Ali Rıza Avcan
Son günlerde, kent ya da ekoloji mücadelesinde bir araya gelmek amacıyla yapılan bazı girişimlerde, yarı-kamu kurumu niteliğindeki meslek örgütleriyle kendini demokratik olarak tanımlayan bir kısım sivil toplum kuruluşunun ya da örgüt niteliği taşımayan grupların, “bireysel katılımcılar”la “siyasal partiler”e bilerek ve isteyerek yer vermek istemediğine; onların, oluşturulmak istenen beraberliklere dahil edilmediğine, bu nedenle kendilerini siyasi bir kimlik üzerinden tanıdığımız bazı kişi ya da grupların sırf bu beraberlikte yer alabilmek adına, “o olmazsa, bu olsun” örneğine benzer oportünist bir tavırla ve yeni bir kimlikle ortaya çıktıklarına tanık oluyorum.
Bunun karşılığında, bireysel ölçekte mücadele verenlerin ise ya bu mücadele alanından uzak durmayı tercih ettiklerini ya da o beraberliğe kendilerine yakın bir meslek odası, dernek ya da oluşumun temsilcisi olarak katıldıklarını; siyasetçilerin de, “benim şu siyasi partide görevim var, ben belki size zarar verebilirim” gerekçesiyle o beraberlikten uzak durduğunu veya farklı, yeni bir kimlikle o mücadelede yer aldığını görüyorum.
İzmir’le ilgili sorunlara sahip çıkacağı söylenen “İzmir’e Sahip Çık Platformu” ile ülkedeki tüm çevre ve ekoloji örgütlerini bir araya getirdiği söylenen “Ekoloji Birliği” yapılanmaları, bu konuda aklıma gelen ilk örneklerdir.
Sanıyorum, uzun bir süredir revaçta olan “kimlikler siyaseti” ve bunun doğal bir sonucu olarak herkesin birden fazla kimliğe sahip olması, bu durumu fazlasıyla kolaylaştırıp meşrulaştırıyor!
Bu arada, sessiz ve ilgisiz kalıp o meşhur “Protestan papazı” rolünü oynamanın bile başlı başına bir siyasi tavır olduğu günümüz koşullarında, siyasi mücadeleye giriştiği takdirde değişik tehlikelerle; örneğin o derneğin kapatılabileceği endişesiyle pasif kalmayı öneren sahte demokratlarla da karşılaşıyorum.
Geçtiğimiz aylarda katıldığım Mülkiyeliler Birliği Genel Merkezi seçimlerinde, bir grup Mülkiyeli’nin önerdiği “Aman dikkat, başımıza bir iş gelebilir, derneğimiz kapatılabilir” korkusuyla sergiledikleri fazlasıyla tedbirli pasifist tutum gibi.
Peki, OHAL hukuksuzluğunun egemen olduğu günümüz koşullarında; ayrıca örgütlenip kurumsal bir yapıya ulaşmanın birçok toplum kesimi için mümkün olmadığı bir ülke ve kentte, bireyleri ve siyaseti dışarıda bırakarak sadece kurumlardan oluşan bir beraberliği oluşturmak mümkün müdür? Ayrıca bu tavır, doğru, etkili ve sağlıklı bir tutum mudur? Bu tutum kimin ya da kimlerin işine yarar, kimin ya da kimlerin işine yaramaz?
Örneğin örgütlenemeyen işçi ve emekçiler veya üniversitelerden KHK’larla atılan akademisyenler ya da işsiz ve yoksullar sırf örgütlenemedikleri, örgütlenmeleri yasaklandığı için, bir kurumun yöneticisi ya da üyesi olamadıkları ya da böyle bir şeyi tercih etmedikleri için böylesi mücadele birliklerinin dışında mı bırakılacaktır? Bu tutum, örgütlenmemiş kesim ya da bireylerin zaten kısıtlanmış hak ve özgürlüklerinin daha da kısıtlanması anlamına gelmeyecek midir?
Ayrıca, bu tür kent ya da ekoloji mücadelelerinde niye bireyler ve siyasi partiler oluşturulan beraberliğin dışında tutulmak istenmektedir?
Onların kurumsal hiyerarşi ve disiplinle kısıtlanmamış özgürlük, yaratıcılık ve sorgulayan eleştirel tutumları denetlenemez, ‘zapturap’ altına alınamaz bir tehlike olarak mı algılanmaktadır?
Hele ki hepimizin şikayetçi olduğu mevcut burjuva hukuk düzeni bile bireyin birçok konuda dava açarak hak talebinde bulunmasına izin verdiği halde; aynı bireyin kent ya da ekoloji boyutlu toplumsal mücadele düzlemlerinde itibar görmeyişi; hatta mücadeleye dahil edilmek istenmeyişi, bunu talep edenlerin mevcut düzenden ve düzen taraftarlarından daha fazla antidemokratik bir öze sahip olduğunun güzel bir kanıtı değil midir?
Tabii ki bütün bu soruları yanıtlarken dikkate almamız gereken tek bir ölçüt vardır: O da bütün bu soruların muhatabı olan kurumlarda katılımcı ve çoğulcu demokrasinin gerçekten var olup olmadığı ile o kurum yöneticilerinin bu gerçeklik üzerinden geliştirilip içselleştirdikleri demokratik bir tutuma sahip olup olmadıklarıdır.
Şayet katılım ve çoğulculuk boyutunda demokratik oldukları söylenen kurumların yöneticileri, sorunun tarafları arasında kendi kişisel, mesleki ya da siyasi tercihleri doğrultusunda bir ayırım yapıyorlarsa; daha doğru bir anlatımla, demokratik tutum ve davranıştan uzak bir şekilde bireyleri ve siyasi kurumları dışarıda bırakmak için çaba gösterip bunda başarılı oluyorlarsa, o beraberliğin yapısal anlamda sorunlu, ilişkiler boyutunda kısır, hedefler açısından başarısız, sonuçlar açısından etkisiz ve ömrü açısından da kısa olacağı söylenebilir.
Çünkü demokrasiyi içselleştirememiş, demokratik davranmayı bir kurum ve yaşam kültürü olarak geliştirememiş olanlar, aslında o beraberlik içinde yer almaması gereken ve aslında bu tutumlarıyla örgütlenmek istenen kent ya da ekoloji mücadelesine zarar veren kurum ya da kişiler olarak nitelenebilir.
Oluşturulan ya da oluşturulacak beraberlikler içinde siyasetçinin ve siyasal partilerin yer almamasını isteyerek, aslında siyasetin âlâsını yapan: böylelikle uzun erimde o mücadele girişiminin etkisiz ve başarısız olmasını sağlayıp mücadele ettiğimiz kurum, kesim ve sınıfların işine yarayacak “ayrı” ve “özel” bir siyasetin uygulayıcısı konumuna düşerler.
Kent ya da ekoloji odaklı beraberliklerde bireylerin yer almasını istemeyen örgüt ve kesimler aslında, özgür, eleştirel, yaratıcı ve gerektiğinde içinde bulunduğu yeri ve konumu devamlı sorgulayan bireyler yerine, kendi ast-üst ilişkileri içinde sahip oldukları yerin gücüyle yarattıkları bu küçük iktidar alanlarında, belirleyici olabilecekleri bir konuma sahip olmak istemektedirler.
İşte o anlamda, mücadelenin yapılacağı yerlerde hangi beraberliklerin kurulacağına, bu beraberliklere kimlerin katılacağına, bu beraberliklerin hangi işlerle uğraşacağına ve benzerlerine kendileri karar verip bunu beraberliğin diğer katılımcılarına dayatarak kabul ettirmeye çalışıyorlar. Böylelikle kendi ast-üst ilişkileri/ hiyerarşik yapıları içinde söz geçiremeyecekleri -kendilerince “isyankar“, “kural tanımaz“, “sorunlu“- bireylerle birlikte olmayı istememekte, onları kendi iktidar alanları içinde bulundurmayı ve onlarla “muhatap olmayı“, kendileri için bir tehlike olarak görmektedirler.
Kent ya da ekoloji odaklı beraberliklerde ortaya çıkan bu olumsuz durumun diğer bir nedeni ise, Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) 16 Nisan 2017 tarihli Anayasa Referandumu’ndaki “Hayır Cephesi”nde spontan bir şekilde bir araya geldiği Halkların Demokratik Partisi (HDP) ile birlikte gözüküp işbirliği yapma konusundaki çekincesi; daha doğrusu “şimdi bana da terörist, PKK’lı derler” şeklindeki korkusudur.
Nitekim o korkudur ki, CHP’li olan ya da ondan etkilenen, onunla işbirliği yapan ya da geleceğini onda görenler, HDP’nin ya da bağlaşıklarının bu beraberliklerde kendi gerçek adlarıyla yer almasına karşı çıkmakta ya da onlarla bir araya gelmekten titizlikle kaçınmaktadırlar.
Hepimizin bildiği gibi, kent ya da ekoloji mücadelesine bireylerin ve siyasi partilerin katılımını engelleyen kurum ya da şahıslar, asıl güçlerini temsil ettikleri kurumlardaki “geçici” konumlarından almaktadır. Yarın öbür gün o kurumlardaki görevlerinin süresi bittiğinde ve yerlerine başkaları geldiğinde, örneklerini çevremizde bolca gördüğümüz gibi , “sudan çıkmış balık” misali kendilerine yer, güç ve iş arayan insanlara dönüşeceklerdir.
İşin asıl ilginç yönü ise, kent ya da ekoloji mücadelesi için her bir araya gelişte bireyi ve siyasi kurumları dışarıda bırakmaya çalışan bu politika, yaşamdan kopuk olmalarının bir sonucu olarak gittikçe küçülüp önemini kaybeden, etkisizleştikçe toplumdan ayrı düşen; hatta toplum hafızasındaki yerini koruyamayıp tarihin çöplüğüne atılan beyhude girişimler olarak nitelenecek olmasıdır.
İşte o nedenle, tüm kent ya da ekoloji mücadelelerinin işin başında belirlenmiş bir politikası, stratejisi, temel değer, ilke ve etik kuralları olmadıkça, bunlar tüm taraflarca bilinmedikçe, bunlar uygulanmadıkça ve mücadelenin tarafı olan ilgili tüm kurum, kuruluş ve kişileri kapsamadığı sürece yaşaması, hedeflerine ulaşması ve başarıyı yakalaması -ne yazık ki- mümkün değildir.
Bu anlamda tüm gerçek kent ya da ekoloji mücadelelerinin başarıya ulaşma koşulunun, katılımcı ve çoğulcu boyuttaki demokrasinin varlığına bağlı olduğunu; kurumların ve onların yöneticilerinin katılımcı ve çoğulcu demokrasi boyutunda kurumsallaşmış yapı ve uygulamaları olmadığı sürece, onların marifetiyle oluşturulacak her düzeydeki mücadele alanının da demokratik olmayacağını söyleyebiliriz.