itibariyle çoğu Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da olmak üzere toplam 82 belediyeye kayyum atandığını, çoğu Demokratik Bölgeler Partisi (DBP) belediyesi olmak üzere 3 büyükşehir, 8 il merkezi, 69 ilçe ve 23 belde olmak üzere toplam 103 belediyede 82 kayyumun görev yaptığını, 82 belediye eşbakanının tutuklu olduğunu öğrendik.

kayyum

Bu çarpıcı haberin ayrıntısına girdiğimizde de Diyarbakır’da başta Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi olmak üzere 11, Van’da yine Van Büyükşehir Belediyesi başta olmak üzere 12, Mardin’de Mardin Büyükşehir Belediyesi dahil 12, Şırnak’ta Şırnak Belediyesi dahil olmak üzere 11, Batman’da Batman Belediyesi dahil olmak üzere 4, Siirt’te yine Siirt başta olmak üzere 5, Ağrı’da Ağrı Belediyesi başta olmak üzere 4, Erzurum’da 4, Iğdır’da 2, Muş’ta 3, Şanlıurfa’da 4, Elazığ’da 1, Kars’ta 1, Bitlis’te Bitlis Belediyesi dahil olmak üzere 6 adet ve Tunceli’de Tunceli Belediyesi ile Mersin’de Akdeniz Belediyesi’nde yönetimin İçişleri Bakanlığı ya da valilikler tarafından atanmış olan kayyumlar tarafından yönetildiği, bu şekilde yönetilen 82 belediyenin nüfuslarının toplamının ise 8.380.218 kişi olduğu görülmektedir.

Bu durum, 2016 yılı Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi (ADNKS) verilerine göre 79.814.871 kişi olduğu belirlenen Türkiye nüfusunun tamı tamamına % 10,49’una karşılık gelmektedir.

Bu durum, ülke nüfusunun % 10’unun (tabii ki şimdilik) her geçen gün otoriterleşen, her geçen gün merkezileşen ve merkezileştikçe demokrasiden, insan haklarından, temel hak ve özgürlüklerden uzaklaşan bir yönetimce atanan ya da görevlendirilen, çoğu kez işten anlamayan kişiler/memurlar tarafından yönetildiğini göstermektedir.

Bu durum ayrıca demokrasinin; özellikle de temsili demokrasinin ülkenin doğu ve güneydoğu bölgelerinde işlemediğini, işletilmediğini ya da iflas ettiğini göstermektedir. 

Çünkü belediye başkanlarının haklı ya da haksız bir şekilde görevden uzaklaştırılması durumunda hem mevzuatın hem de bugüne kadarki teamüllerin gereği olarak mevcut belediye meclisi içinden seçilen belediye başkan vekilinin göreve devam etmesi ya da İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Piriştina’nın ölümü durumunda yaşandığı gibi belediye meclisi üyeleri arasında bir belediye başkanlığı seçiminin yapılması gerekmektedir. Böylelikle belediye meclisi üyelerince seçilecek yeni belediye başkanının en azından demokratik yollarla meclis üyeliğine seçilmiş olması onun temsil yeteneğini açısından yeterli görülerek belediye meclisi üyeleri dışındaki kişilerin temsil yeteneği olmadığı için onların görevlendirilmesi yoluna gidilmemiştir.

Ama şimdi durum değişmiştir.

Seçilip belediye meclisine gelmiş olanların bile başkan seçilmesine tahammül edilememekte, onlar da bir “şüpheli” olarak gözden çıkarılmaktadır. Çünkü ya o belediye meclisi üyesinin görevden alınan belediye başkanları gibi davranacağı tahmin edilmekte ya da iktidar partisinin o belediye meclisinde hiçbir temsilcisi olmadığı için meclis dışından istenen her şeyi yapacak “profili düşük” memurlar aranmaktadır.

İçişleri Bakanlığı cephesinden aldığımız bilgilere göre, görevlendirilen kayyumların belediye mevzuatı ve hizmetlerinden anlamaması, bu konuda bilgili olmaması nedeniyle merkezdeki kadrolardan, özellikle de bakanlığın denetim ve soruşturma kadroları arasından yeni görevlendirmeler yapılarak işten anlayanların bu yeni kayyumlara danışman olması sağlanmaktadır.

İktidarın temsili demokrasiyi, temel hak ve özgürlüklerle belediyelerin yerel özerkliğini dikkate almayan bu faşizan uygulamaları yanında hayrete düştüğümüz, yadırgadığımız diğer bir durum da, diğer belediyelerin, daha doğrusu Cumhuriyet Halk Partili belediyelerin, belediye başkanlarının bu vahim durum karşısında sessiz kalmaları, bir iki mırıltı dışında ses çıkarmıyor olmalarıdır.

protesto-020

Bizler en azından, diğer belediyelerden, belediye birliklerinden temsili demokrasiye, hukuka, temel hak ve özgürlüklere aykırı olan bu uygulamalar karşısında güçlü bir ses çıkararak itiraz etmelerini, yarın öbür gün kendi başlarına da gelebilecek bu belanın uzaklaştırılması için kendilerini kayyum atanan belediyeler yerine koyarak bir politika geliştirmelerini, “HDP’nin yanına düşersek, onun başına gelenlere karşı çıkarsak bizi de harcarlar” korkaklığından vazgeçerek konuyu parti tüzüğü ve programında yer alan demokrasi, temel insan hak ve hürriyetleri mücadelesi bağlamında savunmasını beklerdik, bekliyoruz…

Hepimizin bildiği o ünlü Protestan papazın 1930’lu yılların Almanya’sında söyledikleri için vakit henüz çok geç değilken, böyle bir çıkış yapmak, muhakkak ki sonradan pişman olmamızı engelleyecek ve diğer demokrasi güçlerine güç verecek örnek bir davranış olacaktır…

Başarısız Bir Proje: Kent Konseyleri (8)

Uzunca bir süredir değişik yönlerini ele alarak değerlendirdiğimiz bir başarısız projeyi; yani kent konseyleri ile ilgili görüşlerimizi anlatmaya çalıştığımız yazı dizisini şimdiye kadar yazdıklarımızı özetleyerek ve bir sonuç oluşturarak bitirmek istiyoruz.

Evet, iktidarlara göre her şeyin başıboş, kontrol edilemez olduğu bir dönemde ortaya çıktı kent parlamentoları, senatoları, meclisleri ve diğerleri…

Amaçları, artık yönetemez konuma gelmiş temsili demokrasiye bir alternatif oluşturmak, halkın halk olarak direksiyona geçmek istediği bir dönemdi 1970’li, 80’li yıllar… Hem de dünyanın bir köşesindeki uluslararası bir kuruluş ya da bir devlet istediği için değil; karar alma ve uygulama süreçlerine katılma isteğiyle kendiliğinden ortaya çıkan, bu topraklara ve insanımıza özgü oluşumlardı hepsi…

İçlerinde çok ciddi çalışmalar yapan, isimlerini bugün bile anımsadıklarımız vardı… Bu anlamda kendileri seçmediği halde kendilerini “temsilci” olarak tanımlayanlara ve sisteme karşı bir başkaldırıydı bu (!)

Ama aynı zamanda iktidarı ürküten, zapt-ü rapt altına almaya çalıştığı derinden gelen bir halk hareketiydi bu…

İktidar ve onun belediyelerdeki temsilcisi belediye başkanları kontrol edebilecekleri, yularlarından tutup yönetebilecekleri, gerektiğinde ödüllendirip gerektiğinde cezalandırabilecekleri insanlar, kurumlar istiyorlardı çünkü…

yonetisim-003

İşte bu fırsatı, 1989 yılında Dünya Bankası’nın ortaya attığı “yönetişim zihniyetine” bulaşan ilk uluslararası kuruluşlardan biri olan Birleşmiş Milletler’in 1992 yılında Rio’da düzenlediği “Yeryüzü Zirvesi” ile elde ettiler. Çünkü “yönetişim” denilen siyasi iktidar aracının patronu ve mucidi Dünya Bankası “yönetişim“in yerelde de, belediyelerde de hayata geçmesini istiyordu.

Yönetişim” sisteminin kurulmasındaki ilk adım “Yerel Gündem’21 Projesi” ile başlatıldı. Buna göre tüm yerel yönetimlerin, sürdürülebilir kalkınmaya yönelik katılımcı eylem planlaması niteliğindeki Yerel Gündem’21 girişimlerini başlatmaları ve desteklemeleri isten,yordu.

Yerel Gündem’21 projesinin ülkemizdeki başlangıcı ise 1998 tarihli “Türkiye’de Yerel Gündem 21’lerin Teşviki ve Geliştirilmesi Projesi” ile başlatıldı. Bunun ardından gelen yeni projeler, revizyonlar ve anlaşmalarla proje yaygın bir şekilde uygulanmaya başlandı.

Yerel Gündem’21 projesinin uygulandığı ilk dönemde benzeri oluşumların kurulması ve çalışması yasaklanmadığı için biz halk meclisleri, parlamentoları, ve senatoları gibi spontan oluşumlarla Yerel Gündem’21 oluşumlarının bir arada, birbirini etkileyerek var olduğu döneme “karma dönem” adını veriyoruz.

Bir yanda kendiliğinden oluşan halk meclisi, parlamentosu ve senatolarının olduğu, diğer yanda da Yerel Gündem’21 oluşumlarının kurulup hayata geçmeye çalıştığı bu dönemde, yeni yeni oluşturulan Yerel Gündem’21’ler eski oluşumların olumlu etkisi ile daha demokratik, daha katılımcı bir kimliğe sahip oldu. Tüm kenti ve onun sorunlarını kucaklayan İzmir Yerel Gündem’21 gibi bazı oluşumlar, bu halleriyle mevcut iktidarları rahatsız ettiği için hem bunlara çekidüzen verilmesi hem de bunların dışındaki diğer meclis, senato, parlamento gibi oluşumların yasaklanması için ikinci bir adım atılarak “kent konseyleri” sürecine girildi.

Devletin yeniden yapılandığı, bu arada yerel yönetimlerin de bundan pay aldığı 2005-2006’lı yıllarda Belediye Kanunu’na konulan bir madde ve bu maddeye dayanılarak İçişleri Bakanlığı’nca çıkarılan bir yönetmelikle mevcut Yerel Gündem’21’ler daha sıkı, daha dar ve tümüyle belediye başkanına bağlı bir formata çekilerek kent konseyleri dışında benzer örgütlenmelere gidilmesi açıkça yasaklandı.

Tabii ki bu durum, katılımcı ve çoğulcu demokrasinin yeni bir zaferi olarak takdim edildi. Oysa durum hiç de böyle değildi. Olup biten, belediye başkanının; yani yerel iktidarının izin verdiği ölçüde toplumsal bir çalışmanın yapılmasından ve bu çalışmaların yereldeki “yönetişim” mekanizmasının kuruluşu ile çalışmasına destek vermesinden başka bir şey değildi. Bundan böyle günlük konuşmalarımızda “çatışma” sözcüğü yerine “uzlaşma” sözcüğünü tercih edecek, çalışmalarımızı “toplumsal ve yerel sorunlar” yerine “kadın“, “gençlik“, “engelli” ve “yaşlı” gibi toplumsal kimliklerle tanımlanan konulara odaklayacak; böylelikle “yönetişim” mekanizması içinde yer alan sermayeye hizmet edecek ve kent konseyleri dışında her hangi bir alternatif örgütlenmeye başvurmayacaktık.

Eski kent senatosu, meclisi ya da parlamentosunda veya Yerel Gündem’21’lerde çalışanlar bu yeni örgütlenmenin içine girdiklerinde her şeyin değiştiğini, kendilerinin ve çalışmalarının baştan inkar edilip yok sayıldığını, ortamın eskisi kadar demokratik olmadığını gördüler ve yaşadıkları hayal kırıklığıyla bu yeni oluşumların dışında kalmayı tercih ettiler. Çünkü zaten istenmiyorlardı ve onlar da kendilerinden bekleneni yapıp istenmedikleri yerde kalmadılar. Böylelikle aykırı bir ese olarak sorun çıkarmaları, kurulan yeni sistemi bozup mahvetmeleri ihtimali de ortadan kaldırılmış oldu.

resim1

Yeni kurulan bu yeni sistem kısa bir süre içinde kendi yeni aktörlerini yetiştirme konusunda da başarılı oldu. O güne kadar hiçbir sivil hareketin içinde yer almamış, sivil toplum çalışma ve mücadelesini bilmeyen, böyle bir kültürü edinmemiş, çoğu sermaye kesiminin dernek ve vakıflarında çalışan, siyasette kariyer yapmak isteyen ya da egosunu tatmin etmek isteyen birçok kişi ya da kurum bu yeni sistemin yeni aktörleri olmaya başladı. Onlar belediye başkanının ve onun bir alt düzeydeki benzeri olan kent konseyi başkanlarına ve genel sekreterlerine biat etmekte beis görmediler. Çünkü onların ruhunda sivil toplum mücadelesinin özü olan muhalif olma isteği, becerisi yoktu. Kendilerine yeni bir statü, yeni bir koltuk, yeni bir kartvizit verildiği sürece kendilerine söylenenlere uymaya, biat etmeye hazırdılar. Yeter ki sahip oldukları ellerinden alınmasın… Yeter ki, gerekli ya da gereksiz hiçbir toplumsal derinliği ve etkisi olmayan “proje” adı verilen işler sayesinde medyada gözüksünler, çıktıkları kürsülerde uzun uzun konuşup hamaset yapsınlar…. Onlar hallerinden memnunlardı açıkçası… Kendilerine “başkan” denilmesi gururlarını öylesine bir okşuyordu ki…

Yaptıklarının toplumsal anlamda bir etkisinin olmadığını hissettiklerinde ise kendilerine vazife olmayan işleri yapmaya kalktılar, parti farklarına göre kendi aralarında örgütlenerek kenti ve ülkeyi bile kurtarmaya kalktılar, verdikleri demeçler, yaptıkları kürsü konuşmalarıyla kendilerini yavaş yavaş siyasete hazırladılar… Hatta kent konseylerini, belediye yönetimleriyle büyük bir uyum içinde kendi “devrimci” örgütüne dönüştürmeyi deneyenler bile oldu…

Sonuç olarak, yanlış bir proje olan “kent konseyleri” kendi hiyerarşi ve bürokrasisini yaratmakta geç kalmamıştı…

Onlar şimdilik hallerinden memnundular ya, kime ne?

Bir yandan da iktidar, 2005’li yıllarda Batı’dan esen rüzgarları tersine çevirmiş, katılımcı ve çoğulcu demokrasiden vazgeçmiş ve önem verdiği güvenlikçi politikalarla belediyeleri kapatmaya, belediyelere kayyum atamaya, gelirlerini kısmaya başlamıştı… Bu konudaki kısık sesle yapılan bir iki protesto dışında herkes halinden yine memnundu…

Hiçbir kural, kaide ve hukuk dinlemeyen, akıntıya kürek çeken, kentin sorunlarını dile getirip “fincancı katırları“nı; yani belediye başkanlarını huzursuz etmek yerine toplumsal önceliği olmayan konularla oyalanıp duran, bu arada belediye başkanlarına devamlı plaketler sunan, onları vitrinin önüne çıkarmaya çalışan bu konseylerin yaşadıkları Lale Devri ne zaman sonuçlanacaktı?

ship-01-wreck-18

Faşizmin her geçen gün kurumsallaşarak yerleştiği ülke ve kent koşullarında, demokrasiyi kendi içlerinde bir türlü yaşama geçiremeyen kent konseyleri ya bildiklerini yapmaya devam ederek merkezi ve yerel iktidarın destekçisi ve reklamcısı olma görevlerini sürdürecekler ya da kendi başlarına atanan yeni bir kayyumlarla batan bir gemide olmayı yaşayacaklardır…

Unutmayalım ki, demokrasi demeç vermekten, bildiri yayınlamaktan, toplantı yapmaktan çok; önce kendi yaşantımızda, kendi ilişkilerimizde ve içinde bulunduğumuz ortamlarda onu oluşturduğumuz, koruyup kolladığımız takdirde yaşar ve güçlenir…

Katılımcı Demokrasi Anlayışında Bütçeleme: Katılımcı Bütçeleme (2)

Ahmet ÖZEN, Araş. Gör. Dr., DEU İİBF Maliye Bölümü,

İbrahim Güray YONTAR, Araş. Gör., DEU İİBF Kamu Yönetimi Bölümü.

Dünden devam…

Türkiye’de Katılımcı Bütçelemeye Yönelik Çalışmalar

Dünyada çeşitli ülkelerde katılımcı bütçeleme anlayışına yönelik gittikçe artan ilgi, son dönemde Türkiye’de de bu alanda çalışmalara başlanması yönünde kamu idarecilerini teşvik etmiştir. Nitekim ülkemizde Yerel Yönetim Reformuna Destek Projesi kapsamında, 2007 yılında pilot yerel yönetimlerde katılımcı bütçe çalışmaları başlatılmıştır. İçişleri Bakanlığı’nın yararlanıcısı olduğu Yerel Yönetim Reformuna Destek Projesi, Avrupa Birliği tarafından finanse edilmekte olan ve Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) Türkiye Ofisi tarafından yürütülen bir projedir. Projede katılımcı bir yaklaşımla “Hizmet Geliştirme Planlarının” hazırlanması, “Stratejik Planlama Araçlarının” geliştirilmesi, “Çok Yıllı Yatırım Programlaması ve Bütçelerin Geliştirilmesi” üzerine odaklanarak hizmet planlaması ve bütçe üretilmesinde katılımcı yöntemler geliştirilmesi hedeflenmektedir (Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı, 2007).

Katılımcı bütçelemeye yönelik önemli bir çalışma da Ankara Altındağ Belediyesi, İsveç’in Umea, Bursa’nın Nilüfer, Osmangazi, Yıldırım Belediyeleri ve Eskişehir’in Tepebaşı Belediyesi’nin yürütmekte oldukları Belediye Ortaklık Ağları Projesi (TUSENET Projesi)’dir. Bu kapsamda katılımcı bütçe alanında Avrupa’daki iyi uygulamaları paylaşmak amacıyla 5 Türk ve 1 AB ülkesi belediye ile birlikte ortaklık yapılarak Avrupa Birliği’ne Katılımcı Bütçeleme Sistemi İşbirliği Projesi gönderilmiştir. 16 ay sürmesi planlanan proje süresince 2 adet hazırlık toplantısı, 30 memur ve politikacıya eğitim kursu, 2500 kişiye kültürel öğrenme eğitim kursu, atölye çalışması, çalışma ziyareti, koordinasyon toplantısı, başlangıç konferansı, 2 adet basın toplantısı, vatandaş hizmet memnuniyeti anketi, hizmet iyileştirme eylem planı hazırlanması, diğer belediyelerle seminerler, Türk ve AB ülkesi kültür geceleri, proje final kitapçığı (raporu), çevrimiçi anket çalışması, tanıtım materyalleri ve web sayfası hazırlanması öngörülmektedir. Katılımcı bütçeleme uygulaması ile kamunun öğrenmesinin ve aktif yurttaşlığın teşviki, sosyal adalet ve yönetsel reformun önünün açılması ve ayrıca AB ve Türkiye belediyeleri arasında oluşturulacak iyi iletişim ortamı ile Türk belediyelerinin Türkiye’nin AB giriş sürecine destek sağlayarak, farklı kanallardan lobi çalışmalarının gerçekleştirilmesi amaçlanmaktadır. Proje sonunda 5 belediyede Katılımcı Bütçeleme Planı oluşturulması, belediye gelirlerinin 2009 yılında yüzde 10 arttırılması, cinsiyet eşitliği, yerel yönetim modelleri, belediyelerin halkla iletişim stratejileri, yerel yönetimlerde şeffaflık ve katılımcılık konularında farkındalık artışı da amaçlanmaktadır (http://www.nilufer.bel.tr, 2008). İlgili beş belediye tarafından 2010 yılı bütçelerinin bu yöntemle hazırlanmasını amaçlayan projede hedeflenen sonuçlar elde edilirse hem hizmet alanların yerel yönetime aktif katılımı ve yerel demokrasinin gelişmesi yolunda önemli adımlar atılmış olacak, hem de örnek oluşturan projeye ilişkin deneyimlerin diğer belediyelerle paylaşılması da mümkün olabilecektir (http://www.yerelnet.org.tr, 2008).

Ülkemizde katılımcı bütçeleme açısından önemli bir aşama ise kent konseylerinin oluşturulmasıdır. Çünkü kent konseyleri; katılımcı bütçe sürecinde hesap vermeyi sağlaması açısından katılımcı bütçelemeye yönelik önemli bir adımı oluşturmaktadır. 2005 yılında yürürlüğe giren 5393 sayılı Belediye Kanunu’nun 76. maddesinde yer alan Kent Konseyleriyle ilgili hükme göre, kent konseyi, kent yaşamında; kent vizyonunun ve hemşehrilik bilincinin geliştirilmesi, kentin hak ve hukukunun korunması, sürdürülebilir kalkınma, çevreye duyarlılık, sosyal yardımlaşma ve dayanışma, saydamlık, hesap sorma ve hesap verme, katılım ve yerinden yönetim ilkelerini hayata geçirmeye çalışır. Toprak, yerel yönetimlerin kentin sosyal sermayesi-insan kaynağından yararlanılabilmesi için bu hükmün önemini vurgulayarak katılımın sürdürülebilirliği için en önemli faktörlerin; uzlaşma kültürüne sahip olmak, kente karşı kendini sorumlu hissetmek ve güvenle gelen dayanışma olduğunu ifade etmiştir (Toprak, 2006: 303). Buna karşın ülkemizdeki her şehirde kent konseyi bulunmamakta, ayrıca kent konseyi olan şehirlerdeki konseyler de yerel toplumun sahiplenmesi, ortak çalışma kültürünün benimsenmesi açısından farklılık gösterebilmektedir. İzmir gibi başarılı bir kent konseyi deneyimine sahip şehirlerde ise katılımcı bütçe sürecinin uygulanmasının nispeten daha kolay olacağı tarafımızdan düşünülmektedir. Dolayısıyla, katılımcı bütçeleme süreci ile kent konseyleri arasında karşılıklı bir etkileşim söz konusudur. Ancak kent konseyinin olmadığı yerlerde katılımcı bütçe sürecinin yapılamayacağı anlamına da gelmemektedir. Yine de katılımcı bütçelemeye sahip bir şehirde kent konseyinin oluşturulması doğal bir sonuçtur (Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı, 2007).

budget-2016-759

Değerlendirme ve Sonuç

Günümüzde katılımcı bütçeleme örnek bir yönetişim uygulaması olarak dünyada yüzlerce kentte uygulanmaktadır. Anlayışın özü, yatırım önceliklerinin vatandaş önceliklerini temel almasıdır. Bununla birlikte uygulama, idari yapılanma ve yasal çerçeve gibi yerel koşullara göre farklı şekillerde ortaya çıkmaktadır. Katılımcı bütçeleme anlayışı hakkında “olumsuz”, “geliştirilebilecek” ve “olumlu” olmak üzere üç değerlendirme yapmak mümkündür.

Olumsuzluk noktasında yapılabilecek değerlendirme, işsizlik ve yoksulluğu önlemede bu bütçe tekniğinin etkili olamadığıdır. Örneğin, Porto Alegre’ye yönelik 1981-1985 ve 1995-1999 yılları arası karşılaştırmaya dayanan bir analizde, katılımcı bütçelemenin eğitim ve sağlıkta çeşitli iyileşmeler sağlasa da, işsizlik, yoksulluk ve gelir adaletsizliğinin azaltılmasında olumlu sonuçların alınamadığı belirtilmiştir. Katılımcı bütçelemenin uygulandığı 1995-1999 dönemi analizinde işsizliğin neredeyse % 20’ye ulaştığı ve gelir adaletsizliğinin ise % 16 olduğu görülmüştür (Goldfrank, 2006).

Belirtilen bütçe yaklaşımının geliştirilmesi gerekli ve olanaklı olan çıktıları ise şu şekilde ele alınabilir: Bazı grupların taleplerinin yerine getirilmesinin ardından bütçeleme sürecine katılımın azaldığı durumlar yaşanabilmektedir. Ayrıca, yatırım ve hizmetlere erişim açısından doygunluğa ulaşmış bir mahallenin beklentilerinin az olması nedeniyle bütçeleme sürecine katılımı düşük olabilmektedir. Öte yandan, yerel yönetim bürokrasinin katılımcı bütçe süreci üzerinde büyük bir ağırlığı bulunmaktadır. Her ne kadar katılımcı bütçe uygulamaları sivil toplumun ve vatandaşların politika yapma sürecine katılımını öngörüyor olsa da yerel yönetim bürokrasisi, örneğin belediye başkanlığı baskın rolünü korumaktadır. Belediye başkanlığı toplantıları düzenlemekte, verileri sağlamakta ve seçilen politikaların hayata geçirilmesini temin etmektedir. Sağlam bir ortaklığa dayanmayan ve Belediye Başkanının inisiyatifine dayalı böyle bir “katılım yapısında” yeni dönemde iktidara gelecek olan yönetimin bu süreci devam ettirip ettirmeyeceğini bilmek olanaksızlaşmaktadır. Aynı şekilde tek aktörlü bir katılımcılık, bütçe sürecini manipülasyonlara açık hale getirmektedir. Örneğin, Brezilya’da Recife isimli bir kentte belediye başkanı katılımcı bütçe sürecini her yıl kendi taraftarlarınca düzenlenen karnavala para aktaran bir modele dönüştürmüştür. Açık ve şeffaf toplantılarda kaynak dağılımını belirlemek yerine kaynaklar, manipülasyonla yandaşlara aktarılmıştır. Sürece katılanlar yönetim tarafından belli bir şekilde davranmaya zorlandıklarını aksi takdirde sürecin dışında bırakıldıklarını belirtmişlerdir (Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı, 2007). Belirtilen konular olumsuzluk içermesine karşın demokratik bilincin yüksekliği ve şeffaflık ile aşılabileceği düşünülmektedir.

Katılımcı Bütçeleme tekniğinin olumlu çıktıları olarak değerlendirebileceğimiz ilk nokta geniş çaplı toplumsal katılımı sağlaması ve demokrasinin kalitesini artırmasıdır. Ayrıca bu anlayış, özellikle düşük gelir gruplarının söz hakkının sağlaması yönünden de etkilidir.

Porto Alegre kentindeki uygulamalar iyi ve adil devletin bir arada olabileceğini ve bütçeleme sürecinde farklı gelir düzeyindeki sınıflar arasında koalisyonun sağlanabileceğini ortaya koyması açısından dikkat çekmektedir (Schneider ve Baquero, 2006: 26). Nitekim 1,3 milyon nüfuslu Porto Alegre’de 1990 yılında 600 civarında olan katılımcı sayısı günümüzde 40.000’lere ulaşmıştır. Çünkü o kentte yaşayanlar, tercihlerinin yatırım ve hizmetlere dönüştüğünü gördükçe bütçeleme sürecine dahil olmakta ve taleplerini daha aktif şekilde belirtmektedirler (Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı, 2007). Katılımcı demokrasi uygulamaları ve şeffaf yönetim anlayışı daha ileri düzeylere ulaşmaktadır. Bütçeleme tekniği sayesinde eğitim ve sağlık politikalarında ciddi iyileşmeler sağlanmıştır.

image-20160901-1048-142me5t

Bu değerlendirmeler ışığında katılımcı bütçeleme anlayışının, katılımcı demokrasinin tesisi açısından önemli yapı taşı olduğunu belirtmek mümkündür. Günümüzde, insanlar yerel düzeyde kendilerini ilgilendiren konularda alınan siyasi kararlarda söz sahibi olmayı talep etmektedir. Bu husus, yeni kamu yönetimi anlayışı çerçevesinde ön plana çıkan yönetişimin de gereği olup, dünyada gittikçe yaygınlaşmakta ve ülkemizde de bu doğrultuda çalışmalar yürütülmektedir. Sonuç olarak, toplumun yerel düzeyde katılımcılığını esas alan bütçeleme tekniği, bütçeleme sürecinin temel belirleyicisi konumundaki siyasi aktörlerin kararlarını denetleyici ve yönlendirici bir yaklaşımdır. Bu özelliğiyle demokraside katılımcılığın sağlanmasını teşvik edici bir bütçe anlayışı olarak dikkat çekmektedir.

Kaynakça

Kitaplar

Ahmad, R. ve Weiser, E. T. (2006), Fostering Public Participation in Budgetmaking, The Asia Foundation, Philippines.

Barber, B. (1995), Güçlü Demokrasi: Yeni Bir Çağ İçin Katılımcı Siyaset, (Çev. Mehmet Beşikçi), Ayrıntı Yayınları, İstanbul.

Community Pride Initiative (2005), Bringing Budgets Alive (Participatory Budgeting In Practice), Oxfam UK Poverty Programme, UK.

Habermas, J. (2001), İletişimsel Eylem Kuramı, (Çev. Mustafa Tüzel), Kabalcı Yayınevi, İstanbul.

Habermas, J. (2005), Öteki Olmak Ötekiyle Yaşamak, (Çev. İlknur Aka), YKY, İstanbul.

Kahraman, H. B.-Keyman, E. F.- Sarıbay, A. Y. (1999), Katılımcı Demokrasi, Kamusal Alan ve Yerel Yönetim, WALD Yayınları, İstanbul.

Sartori, G. (1996), Demokrasi Teorisine Geri Dönüş, (Çev. Tunçer Karamustafaoğlu ve Mehmet Turhan), Yetkin Yayınları, Ankara.

Schmidt, M. G.(2001), Demokrasi Kuramlarına Giriş, (Çev. M. Emin Köktaş), Vadi Yayınları, Ankara.

Toprak, Z. (2006), Yerel Yönetimler, Nobel Yayıncılık, Ankara.

Toprak, Z. (2008), Kent Yönetimi ve Politikası, Birleşik Matbaacılık, İzmir.

Tüğen, K. (2008), Devlet Bütçesi, (Yedinci Baskı), Bassaray Matbaası, İzmir.

Dergiler

Bhanu, V. (2007), “Making The Indian Budget How Open and Participatory?”, Economic and Political Weekly, March 31, 1079-1081.

Cabannes, Y. (2004), “Participatory Budgeting: A Significant Contribution To Participatory Democracy”, Environment&Urbanization, Vol:16, No:1, 27-46.

Novy, A. ve Leubolt, B. (2005), “Participatory Budgeting in Porto Alegre: Social

Diğer Kaynaklar

Goldfrank, B. (2006), Lessons From Latin American Experience In Participatory Budgeting,<http://www.internationalbudget.org/themes/PB/LatinAmerica.pdf.&gt;, (22.04.2008).

Municipal Development Partnership for Eastern And Southern Africa (2006), Report on the Special Session on Participatory Building: Inclusiveness in Policy Making and Municipal Finance for the Implementation of the Millennium Development Goals (MDGs), Room T5 Kenyatta International Conference Centre (KICC), Nairobi-Kenya <http://www.mdpafrica.org&gt;. , (25/03/2008).

Public Governance And Territorial Development Directorate Public Governance Committee (2008), Mind The Gap: Fostering Open And Inclusive Policy Making, <http://www.olis.oecd.org/olis/2008doc.nsf/ENGDATCORPLOOK/NT00000CC6/$FILE/JT03241960.PDF.&gt; , (28.03.2008).

Schneider, A. ve Baquero, M. (2006), Get What You Want, Give What You Can: Embedded Public Finance In Porto Alegre, Working Paper, Institute Of Development Studies, UK, 1-31.

Sintomer, Yves-H. ve Carsten- Röcke, A. (2005), From Porto Alegre to Europe: Potentials and Limitations of Participatory Budgeting,

<http://www.buergerhaushalteuropa.de/documents/From_Porto_Alegre8.pdf. >,

(28.03.2008).

Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı (2007), İyi Yönetişim İçin Örnek Bir Model: Katılımcı Bütçeleme,

<http://www.tepav.org.tr/tur/admin/dosyabul/upload/Katilimci_Butceleme.pdf&gt;, (10.04.2008)

Wampler, B. (2000), A Guide To Participatory Budgeting,

<http://www.internationalbudget.org/resources/library/GPB.pdf.&gt; , (15.03.2008).

Zamboni, Y. (2007), Participatory Budgeting and Local Governance: An Evidence-Based Evaluation Of Participatory Budgeting Experiences in Brazil,

<http://siteresources.worldbank.org/INTRANETSOCIALDEVELOPMENT/Resources/Zamoni.pdf > , (01.04.2008).

<http://www.nilufer.bel.tr/pages.asp?id=50&tab=d1&gt; ,(15.04.2008).

<http://www.yerelnet.org.tr/belediyeler/belediye_haberler.php?belediyeid=126695&kod=22023>, (15.04.2008).

 

 

 

Katılımcı Demokrasi Anlayışında Bütçeleme: Katılımcı Bütçeleme (1)*

Ahmet ÖZEN, Araş. Gör. Dr., Dokuz Eylül Üniversitesi İİBF Maliye Bölümü 

İbrahim Güray YONTAR, Araş. Gör., Dokuz Eylül Üniversitesi İİBF Kamu Yönetimi Bölümü

Giriş

Demokrasi kuramlarından birisi olan katılımcı demokrasi, en genel anlamda halkın çeşitli hususlarda siyasi karar alma sürecine iştirak etmesi ve görüş bildirmesi şeklinde tanımlanabilir. Bu anlayışın bütçeleme sürecine yansıması ise “katılımcı bütçeleme” şeklinde kendini göstermektedir.

Özellikle yerel yönetimlerde uygulanmaya başlamış olan ve günümüzde pek çok ülkede çeşitli şekillerde kullanılan katılımcı bütçeleme anlayışı, Magna Carta’dan başlayarak içinde bulunduğumuz döneme kadar çeşitli değişimler gösteren bütçe hakkının kullanılması açısından önemli bir aşamadır.

Temel olarak merkezi yönetimin bütçeleme sürecinde bütçe hakkı, temsili demokrasi anlayışına uygun olarak parlamentolar tarafından kullanılmaktadır. Günümüzde yerel yönetimlerde tamamen temsili demokrasi anlayışının yerine, yaşadığı bölgede halkın katılımını teşvik eden ve kendisini ilgilendiren kararlarda doğrudan söz hakkının olmasını sağlayan katılımcı bütçeleme anlayışı uygulanmaya başlamıştır.

Bu çalışmada demokrasi yaklaşımının terminolojik açıdan incelemesi yapılarak, mali açıdan yansıması olan katılımcı bütçeleme anlayışı hakkında bilgilere yer verilmiştir. Ayrıca, dünyada ve ülkemizde katılımcı bütçeleme anlayışının ne düzeyde uygulanmaya çalışıldığı üzerinde durulmuş ve bu hususta çeşitli değerlendirmeler yapılmıştır.

Katılımcı Demokrasi Kuramına Kısa Bir Bakış

Katılımcı demokrasi kuramı, demokrasi kuramları arasında tartışılmakta, geliştirilmekte ve eleştirilerini de beraberinde getirmektedir. Makalede katılımcı demokrasi kuramına katılımcı bütçeleme konusuna geçişte bir altyapı oluşturması bakımından genel özellikleri yönüyle değinilmiştir.

Sartori’ye göre “seçime katılma”yı gerçek bir katılım olarak nitelendirmek doğru değildir. Ayrıca, yalnızca oy verme işlemini katılım şeklinde değerlendirmek de katılımın anlamını tam olarak yansıtmamaktadır. Bu bağlamda doğru ve anlamına uygun olarak katılmadan söz edilecek olunursa katılma, kişinin kendi başına ve hareketiyle isteyerek katılması anlamındadır. Dolayısıyla katılma, sadece bir olaya taraf olmak veya kendisi istemeden bir olayın tarafı haline getirilmek ya da mobilize edilmek suretiyle başkasının iradesiyle harekete geçmek değildir. Demokrasinin temel teorisinde, katılma eyleminin bir işe etkin bir karışma hareketi olduğunun hiçbir zaman göz ardı edilmediği vurgulanmaktadır. Kişilerin kendi istekleriyle kurdukları derneklerin, birliklerin önemli görülmesi, çok gruplu toplum teorisi ve parti içi demokrasi gibi konular, katılım konusunun demokrasi içindeki önemini artıran geniş bir katılım literatürünün varlığına işaret etmektedir (Sartori, 1996: 124-125).

Katılımcı demokrasi kuramları, normatif toplum-siyaset ve ampirik-analitik yönelimleri bakımından sınıflandırıldıkları gibi savunulan siyasallaşmanın gücüne göre de birbirlerinden ayrılmaktadırlar. Normatif okulda olması gereken durum, şekil, şartlar ve etkiler olarak incelenmektedir. Buna örnek olarak kamusal işlere olabildiğince katılma ve bunun yanında çıkarların uyuşmasının, buluşmasının, iletişimin, konsensüsün ve oy hakkı olanlar arasında barışçı anlaşmanın tarzı olarak katılma verilebilir. Katılımcı demokrasi kuramı, oy hakkına sahip olanların oluşturduğu alanı genişletmek istediği gibi bunların kamusal işler konusunda konuşmalarını, irade oluşumuna ve karar vermeye katılımını yaygınlaştırmak ve bir o kadar da yoğunlaştırmak ister (Schmidt, 2001: 164-165). Örneğin, katılımcı demokrasi yaklaşımlarından birisi olan “Güçlü Demokrasi”de siyaset, yurttaşlara yapılan değil aksine yurttaşlar tarafından yapılan bir şeydir ve eylemlilik onun özünü oluşturur. Bunun yanı sıra, ilgi, bağlılık, yükümlülük, ortak müzakere, ortak karar ve ortak çalışma ayırt edici yönleridir (Barber, 1995: 177).

Savunulan siyasallaşmanın gücüne göre yapılan ayrımda ise ılımlı ve radikal olmak üzere iki tür karşımıza çıkmaktadır. Ilımlı türler, işyeri demokrasisi gibi katılım olanaklarının toplumun bazı sektörlerinde ve gerektiği durumda da ekonomide dozu ayarlanmış şekilde genişlemesine çabalamaktadır. Radikal türde ise kapsamlı siyasallaşma ön plana çıkmakta ve bu daha geniş bir siyasallaşmayı ifade etmektedir. Belirtilen noktada demokratikleşme kavramı temelde normatif ve genişlemecidir. Evrensel demokratikleşme yaklaşımında amaç, alttan egemenlik kontrolünü, toplumsal birlikte belirlemeyi, yardımlaşma şekillerini otoriter egemenlik yapılarının yerine geçirmektir. Bu bağlamda demokratikleşmenin hedef alanı sınırsızdır. Yani, ailenin ve eğitimin demokratikleşmesinin yanı sıra yüksekokulların, medyanın, sanatın, ekonominin, sendikaların, hastanelerin ve cezanın infazının demokratikleşmesi de savunulmaktadır. Katılımcı demokrasinin bütün türleri bu derece siyasallaşma üstünde durmazlar. Diğerleri daha mütevazı siyasallaşmaya çaba gösterirler ve Habermas gibi öncelikle iradenin belirmesine, işlenmesine, fikir alış-verişine ve oluşumuna önem verirler. Habermas’ın prosedürel demokrasisinde¹, özerk kamusallığın korunması, vatandaşın işbirliği yapma olanaklarının genişletilmesi ve fikir yürütme olanaklarının korunmasının yanı sıra medya iktidarının frenlenmesi ve ayrıca devletleştirilmemiş siyasal partilerin aracılık işlevi merkezi öneme sahiptir (Schmidt, 2001: 166,171).

Katılımcı demokrasi kuramının yurttaş modeline bakıldığında, ortalama yurttaşın daha fazla ve daha iyi katılıma yetenekli olduğunu veya onun iradenin oluşum süreci ile ilgili örgütler aracılığıyla ehliyetli hale getirildiğini savunur. Bu model, yurttaşın yetkinliğinin abartılması ve gerçekte bireysel çıkarını maksimize eden biri olduğunun unutulması yönleriyle eleştirilmektedir. Ağırlıkla üzerinde birleşilen bu eleştiriye rağmen katılmayla ilgili yapılan çalışmaların sonuçları da bir o kadar dikkat çekicidir. Kuramın ampirik türü, siyasal katılmayla ilgili çalışmalarda ele alınarak şu sonuçlara ulaşılmıştır: Batılı ülkelerde siyasal katılma fırsatlarına yönelik büyük bir talep bulunmaktadır. Seçme hakkına sahip belli gruplarda katılım olanaklarına yönelme, mevcut bulunan/sunulan kurumsallaşmış katılım olanaklarını aşmaktadır. Bu durum özellikle genç ve iyi eğitim görmüş kişilerde öne çıkmaktadır.

Katılımcı demokrasi kuramına göre, özellikle eğitim sisteminden daha önce yararlanamayan kesimlerin artık yararlanması ve bunun da etkisiyle 1960’lı yıllardan itibaren vatandaşların bilgi donanımının önemli ölçüde artması, etkin katılım taleplerini artıran bir unsur olmuştur (Schmidt, 2001:167,172,174).

Belirtilen çerçevede katılımcı demokratik yönetim için özellikle günün getirdiği koşullarda yönetişim temelinde katılımcı, çok boyutlu ve karar alma süreçlerini birçok aktörün katılımına açan, çözüme ve kamusal yarara ulaşmada işlevsel yerel yönetimlerin varlığı önem kazanmaktadır. Siyasal karar alma sürecinin meşruluğu ancak yurttaşların ve onların temsilcilerinin içinde yer aldıkları ve kamusal yararla ilgili olarak eleştirilerini dile getirdikleri ve tartıştıkları kamusal bir tartışma mekânının varlığında mümkün olabilmektedir. Alınan kararların yasalara uygunluğu her zaman meşruiyet kazanacağı anlamına gelmemektedir. Bu nedenle yönetilen tarafından kamusal alan içinde yaptığı tartışma ve sorgulamaların karar alma süreçlerinde dikkate alındığının görülmesi gerekir. Bu bağlamda kamusal sorgulama yoluyla yerel yönetim ile yurttaş arasında paylaşılmış bir kent vizyonu ortaya çıkabilir ve yurttaşlar yaşadıkları mekânla ilişkilerini güçlendirebilirler (Kahraman ve diğerleri, 1999: 53,55). “Katılım bir taraftan optimal hizmet verimini sağlayacak alan oluştururken, diğer taraftan katılımcı programlar ile sosyal sermayenin gelişimi, kişilerin sosyalleşmesi yoluyla karşılıklı ilişkilerde güven algılamasının yükselmesi olgusunu güçlendirecektir. Katılım aynı zamanda bilgiye hızla erişme ve yönetimin karar ve faaliyetlerinin kontrolü anlamına da gelmektedir” (Toprak, 2008: 116). Katılımcı bütçeleme anlayışı da bu durumu gerçekleştirebilecek uygulama araçlarından birisi olarak değerlendirilmelidir.

Katılımcı Bütçelemenin Tanımı ve Gelişimi

Latincede “Bulga” olarak ifade edilen bütçe kelimesi; Fransızcada “Bouge”, “Bougette”, on yedinci yüzyıldan itibaren İngilizcede “Budget” şeklinde kullanılmaya başlanmış ve Fransızca’dan Türkçe’ye geçmiştir (Tüğen, 2008: 1). Bütçe, gelecek bir dönemde elde edilebilecek gelirleri ve yapılması planlanan harcamaları gösteren belge şeklinde nitelendirilebilmektedir. Katılımcı bütçeleme ya da orijinal adıyla Portekizce orçamento participativo olan bütçeleme anlayışı ise 1990 yılından itibaren dünyada heyecan uyandırmaya başlayan bir bütçeleme türüdür. Genel olarak katılımcı bütçeleme, vatandaşların belediye bütçesinin en azından bir kısmında karar verme sürecine katılabildikleri bir süreç olarak tanımlanmaktadır. Bu tanımdan hareketle dünyada ilk kez Brezilya’nın Porto Alegre yerleşim yerinde uygulanmaya konulmuştur. Bu bütçeleme tekniği, vatandaşın katılımcı olduğu, doğrudan ve temsili demokrasinin birlikte olduğu, sadece danışmak yerine tartışmaya imkân veren, yoksullara yönelik yeniden dağıtıcı olan ve kaynakların tahsisine yönelik yönetim sürecinin belirlenmesine katılımcıların da dahil olmasını sağlayan bir yönetim yapısını benimsemiştir. Katılımcı bütçeleme anlayışı temelde ya bireyler ya da sivil toplum kuruluşları tarafından gönüllü ya da düzenli olarak belirlenmiş bir takvim ile belediye bütçesinin en azından bir kısmı için karar verme sürecine katılmayı esas almaktadır (Goldfrank, 2006).

Katılımcı bütçeleme; katılımı, hesap verebilirliği, yerelleştirilmiş yönetişim ve idarede mali saydamlığı sağlamak için uygulamaya konulmuş yeni bir yönetim anlayışıdır. Bu anlayış, toplumların bütçelerin hazırlanmasına doğrudan katılmalarını ve kamu harcamalarını izlemelerini sağlayan bir mekanizmadır (Municipal Development Partnership for Eastern And Southern Africa, 2006). Ayrıca katılımcı bütçeleme, yerelleşme sürecinin daha ileri bir aşamasıdır. Nitekim yerelleşme ile merkezi yönetimin çeşitli yetkileri ve kaynakları yerel yönetimlere geçerken, katılımcı bütçeleme ile kamu idarecilerinin karar verebilme yetkileri de topluma geçmektedir (Zamboni, 2007). Bu anlayış, idare ve vatandaşlar arasındaki iletişimin artmasına katkı sağlamaktadır (Sintomer ve diğerleri, 2005). Ayrıca sistematik olarak bu anlayış, bütçe hazırlık sürecinde çeşitli düşünceleri ele almakta ve neredeyse bütçenin belirli bir oranı hakkındaki karar verme sürecini o bölgenin sakinleri arasında dağıtmaktadır (Public Governance And Territorial Development Directorate Public Governance Committee, 2008).

Bu bütçeleme uygulamasında vatandaşlar doğrudan karar verme sürecinde yer aldıkları için yıl boyunca birçok forum gerçekleştirilmekte ve böylece vatandaşlar kamu kaynaklarının ne şekilde kullanıldığını izleme, sosyal politikalar arasında tercihte bulunma ve kamusal kaynakları önceliklerine göre dağıtma fırsatı bulabilmektedir. Bu uygulama sayesinde gelir düzeyi düşük ve politik açıdan dışlanmış kesimlerin de karar alma sürecine katılma fırsatı bulunmaktadır. Öte yandan bu tür bir anlayış ile açık ve toplumsal bir bütçeleme sürecinin oluşturularak geçmişten bu yana değin süre gelen yolsuzlukların ve benzeri sorunların ortadan kaldırılması hedeflenmektedir (Wampler, 2000). Ayrıca bu anlayış vatandaşların iş bulmaları, eğitim almaları ve çeşitli yetkilere sahip olmaları konusunda yeni fırsatlar oluşturmakta ve bu durum daha dinamik bir sivil toplumun oluşturulmasına imkân verebilmektedir (Bhanu, 2007).

Katılımcı bütçeleme anlayışı, ideolojik açıdan farklı şekilde yorumlanabilmektedir. Bu noktada sol eğilimli partiler bu tür bütçelemeyi sosyalizmin yeni bir yönü olarak nitelendirmekteyken, uluslararası kalkınma kuruluşları ise kalkınmanın yeni bir aracı olarak görmektedirler. Liberal anlayışta ise katılımcı bütçeleme, Latin Amerika’da yoksulluk ve enflasyonun azaltılamadığı ve ekonomik büyümenin sağlanamadığı dönemden sonra bu bölge için piyasa odaklı ekonomik ve idari reformlarda önemli bir unsur olarak görülmektedir. Böylece liberal anlayışta katılımcı bütçeleme özelleştirme ve kamu istihdamında verimlilik düzeyinin arttırılması gibi kamu sektörü reformlarını destekleyici bir uygulama olarak dikkat çekmektedir. Bu çerçevede katılımcı bütçeleme, radikal demokratik yaklaşımda özelleştirmeye karşı korumak amacıyla devletin rolünü yasallaştırıcı, liberal anlayışta ise devletin rolünü sınırlandırıcı stratejilerden biri olarak görülmektedir. Ayrıca liberaller, katılımcı bütçelemeyi piyasa odaklı yapıyı kolaylaştıran bir uygulama olarak görmektedirler. Çünkü onlara göre bu anlayış, vatandaşların yönetime güvenlerini artırarak demokrasinin istikrarlı olmasını sağlamaktadır. Ayrıca liberal iktisatçılar, radikal demokratların aksine katılımcı bütçelemeyi sosyalist bir proje olarak da görmemektedirler. Öte yandan günümüzde katılımcı bütçelemeye yönelik liberal anlayış daha yaygın durumdadır. Bu yüzden radikal demokratlar tarafından öncülüğünü Porto Alegre’nin yaptığı bazı Brezilya kentlerindeki açık, gayri resmi ve tartışmaya dayalı bir uygulama günümüzde daha az popülerdir. Bunun yerine daha liberal anlayışa sahip partilerin bulunduğu Bolivya, Nikaragua ve Peru’daki gibi sivil toplum kuruluşlarının esas olduğu daha düzenli, resmi ve daha danışmacı bir yapı ön plandadır. Öyle ki 2004 yerel seçimlerinde Porto Alegre’de İşçi Partisi’nin seçimleri kaybetmesinin ardından yeni seçilen belediye başkanı da gittikçe yaygınlaşan yeni liberal anlayışa uygun bir yaklaşım ortaya koymuştur. Belediye başkanı tarafından belediye yönetimi ve sivil toplum kuruluşlarını temel alan Dayanışmacı Yerel Yönetişim modeli ön plana çıkarılmıştır (Goldfrank, 2006).

Katılımcı bütçeleme programlarının gelişimine baktığımızda bu uygulamanın Brezilya’daki mevcut demokrasinin daha da güçlendirilmesine yönelik çabaların bir parçası olduğu görülmektedir. 1985 yılında demokrasinin ülkede yeniden tesis edilmesinin ardından kamu yönetiminde yaşanan adam kayırmacılığının ve yolsuzluğun önlenmesi amacıyla katılımcı bütçelemeye yönelik çalışmalar başlatılmıştır. 1988 yılında İşçi Partisinin iktidara gelmesi ve demokratik katılımı esas alması bu bütçeye yönelik önemli bir adımdır. Bu bütçe türünün ilk kez uygulaması ise yukarıda da belirttiğimiz gibi, 1989 yılında Porto Alegre’de başlamış ve yoksul halkın kamu harcamalarından daha fazla pay alabilmesi amacıyla uygulamaya konulmuştur. Bu bütçenin uygulandığı 1989 ve 1990 yıllarında bin kişiden daha az sayıda vatandaş bu sürece katılmıştır. 1992 yılında ise bu sayı 8 bin kişiye ulaşmıştır. 1992 yılındaki seçimlerden sonra ise her yıl 20 binden fazla kişi bu sürece dahil olmuştur. Bu ülkeden sonra ise farklı ülkelerde de uygulamaya konulmuştur. Örneğin 2000 yılı Temmuz ayı itibarıyla 100 kentte katılımcı bütçelemeye yönelik farklı türde uygulamalar yer almıştır (Wampler, 2000).

Katılımcı bütçelemeye yönelik çalışmaların birçoğunda bu tekniğin 1989 yılında İşçi Partisi tarafından Brezilya’nın Porto Alegre kentinde uygulamaya konulduğu belirtilmektedir. Bununla birlikte 1970’li ve 80’li yıllarda da buna benzer uygulamaların olduğunu belirten çalışmalar da bulunmaktadır. Örneğin, 1970’lerde ve 1980’lerin başlarında Brezilya Demokratik Hareket Partisi’nin yerel yönetimleri kendi bütçelerini topluma tartışmaya açmışlardır. Bu belediyeler arasında Lages, Boa Esperanço ve Pelotas gelmektedir. Aynı zamanda İşçi Partisi 1988 yılında seçimleri kazandıktan sonra sadece Porto Alegre’de değil 36 belediyenin birçoğunda da katılımcı bütçelemeye yönelik çalışmalar başlatmıştır. Bununla birlikte Porto Alegre’deki uygulama, toplum dernekleri ile belediye yönetiminin ortak bir çalışmasıdır. Bu süreçte katılımcı bütçelemenin uygulanmasına başlarken öncelikle Porto Alegre Birleşik Semt Dernekleri tarafından bütçe hazırlamaya yönelik taleplerinin ve geçmişte bu yönde çalışma yürüten sekiz belediyenin bilgilerinin yer aldığı bir rapor hazırlamışlardır. 1990 yılına gelindiğinde artık Porto Alegre’deki uygulama, katılımcı bütçeleme olarak belirtilmiş ve bundan sonraki uygulamalar bu sıfatla anılmaya başlanmıştır. 1990’ların başlarında ise Brezilya’daki çeşitli kentlerde de bu anlayışa yönelik çalışmalar başlatılmıştır. İstanbul’da düzenlenen Birleşmiş Milletler Habitat II toplantısında en iyi 42 yerel yönetim çalışmasından biri olarak Porto Alegre’deki katılımcı bütçeleme uygulaması belirtilmiş ve 1996 yılından itibaren ise Latin Amerika’da çeşitli yerel yönetimlerde de yaygınlaşmaya başlamıştır (Goldfrank, 2006).

Katılımcı bütçelemenin ilk örnekleri, Brezilya’daki kentlerde ulusal düzeyde iktidarı elinde bulunduran partinin karşıtı olan muhalefet partilerince ortaya konulmuştur. Dolayısıyla ilk kez Brezilya’daki kentlerde uygulanabilmesinin nedeni, muhalefet partisinin var olmasına izin veren bölgedeki tek otoriter ülke olması, bazı istisnalar dışında yerel seçimlerde yolsuzlukların olmaması ve belediyelerine harcamalar konusunda açık yetkiler veren az sayıdaki ülkeden biri olmasıdır (Goldfrank, 2006).

Bu bütçe anlayışına yönelik olarak Avrupa Kıtası ülkelerinde de bir dizi uygulamalar yürürlüğe konulmuştur. 2005 yılı sonu itibarıyla Avrupa’da 50’den fazla kentte bu tür bir bütçeleme anlayışına geçilmiştir. Bu kentler arasında 700 bin nüfuslu İspanya’daki Sevilla ile Londra, Paris, Roma ve Berlin bulunmaktadır. Öte yandan Almanya’daki Hilden and Emsdetten şehirleri ile İtalya’daki Altidona’da da bu yönde uygulamalar bulunmaktadır (Sintomer ve diğerleri, 2005). Kalkınmaya yönelik kaynakların tahsisinde topluma doğrudan danışıldığı katılımcı bütçeleme girişimleri Asya Kıtası’nda da uygulamaya konulmuş olmakla birlikte yukarıdan aşağıya doğru bir anlayışı içerdiği için bu kıtada görece daha az başarılı sonuçlar elde edilebilmektedir. Örneğin, Endonezya ve Pakistan’da kalkınma bütçesi planlanırken topluma danışılmakta ve bu husus açıkça bütçeye yönelik hükümlerde ortaya konulmaktadır (Ahmad ve Weiser, 2006: 6).

Katılımcı Bütçeleme Süreci

Katılımcı bütçelemeye yönelik çeşitli yerlerde farklı uygulamalar bulunabilmektedir. Ancak genel olarak belediye bütçesinin belirli bir oranı bir yatırım fonu olarak ayrılmakta ve buna yaygın olarak katılımcı bütçe denilmektedir. Belirli toplumsal gruplar ise bu para için yıllık yatırım stratejileri hazırlamaktadırlar. Onların kararları yerel düzeyde önerilmekte ve tartışılmaktadır. Topluluklar yeni parasal kaynaklar için rekabete girmeye zorlanmamakta bunun yerine sınırlı kaynakların etkin kullanılması için yerel otoriteler ile birlikte çalışmaktadırlar (Community Pride Initiative, 2005: 6).

Katılımcı bütçeleme uygulamaları dikkate alındığında öncelikle katılımın yapısının farklı olduğu ortaya çıkmaktadır. Örneğin, doğrudan demokratik anlayışta vatandaşlar bizzat tematik toplantılara, semt ve bölge toplantılarına katılmaktadır. Bu toplantılarda her vatandaşın oy hakkı bulunmakta ve vatandaşlar süreci doğrudan kontrol edebilmektedirler. İkinci tür katılım ise dolaylı şekilde gerçekleşmekte ve seçilmiş delege ya da liderler toplantılara katılmaktadırlar. Buna ise toplum temelli temsili demokrasi denilmektedir. Bu iki anlayış çerçevesinde çeşitli katılımcı bütçeleme uygulamaları bulunabilmektedir (Cabannes, 2004: 28).

Katılımcı bütçeleme sürecine dahil olabilmek için en az 10 kişiden oluşan bir topluluğa ya da organizasyona dahil olunması gerekmektedir. Bu grupların bir bürosunun, personelinin ya da banka hesabının bulunmasına gerek yoktur. Bunun yerine bunların Meclise bir grup olarak kaydedilmeleri gereklidir (Community Pride Initiative, 2005: 8).

Katılımcı bütçe sürecinin temelini mahalle düzeyinde yapılan ve vatandaşların herhangi bir sınırlama olmadan katıldığı toplantılar oluşturmaktadır. Genellikle bu toplantılarda yerel yöneticiler tarafından kent ya da mahallede yapılan veya taahhüt edilmesine karşın yapılamayan faaliyetler aktarılmakta ve ilgili yılın katılımcı bütçe sürecinin işleyişi hakkında bilgi verilmektedir. Öte yandan, vatandaşlardan mahalleleri ve kent için taleplerini dile getirmeleri istenmekte ve ardından yapılan oylamayla mahalle düzeyinde öncelikler belirlenmektedir. Önceliklendirme ise yerel yönetimin sunduğu faaliyetlerin sınıflandırıldığı bir listede yer alan hizmetlerin (örneğin; kentsel altyapı, yeşil alanlar, toplu taşıma, sosyal hizmetler, sosyal yardımlar, çevre sağlığı, yol-kaldırım-trafik vs.) oylanması sonucunda gerçekleştirilmektedir (Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı, 2007).

Mahalle düzeyinde yapılan toplantılara ek olarak hizmet alanları bazında tematik toplantılar da düzenlenmektedir. Tematik toplantılar ise tek bir hizmet alanı için yapılabildiği gibi uygun görülen alanların bir araya getirilmesi şeklinde de yapılabilmektedir. Bu toplantılarda hizmet alanlarının alt grupları arasında mahalle toplantılarındaki yöntemler kullanılarak önceliklendirme yapılmaktadır. Mahalle toplantılarında ve tematik toplantılarda seçilen temsilciler ve yerel yöneticilerin bir araya gelmesiyle oluşan katılımcı bütçeleme kurulunda ise kent yönetiminin bir sonraki yıl için gelir ve gider projeksiyonları gözden geçirilmekte, kurulun üyeleri mahalleleri gezerek önceliklendirilen yatırım alanlarını değerlendirmektedir. Kurul mahalle önceliklerinin kentin önceliklerine uyumu, mahallenin nüfusu ve ilgili hizmetin mahalledeki ihtiyacını temel alan bir formülasyona tabi tutarak bütçeden iş ve hizmetlere ilişkin yatırımları mahalle bazında dağıtmaktadır. Pek çok yerel yönetimde yatırım bütçesinin yaklaşık % 5-% 15’i katılımcı bütçe süreciyle belirlenmektedir (Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı, 2007). Aşağıdaki şekilde Brezilya’da uygulandığı şekliyle yıllık katılımcı bütçeleme döngüsü ortaya konulmaktadır.

yillik-katilimci-butceleme-dongusu

Şekilde katılımcı bütçeleme sürecinde yönetimin ve katılımcıların temel işlevleri gösterilmektedir. Yıllık katılımcı bütçeleme sürecindeki ilk turda bilginin dağıtımı, politikalar üzerine ilk tartışmalar ve seçilen temsilcilerin ataması yapılmaktadır. Bu aşamada semt toplantılarına katılım oldukça fazladır. Çünkü bu toplantılara katılanların sayısı her semtten bölgesel toplantılara katılan temsilcilerin sayısının belirlenmesine esas oluşturması açısından önemlidir. Nihai oylar bölgesel düzeyde verildiği için, belirli semtlerden daha fazla temsilciler bir projenin seçilme olasılığını arttırmaktadır. Mart-Haziran dönemindeki bölgesel toplantılarda ise yönetimin ve katılımcıların çeşitli sorumlulukları bulunmaktadır. Yönetimin temel sorumlulukları: bölge ve alt bölgenin tespiti, yaşam kalite göstergesinin oluşturulması, finansal bilgilerin dağıtımı, her bölgeye yönelik bürokratların atanması vb. şeklindedir. Katılımcıların sorumlulukları ise vatandaşların seferber edilmesi, kapasite oluşturma toplantılarının yapılması, finansal bilgilerin analiz edilmesi ve uygun kaynaklar üzerine ön tartışmaların yapılması şeklindedir. Mart-Nisan döneminde yapılan semt toplantılarında ise yönetimin detaylı teknik bilgi sağlaması, bürokratlardan katılımcılara fotokopi ve telefon gibi çeşitli desteklerin sağlanması ve toplantı yer ve zamanlarının düzenlenmesi şeklindedir. Öte yandan, bu toplantılarda katılımcıların belediyenin önceliklerinin tartışılması, belirli kamu faaliyetlerinin tartışılması ve kamu faaliyetlerinin ön seçimi şeklinde sorumlulukları bulunmaktadır (Wampler,2000).

Bölgesel ve semt düzeyindeki toplantılar ortalama iki saat sürmektedir. Bu toplantıların ilk kısmı katılımcıların meslektaşlarını konu hakkında bilgilendirdikleri bilgi-odaklı bir süreci ifade etmektedir. Toplantıların ikinci kısmında ise bilginin resmi sunumu yapılmakta ve son kısmında ise soru ve yanıt şeklinde bir uygulama yer almaktadır. Katılımcıların genelde soru sormak ya da yanıtlamak için en fazla üç dakikalık bir zamanı bulunmaktadır. Üç dakikalık bir sınırlama toplantıların düzgün şekilde yürütülebilmesi için önemlidir. Katılımcılar kendi bölgelerinin alabileceği kaynakları incelemekte ve öncelikler ile projeler üzerine gayri resmi tartışmalar olmaktadır. Ayrıca, katılımcılar önerilen projelerin her biri için görüşmede bulunmaktadırlar. Toplum temsilcileri bu toplantılara katılırken herhangi bir ücret almamakta ancak bazı belediyelerde ulaşım maliyetlerinin azaltılması amacıyla toplantılara katılanlara yol parası verilmektedir (Wampler, 2000).

Bölgesel ikinci tur toplantılarda gelecek mali yılda (veya iki yılda) yönetim tarafından uygulanacak politika ve projeler belirlenmektedir. Bu aşamada katılımcılar kendi toplumlarının önceliklerinin belirlenmesi ve bölgesel toplantılarda karar alabilmeleri için yeterli bilgiye ulaşabilmektedir. Bölgesel toplantılarda ise belirli kamu faaliyetleri üzerine nihai kararlar verilmekte veya genel sosyal önceliklerin tanımlanması yapılmaktadır. Temmuz-Kasım döneminde yapılan bölgesel toplantılarda ise yönetimin ve katılımcıların çeşitli görevleri bulunmaktadır. Önerilen projelerde ilk maliyet tahminlerinin yapılması, bilginin dağıtımının yapılması, her bölgeye kısa gezintilerin yapılması ve Belediye Bütçe Konseyi’nin izlenmesi görevlerini belediye yönetimi yürütmektedir. Önerilen politika ve kamu faaliyetlerinin tartışılması, önerilen projelerin yürütüleceği semtlerin ziyaret edilmesi, uygulanacak politika ve faaliyetlerin oylanması ve her bölgeden Belediye Bütçe Konseyi’ne iki temsilcinin seçilmesi görevleri ise katılımcıların yürütecekleri çalışmalar arasındadır (Wampler, 2000).

Temmuz-Kasım aylarında yapılan semt toplantılarında ise teknik planların taslağının oluşturulması ve çeşitli komiteler ile teknik personelin yakın ilişki içinde çalışmasının sağlanması yönetimin sorumluluğundadır. Katılımcıların sorumlulukları ise teknik planların onaylanması ve çeşitli komitelerin seçilmesi vb. şekildedir. Kaynakların tahsis edilmesinde iki temel gösterge bulunmaktadır. Bunlardan ilki yaşam kalitesi endeksidir. Temel olarak her bölge toplam ihtiyaçları doğrultusunda belirli bir oranda bütçe almaktadır. Bu kapsamda altyapısı gelişmiş daha zengin bölgeler az gelişmiş bölgelere nazaran daha az oranda kaynak almaktadır. İkinci gösterge ise bölgedeki katılım ve tartışma süreçleridir. Bu noktada kendi bölgelerindeki mevcut kaynaklar için organize olmuş gruplar rekabete girmekte, görüşmekte ve tartışmaktadır. Ancak tüm projeler için değil, çeşitli projelere yönelik destek çalışmaları yürütülmektedir. Bu süreçte kısa gezintilerin önemli bir rolü bulunmakta ve tüm katılımcılar önerilen bir projeyle ilgili yeri ziyaret etmeye zorunlu tutularak, kişisel olarak bu bölgedeki ihtiyaç düzeyini değerlendirmek durumunda kalmaktadırlar (Wampler, 2000).

Bütçeleme sürecinin son aşamasında ise Belediye Bütçe Konseyi kendi seçtikleri projeleri Belediye Başkanlığı Bürosuna göndermektedir. Belediye başkanlığı personeli ise bu teklifi mevcut borç ödemeleri ve personel ödemeleri gibi geçmişten bu yana var olan ödenekler ile birleştirerek, onaylanması için Meclise göndermektedir. Brezilya’da Meclisin yetkileri sınırlı olduğundan genellikle bütçeyi onaylamakta ve nihai bütçe bir yıl boyunca uygulanmaktadır. Esasen Brezilya’da belediye konseyinin katılımcı bütçelemeye dayanarak kent yönetimi tarafından hazırlanan bütçe tekliflerini reddetme yetkisi bulunmakla birlikte, uygulamada bu hiçbir zaman gerçekleşmemiştir (Novy ve Leubolt, 2005: 2028). Katılımcıların çoğunluğunun dikkatleri politikaların belirlenmesi üzerindeyken, katılımcı bütçelemede seçilen projeler uygulamaya konulmaktadır. Önceden belirlenmiş göstergelere göre politikaların uygulanıp uygulanmadığı konusunda gözden geçirme toplantılarına katılmalarına karşın, katılımcıların bu süreçte sınırlı bir rolü bulunmaktadır (Wampler, 2000).

resim1

Bütçenin yıl boyunca uygulanması sürecinde yönetimin teknik planları hazırlama, idari birimler arasında koordinasyonu sağlama ve Belediye Bütçe Konseyini izleme gibi sorumlulukları bulunmaktadır. Katılımcıların ise teknik planları onaylama, projelerin uygulanmasının düzenlenmesini takip etme, projelerin uygulandığı yerleri izleme ve Belediye Bütçe Konseyi delegelerinin haftada bir kere toplanmasını sağlama şeklinde görevleri bulunmaktadır. Bölgesel komiteler, faaliyetlerin onaylanmış teknik planlara uygun yapılıp yapılmadığını izlemek durumundadırlar. Semt komiteleri ise bir yerdeki inşaat projelerini takip etmekte ve bu uygulama kamusal faaliyetlerin belirlenen göstergelere uygun olarak yapılmasını garanti etmektedir. Bu ise yolsuzluğun azaltılması açısından sürecin önemli bir parçasını oluşturmaktadır. Örneğin, katılımcı bütçelemenin uygulanmadığı Recife kentinde inceleme komiteleri yetersiz düzeydedir. Bu kentte etkili ve bağımsız izleme komiteleri yönetim tarafından desteklenmemekte ve bu durum vatandaşların yürütülen kamusal faaliyetlerin kalitesini izlenebilme olanaklarını sınırlandırmaktadır (Wampler, 2000).

¹ Prosedürel Demokrasinin işleyiş mantığı ve teorik arka planının ayrıntısı için bkz. Jürgen Habermas, İletişimsel Eylem Kuramı, Çev.: Mustafa Tüzel, İstanbul, Kabalcı Yayınevi, 2001., Jürgen Habermas, Öteki Olmak Ötekiyle Yaşamak, Çev.: İlknur Aka, İstanbul, YKY, 2005, ss.151-166.


(*) Bu makale, Maliye Dergisi’nin Ocak-Haziran 2009 dönemi için yayınlanan 156. sayısında yayınlanmıştır.

Devam Edecek…

Başarısız Bir Proje: Kent Konseyleri – 4

Türkiye ve İzmir ölçeğindeki uygulamalarının, kendisinden beklenenlere kıyasen başarısız olan kent konseyleri projesi ile ilgili yazı dizimizin bugünkü bölümünde kent konseyleri yapılanması ve uygulamasının hukuk karşısındaki konumunu ele alıp tartışmaya çalışacağız:

Kent konseyleri ile ilgili yasal düzenlemeleri incelemiş ve bu mevzuat çerçevesinde kent konseylerinde az da olsa çalışmış herkesin üzerinde uzlaştığı bir gerçek var. O da, 5216 sayılı Belediye Yasası’nın 76. maddesi ile Kent Konseyi Yönetmeliğinin ülkemizdeki katılımcı ve çoğulcu demokrasinin beklentileri açısından yetersizliği…

6572544_orig

Evet, gerçekten de 5216 sayılı Belediye Yasasının kent konseylerini düzenleyen 76. maddesi ile bu madde hükmüne göre İçişleri Bakanlığı’nca hazırlanan Kent Konseyi Yönetmeliği üzerinde yeterince düşünülüp tartışılmış, bir önceki Yerel Gündem’21 projesi deneyimlerinden yararlanılmış ve olası tüm ihtiyaçları karşılayan bir yasal düzenleme değil.

Üstüne üstlük aradan 10 yıl geçmiş olmasına karşın bu sürede edinilen deneyimleri dikkate alıp güncellenen, yaşanan sorunlara göre yeniden şekillendirilen, genelge ve yönergelerle zenginleştirilen bir mevzuat değil. O nedenle gerçek ihtiyaçlara cevap verdiğini iddia etmek mümkün değil.

Ancak, durum bu olmakla birlikte; kent konseyleri ile ilgilenen ya da uygulamada yer alan herkesin bu hukuki düzenlemelere titizlikle uyması gerekiyor. Çünkü ‘Hukuk Devleti’ olmanın yolu, hazırlanıp yürürlüğe konulan yasal düzenlemeler kendi demokrasi anlayışımız açısından yanlış ya da yetersiz olsalar bile başlangıçta onlara uyması gerekiyor. Aksi takdirde, bugün TBMM’nde yapılan oylamaların gizli oyla yapılması gerekirken bunu düzenleyen hükümlere uymayıp oyunu açık bir şekilde kullananlara gösterdiğimiz tepkiyi, kent konseylerine ilişkin hukuki düzenlemelere uymayanlara, onları dikkate almayanlara da göstermemiz gerekiyor.

Tabii ki bu yasal düzenlemelere bir yandan titizlikle uyarken, bu düzenlemeleri kendi demokrasi anlayışımız açısından yanlış ya da eksik bulmamız durumunda onları değiştirmek için gerekli olan demokratik mücadeleyi de unutmadan…

İzmir Kent Konseyi’nin yeni çalışma yönergesini hazırladığımız süreçte ülkemizde tanınan, bilinen toplam 18 ayrı kent konseyinin yönergesini hem yasal düzenlemelerle hem de kendi aralarında birbirleriyle karşılaştırarak incelemek imkânımız oldu.

Bu çalışma sırasında gördük ki Çankaya, Konak, Nilüfer, Odunpazarı, Gaziantep, Diyarbakır, Çanakkale kent konseyleri gibi herkesin bildiği tanıdığı, çalışmalarını takdirle izlediği birçok kent konseyine ait çalışma yönergesi mevcut yasal düzenlemelere aykırı, bu nedenle de yok hükmünde olan hükümleri içeriyor. Bu aykırılıklar yasal olarak yok hükmünde olmasına karşın uygulanıyor ve bu duruma kimselerden de ciddi bir itiraz gelmiyor.  Ne içişleri Bakanlığı normal yollardan ya da yaptığı teftişlerde bu konulara dikkat edip kent konseylerini uyarıyor ne de bu mevzuata aykırı hükümler nedeniyle hakları zarar görenler şikâyetçi oluyorlar.

Kısacası herkes bulunduğu konumdan ve içinde bulunduğu hukuksuzluktan ‘hallice memnun’ olduğu için bu durumu düzeltme yoluna bile gitmiyor. Aksi takdirde öncelikle kendi yerini, koltuğunu kaybedeceğini biliyor. O nedenle mevcut hukuksuzluklara göz yumuyor ve bu durum yeni hukuksuzluklara yol açıyor.

Bu hukuksuz durumlar bazen öyle uç noktalara varıyor ki; “nasılsa kimse bunun farkında değil, kimse bizi şikâyet etmiyor ve kimse bizi denetlemiyor, uyarmıyor” rahatlığıyla mevcut yasaları, hukuk düzenini dikkate almayan, “kanun da ne oluyormuş, yönetmelik de kim oluyormuş” anlayışıyla oldubitti durumlar yaratılıyor. Bu çerçevede katılımcı olması mümkün olmayanlar kurum, kuruluş ve kişiler genel kurullara katılıyor, belediye başkanlarına tanınan kontenjandan gelenlerin genel kurullara ve yürütme kurullara girmesi sağlanıyor, siyasi parti temsilcilerinin katılımının önü kesiliyor, katılım için yürütme kurulu ya da genel kurulunun onayı gibi usulsüz yöntemler icat ediliyor, kent konseyi başkanları sekretaryada çalışanların sicil amiri oluyor, çalışma grupları yürütme kurullarına sorulmaksızın meclis başkanları tarafından lağvedilebiliyor, meclisler adeta kent konseyine alternatif bir yapılanma içinde örgütlenebiliyor, genel sekreterlere kent konseyi başkanına ait temsil yetkileri verilebiliyor; hatta kent konseyi başkanının önüne geçmesinin yolu bile açılıyor…

www.public-domain-image.com (public domain image)

İşte bütün bunlar, verdiğimiz bu örnekler aslında yaratılan küçük iktidar alanları üzerinden kişisel egoların tatmin edildiği, mevcut ittifakların herkese makam, koltuk ve kartvizit dağıtılarak sağlama bağlandığı yanlışlıklar, eksiklikler ve hukuksuzluklar oluyor…

Bu hukuksuzluklar demokrasiyi, kişisel hak ve özgürlükleri, barışı, sivil toplum anlayışını, yönetişim zihniyetini zedeleyip ona zarar verdiği gibi aynı zamanda toplumdaki hukuka ve adalet duygusuna da zarar veriyor…

Aynen mevcut hukuki düzenlemeler çerçevesinde TBMM’nde oyunu gizli kullanması gerekirken oy pusulasını herkese göstere göstere kullanan insanların bugün yaptığı gibi bir durum bu (!)

O nedenle, demokrasinin ‘oyunbozanlık’ anlamına gelen bu tür çifte standartları kaldırmadığını söylemeden geçmeyelim…

Devam Edecek…

Önemli bir yönetim stratejisi: İşbirliği – 2

Ali Rıza Avcan

Önemli bir yönetim stratejisi olarak işbirliğini ele aldığımız bu yazının ilkinde belediyeler arasındaki işbirliğini ele alıp bunun gerekliliğini vurgulamaya çalışmıştık.

Bugün ise bir kentin yaşamındaki diğer önemli aktörlerden, merkezi yönetim kuruluşları olan valilikler, bakanlık temsilcilikleri, meslek odaları, demokratik kitle kuruluşları ve sivil toplum kuruluşları arasındaki işbirliğinden söz etmeye çalışacağız.

Eski’ Türk Dil Kurumu’nun 1981 baskılı ‘eski’ Türkçe Sözlüğüne göre ‘işbirliği’ sözcüğünü, “amaçları ve çıkarları bir olanların kurdukları çalışma ortaklığı” olarak tanımlanıyor.

motivasyon-004

Bu tanıma göre birden fazla taraf arasında işbirliği yapılabilmesi için ortada ortak bir çıkar ve amacın olması, işbirliğine taraf olanların bu amaç ve çıkarlar çerçevesinde bir araya gelmesi ve kendi başlarına yaptıklarından farklı bir çalışma ortamı yaratmaları gerekiyor.

Sözcüğün anlamını açıklayan Türk Dil Kurumu’na göre birden fazla olan tarafların amaç ve çıkarları arasında bir ortaklık olması için, iyi niyetli olduğunu varsaydığımız her bir tarafın öncelikle kendisi dışındaki diğer tarafların amaç ve çıkarlarını bilmesi, öğrenmesi gerekiyor.

Ardından da her birinin net ve kesin bir iradeyle bir araya gelerek kendi amaç ve çıkarlarıyla diğer tarafların amaç ve çıkarları arasındaki ortak noktaları arayıp bulmaları, buldukları ortak noktalar üzerinde karşılıklı bir anlaşmanın sağlanabilmesi için mevcut koşulların bu işbirliği için uygun olup olmadığını araştırması gerekiyor.

İşbirliği konusu ile ilgili taraflar arasında amaç ve çıkarlar açısından ortak noktalar bulunduğunu belirleyen tarafların öncelikle bir araya gelip bu ortak amaç ve çıkarları görüşüp tartışmaları gerekiyor.

Yapılan görüşme ve tartışmalar sonucunda netleşen bu ortak ve çıkarlar üzerinden işbirliğinin konu, amaç, hedef, kapsam, süre, yöntem ve eylem programı gibi farklı boyutları konusunda bir planlamanın yapılması ve olası uygulamanın izleme ve değerlendirilmesi ile ilgili ilke ve yöntemlerin belirlenmesi gerekiyor.

Ardından da tüm tarafların katılımıyla işbirliğinin uygulamaya sokulması gerekiyor.

Görüldüğü gibi basit bir işbirliğinin tasarlanıp uygulanması ve uygulamanın izlenip değerlendirilmesi bile uzun, zahmetli ve yorucu çalışmaları gerektiriyor.

Ayrıca amaç ve hedeflerde bir esneklik yaratmak, tavizler verebilmek konusunda fedakârca davranmayı da bilmek gerekiyor.

toplanti-012

Oysa hayat kısa ve her şeyi hemen yapmak, yapılanın meyvesini acilen toplamak gerekiyor…

O kadar düşünüp taşınıp plan yapmaya filan da vaktimiz yok.

Ayrıca kendim dururken, şişkinleşmeyi bekleyen egom kendi amaç ve hedeflerimi öncelerken “diğerlerini hiç bekleyemem” demek o kadar kolay ki…

Yola önce ben çıkmalıyım ve kimseyi dinlememeliyim…“, “Kimseyle birlikte olmak, işbirliği yapmak gibi dertlerim filan olmamalı…” Çünkü hedefe ilk ulaşan yarışı kazanır ve geride kalanlar sadece kaybedenlerdir… Ayrıca “ben o kadar sıkıntıya da gelemem, başkalarının tafrasını çekemem…

Az olsun, küçük olsun ama benim olsun!

Kazanırsam benim olur, kazanamazsam benim yenilgimle yıpranan umutlar nasılsa o işin yapılmasını daha da zorlaştırır…

Hele bir de araya din, mezhep, etnik ayrımlar ve siyasal rekabet girmişse, bunlar ayrılığın malzemesi ya da nedeni yapılmışsa; işler işte o zaman daha da bir kolaylaşır… “Ben onunla bir araya gelemem ki”, “bizim onlarla birlikte iş yapmamız mümkün olmaz” gibi gerekçeler arka arkaya sıralanır…

Ancak amaç ve hedef bir kamu mülkünün, halka ait bir değerin ya da zenginliğin paylaşılması, diğer bir deyimle yağmalanması söz konusu olduğunda bazı tarafların, özellikle de o kentte var olan sermaye çevrelerinin ve örgütlerinin, başka konularda bir araya gelemezken bu tür konularda kolaylıkla bir araya geldiklerini, belediye başkanının sağında ve solunda yer alarak “örnek” bir beraberlik sergilediklerini görmek de her zaman için mümkündür.

EXPO 2015 ve 2020 adaylık süreçlerinde büyük bir lokma olarak hedefe konulan ‘İnciraltı’, geçmişte ve günümüzde ‘Basmane Çukuru’, ‘Kültürpark’ ve ‘Körfez Geçiş Projesi’ gibi konularda görülen rant odaklı ortaklıklar ya da besleyip büyütüp İstanbul sermayesine teslim edilen Tansaş, Kipa ve İzair gibi işbirlikleri bunun en kolay hatırlanan, en somut örnekleridir.

Aslında bütün bunlar bildiğimiz, gördüğümüz, tanık olduğumuz şeyler…

f7582cab-7b47-4220-95bf-d1a8ce9f2540

İşte o nedenle belediyelerimiz, valiliklerimiz, bakanlıkların il örgütleri, meslek odalarımız, demokratik kitle örgütlerimiz ve de sivil toplum kuruluşlarımız ne kendi aralarında ne de diğer taraflarla bir araya gelmede, birlikte iş yapmada, işbirlikleri oluşturmada –ne yazık ki- başarılı olup sonuç alamıyorlar, bir araya gelseler bile bunu sürdüremiyorlar.

Çünkü işin püf noktasının katılımcı ve çoğulcu demokrasi olduğunu bilmekle birlikte; temsili demokrasinin araçlarından biri olan seçilmişler tarafından atanarak ya da bizatihi seçilerek edindikleri kendi güçlerini ve küçük iktidar alanlarını korumaktan vazgeçemiyorlar…