Ağaçların yerine ormanı görebilmek…

Ali Rıza Avcan

Geçtiğimiz haftanın son günlerinde, A3 Haber sitesinde yazılarını ilgiyle okuduğum gazeteci Serdar Öztürk’ün, “Kent Konseyleri Dosyası” başlıklı birbirini izleyen üç ayrı yazısını okudum.

Söz konusu yazılarda Karşıyaka Belediye Başkanı Şebnem Tabak‘ın hizmet döneminde Karşıyaka Kent Meclisi ve Konak Belediye Başkanı Hakan Tartan‘ın hizmet döneminde Konak Kent Konseyi’nde görev yapmış Doç. Dr. Metin Erten’in kent konseyleri ile ilgili görüş, düşünce ve değerlendirmelerini bir kez daha dinleme olanağına kavuşmuş olduk.

Bu çerçevede bu söyleşiyi okurken, keşke kent konseyleri gibi önemli bir konuyu tek bir kişiden değil de; değişik yer, zaman ve düzlemlerde bu konuyla ilgilenmiş, bu alanda çalışıp konuya farklı açılardan yaklaşan birbirinden farklı görüş sahiplerini bir araya getiren daha demokratik bir söyleşi ortamı yaratılsaydı diye düşünmekten de kendimi alamadım.

Örneğin böyle bir dosya açarak konunun Türkiye ölçeğinde ele alınıp tartışılması benden istenmiş olsaydı, uzun yıllar Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nda (UNDP), Türkiye Yerel Gündem 21 Programı ile Kent Konseyleri ile ilgili projeden sorumlu olmak üzere Demokratik Yönetişim Programları Direktörü olarak görev yapıp, şu an bu projenin Kurumsal Koordinatörü olarak görev yapan Birleşmiş Kentler ve Yerel Yönetimler Orta Doğu ve Batı Asya Teşkilatı‘nda (UCLG-MEWA) Genel Koordinatör olarak çalışan Dr. Leyla Şen’in, kent konseyleri uygulaması konusunda başarılı uygulamalar yapması nedeniyle birçok kent konseyi tarafından örnek alınan Bursa, Nilüfer Kent Konseyi başkanı Neslihan Binbaş’ın ve şu an İzmir’de fiili olarak görev yapan herhangi bir kent konseyi başkanının; hatta bilerek ve isteyerek kent konseyi kurmamış bir belediye başkanının içinde yer aldığı demokratik bir tartışma ortamını oluşturarak değişik fikirlerin tartışılması için elimden geleni yapardım diye düşünüyorum.

Gelelim üç yazıdan oluşan dizide kent konseyleri için söylenenleri ele alıp değerlendirmeye….

Kent konseyleri, iddia edilenin aksine bir fikir kulübü değildir…

Gazeteci Serdar Öztürk, “kentte yönetime katılmak nedir?” diye soruyor… Cevaplayan Metin Erten ise bu soruya söyleşinin farklı yerlerinde şu karşılıkları veriyor:

Kentte yönetime katılmak, kentle ilgili bir karar alınmadan önce (vurgulamak istiyorum, “karar alınmadan önce”) bununla ilgili olarak insanların fikirlerini söyleyebilmeleridir. Bu fikrini söyleme örgütlü yani kurumsal olursa ideal olur elbette. “ …….

Kentte yönetime katılım böyle bir şey. Kenti yönetenlerin kentle ilgili önemli bir kararı almadan önce kentlilerle bunu paylaşmaları. Kentteki kurumların ve sokaktaki kentlilerin örgütlenmiş olarak bunu tartışmaları. Bir görüş oluşturmaları.” ……

Kenttekiler; kentle ilgili bir konuda karar alınmadan önce fikirlerini söylerlerse, bunu söyleyecekleri bir yapı, oluşum olursa bu yönetime katılmak olur. Bu işin püf noktası fikir, öneri üretmektir. Yalnızca şikâyet etmek, “olmaz” demek yönetime katılmak değildir.” …..

Hepimizin bilmesi gereken şey, kenti yönetenin belediye başkanı ve meclisi olduğudur. Yani karar veren yer orasıdır. Konsey öneri üretir. Yaptığı her öneri belediye başkanının hoşuna gitmeyebilir. O da bu öneriyi yerine getirmez. Getirmek zorunda da değildir zaten. Konseyin görevi “ne yapsak da belediye başkanını rezil etsek” değildir. Konseyin görevi “ne yapsak da belediye başkanının şakşakçılığını yapsak” da değildir. Konseyin görevi kenti için öneri üretmektir. Konsey üretir, kenti yönetenlere sunar. Önerileri yerine getirip getirmemek kenti yönetenlerin sorumluluğundadır. Konsey, belediye başkanının önünde, arkasında, yanında, karşısında değildir. Ne başkana karşıdır, ne onun elemanıdır. Burada herkesin bulunduğu yeri bilmesi önemlidir. Aradaki işleyiş konseyden başkana doğru da olmayabilir. Belediye başkanı da konseyden görüş oluşturulmasını isteyebilir.

Gördüğünüz gibi “kentte yönetime katılmak”, sorunun sistemle, demokrasi ile, siyasetle ilgisi ortaya konulmadan, sadece kentte yaşayanların, yaşadıkları kentle ilgili bir karar alınmadan önce fikirlerini söylemeleri şeklinde tanımlanıyor ve konu orada bitiyor. Üstüne üstlük, “kenti yönetenlerin kentle ilgili önemli bir karar almadan önce kentlilerle bunu tartışmaları” denilerek önemsiz kararlar kapsam dışında bırakılıyor. Yönetime katılmak sadece fikirleri söylemek düzeyinde bırakılıp daha ötesi tümüyle iktidarı elinde tutan yönetime bırakılıyor:

Fikrini söyle ve git. Gerisi bana/bize ait…

Anlaşılıyor ki, soruları yanıtlayan Metin Erten‘in katılımdan, katılımcı demokrasiden anladığı sadece bu! “Gerisini biz belediye başkanı ile bir araya gelip halledelim; listeye kimlerin girip giremeyeceğini onunla belirleyelim… Ondan sonra da yaptığımızı “herkesi kentin yönetimine kattık” diyerek lanse edebilelim…

Katılım türleri….

Kent konseylerini düşünürken kapitalizmi, siyaseti, ideolojiyi, demokrasiyi ve kent hakkını unutmamak…

Bence bu garip durum, “kentte yönetime katılım” olgusunun durduk yerde neden ortaya çıktığı sorusunun sorulmayışından kaynaklanıyor.

O halde şimdi biz bu soruyu soralım: Sahi, şu ‘yönetime katılmak’, ‘kentte yönetime katılmak’ denen şey niye, ne zaman ve ne şekilde ortaya çıktı? Buna niye gerek duyuldu?

Evet, antik Yunan ve Roma site yönetimlerinde, oy kullanma hakkına sahip soylu erkeklerin Bouleuterion adı verilen bugünün kent meclislerine benzer yerlere giderek, kölelere ya da kadınlara danışmadan kentle ilgili kararlar almalarına ‘doğrudan demokrasi’ diyoruz; ama diğer yandan da bunun soylu ve varlıklı erkeklerden oluşan seçkin bir grubun demokrasisi olduğunu da biliyoruz.

1789 Fransız Devrimi ile birlikte, halkın seçilmiş temsilcilerinin kent meclisleriyle parlamentolarda halkın çıkarlarını korumak için görev almaları fikri, demokrasinin tarihsel bir aşaması olarak ‘Temsili Demokrasi‘nin kapısını açmakla birlikte, geçen zaman içinde bu model bozulmaya, başlangıçtaki amaç ve hedefinden uzaklaşmaya; hatta yozlaşmaya başlıyor. Böylelikle, -aynen Karşıyaka’da yaşadıklarımızda olduğu gibi- yurttaşların önüne hiç tanıyıp bilmedikleri insanlar çıkarılıp, “bundan böyle oylarınızla bu kişileri temsilci olarak seçeceksiniz, bizim belirlediğimiz bu kişiler sizin temsilcileriniz olacak” deniliyor. Böylelikle yurttaş ya da kentli, ambargo konulmuş iradesi ile aslında hiç tanımadığı adayları milletvekili, belediye başkanı ve belediye meclisi üyesi olarak seçmeye başlıyor.

Temsili demokrasi‘ adı verilen bu aldatıcı oyunun, kapitalist sistemin emrindeki ‘oyunbozanlar‘ ve ‘hilekârlar‘ eliyle yozlaşmaya başlaması ve seçilen vekillerin ‘halkın temsilcisi olma‘ niteliğini kaybetmesi nedeniyle, o vekillerin oluşturduğu parlamentolarla belediye meclislerine alternatif oluşturmak üzere mahalle, semt; hatta sokak düzleminde kendiliğinden örgütlenmeler ortaya çıkmaya başlıyor.

O nedenle, Fatsa (1979) örneğinden yola çıkarak İstanbul Ümraniye 1 Mayıs (1977), Gazi (1995), Güzeltepe, Nurtepe Çayan (1977) gibi gecekondu mahallelerinde yaşayan dar gelirli, yoksul insanlar değişik devrimci grupların rehberliğinde hem sahip oldukları yasal hakları, hem de sivil itaatsizlik, direniş gibi değişik mücadele yol ve yöntemlerini kullanarak, çoğunlukla mahalle muhtarlıklarını devre dışı bırakarak ya da mahalle muhtarları ile birlikte hemşehrilik ve mezhepçilik gibi geleneklerle mücadele ederek kendi öz örgütleri olan mahalle komitelerini, halk meclislerini kurmaya başlamışlar, temsili demokrasinin yetersizliklerini kendi güç ve eylemleriyle aşmaya çalışmışlardır. Bu anlamda gerektiğinde yasaların dışına çıkılarak ve direniş hakkının kullanılması suretiyle kendiliğinden başlayan bu girişimler, kent yönetimine katılım anlayışının düzen dışı ilk örneklerini oluşturmuştur.

Kentlerde ve mahallelerde kendiliğinden gelişen ve zaman içinde devrimci hareketin etkisine giren bu tepkisel uygulamalardan etkilenen CHP’li bazı belediye başkanları ise, kendi beldelerinde bu tür oluşumların önünü açıp kendi yerel güçleriyle ilişkilendirmeye çalışmışlar; bu nedenle başkanı oldukları oluşumlara, temsilci olma niteliğini kaybetmiş mevcut belediye meclisi üyeleriyle il genel meclisi üyelerini de dahil ederek; hatta bu oluşumların tüzüklerini bile hazırlayarak halk meclisi (Dikili, 1983), kent parlamentosu (Aliağa, 1994), kent senatosu (Urla, 1997) ve kent meclisi (Karşıyaka, 2000) adıyla belediye meclisi dışında ikinci bir meclis kurmuşlardır. Bugün ise bu oluşumların hiçbirinden herhangi bir iz ya da kalıntı dahi kalmamıştır. Hatta o kentlerde yaşayan çoğu insanın, özellikle de gençlerin yaşadıkları kentte bir vakitler böyle bir şeyin yaşandığından bile haberi yoktur.

Bunu daha da ileri tarihlere götürmeye kalktığımız takdirde, 1994-1997 döneminde mahallelerde yaşayan ya da çalışan insanların gönüllü olarak katılıp çalıştıkları Semt Danışma Merkezleri (SEDAM) eliyle mahalle ve sokak komitelerinin oluşumunu özendirip onlarla birlikte çalışan Saffet Bulut başkanlığındaki İstanbul, Bahçelievler Belediyesi uygulaması da, ilginç bir örnek olarak tarihe geçirmemiz gerekir.

Ayrıca bu tür özgün girişimlerin arasına, Yerel Gündem 21 Programının devam ettiği 1999-2001 döneminde, İzmir, Alsancak bölgesinde bulunan ya da faaliyet gösteren 76 adet meslek odası, dernek, vakıf ve sendikayla yurttaşların, aralarına herhangi bir belediyeyi almadan ya da belediyenin denetimine girmeden oluşturduğu Alsancak Sivil Katılım Platformu’nu da dahil etmemiz gerekir.

Ele aldığımız bütün bu toplumsal muhalefet hareketlerinde, temsili demokrasinin iflası sonucunda ortaya çıkan tabandan gelen halk taleplerinin etkisi olmakla birlikte; merkezi yönetimin de, 1996 yılında İstanbul’da yapılan Habitat II İnsan Yerleşimleri Birleşmiş Milletler Konferansı çerçevesinde, mahallelerde ve kentlerde kendiliğinden gelişip ortaya çıkan ve müesses nizamın geleceği açısından tehdit oluşturan bu hareketleri kontrol altına alıp, Dünya Bankası, IMF, Dünya Ticaret Örgütü, Avrupa Kalkınma Bankası, Uluslararası Kalkınma Programı gibi uluslararası kurumların önerdiği ‘yönetişim‘ temelli bir yapıya dahil etme çabaları yoğunlaşmış, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) ile imzalanan İşbirliği Anlaşması ile kabul edilen 1997 tarihli Türkiye Yerel Gündem 21 Programı bu kaygı ve kontrol çabasının bir ilk ürünü olarak hizmete sokulmuştur.

Devletin, halkın kent yönetimine katılımı konusunda attığı bu adımın arkasında yatan asıl neden, kentin yönetimine katılım konusunda kendiliğinden ortaya çıkıp gittikçe güçlenen toplumsal muhalefeti kontrol altına alıp kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirme isteğidir. Devlet ayrıca bu hamle ile belediyeler tarafından geliştirilen ve kendilerine halk parlamentosu, meclisi, kurultayı ya da senatosu adını veren oluşumların önünü kesip onları da kontrol altına almak arzusundadır. Bu anlamda devlete göre en iyi çözüm 1997 yılındaki koşullara göre valilik, kaymakamlık ve belediyelerin yönetim ve denetiminde olan Yerel Gündem 21 ya da kent konseyleri gibi, toplumsal mücadele yerine uzlaşıp anlaşmayı hedefleyen oluşumlara izin verip teşvik etmektir.

Çünkü Henri Lefebre’in 1968 Öğrenci Ayaklanmaları sırasında geliştirdiği ‘şehir hakkı’ kavramı ya da David Harvey’in 2008 yılında “Şehir hakkı şehir kaynaklarına bireysel olarak erişme özgürlüğünden çok fazlasıdır: şehri değiştirerek kendimizi değiştirme hakkıdır. Dahası, bireysel değil ortak bir haktır çünkü bu dönüşüm kaçınılmaz olarak şehirleşme süreçlerini yeniden şekillendirecek kolektif bir gücün uygulanmasına dayanır. Şehirlerimizi ve kendimizi yapma ve yeniden yapma özgürlüğü, iddia ediyorum, insan haklarımız içinde en kıymetli ve en ihmal edilmiş bir haktır.” şeklinde tanımladığı ‘kent hakkı’, toplumsal muhalefet içinde yer edinip etkili olmaya başlamış; böylelikle yönetime katılma kavramının aslında ‘yönetişim’, ‘sürdürülebilir kentleşme’, ‘uzlaşma’ gibi kavramlar yerine ‘kent hakkı’ ve ‘hak temelli mücadele’ gibi temel olgu ve kavramlarla ilişkili olduğu ortaya çıkmıştır.

Bu anlamda halkın kent yönetimine katılması amacıyla, neoliberal hegemonyanın uluslararası kurumları tarafından geliştirilip 1997-2006 döneminde uygulanan Türkiye Yerel Gündem 21 Programı, ‘Kentine Sahip Çıkmak’, ‘Çözümde Ortaklık’ ve ‘Aktif Katılım’ ilkeleri çerçevesinde çalışmaya başlamış ve bu programın örnek gösterilen en iyi uygulaması İzmir Yerel Gündem 21 çalışmaları olmuştur.

Ancak bu program tüm ülke genelinde bir yandan başarılı, diğer yandan de yetersiz bulunduğu için Türkiye Yerel Gündem 21 Programı, 2009 yılının Ekim ayında uygulanmaya başlayan “Kent Konseylerinin Güçlendirilmesi ve Yerel Demokratik Yönetişim Mekanizmaları Olarak İşlev Görmelerine Yönelik Eğitim ve Kapasite Geliştirme Desteği Sağlanması” başlıklı devam projesi ile kent konseylerine dönüştürülmüş; böylelikle “Gelin, Birlikte Yönetelim” sloganıyla kentin ‘yerel yönetişim anlayışı’ çerçevesinde belediye, valilik ve sivil toplum işbirliği içinde birlikte yönetileceği iddia edilmiştir.

Bu bağlamda, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) ile imzalanan İşbirliği Anlaşması kapsamında UCLG-MEWA koordinatörlüğünde başlatılan devam projesi, aynen Türkiye Yerel Gündem 21 Programında olduğu gibi neoliberal ideolojinin bir iktidar ve güç aracı olarak önerdiği ‘yönetişim’ anlayışının yerel düzeydeki uygulaması olarak çalışmaya başlamış; ama gerçekte kentleri başkaları yönetmiştir.

Bunun en iyi örneğini ise, Prof. Dr. İlhan Tekeli tarafından ‘İzmir Yönetişim Ağı’ adıyla oluşturulan sistem içindeki, ‘iyi yönetişim’ ilkelerine aykırı uygulamalar oluşturmuştur:

Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP), ‘yönetişim‘ kavramını, “bir toplumun siyasi, ekonomik ve sosyal işlerini kamu, özel sektörle ve gönüllü sektörle ilişkiler bağlamında yürütmek için kullandığı değerler, politikalar ve kurumların oluşturduğu bir sistem” olarak tanımlamış olmakla birlikte; İzmir Kent Konseyi içinde yer alması gereken özel sektör temsilcileri 2009 yılında İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından kurulan İzmir Ekonomik Kalkınma ve Koordinasyon Kurulu‘na (İEKKK) alınarak İzmir Kent Konseyi‘nin sadece İzmir Valiliği, İzmir Büyükşehir Belediyesi ve sivil toplum temsilcilerinin yer aldığı eksik ve sakat bir yapı olarak bir yanda bırakılması, kentle ilgili önemli kararların ise İzmir Kent Konseyi yerine, üyelerinin çoğunu sermaye temsilcilerinin oluşturduğu İzmir Ekonomik Kalkınma ve Koordinasyon Kurulu‘nda (İEKKK) görüşülüp karara bağlanması, esasen bu Kurul’un başkanı olması gereken İzmir Kent Konseyi başkanına bu Kurul’da İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer‘in onayı ile bir adet katılımcı koltuğunun verilmesi ise kara mizah düzeyindeki çarpıklığın en iyi örneğidir.

İzmir Ekonomik Kalkınma ve Koordinasyon Kurulu (İEKKK)

Bugün itibariyle hem Türkiye Yerel Gündem 21 Programı hem de Kent Konseyleri uygulaması Türkiye ölçeğinde başarısızlığa uğramıştır. Çünkü temel amacı halkın kent yönetimine gerçek ve aktif katılımını sağlamak değil; bu alanda ortaya çıkabilecek olası bağımsız girişimleri engelleyip önlemektir. Bunu gerçekleştirmek amacıyla önerdikleri model ise ülke koşullarına uygun olmadığı için geri tepmiş, kent konseyleri yanlış, yetersiz ve sorunlu yapı ve işleyişleriyle yerel ölçekte yönetişimi sağlayamamış, gerçek katılım konusunda halkı aldatan bir engel olarak zaten zayıf olan etkilerini her geçen gün kaybetmeye başlamıştır.

Merkezi yönetim bu engelleyip önleme çabasında kendince başarılı olmuştur. Çünkü AKP iktidarının son yıllarında özgürlükçü politikalar yerine güvenlik odaklı politika ve uygulamalara odaklanması nedeniyle, belediyelerin kent konseyleri dışında başka bir örgütlenme yoluna gidemeyeceği; daha doğrusu, gitmesine izin verilmeyeceği, halkın da kent konseyleri dışında yapacağı girişimlerin, bir resmi kurum olarak belediyelerle birlikte ilişkiye geçemeyeceği bir korku ikliminde toplumun içinden çıkıp gelişecek muhalefetin yerel yönetimlerle birlikte hareket edemeyeceği ortadadır.

Ezcümle, A3 Haber sitesinde yayınlanan söyleşide yer alan “kentte yönetime katılma” konusunda ormanın bütünü yerine tek tek ağaçları görmeyi tercih eden yorum ve değerlendirmeler, ‘kapitalist kent’, ‘temsili demokrasi‘, ‘katılımcı demokrasi‘, ‘çoğulcu demokrasi‘, ‘küreselleşme’, ‘yönetişim’, ‘neoliberalizm’, ‘kentsel toplumsal hareketler’, ‘düşünce özgürlüğü ve örgütlenme hakkı‘ ve ‘kent hakkı’ gibi can alıcı kavramlarla ifade edilen çağdaş düşünce ve uygulamalarla herhangi bir ilişki kurmadığı ya da kuramadığı için; ayrıca, bir kent konseyinin 2,5-3 yıl kent konseyi başkanı olmadan çalışması ya da iki ayrı kent konseyi başkanlığının aynı kişi tarafından yürütülmesi gibi gerek içinde yaşadığımız İzmir’de, gerekse ülke düzeyinde yaşanan garip olay ve sorunlara değinmediği için ve olayı sadece ‘fikir sorulan’ bir düşünce kulübü boyutunda ele alıp bıraktığı için oldukça yanlış, eksik, yüzeysel ve yetersizdir.

Önemli Not: A3Haber tarafından Metin Erten’le yapılan söyleşiye dair değerlendirmelerimiz değişik yazı başlıkları altında devam edecektir…

Kent hakkından kentsel muhalefete bakmak (*)

Cihan Uzunçarşılı Baysal

I. KENT HAKKI : “KENT HAKKI BİR FERYAT VE TALEP GİBİDİR…” H. Lefebvre (1967)
Kent hakkı, terimi aynı adlı eserinde kullanan ünlü Marksist düşünür Henri Lefebvre tarafından literatüre kazandırılmış. 1967’de Kapital’in ilk cildinin yayınlanışının yüzüncü yılı vesilesiyle ve Mayıs 1968 protestolarını doğuran ekonomik, toplumsal ve siyasal sistemden etkilenerek kaleme alınan eser, devrimci ve sistem karşıtı özüyle ‘68 Hareketinin sloganlarına da ilham kaynağı olmuş.

Geleneksel kenti, toplumsalın, siyasalın, refahın, bilginin, karşılaşmaların, oyunun, eğlencenin, sanatın üretildiği bir “oeuvre” (sanat eseri) olarak tanımlayan Lefebvre, bu sanat eserinin, kent sakinlerince -vatandaşlık bağı aramadan mülteciler de dahil- kolektif olarak yaratıldığını öne sürer. Lefebvre’e göre, bir kente ait olmayı, mülkiyet ya da zenginlik değil temellük hakkı ve katılımcılık belirler. Kentsel mekanın tasarlanması, üretilmesi ve yeniden üretilmesinde, kentin yönetimi ile ilgili herhangi bir karar alma sürecinin odağında kent sakinleri yer almalı ve aynı zamanda, kısıtlamaya tabi olmadan kentin mekanlarını kullanma, işgal ve temellük hakkına da sahip olmalıdırlar. Böylece, kentsel mekanın üretimini belirleyen güç ilişkileri yeniden düzenlenecek ve kent üzerindeki hak sahipliği ile kent ve kentleşme süreçleri üzerindeki denetim, devlet ve sermayeden kentin sakinlerine geçecektir. Dolayısıyla, “Kente ait olmak devrimci bir eylemdir!”. Katılımcılığın kentsel yaşama hayat verdiğini ve aynı zamanda potansiyel olarak etkin bir vatandaşlık yarattığını, yokluğunun ise genellikle kentin ölümüne işaret ettiğini öne süren Lefebvre, kent hakkının, demokratik ve katılımcı bir kent ve kendi kaderlerini kendileri şekillendirmeye çalışan sakinlerde ifadesini bulduğunu belirtir. (1)

Lefebvre, “Kent hakkı bir feryat ve talep gibidir…” derken, feryadı, kullanım değerini yitiren kente karşı haykırmıştır. Lefebvre, dönemini, metaların mekanda üretiminden mekanın kendisinin meta olarak üretildiği dönem olarak tanımlar. (2) Kapitalizm, kenti metalaştırarak kendini yeniden üretirken kentin değişim değeri karşısında kullanım değerini yok eder. Gidişat, kentin gündelik yaşamının içinde aktığı mikro mekanları da parçalar, kendi kentine yabancılaşmış bir toplum ortaya çıkar. Kapitalist toplumsal ilişkiler somutlaşıp yerleştikçe, bir yerde yaşamanın anlamı yerleşim yerine indirgenir; karşılaşma, oyun, içinden geldiğince hareket, işgal gibi sanat eserini (kenti) kolektif yarattığımız gündelik yaşam eylemleri, tüketim mekanlarında ve devasa bina yığınlarının yabancılaştırıcı etkileri altında imkansızlaşır (3) : Kent giderek “…bir belge, bir sergi ya da bir müze görünümü alır. Tarihsel olarak biçimlenmiş (kent) artık yaşanmaz, pratik olarak kavranmaz.Turistler için, gösterilere ve pitoreske susamış estetizm için kültürel bir tüketim nesnesinden başka bir şey değildir. Onu sahiden anlamaya çalışanlar için bile (kent) ölüdür”.

Kent hakkı, 1968’de olduğu üzere bugün için de, var olan kapitalist kente metalaştırılmış son kertede finansallaştırılmış, büyüme motoruna dönüştürülmüş, mağduriyetler ve ihlaller kentine, tüketim/ tüketicilik hapishanesine dahil olmak değildir. Lefebvre’in yaşadığı dönemde olduğu üzere ancak çok daha geniş kapsamlı ve boyutlu, kenti kent eyleyen her şey tahrip edilmektedir. Kamusal alanları ticarileştirilen /AVM’leştirilen, askerileştirilen, ya da ülkemizde olduğu üzere dinsel mekanlara da dönüştürülerek yok edilen kentlerde, buralardan yükselen demokrasinin sesi engellenip, en iyi haliyle kısılmakta. Askerileştirilmiş kentsel mekanlarda gözetim, denetim altında, tam bir düzen ve disiplin içinde yaşamlar sürmemiz isteniyor. Gösteri ve tüketim toplumunun zevklerine göre yeniden inşa edilen kentlerde, yerelin özgün tarih, kültür ve bağlamından kopuk, kimi zaman ekokırım addedilecek uçuk kaçık projeler ortaya çıkıyor. Neredeyse her kent bir Dubai’ye dönüştürülüp, marka kent, insan odaklı, insani ölçekli kenti ezip geçiyor. Rant amaçlı mahalle yıkımları, zorla tahliyeler, yerinden etmeler, “apartheid” boyutunda sosyo-mekansal ayrışmış kentler yaratarak, insani ilişkilerden azade steril mekanlarıyla “güzel!” kentler, evsizler, yoksullar ve mültecilere kapılarını kapatıyor. Gezegen boyunca, spekülasyon amaçlı elde tutulan boş konut stokları artarken, evsizlerin sayıları da katlanıyor. Ancak, paradoksal olarak, bu gidişat sistemin aksaklığı ya da çalışmamasından değil, tam aksine sistemin istendiği gibi çalışmasındandır, çünkü sistem kenti ve konutu metalaştırarak, finansallaştırarak çarklarını çeviriyor. (5) Sosyolog Sassen’in altını çizdiği üzere, finans sermayesi bugün iklim krizi kadar tehlikelidir. Altın çıkartan şirketlerin gezegenin yüzeyini kanırtarak toprak ve canlı yaşamı yok etmeleri, maden tükendiğinde de başka coğrafyalardaki yeni talan alanlarına hareketleri misali, finans sermayesi kentleri yok ederek yer değiştiriyor. Birikimini kentlerin finansallaştırılması üzerinden sağlayan sistemin tüm çelişkileri ve ihlallerinin tercümesini kentlerden okumak mümkün. Feryat, bugün için çok daha geçerli olup ihlallere ve ayrıca kentlerdeki gündelik yaşamın içine sürüklendiği durumun üzerimizde yarattığı acıya ve yabancılaşmaya karşı dünyanın dört bir yanından seslendiriliyor.

Feryat böyleyse, talep nedir? Talep; “başka” bir kent, dolayısıyla toplum yaratma yetkisidir. “…bu krizle korkusuzca yüzleşip bu derece yabancılaşmış olmayan, daha anlamlı ve keyifli bir şehir yaşamı seçeneği yaratma yetkisi(dir)…” (6) Talep, kent kaynaklarına erişim hakkının ötesinde bir şey. Kenti “…gönlümüze göre değiştirme ve yeniden icat etme hakkıdır bu. Dahası bireysel değil kolektif bir haktır, çünkü şehri yeniden icat etmek kaçınılmaz olarak kentleşme süreçleri üzerinde kolektif bir gücün uygulanmasına bağlıdır” (7). Kent Hakkı, kentlerimizi ve kendimizi yapma ve yeniden yapma özgürlüğü; ve aynı zamanda, eğer kentleşme, artı-değer kullanımının başlıca vasıtalarından biri ise, artığın kullanımı üzerinde demokratik bir yönetimin de tesisidir. (8) Yukarıda açtığımız üzere kent hakkı, sakinleri edilgen konumdan alıp, onları kentsel mekanların tasarımı, üretimi ve yeniden üretiminde, temellükte ve kent planlaması ile bütçesinde etkin konuma yükselten bir haktır. Mücadelelerini ortaklaştıran, siyasallaştıran sakinlerin, iktidar ve sermayenin dayattığı mekanlara karşı kendi arzu ve talepleri doğrultusunda başka bir kenti yaratma hakkıdır.

Lefebvre’i tekrarlarsak, devrimci bir eylemdir; dolayısıyla, kent hakkı özünde radikal ve anti-sistem bir haktır.

2ad5fb65dfb4c6588dba725e92c91841
Fotoğraf: Nejla Osseiran

II. KENTSEL MUHALEFET

Kent hakkının dünya gündemine girebilmesi, 2001’de Porto Allegre’de düzenlenen ve dünyanın her yanından küreselleşme karşıtı hareketleri bir araya getiren Birinci Dünya Sosyal Forumu sayesinde oldu. Kapitalizm ile küreselleşmeye karşı bir blok oluşturup demokratik bir toplum ve kent inşa etmek isteyen küresel kentsel muhalefet, kent hakkını, sosyal adalete yönelik şemsiye bir slogan olarak kullandı ve popülerleşmesini sağladı. Ancak, kavramın popülerleşmesi içinin boşaltılmasını ve ehlileştirilmesini de beraberinde getirdi. Kent hakkı, kent bağlamında hemen her hizmet, hak, özgürlük ve demokratik değer ile yolu kesişen bir boş gösterene dönüştürüldü. Hukuki bir metin olmamasına rağmen, Habitat, UNESCO gibi BM örgütleri ve çeşitli uluslararası STK’lar tarafından kentin sunduğu toplumsal, ekonomik, siyasal, kültürel ve teknik hizmetlere yönelik bir haklar silsilesine indirgendi. Neoliberal kentin mağduriyet, ihlal ve adaletsizliklerinin aslında sistemin kendinden kaynaklandığını, büyüme ve pazara odaklı bir kentsel mekan üretimi sürerken, toplum temelli projelerin sadece bandaj olabileceğini göz ardı eden reformistler ise kavramı antisistem ve devrimci özünden koparttılar. (9) 2016’da Quito’da gerçekleştirilen Üçüncü BM İnsan Yerleşimleri Konferansı / Habitat 3 Bildirgesi’ne de ancak sulandırılarak eklenebildi. (10)

37938c157af86cc3d0bdfb703302b335

A. MAHALLE MÜCADELELERİ

Öte yandan, Harvey’in de işaret ettiği üzere, kent hakkı kavramının yeniden gündeme gelmesi Lefebvre’in entellektüel mirasından kaynaklanmıyordu: “Sokakta kentsel toplumsal hareketler içinde cereyan etmekte olan şeyin önemi çok daha büyük…” olup, kent hakkı, “…aslolarak sokaklardan, mahallelerden ezilen insanların naçar zamanlarda yükselen yardım ve destek çığlıklarından doğmaktaydı” (11).

Paradoksal olarak, kavramı telaffuz eden akademi camiası, uluslararası sivil toplum, başta BM olmak üzere çeşitli uluslararası örgütler ya da ilgili referansların yapıldığı çeşitli kent, bölge veya kıta düzleminde yazılmış hukuki metinler ve ilgili “şart”lar kent hakkını sulandırıp ehlileştirir ve var olan kapitalist kente dahil olmaya indirgerken, kent hakkının ismiyle cismiyle hiç telaffuz edilmediği Durban’ın baraka mahallelerinden, Rio’nun favelalarına, Yeni Delhi’nin enformel yerleşimlerinden Mumbai Dharavi’ye, Dubai’nin lüks merkezi dışındaki yoksul ve yoksun emekçi bölgelerine, başta Ankara Dikmen olmak üzere Türkiye’nin gecekondu bölgelerine, neoliberal kente karşı tutunma mücadelesi veren nüfuslar, James Holston’un asi vatandaşlık (12) olarak anlattığı üzere, işgaller ve hukuki mücadelelerle kendi evlerini kendileri yapıp kendi yaşam alanlarını (ve kenti) böylece inşa ederlerken kentsel mekanı da yeniden tanzim etmekteler. Kent hakkının yüreğinin çarptığı yer kenti yaratmak ise, bu hiç kuşkusuz bir iktidar ve güç mücadelesi demektir ki, bu da, asi vatandaşlıktan, kenti değiştirme hakkı ve değiştirme hakkını kullanabilme ehliyetinden kaynaklanıyor. Tıpkı, devlet tarafından yaşam alanları (ve kent) üzerinde hiçbir hakları olmadığı gerekçesiyle dışlanan Dikmen Vadisi halkının kendi taktikleriyle direnmeleri gibi: “Bir çocuk parkı, bir futbol sahası, bir halk okulu yeri, bir toplantı salonu, bir kolektif tarım bahçesi ve kümes yapmış idik. Hepsi de (Melih Gökçek’in sözleriyle) ‘kaçak’ yani ‘imar mevzuatına aykırı’ olup, hatta çocuk parkımız hakkında bir yıkım kararı da mevcuttur” (13). Kent hakkı, her ne kadar seslendirilmese de, burada, sakinlerin kendi yaşam alanları üzerindeki temellük ve tasarruf hakkı olarak karşımıza çıkıyor. Bu hak meşruiyetini mahallelerin tüm zor koşullara, baskılara rağmen dayanışma içinde, inatla, sabırla kendi elleriyle kurdukları baskılara rağmen dayanışma içinde, inatla, sabırla kendi elleriyle kurdukları yaşam alanlarından ve mücadelelerinin kolektif hafızasından alır. Hiçbir gecekondu öyküsü yoktur ki çamurlu sokaklar, yokuşlarla başlayıp elektrik, su, ulaşım gibi temel hizmetlerden yoksunluk anlatısıyla devam etmesin ve mahallenin dayanışmayla nasıl yoktan var edildiğiyle sonlanmasın.

c5d7cce38c9a9ca1e5b863523cc5b9c3

Burada kent hakkı ile konut hakkı (14) arasındaki ilişki netleşiyor. Şöyle ki, kentsel mekanı üretme, yeniden üretme ya da dönüştürme yetkisi olarak kent hakkına erişebilmek veya kentle ilgili ileriye yönelik herhangi bir irade ya da tahayyül için o kentte ikamet gereklidir. Dolayısıyla, mahalleler ancak yerlerinde kalma haklarını sağlayan bir konut hakkı sayesinde kent hakkına ulaşabilirler. Konut hakkı, kentte kimin ya da hangi sınıf/ların kalacağını, hangilerinin kovulacağını tayin eden bir hak olduğundan ikamet de sınıfsaldır; dolayısıyla ikamet politiktir diyebiliriz. (15) Occupy (işgal) hareketlerinin terminolojisiyle, kent hakkının % 99’un mu, yoksa % 1’in hakkı mı olacağını böylece konut hakkı tayin eder.

2002’de iktidara gelen AKP, kentsel rantın ekonomi politikalarında merkezi bir yer tutması sonucu, gerekli yasal düzenlemelerle ve TOKİ’yi yeniden yapılandırarak rantları yükselen enformel konut alanlarıyla tarihi bölgelerde “çöküntü” tabir edilen mahalleleri ardı ardına dönüşüm /yenileme alanı ilan etmeye ve yerleşik nüfusları onlarca yıldır yaşadıkları mahallelerinden zorla tahliyeyle yerlerinden etmeye başladı. 2005’ten itibaren mahalle dernekleri etrafında birleşen nüfusların dönüşüme karşı mücadelelerine şahit oluruz. 2008’de kurulan İstanbul Mahalle Dernekleri Platformu çatısı altında mahallelerin bir araya gelmeleriyle tecrübe paylaşımını da sağlayan bir ortak mücadele hattı kurulmuş oldu. Kentsel muhalefetin bir diğer ayağı olarak dönüşüm projelerine ve imar planlarına karşı hukuki zeminde mücadele yürüten başta şehir plancıları ve mimarlar odaları olmak üzere meslek odalarının ve ayrıca çeşitli kent hareketlerinin mahallelere el verdiği bir süreç başladı. 2010’da İstanbul’da düzenlenen Avrupa Sosyal Forumu (ASF) vesilesiyle gerçekleştirilen, mahalle dernekleri, kent hareketleri, meslek odaları temsilcileri ve aktivistleri bir araya getiren Kent Hareketleri Forumu’nda (26-27 Haziran 2010) kent hakkı ilk kez dile getirilerek mücadelenin bir kent hakkı mücadelesi olduğunun altı çizildi: ‘‘Harvey’in eylemsel, kolektif ve aynı zamanda isyancı bir hak olarak tanımladığı bir kent hakkından söz edebilir miyiz? … bir hak olarak kenti değiştirme, şekillendirme hakkı. Küresel sermaye tarafından bizlere dayatılan ve kenti sermayenin kendi anlayış ve çıkarlarına göre, kendi rant talepleri, ihtiyaçları doğrultusunda şekillendiren tüm kentsel yenileme/dönüşüm projeleriyle mücadelemizde bizler de kenti kendi yaşam anlayışlarımıza arzularımıza göre değiştirme hakkını talep edebilir miyiz?” (16).

2012’de çıkartılan hegemonik Afet Yasası, mahalle mücadelelerinde safların sıklaşmasına neden oldu. 2010’daki Forum sonrası oluşan İstanbul Kent Hareketleri’nin, mahalle dernekleri, çeşitli kentsel toplumsal hareketler, aktivistler ve muhalif sanatçılarla 29 Ocak 2012’de Gezi Parkı’nda düzenlediği Mahalleler Konuşuyor İstanbul Kent Hakkı ile Buluşuyor başlıklı açık kürsü etkinliğiyle kent hakkı kamusal alana taşınarak seslendirildi. (17) Hak ihlalleri, zorla tahliyeler, zorla yeniden iskanlar ve TOKİ konutlarında yaşadıkları ekonomik, sosyal kültürel mağduriyetleriyle içten içe fokurdayan mahallelerin, açgözlülük o 3-5 ağaca uzandığında Gezi’ye akmaları için hiç bir dışsal dürtüye ihtiyaçları yoktu! Dokunma, diye ikaz eden o meşhur Gezi pankartındaki listede mahalle de yer almaktaydı. Bu dönemde, mahalle mücadeleleri ile müşterekler mücadelelerinin ortaklaşmalarını da görürüz. Emek Sineması eylemlerinden birinde sinemanın penceresinden sallandırılan pankarta her mahalle kendi adını yazarak dayanışma vermiştir. Aynı şekilde, Ataköy sahili için yapılan eyleme, sokaklara atılan Küçükçekmece Ayazma kiracıları ile Tozkoparan, Derbent gibi dönüşüm tehdidi altındaki mahallelerin temsilcileri destek vermiştir.

81a40b8d7bae9a7ddab8dccb227b1bed

2013 ortalarına kadar canlılığını koruyan mahalle mücadeleleri, hukuki mücadelenin uzun ve masraflı olması, iktidarın dolaylı dolaysız baskıları ve Gezi ertesinde giderek otoriterleşmesi sonucunda örgütlü mücadelenin zorlaşması gibi nedenlerden sekteye uğradı. Bugün, mücadele tekrar en başa dönerek her mahallenin kendi alanına kilitlendi. Mahallelerdeki çeşitli mülkiyet yapıları, zaman içinde çıkarların çelişmesine yol açtığından belirli mahalleler dışında mahalle içi mücadeleler de bölünmüş, tapu mücadeleleri ve “ne koparsak kardır” anlayışı öne çıktı. Ayrıca, yukarıdan aşağıya örülen rantsal düzenin, aşağıdan yukarıya mutabakat bulduğunu her kesime farklı dokunduğunu da unutmamak gerek.

B. KENTSEL KAMUSAL ALANLAR VE MÜŞTEREKLER

Taksim Meydanı gibi kentsel kamusal alanların ya da Haliç, Haydarpaşa gibi tarih kültür varlıklarının dönüşümüne, 3. Köprü, 3. Havalimanı başta olmak üzere mega projelere ve Emek Sineması, AKM gibi kentin kolektif hafızasında yer alan kamu binaları ve Gezi Parkı, Yedikule Bostanları gibi parklar, korular, müştereklerin yok edilmelerine karşı, her mücadelenin ilgili isim altında -Haydarpaşa Dayanışması, Emek Bizim, 3. Köprüye Karşı Yaşam, Taksim Dayanışması gibi- örgütlendiği kentsel muhalefeti kent hakkı bağlamında değerlendirebiliriz.

4d892e14b0339a927812be82b6048ad4

Gezi’den önce var olan kentsel muhalefet, Gezi’ye giden süreci besledi. Kuzey Ormanları Savunması’ndan (KOS) önce kurulan ve Gezi ertesi KOS’a dahil olan 3. Köprü’ye Karşı Yaşam Platformu, uzun senelerdir korularına sahip çıkan Validebağ Gönüllüleri, Haydarpaşa projesine karşı mücadeleyi örgütleyen Haydarpaşa Dayanışması -ki Gezi’den önce ilk mekan işgali onlara aittir- öne çıkan örneklerdir. Emek mücadelesi ise her ne kadar Emek’i kurtaramamışsa da yaratıcı direniş taktikleri, proje alanına baskınları ve kısa süreli sokak işgalleri ile Gezi öncesinin önemli bir deneyimi. Bu deneyimler bir yandan Gezi’yi besledi, bir yandan da Gezi’den güç aldı. Gezi’den sonra yepyeni bir vatandaşlık, kamusal alanlarına, müştereklerine sahip çıkan bir vatandaşlık pıtrak gibi ülkenin her köşesinden belirdi. Park forumları bugün işlevsel olmasa da forumlardan örgütlenen savunmalar, dayanışmalar Adalar’dan Haydarpaşa’ya, Haliç Tersaneleri’ne, Kuzey Ormanları’ndan Validebağ’a, Sarıyer’e, Beyoğlu’na, Bahçeşehir Gölet’e, Albatros’a, Bakırköy’e sermaye ile kolkola, iktidarın talan projelerine karşı müştereklerini savunmaya devam ediyorlar. Burada Gezi ertesinde oluşan ve bir yatay, lidersiz, hiyerarşisiz bir şemsiye örgüt niteliği taşıyan İstanbul Kent Savunması’nı (İKS) da zikretmek gerekiyor. Mahalleler ve kamusal alanlar için çalışan İKS’nin Hakan Kıran’ın Kabataş Martı projesine karşı, OHAL günlerinde dahi sürdürdüğü mücadele önemlidir. Ayrıca, Gezi’den gelen ilhamla kentin boş arazilerinde bostanlar oluşturan insiyatiflerin de sayılmaları gerekir.

d3b8723e137505b61f4dcbc12c86ed5f
Fotoğraf: Ghada Umran

Kent hakkından baktığımızda, bugün sönümlenmiş ve kendi bölgelerine odaklanmış mahalle mücadelelerinin aksine, kentsel kamusal alanlar ve müşterekler üzerinden yürüyen bu damarı kent hakkı mücadelesi olarak adlandırabiliriz. Müştereklerde müşterekleşenler, kullanım değeri üzerinden yükselen bir kenti yeniden inşa etme gayretindeler.

188e6940924417d0646d49cc1ca398ec
Distopik Piknik” – http://www.kuzeyormanlari.org

III. GEZİ KOMÜNÜ

Neoliberalizm, kenti, doğayı tüketerek obezleşirken iklim kriziyle gezegenin sonunu da hazırlamakta; ayrıca ihlaller ve mağduriyetlerle malul bir dünya yaratmakta. Öte yandan, bu mağduriyetler, her coğrafyada aynı olmadıkları gibi aynı şiddet ve kapsamda da gerçekleşmiyorlar. Yerelin özgün yapısı ve neoliberalizm ile ilişkisi tayin edici oluyor. 17 Aralık 2010’da Tunuslu Bouazizi’nin kendini yakmasıyla başlayan ve gezegenin neresinde ne zaman patlayacağı bilinmeyen küresel isyanın farklı coğrafyalarda farklı şikayetler ve taleplerle ortaya çıkması da bu yüzden. Kiminde totaliter yönetimler ve insan hakları ihlalleri öne çıkarken, kiminde kemer sıkma politikaları ve pahalılık, diğerlerinde, 2008 krizini tetikleyen konut balonu sonucundaki konut hakkı ihlalleri öne çıkmakta. Gezi’ye gelirsek, kentsel kamusal bir alana konuşlanarak burayı çitleyecek olan tepeden inme tüketim mabedi (Topçu Kışlası AVM) projesine karşı parkını korumak isteyen kentlilerin hem demokrasi hem de müşterekler mücadelesidir. Nitekim Gezi’ye asılan ilk pankartlardan birinde, kentsel müşterekler sıralanıp iktidara “dokunma” ikazı çekilmiştir.

27 Mayıs 2013 akşamı Gezi Parkı’na dozerlerin girmesiyle başlayan ve üç haftaya yakın süren Gezi direnişi, kent hakkı bağlamında en cismani örneklerden biridir dersek yanlış olmaz. Parkı işgal ederek temellük eden Çapulcular, parkın mekanlarını kendi arzu ve gereksinimleri doğrultusunda yeniden tasarlamış, revir, bostan, kantin, kitaplık, çocuk parkı hatta bir mikro müze bile kurmuşlardır. Paranın yerini takas ve dayanışma ekonomisinin aldığı parkta, çocuklara yönelik aktiviteler, yoga, dinleti, forumlar, atölye çalışmaları gibi çeşitli etkinlikler, gündelik yaşamı anlamlandırmış ve müşterekleştirmiştir. Kararlar ise doğrudan demokrasi yöntemiyle forumlar vasıtasıyla alınarak uygulanmıştır. İhlal ve mağduriyetler kaynağı neoliberal kentin tüm özelliklerinin tam bir antitezi, yani dışlayıcı değil içerici, tekçi değil çoğulcu, tepeden inmeci değil doğrudan demokrasiden yana, bireyciliğin ve rekabetin yerlerini kolektiflik ve dayanışmaya bıraktığı, talancı değil doğayı, çevreyi koruyan, sokak hayvanından börtü böceğine tüm canlıların yaşam hakkını önceleyen, talan, israf ve tüketim ekonomisine karşı, anti-hiyerarşik, anti-otoriteryan, kısaca, başka bir kent ve ekonomik sistem kolektif şekilde Gezi’den inşa edilmiştir. Umut mekanları, mikro komünler, yaşama geçirilmiş ütopyalar gibi çeşitli adlar altında tanımlanan Gezi ve benzeri kent hakkı deneyimleri, yine Harvey’e kulak verecek olursak, “… alternatif bir şehrin, alternatif bir politik sistemin ve sonuç olarak insanların iyiliğini gözetecek alternatif bir üretim, dağıtım ve tüketim örgütlenmesinin…” (18) ceninleri olup, uğruna savaş verilen insani ve insanca bir yaşamı temsil etmekteler.

0aaf864882c1285e1a0f2654c22fd981

NOTLAR:
The Right to the City A Verso Report London: Verso 2017  https://www.versobooks.com/books/2674-the-right-to-the-city .

2 Hakkı Tarık Şengül, ‘‘Sınıf mücadelesi ve kent mekânı’’, Praksis 2, (2001): 9-31

3 Henri Lefebvre (1967) , Şehir Hakkı , çev. Işık Ergüden, (İstanbul: Sel 2015).

4 aeg.120.

5 David Harvey (video), “Slums and Skyscrapers: Space, Housing and the City Under Neoliberalism”, http://www.davidharvey.org (London: June 28, 2015)  http://davidharvey.org/2015/07/video-david-harvey-slums-skyscrapersspace-
housing-and-the-city-under-neoliberalism/.

6 David Harvey (2012), Asi Şehirler, çev. Ayşe Deniz Temiz, İstanbul: Metis, 2013, s. 29.

7 age. 44.

8 age. 66

9 Margit Mayer, “The ‘Right to the City’ in the context of shifting mottos of urban social movements”, City 13:2 (2009): 362-374.

10 Cihan Uzunçarşılı Baysal, “Habitat III ve Yeni Kentsel Gündem: Herkes İçin Sürdürülebilir Kentler ve Yerleşimlere İlişkin Quito Deklarasyonu (17-20 Ekim 2016)’’, Habitat III ve Kolektif Haklar içinde, (ed) Cihan U. Baysal, Fevzi Özlüer ve Joseph Schechla (Ankara: Ekoloji Kolektifi, 2018), 23-32.

11 David Harvey (2012), Asi Şehirler, çev. Ayşe Deniz Temiz, İstanbul: Metis, 2013, s. 32.

12 James Holston, “Insurgent Citizenship in an Era of Global Urban Peripheries”, City&Society 21:2 (2009):245-267, http://200.41.82.27/cite/media/2016/02/Holston-N_2009_Insurgentcitizenship- in-an-era-of-global-urban-peripheries.pdf .

13 Tuğba Kaya, “Yıkıma Karşı Dayanışma”, http://www.dikmenvadisi.org (son erişim 2012).

14 Konut Hakkı, BM Ekonomik Sosyal Kültürel Haklar Komitesi 4 Numaralı Genel Yorum’da (1991) kabul edildiği üzere, yasa dışı iskan ve işgali de dahil eden bir kullanım hakkı olarak tanımlanmaktadır:
http://sorular.rightsagenda.org/Uploads/ESKH%20MEV/ESKH%204%20No%E2%80%99lu%20Genel%20Yorum.pdf

15 David Madden and Peter Marcuse, In Defense of Housing, (London: Verso, 2016).

16 26-27 Haziran 2010 tarihlerinde TMMOB Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi’nde gerçekleştirilen Kent Hareketleri Forumu açılış konuşmasından bir bölüm: https://istanbulkenthareketleri.wordpress.com/2010/06/

17 Yaşar Adanalı, “İstanbul ‘kent hakkına’ sahip çıkıyor”, mutlu kent, https://mutlukent.blog/2012/01/28/1017/. “Kürsü senin İstanbul”, Bianet,  25.01.2012, https://m.bianet.org/bianet/ifade-ozgurlugu/135695-kursusenin-
istanbul

18 David Harvey, “Sokaktaki İsyancılar: Wall Street Partisi Can Düşmanıyla Karşılaşıyor”http://www.soldefter.org , (30.10.2011),
http://www.soldefter.com/2011/10/30/sokaktaki-isyancilar-wall-streetpartisi-can-dusmaniyla-karsilasiyor-–-david-harvey/

(*) Kaynak: https://xxi.com.tr/i/kent-hakkindan-kentsel-muhalefete-bakmak

 

Yaya hakları mücadelesinde “beklemek” yerine “talep etmek”…

Ali Rıza Avcan

12 Ekim 1988 tarihinde Avrupa Parlamentosu tarafından kabul edilen ‘Yaya Hakları Bildirgesi“, (The European Charter of Pedestrians’ Rights) -tüm yetersizliklerine karşın- bu alanda çalışan kurum ve kişilerin temel aldığı uluslararası bir belgedir.

2018 yılı Nisan ayında İzmir’de kurduğumuz Yaya Derneği’nin tüzük ve ‘Kuruluş Bildirisi‘ gibi temel belgelerinin düzenlenmesinde bile bu bildirgede yazılı olan hakları temel alıp; bu hakların, geniş kitleler tarafından bilinmesi ve öğrenilip benimsenmesi için çaba göstereceğimizi ifade etmiştik. 

Sözkonusu belge, imzalayan ülkelerin uymak zorunda oldukları uluslararası bir sözleşme niteliğinde olmadığı için, Avrupa Parlamentosu üyesi ülkeleri bile bağlamamakta, bildirgede yazılı hakların herhangi bir ülke tarafından ihlali durumunda bile herhangi bir yaptırım gücüne sahip bulunmamakta; bu nedenle de, başta Avrupa ülkeleri olmak üzere tüm ülkelere örnek olma niyetinden kaynaklanan çetrefilli dili nedeniyle sadece bir temenni ya da tavsiye belgesi olma özelliğine sahiptir. 

Türkçe’ye en doğru çevirisi yakın dostlarım Doç. Dr. İbrahim Alper Arısoy ve çevirmen Nuray Önoğlu tarafından yapılan bildirgede sayılan hakların talep edilmesinden çok, varlığından ya da var olduğundan söz edilmesi; hatta bildirgenin 3. maddesini oluşturan, “Çocuklar, yaşlılar ve engelliler, kentlerin toplumsal ilişkileri kolaylaştıran, mevcut zaaflarını daha da kötüleştirmeyen yerler olmasını bekleme hakkına sahiptir.” ifadesinde görüldüğü gibi hakkın talep edilmesinden çok beklenmesinden söz edilebilmektedir.

Bu bildirgenin kabulünün üzerinden tamı tamamına 30 yıl geçmiş ve bu uzun sürede kentler ve kent içi ulaşım konularında yaya hakları ile ilgili birçok gelişme ve değişiklik olmasına karşın; bu bildirgenin içerik olarak aynen kalması; hatta belgeyi oluşturan ülke, siyasi parti ve parlamenterler tarafından büyük ölçüde unutulması, daha doğrusu şimdilik lazım olmayışının anlaşılması ya da önem ve önceliğini kaybetmiş olması nedeniyle bir köşeye konmuş olması da bambaşka bir gerçektir.

Avrupa Birliği ya da parlamentosu, 1988 yılından bu yana ‘kent hakkı‘ ile yakından ilgili bu hak kategorisini geliştirmek, oluşturduğu bildirgede yazılı olan hakların uygulanmasını beklemek yerine, talep eden zorlayıcı bir tavır geliştirme konusunda yeni çalışmalar yapmak yerine; yaya haklarını unutmaya, unutturmaya ya da ‘kentsel hareketlilik’, ‘sürdürülebilir hareketlilik’ gibi yeni kavramlarla kentleri şekillendiren motorlu taşıt araçlarının egemenliğini başka bir şekilde sürdürmeye aday elektrik otobüs, otomobil ve hibrit araç gibi yeni kazanç yol ve yöntemlerini desteklemekte, radikal bir karar alıp otomotiv ve akaryakıt şirketlerinin egemenliğinden çıkmayı gerektirecek yeni politika ve stratejiler geliştirmekten uzak durmaktadır.

Florian Thein
Fotoğraf: Florian Thein, “Yaya”

Nitekim, Avrupa Parlamentosu milletvekili Michail Tremopoulos‘un 2 Şubat 2010 tarihinde Avrupa Komisyonu’na yönelttiği aşağıdaki sorular da bu gerçeği yansıtmaktadır:

12 Ekim 1988’de Avrupa Parlamentosu bir Avrupa Yaya Hakları Bildirgesini kabul etti. Yirmi yıl sonra, bu bildirge hükümlerinin çoğu, bazı üye devletlerde ölü bir mektup olarak kalmıştır.

Bu konularla ilgili hiçbir Avrupa mevzuatı bulunmamakta ve sonuç olarak AB, yayaların sadece birkaç santim genişliğinde kaldırımlara sahip yollar gibi yayaların yaşamını tehlikeye sokan projelere destek vermektedir. Kentsel Hareketlilik Üzerine Avrupa Eylem Planı bile yaya güvenliği konularında çok az söz söylemektedir. Komisyonun sivil toplum örgütleri tarafından yapılan şikayetlere yanıtı, ise bu sorunların ulusal ve bölgesel yetkililerin görev alanına girdiği şeklindedir.

Yukarıdakiler ışığında Komisyon şu soruları yanıtlamalıdır:

1. Komisyon, yaya haklarının mevcut hukuk rejimlerindeki düzeyini koruma çalışmalarının tatmin edici olduğunu düşünmekte midir?

2. AB tarafından ortaklaşa finanse edilen sürdürülebilir hareketliliği teşvik edecek kampanyaların yayaların haklarına ve güvenliğine ilişkin bölümleri, hangi üye ülkede hangi ölçüde uygulanmaktadır?

3. Komisyon, yol güvenliği, iklim ve insan haklarıyla ilgili Avrupa politikalarının değerlendirilmesinde, üye devletlerdeki yayaların haklarının korunma düzeyini dikkate almakta mıdır?

4. Yunan belediyeleri yaya dostu bir ortam yaratmak için gerekli olan sürdürülebilir kentsel hareketlilik projelerini sundular mı?

5. Komisyon, yukarıda belirtilen Avrupa Yaya Haklar Bildirgesi’ne dayanarak yayaların haklarını korumaya yönelik öneride bulunmayı amaçlamaktadır mıdır?”

(Bu sorulara ait linkle verilen yanıtın linkini aşağıda bulabilirsiniz)

Kısacası, aradan geçen 30 yılın sonunda Avrupa Parlamentosu şimdi haklarla ve onların mücadelesiyle değil; yaya haklarını ihlal eden hükümet ve belediyelerle daha fazla ticaret yapmanın peşindedir.

Dan Cronin
Fotoğraf: Dan Cronin, “Yayalar”

Belki de, ‘yaya hakkı” adıyla tanımlanan hak kategorisinin, Henri Lefebrvre ve David Harvey‘den kaynaklanan Marksist ‘şehir hakkı‘ ya da ‘kent hakkı‘ ile yakın ilişkisi, bu iki hak kategorisinin birbiriyle ilişkilendirilmesi suretiyle kızıllaşması muhtemel ‘yaya hakkı‘ kavramının elden çıkması ihtimali bu ihmalkarlığın ya da gözden düşmenin en temel, en belirleyici nedenidir.

Anlaşıldığı kadarıyla bu bildirge, bir zamanlar ‘Doğu Bloku’ olarak adlandırılan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği ve bağlaşıklarının oluşturduğu ülkeler topluluğunda ortaya çıkan o meşhur turuncu devrimlerin öncesinde, sınıf mücadelesi yerine bireyin insan hakları üzerinden bir soğuk savaş aleti yaratmak isteyen Batı’nın; daha doğrusu kapitalist sistemin oluşturduğu bir tavsiyeler; daha doğrusu beklentiler belgesidir. 

İşte bütün bu nedenlerle, 1988 yılının soğuk savaş rüzgarları içinde bir mücadele yöntemi olarak şekillendirilip liberal insan hakları savunucularının eline verilen ‘Yaya Hakları Bildirgesi‘nin, kentteki kamusal alanlara sahip çıkan ‘kent hakkı‘ boyutunda; ‘bekleyen‘ değil; ‘talep edip zorlayan‘ bir dille demokratikleştirilmesi ve ‘yaya hakları‘ kavramını motorlu taşıt araçlarının kentteki sürdürülebilirliği ve hareketliliği üzerinden okumaya kalkışan Walk21 gibi yönetişimci uluslararası kuruluşların etkisinin yok edilmesi, kentteki kamusal alanları kamusal yarar kriteri üzerinden koruyacak ‘yaya hakkı‘ savunucularının yapacağı mücadelenin en önemli hedefi olmalıdır.

http://www.europarl.europa.eu/sides/getDoc.do?pubRef=-//EP//TEXT+WQ+E-2010-0203+0+DOC+XML+V0//EN

http://www.europarl.europa.eu/sides/getAllAnswers.do?reference=E-2010-0203&language=EN

Yaya kimdir? (3)

Ali Rıza Avcan

Kentlerdeki kamusal mekânları kullanan yayaların, trafik levhalarındaki grafik çizimlerden farklı olarak kim olduğu sorusunu ortaya atıp, yayayı yaşı, cinsiyeti, medeni durumu, sağlığı ile bedensel ve ruhsal yetkinliğinden kaynaklanan kişisel kimliği ya da kullandığı araç dışında sahip olduğu ekonomik, toplumsal ve kültürel özellikleriyle ortaya çıkan sınıfsal aidiyeti üzerinden tanımlamaya kalktığımdan bu yana kendimi yol, kaldırım, meydan ve parklarda gördüğüm her insan ve hayvana daha yakın hissetmeye başladım.

Yol, kaldırım yapan veya temizleyen işçilere ya da çöp toplayıcılarına rastladığımda, onlara daha yüksek bir duyarlılıkla selam verip “kolay gelsin” diyor, sahilde oltalarıyla balık avlayanları gördüğümde onlar adına umutlanıyor, Kordon’da ya da diğer açık alanlarda para kazanmak amacıyla birşeyler satmaya çalışan kent yoksullarını anlayışla karşılıyor, sokak müzisyenlerinin zabıta takibinden nasıl kurtulabileceklerini düşünüyorum…

İşportacılar 002

Çünkü bana göre onlar, logo, amblem, sembol gibi şeylerle aşırı basitleştirilip kalıplaştırılan ya da yalıtılıp steril hale getirilen tasarımlar dışında daha gerçek, daha sahici canlıları; dokunup konuşabildiğimiz insan ve hayvanları ifade ediyor artık.

O nedenle şimdi yayaları o grafik tasarımlar üzerinden değil; onların toplumsal ilişkileri, sınıfsal aidiyetleri ve sahip oldukları kültürel zenginlikleri üzerinden anlayıp yakınlık kurmaya çalışıyorum.

O anlamda seyyar satıcıların ya da işportacıların yaptığını, eskiden olduğu gibi mekân sahibi esnafların savunduğu gibi disiplin altına alınması gereken marjinal bir faaliyet olarak değil; yoksunlukları nedeniyle işyeri sahibi olamayan ve bunun doğal bir sonucu olarak ya kendi ya da diğer bir işyeri sahibi adına çalışan kent yoksulları olarak görüyorum.

Sokak köpeklerinin düşman olarak bellediği çöp toplayıcısı kadın, erkek ve çocukları; hatta çöp arabasının içinde annesi ile birlikte dolaşan bebekleri ise kent yaşamından çekilip gitmesi gereken marjinal sektörün aktörleri olarak değil; her geçen gün sermayenin egemenliğine giren katı atık toplama işinin son neferleri ya da o şirketler adına çalışmak zorunda kalan işçiler, emekçiler olarak görüyorum. Aynen, “sözleşmeli tarım” yöntemiyle yoksullaşan köylülerde, tarım üreticilerinde olduğu gibi…

Balıkçılar 001

Evet, kamuya ait sokak, cadde, kaldırım, meydan, iskele, köprü ve parklarda yürüyen, koşan, oturup eğlenen, seyyar aracı ile dolaşıp satış yapan ya da birşey üreten, çöp toplayan, malını serip satmaya çalışan, tek başına ya da karısı ve çocuğu ile birlikte gelip saatlerce salladığı oltanın ucundaki umudu bekleyen, desteklediği siyasi bir parti, kişi ve grup ya da toplumsal protesto eylemlerine katılan, o nedenle defalarca tacizkâr polis aramalarıyla atılan gaz fişeklerine maruz kalan, piknik yapıp dinlenen, büyük bir keyifle uzanıp etrafı seyreden, yatıp uyuyan, saatlerce arkadaşını, eşini ya da sevgilisini bekleyen; velhasıl, hemen herkes, kentte yaşayan herkes bu anlamda yayadır, yaya olmanın rahatlığını, özgürlüğünü, tadını çıkaran bir canlıdır! 

Bu anlayışa göre en azından, 2017 yılına ait verilerine göre toplam nüfusu 80.810.525 kişi olan Türkiye’de, TÜİK’in 2018 yılı Eylül ayı verilerine göre 22.796.221 adet motorlu taşıt araç sahibi ile yine Emniyet Genel Müdürlüğü’nün 2017 yılı sonu verilerine göre 28.181.830 adet sürücü belgesi sahibinden arta kalan “motorlu taşıt aracı sahibi olmayan” toplam 58.014.304 kişinin ya da “sürücü belgesi sahibi olmayan” toplam 52.628.695 kişinin büyük olasılıkla yaya olduklarını kabul etmemiz mümkün olacaktır. 

Türkiye’de bugüne kadar yayaların toplumsal, ekonomik ve kültürel boyutlarıyla ilgili herhangi bir araştırma yapılmamış olmamakla birlikte; yaya olmanın ön koşulunun “motorlu taşıt aracı sahibi olmamak” ya da “motorlu taşıt aracı kullanmamak” olduğunu düşündüğümüzde Türkiye nüfusundan artakalan 58 milyon kişinin taksiye, dolmuşa, otobüse, herhangi bir toplu ulaşım aracına ya da eşinin dostunun arabasına binme fırsatı dışında genel olarak yaya olduğunu söyleyebiliriz.

Ama yine de başka amaçlarla yapılan bazı araştırmalardaki yayaların sosyo-ekonomik özellikleri ile ilgili veriler, bize bu konuda bazı ipuçları verebilir. Örneğin, aynı bölgedeki yayalarla bisikletlilerin aylık gelirlerini birbiri ile karşılaştırma olanağını veren ve WRI Türkiye tarafından İzmir Büyükşehir Belediyesi adına yapılan “İzmir Tarih Sürdürülebilir Ulaşım Projesi” kapsamında, Kemeraltı, Basmane ve Kadifekale bölgelerindeki 2.142 adet yaya, 288 adet bisikletli, 686 hanehalkı ve 663 adet işyeri çalışanı olmak üzere toplam 3.779 kişiyi kapsayan alan araştırması sonucunda; bisikletlilerin % 40’ının 2.000 TL veya altında aylık gelire sahip olduğu ortaya çıkarken, bu oranın yayalarda % 51 düzeyinde olması, yayaların genel olarak bisiklet ya da motorlu taşıt aracı sahiplerine göre daha az gelir sahip olduğu öngörüsünü doğrulayan bir sonuç olarak yorumlanabilir. (1)

Toplayıcılar 027Sonuç olarak, iki haftadır devam ettirdiğimiz bu yazı dizisinin sonunda kentte yaşayan ya da çalışan; hatta bir şekilde uzun ya da kısa bir süre için o kente konuk olanların bulvar, cadde, sokak, kaldırım, meydan, köprü, iskele, kıyı şeridi ve park gibi o kentteki kamu alanlarını kullanmak suretiyle yaya olma vasfını kazandıklarını, bu nedenle yayalara ait haklarla kent hakkı arasında doğrudan bir ilişkinin kurulmasına neden olduklarını, kamusal alanların kullanıcısı olan yayalara ait hakların önce ünlü Fransız sosyolog ve felsefeci Neo-Marksist Henri Lefebvre, daha sonra yine ünlü bir İngiliz coğrafyacı ve antropolog Marksist David Harvey tarafından ortaya atılıp farklı şekillerde tanımlanan “şehir hakkı” ya da “kent hakkı“nın bir çeşidi, bir alt türü olduğunu söyleyebiliriz.


(1) İzmir Tarih Sürdürülebilir Ulaşım Projesi, WRI Türkiye, İzmir Büyükşehir Belediyesi sh.40

İnsan hakları bir bütündür; ama…

Ali Rıza Avcan

Kentte yaşayan ya da çalışan insanların kamusal alanlarındaki varlığı ve bundan kaynaklanan haklarını,  her biri kentsel yaşam kalitesinin düzeyini ortaya koyan ‘özgürlük‘, ‘sağlık‘, ‘güvenlik‘, ‘esenlik‘ ve ‘rahatlık‘ gibi farklı düzlemlerde ele alıp düzenleyen çalışma ve metinler, hem ulusal hem de uluslararası düzeyde oldukça yeni bir olgudur.

Çoğumuzun bilmediği “Avrupa Yaya Hakları Bildirisi” bile 1988 yılında Avrupa Parlamentosu tarafından düzenlenmiş, bu bildirgeye aradan iki yıl geçtikten sonra İnsan Hakları Derneği‘nin 1990 tarihli “Yaya Hakları Bildirgesi” eşlik etmiştir.

Druck

Ama ne yazık ki, aradan geçen 30 yıl içinde bu hak kategorisinin ele alınıp tartışılması, bu tartışmalar çerçevesinde güncellenip geliştirilmesi dahi mümkün olmamış; akademik dünyayla hak mücadelesi yapan ulusal ve uluslararası örgütlerin gündemi diğer insan haklarıyla dolu geçmiştir.

Üstüne üstlük kötü bir çeviri ile tercüme edilip İnternette dolaştırılan 1988 tarihli “Avrupa Yaya Hakları Bildirisi“nin bu köşeli ve anlaşılmaz dili, kimse tarafından fark edilmemiş ve bu kötü dili düzeltmek amacıyla herhangi bir çalışma yapılmamıştır.

Üniversitelerde yapılan yüksek lisans ve doktora tezleriyle uzmanlık tezlerine baktığımızda ya da kütüphanelerdeki yayınları taradığımızda yaya hakları konusunda kendi dilimizde yapılmış herhangi bir çalışma ya da yayına rastlamadığımız hepimizin malûmudur.

Çünkü bazı hakların “önemli” ve “öncelikli” olduğu düşünülerek onlar öne alınıp incelenmiş, araştırılmış ve önemsenmiş; kent ya da yaya haklarına sıra gelmemiştir.

Sanırım “kent hakkı” ya da “yaya hakkı” gibi haklar “şimdilik”, diğerlerine göre gereksiz, önemsiz; belki de “soft” bulunuyor ve üzerinde inceleme ya da araştırma yapılmaya değer bulunmuyor…

Belki de bu herkesin önemseyip öncelediği haklar, hem inceleyip araştırana hem de savunana farklı bir şeyler veriyor ya da katıyor olabilir…

Oysa herkes, hakkın ve hak mücadelesinin bir bütün olduğunu; hiçbir hakkın diğerinden önemli ve öncelikli olmadığını; canlılarla, özellikle de insanlarla ilgili bütün hakların gerekli ve değerli olduğunu söylüyor ve savunuyoruz…

Ama yaya haklarının bu terk edilmiş hali ortada (!)

940311030_b8183c0c0e_bYüksek Öğretim Kurumu’nun (YÖK) web sayfasına bir girin görün ya da yakınınızdaki bir üniversite kütüphanesine giderek tüm kategorilerde yayınlara, raflara bir göz gezdirin. Neyin olduğunu ya da olmadığını net bir şekilde görüp fark edin.

İnsan hakları dokunulamaz, devredilemez, ertelenemez” ya da “insan hakları bir bütündür” diyen bütün ulusal ya da uluslararası kurum, kuruluş ve kişilerin yaptıkları çalışmaları ortaya koyan yayınlara bir bakın… Aralarında kent ya da yaya haklarına ilişkin bir şey var mı; varsa o çalışma ya da yayını en son  ne zaman yaptıklarına bir bakın… 

Ondan sonra da kendince önemli ve öncelikli gördüğü bazı insan haklarını aradan çekerek sadece onları araştıran ya da onlar adına hak savunuculuğu yapanların nasıl eksik ve yanlış bir hak mücadelesi içinde olduklarını, insan hakları mücadelesinin bütünlüğünü nasıl göz ardı ettiklerini görüp fark edin…

Kentli Haklarının Kavramsal Temelleri*

Hüsnü Öndül

1. İnsan Hakları-İnsan Onuru İnsan hakları, tüm insanların doğuştan sahip olduğu haklardır. Bu kabul, genelde paylaşılan bir düşüncedir. Fakat bunun açıklığa kavuşturulması gereken yönleri var. “İnsan hakları” dediğimiz şeyler nedir ki, bunlara bir “sahiplikten” üstelik “doğuştan” sahip olmaklıktan söz ediyoruz?İnsan haklarının her biri, birer “değeri” ifade eder. İnsan onuru dediğimizde de insanın değerinden söz ediyoruz. İnsanın değeri ise onu diğer canlı türlerinden ayıran özellikleridir. İnsanı diğer canlı türlerinden ayıran temel özelliği ise, insanın bilinçli üretim yapması ve güzellikler yaratmasıdır. Dolayısıyla, bilinçli üretim (buna düşünebileceğimiz tüm üretimleri, başta kendisini ve geçim araçlarını bilinçli olarak yaratmak olmak üzere) ve güzellik yaratma (estetik), insanı diğer canlı türlerinden ayıran temel özelliğidir.
Hak, genel olarak ya kişilerarası yazılı ya da sözlü sözleşmelerden ya da yasalardan doğar. İnsan haklarının temel özelliği, kaynağını sözleşme ya da yasaya dayanmaksızın açığa vurmasıdır. İnsan hakları hayatın içinde, ihtiyaçtan, ihtiyaç sahiplerinin istemlerinden kaynağını bulur. Tarihin tüm dönemlerini kapsayacak şekilde, otorite karşısında ihtiyaç sahiplerinin taleplerini şekillendirmeleridir söz konusu olan. Kendisini ve kendi geçim araçlarını bilinçli olarak üreten ve güzellikler yaratan, bu olanağa canlı türleri içerisinde sahip olan insanın eylemidir, yaşama durumlarıdır insan haklarının kaynağı. O nedenle, insan hakları evrimcidir. Sürekli gelişir. O nedenle, yaşama durumlarından kaynaklı olduğu için dinamiktir. Kaynaklandığı yaşam harekete dayandığı için dinamik bir süreçtir insan hakları. Her tarihsel dönemde ihtiyaçlar ve her tarihsel dönemde istemler çeşitlenir, zenginleşir, derinleşir. İnsan haklarının evrimci ve dinamik karakteri buna yanıt verir. O nedenle de insan hakları listesine son nokta konulamaz.
Kent 501
İnsanın ürettikleri ve yarattıklarıyla bir bütün oluşu, onun değerini oluşturur. İnsan onuru dediğimiz şey, ürettiği ve yarattığı ile bir bütün olan canlı türünün, tüm biçim ve çeşitleriyle ve her eylemde-işlemde, bir muamele beklentisini ortaya koyar. İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nin tüm insanların onurda ve haklarda eşitliğini vurgulayan 1. maddesinin insan onurunun altını çizdiğini belirtmeliyiz. Bildirinin anahtar kavramı insan onurudur. Tüm insanlar insan olma onuru bakımından eşittirler. Dolayısıyla, insanlar, işçi, memur, doktor, bilim insanı, sanatçı, general, devlet başkanı, avukat ve benzeri sıfat ve kimlikleri ile değil, başlıbaşına insan oluşları itibariyle bir değer ifade ederler ve bu özellikleri nedeniyle de değer ya da onurlarına uygun muamele, ama her eylem ve işlem açısından uygun muamele beklentisi içerisindedirler.
2. İnsan Hakları Kategorileri Burada insan hakları listesinin evrimindeki satırbaşlarına bir göz atalım. Her bir hak ile ilgili tarihsel kök araştırması bu çalışmanın kapsamına girmiyor. O nedenle genel ve demet halinde bulunanlardan söz edeceğiz. Çok değil, 50 yıl öncesine, İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nin hazırlanması sürecine dönelim. Sovyetler Birliği ekonomik ve sosyal hakları öne çıkarıyordu, Amerika Birleşik Devletleri de kişisel ve siyasal hakları… Açıkça ekmek ve hürriyet karşı karşıya getiriliyordu bu tartışmalarda. Tartışmalar iki ayrı bildiri hazırlanması noktasına geldi. Sonra tek metinde anlaşıldı ve o bilinen İnsan Hakları Evrensel Bildirisi, 10 Aralık 1948’de Paris’te toplanan Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda kabul ve ilan edildi. Bildiri incelendiğinde, 1-21. maddelerin kişisel ve siyasal hakları, 22-28. maddelerinin de ekonomik ve sosyal hakları düzenlediği görülmektedir. Bu büyük bir uzlaşmaydı. Bu uzlaşma, 1966 yılında, ikiz sözleşmeler olarak da bilinen ve Bildirinin iki ayrı hak kategorisini sözleşme formunda düzenleyen, Birleşmiş Milletler Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi ile BM Ekonomik, Toplumsal ve Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesi nedeniyle bozuldu. Amerika Birleşik Devletleri her iki sözleşmeyi de imzalamadı. Sözleşmeler, 1960’lı yıllardaki 3. Dünya ya da Bağlantısızlar Hareketinin ve sosyalist sistemin Birleşmiş Milletlerdeki ağırlığı nedeniyle hazırlandı ve 10 yıl sonra 1976 yılında yürürlüğe girdi. Hangi haklar kişisel ve siyasal nitelikte, hangi haklar ekonomik, toplumsal (sosyal) ve kültürel hak niteliğindedir? İşkence yasağı, kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı, ifade özgürlüğü, inanç özgürlüğü, adil yargılanma hakkı gibi haklar kişisel ve siyasal haklar; konut, sağlık, çalışma ve sendikal haklar gibi haklar da ekonomik ve sosyal haklar olarak nitelenir.
Bu iki hak grubu dışında, bir üçüncü hak grubu son 20-30 yılda hızla gündeme geldi. İnsan haklarının kaynağında ihtiyaçlar ve talepler olduğunu, yaşamın içinden çıktığını, yaşamın ise statik değil dinamik olduğunu belirtmiştik. Bu nedenle, böyle bir gelişme bekleniyordu ve bu süreç devam ediyor. Üçüncü grup haklar, dayanışma haklarıdır. Bu haklar arasında, çevre, barış, gelişme, insanlığın ortak mal varlığından yararlanma hakları ve halkların hakları sayılabilir.
ruth-han-an-unplanned-road-spring-weekend-
3. İnsan Hakları Hukukunda Hakkın Unsurları İnsan hakkı olarak nitelediğimiz bir hakta, hukuksal olarak ne gibi özellikler, unsurlar vardır ki ona biz insan hakkı diyoruz? Ya da insan haklarını yaşamdan kaynaklı olarak gösterdiğimize göre, ne gibi yaşama durumları hak formunda düzenlenebilmektedir?İnsan Hakları Hukuku, bir yaşama durumunu hak formunda düzenlerken, ya da hak diye nitelenen yaşama durumunun gerçekten insan hakkı olabilme, sayılabilme potansiyelini değerlendirirken dört unsur arar. (1) Bunlar, hak diye nitelenen şeyin a) Konu, b) Özne, c) Muhatap ve d) Yaptırım unsurlarını taşıması gerektiğidir. İnsan hakları hukukunda, insan hakkının konusu ile kastedilen, o hakla hangi “değer”in korunduğudur. İnsan hakları savunuculuğu, aktivistliği ya da insan haklarının korunması eylemi, “çıkar” savunuculuğu, korumacılığı ya da aktivistliği değildir. Her biri birer değeri ifade eden insan haklarını, sözleşme ya da kanundan doğan ya da o tür belgelerce düzenlenmiş ya da yazılı olmayan ilişkilerin yaşandığı durumlardaki hak sahipliği ya da dar anlamda ekonomik, sosyal ya da sınıf çıkarlarıyla karıştırmamak gerekir. Tersi durumlar da görülebilir. Ücret istemi ya da dinlenme günleri için istemde bulunma bir bireyin kişisel ilişki alanına giren ve dar anlamda çıkar gibi görünüm kazanabilen durumlar, gerçekte o ilişkinin arkasındaki değerin çıkar gibi görünüm kazanmasından ibarettir. Böyle bir eylem-işlem de (çıkar gibi görünüm alan eylem- işlem de) gerçekte bir değerin korunması, kazanılması ya da geliştirilmesine dönüktür. Burada değerlendirmeye konu olan, değeri korumaya ya da kazanmaya ya da geliştirmeye dönük eylemle, çıkar, menfaat sağlamaya dönük eylem/işlem arasındaki ilişkidir. İşkence yasağı, başka bir anlatımla işkence görmeme hakkıdır. İşkencenin önlenmesi, yapılmışsa saptanması ve hukuksal sonuca bağlanması için çalışmak bir değeri korumaya (bu değer, onurlu yaşam hakkı ve fiziksel ve ruhsal vücut bütünlüğünün, insan onurunun korunmasıdır) dönük eylem- işlemde bulunmaktır. İşkencenin ve işkencecinin gizlenmesi, korunmasına dönük işlem-eylem de çıkar korumaya dönüktür. Doğaya, çevreye zarar verdiği kanıtlanmış yöntemlerle herhangi bir üretim faaliyetini sürdürmek, bunda ısrarlı olmak çıkar korumaya dönük işlem-eylemdir. Oysa, doğa, çevre ve tarihsel, kültürel ve mimari mirası korumaya dönük eylem/işlem değer korumaya dönük eylem-işlemdir. Örneğin, Bergama köylülerinin eylemi değer korumaya dönüktür. Belki o köylülerin toprakları ve yaşadıkları coğrafya ilk ve direkt etkilenecektir, uygulanan zararlı faaliyetten. Ancak, bu durum ve eylemlerinin özü, çıkarla açıklanamaz. Oysa, Marmaris’te, sit alanına yapılmış bir otel inşaatının yıktırılmasına tepki göstererek direniş gösteren köylülerin eylemi ise dar anlamda çıkar eylemidir. Eylemi yapana değil, eylemin özüne bakmak gerekir. Demek ki, insan hakları hukuku, bir yaşama durumunu hak formunda düzenleyebilmek için ya da yapılmış bir hukuksal düzenlemeyi insan hakkı olarak niteleyebilmek için, onunla hangi değerin korunmak istendiğine bakar.
İnsan hakları hukuku, ikinci unsur olarak, hakkın öznesini arar. Hak diye nitelenen ya da öyle düzenlenen bir normda, o hakkın sahibinin kim olduğunun belli olması gerekir. Hakkın sahibi, kimi kez, mağdur olarak, eylem ya da işlemden birebir zarar gören olarak karşımıza çıkar. Ya da önceden hakkın sahibi bellidir. Eylem ya da işlemde bulunulmadan önce bellidir. Hakkın sahibinin her durumda tekil gerçek kişi olması koşulu da bulunmamaktadır. İnsan hakları hukuku, temelde birey ile devlet arasındaki ilişkiyi ve çelişmeyi esas almakla birlikte, giderek bireyin de içinde yer aldığı, bireylerden oluşan topluluklar, gruplar da hak sahibi olarak nitelenir oldular. Ve nihayet, BM Kişisel ve Siyasal Haklar Sözleşmesi ve Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesinde olduğu gibi (her iki Sözleşmenin 1. maddeleri) ulusların ya da halkların haklarından söz edebilme olanağı doğdu.
İnsan hakları hukukunda üçüncü unsur olarak muhatap unsuru sayılmaktadır. Muhatap, insan hakları hukukunda genel olarak siyasal otoritedir. Siyasal otorite, devlet olanak ve yetkisini taşır. Siyasal otorite ya da devlet, insan hakları olarak adlandırılan hakları tanıyacak, uygulanması için koşulları yaratacak, bu hak ve özgürlükleri kullanmak isteyenleri koruyacak ve bu hak ve özgürlükleri geliştirebilecek siyasal ve sosyal tedbirleri alacaktır. Belirtilen durumda, insan haklarının ihlalinde hak sahiplerinin muhatabı her durumda devlet organlarıdır. Eğer kentli hakları söz konusu ise, o ülkede, kentli hakları bakımından yetkilendirilmiş yerel yönetimler de hak sahipleri tarafından muhatap alınacaktır. İnsan hakları sorunlarında, devletin muhatap alınması, insan hakları hukukunun temel özelliklerinden birisidir. Bu, insan hakları hukukuna sanıldığı gibi soldan değil, liberal bir yaklaşımdır. Dolayısıyla, Türkiye’de insan hakları aktivistlerinin genel olarak sol siyasal kimlikli oluşundan hareketle, her insan hakkı ihlali ile ilgili olarak, devletin muhatap alınması fikri, sol siyasal kimlikli insan hakları aktivistlerinin uydurdukları bir anlayış değil, tersine tarihsel olarak bireyin özgürlük alanını devlet ya da genel olarak siyasal otorite karşısında genişletmeyi ilke edinmiş liberal düşünüşün ürünüdür. Bugün için, Türkiye örneğinde, burjuvazinin böyle bir işlevinin olmayışından hareketle, tarihsel arka plana ilişkin gerçeği yadsıyamayız. Ancak burjuvazinin dünya ölçeğinde, gerici bir sınıf haline gelişi ve insanlığın gelişmesinde sahip olduğu araçlar nedeniyle engeller çıkarması, özgürlük alanındaki bayrağın yere düşmesine neden olmayacaktı ve süreç sol kimlikli insanları, bir dönem burjuva sınıfının savunduklarını, hem Türkiye’de hem de dünya ölçeğinde, burjuvaziye rağmen savunulması göreviyle karşı karşıya bıraktı. Muhatap konusu da işte bu alanlardan birisidir.
İnsan hakları hukukunda dördüncü unsur olarak yaptırım (müeyyide) sayılmaktadır. İnsan hakkı olarak nitelenen şey, ihlal edildiğinde, hukuk düzeni, ihlalin karşısında nasıl bir yaptırım öngörmektedir? Öngördüğü yaptırımın türleri nelerdir? Bu yaptırımların neler olduğu ve türlerinin belli olması gerekir. Genel olarak hukukta, yaptırım türleri, hapis, ağır hapis gibi özgürlükten yoksun bırakma cezaları, ya da belirli bir süre ya da temelli olarak bir iş ya da meslekten çıkarma cezaları, ya da başka türden idari yaptırımlar olmak üzere, ihtiyati tedbirler, yürütmenin durdurulması ya da işyeri kapatma ya da para cezaları gibi yaptırımlardır. Hukuk düzeni, her bir hakkın niteliğine ve olayın oluşuna göre yaptırımlar öngörür. Böylece yaptırımları idari yaptırımlar ve hukuksal (yargısal) yaptırımlar olarak iki ana gruba ayırabiliriz. Burada her iki ana grup da önemli olmakla birlikte, yargısal süreçler tayin edici role sahiptir. Zira, insan haklarının ve bu arada kentli haklarının korunmasının güvencelerinden birisi hukuktur. Hukukun bu işlevini yerine getirebilmesi için, hukuk düzeninin mekanizmalarının, hızlı, adil, ucuz ve etkin çalışması gerekir. Konu yalnızca normlardaki bir değişiklikle güvence altına alınmış olmaz.
4. Bir İnsan Hakkı Olarak Dayanışma Haklarının Özelliği Dayanışma hakları başlığı altında toplanabilen çevre, barış, insanlığın ortak malvarlığından yararlanma ve gelişme haklarına, kanımca bu ana başlık altında yer alabilecek bir hak grubunu, kentli haklarını ekleyebiliriz. Dayanışma haklarının ortak özelliği, diğer tüm insan haklarının ortak özelliği olan yaşam hakkını ortak payda olarak almasıdır. Dayanışma hakları, diğer tüm insan haklarının da korunması için ortak gözetim, işbirliği ve dayanışmayı gerektirmesine karşın, niteliğinden kaynaklı olarak işbirliği ve dayanışma özelliği belirgin bir biçimde ortada olan haklardır. Bu grubun özel niteliğini vurgulamak için, şöyle bir örnek verilebilir: Amazon ormanları oksijenimizin % 15’ini sağlıyorsa, devletlerin egemenlik hakları var diye Brezilya hükümeti bu ormanlarda dilediği gibi tasarrufta bulunamaz. Ya da diyelim ki, Brezilya halkı, devletin ormanlar yerine ikame etmek istediği bir projeye de destek verdi. Brezilya halkı ve devleti öyle uygun gördü diye ormanlar yok edilemez. Tuna nehri Viyana’nın tam ortasından geçiyor ve güney doğu istikametinde ilerliyor. Avusturya hükümeti, sınıra yakın bir yerde Tuna’yı kirletecek bir tesisi, nasıl olsa benim egemenlik alanımdaki toprakları ve doğayı zehirlemeyecek diye kuramaz. Böyle diyoruz ama yıllardır, Tuna’nın yarattığı kirlilik Karadeniz’in özellikle Romanya, Bulgaristan ve Türkiye kıyılarındaki, deniz bitki örtüsünü ve deniz ürünlerinin pek çok türünü yok etmedi mi? Uluslararası gönüllü kuruluşların, kimi kez de Türkiye’de, bizleri de uyarıcı eylemler yapmalarının nedenini anlayabiliyor muyuz? Ayasofya ya da Süleymaniye bizim topraklarımızdadır diye, dilediğimiz gibi tasarrufta bulunabilir miyiz? Dayanışma hakları, insan hakları hukuku bakımından, bir hakta bulunması gereken temel unsurları (konu, özne, muhatap ve yaptırım) bünyesinde bulundurmaktadır.
Resim1
5. Kentli Hakları İnsan onurunun bir muamele beklentisini ortaya koyduğunu söylemiştik. İnsan onurunu, yalnızca siyasal otoritenin yasa uygulamakla görevli ajanlarının insanın fiziksel ve psişik varlığına dönük saldırı eylemleri söz konusu olduğunda ve bununla sınırlı olarak algılamamak gerekir. Örneğin insanlık onurunun işkenceyi yeneceği şeklindeki slogan, insan onurunun işkence eylemi karşısında korunmasını ister. Ayrıca bir inancı, insan onurunun değerini vurgular. Fakat insan onurunu yalnızca bu tür saldırı ile sınırlı kavramak eksik bir yaklaşımdır. Konuya, dayanışma hakları ve bu arada kentli hakları bakımından da yaklaşıldığında, muamele beklentisine aykırı her eylem ve işlemin insan onuruna aykırı olduğunu saptamak olanaklıdır. Örneğin, çevre, doğa, tarih, mimari ve kültürel mirasa her saldırı ya da genel olarak insanların yaşamlarını zorlaştırıcı eylem-işlemler, insan onuruna aykırı eylem ve işlemlerdir.Kentli hakları, son yılların ürünü bir hak kategorisidir. Burada, “kentli” ile kastedilen, kentteki insan ve onun yaşama durumudur. Kentte yaşama, sürekli ya da geçici olabilir. Herhangi bir nedenle kentte bulunuşu da içerir. Kentin sakini -kentte sürekli olarak yerleşmiş insan- ile kente tiyatro izlemek için gelmiş ve bu etkinliği izleyip kentten ayrılacak olan insan arasında, insan haklarının anahtar kavramı olan, insan onuru kavramı açısından fark yoktur. Kentte hava, gürültü kirliliği varsa, kentte ulaşım ve dolaşım sorunu varsa, kent güvenli bir kent değilse, üretilen mal ve hizmetler sağlıklı değilse ve benzeri insan onuruna aykırı durumlar varsa, kente tiyatro izlemeye gelen insan, insan onuruna uygun muamele beklentisine yanıt alamıyor demektir. Kentli hakları açısından da bu insan, insan onuruna aykırı muameleye tabi tutuluyor demektir. Buradan çıkan birinci sonuç, kentli haklarının, kentlilere, diğer insan haklarına ek olarak tanınan haklardan olduğudur. Bilindiği gibi, insan hakları bütünseldir, birbirine bağlıdır ve şarta bağlı tutulamaz.
Kent, insan için yaşama ortamlarından (habitat) birisidir. Bu yaşama ortamının, tarihsel gelişmesi incelememizin kapsamı dışındadır. Ancak kentlerle ilgili bir gereklilikten söz edebiliriz. Kentlerin, insan onuruna uygun yaşama, gezme, görme, eğlenme, kültürel aktivitelerde bulunma amacı doğrultusunda yapılandırılması gerekliliğidir bu.
Nüfusun sürekli artış göstermesi, ortalama yaşam süresinin uzaması, bilimsel ve teknolojik gelişmeler, üretimin devasa boyutlarda artış göstermesi, çoğu ülkelerde nüfusun büyük ölçeklerde sanayi bölgelerine yönelmeleri kentleşme olgusunu hızlandırmaktadır. Bugün Türkiye’de nüfusun % 70’i kentlerde yaşar olmuştur. Gelişmiş ülkelerde bu oran çok daha yüksektir.
Kentli hakları alanında, Avrupa Konseyi tarafından 1992 yılında kabul ve ilan edilen Avrupa Kentsel Şartı, kentli hakları alanındaki en önemli bölgesel belgedir. Avrupa Kentsel Şartı metni, 20 maddelik bir deklarasyon ve 13 maddelik şart ilkelerinden oluşmaktadır. Deklarasyonun 20 maddelik başlıkları,
1. Güvenlik,
2. Kirletilmemiş, sağlıklı bir çevre,
3. İstihdam,
4. Konut,
5. Dolaşım,
6. Sağlık,
7. Spor ve dinlence,
8. Kültür,
9. Kültürlerarası kaynaşma,
10. Kaliteli bir mimari ve fiziksel çevre,
11. İşlevlerin uyumu,
12. Katılım,
13. Ekonomik kalkınma,
14. Sürdürülebilir kalkınma,
15. Mal ve hizmetler,
16. Doğal zenginlikler ve kaynaklar,
17. Kişisel bütünlük,
18. Belediyelerarası işbirliği,
19. Finansal yapı ve mekanizmalar,
20. Eşitlik şeklindedir.
Avrupa Kentsel Şartı ilkelerinin ana başlıkları ise,
1. Ulaşım ve dolaşım,
2. Kentlerde çevre ve doğa
3. Kentlerin fiziki yapıları,
4. Tarihi kentsel yapı mirası,
5. Konut,
6. Kent güvenliğinin sağlanması ve suçların önlenmesi,
7. Kentlerdeki özürlü ve sosyo ekonomik bakımdan engelliler,
8. Kentsel alanlarda spor ve boş zamanları değerlendirme,
9. Yerleşimlerde kültür,
10. Yerleşimlerde kültürlerarası kaynaşma,
11. Kentlerde sağlık,
12. Halk katılımı, kent yönetimi ve kent planlaması,
13. Kentlerde ekonomik kalkınma,
şeklindedir.
Kentlilere, diğer insan haklarına ek olarak tanınan hakların ortak özelliği, bu hakların diğer insan hakları gibi, insan hakları hukukunun aradığı unsurları taşımasıdır. Kentli hakları kategorisi içinde, birinci ve ikinci kuşak haklar da, çevre hakkı gibi dayanışma hakları içerisinde bulunan haklar da bulunmaktadır. Anılan hakların bir diğer temel özelliği, işbirliğini ve dayanışmayı zorunlu kılmasıdır. Bu haklar, kentlilerin insan onuruna uygun bir yaşam sürdürmesi için zorunludur. Bu hakların, tanınması, tanımlanması, kazanılması, korunması, kullanılması ve geliştirilmesi için gerekli olan nedir? Tüm insan hakları için gerekli olanlar, bu haklar için de gereklidir. Tüm insan haklarının yaşam bulması için gerekli olan iki koşuldan söz etmiştik. Bunlardan ilki, demokratik kamuoyunun gücüdür. İkincisi ise hukukun gücüdür. Demokratik kamuoyundan kastımız, kentli hakları özelinde, kentlerde yaşayan insan topluluğudur. Hukukla kastedilen, pozitif hukuk normları-yürürlükteki yasalar değildir. İnsan hakları hukukunun normlarıdır. Peki nasıl bir siyasal hukuksal çerçevede, diğer insan hakları gibi, kentli hakları da yaşam bulur, korunur, gelişir? Bunun için gerekli olan demokrasidir. Demokrasiyi, 1993 yılında Viyana’da toplanan Dünya İnsan Hakları Konferansı, konferans belgesinin 8. maddesinde tanımlamıştır. Demokrasi, “halkın, kendi ekonomik, siyasi, sosyal ve kültürel sistemini belirlemek için iradesinin serbestçe ifade edildiği ve yaşamın tüm yönlerine tam katıldığı” rejimin adıdır. Belirtilen durumda, değer savunuculuğu olarak nitelendirdiğim insan hakları savunuculuğu, bu arada kentli hakları ile ilgili savunu, a) demokratik kamuoyunun gücü, b) hukukun gücü haline gelmelidir. Tek tek yüz milyonlarca dürüst insan (özü sözü bir olan insan) örgütlü bir güç olmadan ve demokrasi tanımındaki özgürleşmeyi sağlayan siyasal ve hukuksal sistemi oluşturmayı ve geliştirerek sürdürmeyi hedeflemeden hakların yaşam bulması ve gelişmesi olanaksızdır.
45a484db22f5dd2cdd38f1f1d2d207f0-rimg-w1280-h720-gmir
6. Türkiye’de Kentli Haklarının Hukuksal Altyapısı ile İlgili Sorunlar Mimarlar Odası için meslektaşım Av. Cengiz Çekiç ile birlikte yaptığımız, “Türkiye’de Kentli Hakları Mevzuatı” adlı çalışma, kentli hakları bakış açısıyla, yürürlükteki mevzuatın bir taramasıydı. Buna göre, Türk Hukuk Mevzuatında kentli hakları ile ilişkisi kurulabilecek 415 yasa bulunmaktadır. Binlerce yasa maddesinde konular düzenlenmiştir. 10 yasa Osmanlı döneminden bu yana yürürlüktedir. Yasalarda, Avrupa Kentsel Şartı ilkelerine karşılık gelecek şekilde tarama yapılmış, özgürlükten yoksun bırakma (hapis, ağır hapis cezaları), işyeri kapatma, meslekten men, para cezası gibi yaptırım türleri ve yaptırım uygulamaya yetkili idari ve yargısal kurumlar saptanmıştır. Ayrıca bu tarama bize, insan hakları hukuku bakımından da veriler sunmuştur. Yasalar ve ilgili mevzuat her ne kadar kentli hakları bakış açısıyla düzenlenmemişse de (Şart bağlamında zaman açısından olanaklı değil) insan hakları hukuku bakımından hakların konularını ve öznelerini saptamakta ve genel olarak merkezi ve yerel yönetimler olarak muhatabı belirlemede bir güçlük bulunmamaktadır. Ancak, bu araştırmada bazı gerçekler de ortaya çıkmıştır. İlki, mevzuatın genel olarak dayanışma hakları özel olarak da kentli hakları bakış açısıyla toplanmasıdır. Bu bağlamda, Anayasa’da ya dayanışma hakları başlığı altında ya da kentli hakları başlığı altında bir düzenlemeye gidilmesidir (Anayasa’nın tümüyle yeniden yapılandırılması görüşündeyim. Bunun tek bir ilkesi vardır. Anayasa, ulusalüstü insan hakları belgelerine dayalı olmalıdır). İkincisi, Mevzuat bu düzenlemenin ardından Anayasa’ya uyumlu hale getirilmelidir. Üçüncüsü, kentli hakları ile ilgili, yargı kurumları oluşturulmalıdır. Böylece, yargılamada uzmanlaşma sağlanacak, hukuksal süreçler hızlı ve etkin işleyecektir. Dördüncüsü kentli hakları ile ilgili yargı kurumlarına başvuru yargılama giderlerinden muaf olmalıdır. Oysa bugün, idari yargıya başvuru ve davayı sonuçlandırmak avukatlık ücreti hariç bilirkişi incelemesini ve keşfi gerektiren bir olayda, asgari ücretin en az 6 katı bir harcamayı gerektirmektedir. Örneğin, Ayasofya müzesi tam 14 yıldır, müzenin tam ortasında kurulmuş paslı restorasyon demirlerinin işgali altındadır. Restorasyon çalışmaları durmuş haldedir. Türkiye’de turistlerin en çok ziyaret ettiği yer de Ayasofya’dır. Bu görüntü, insanlığın ortak malvarlığına verilen değer açısından bir yurttaş olarak ve bir insan olarak hepimizin yüzünü kızartacak niteliktedir. Bu durum için herhangi birimizin idareyi kusuru nedeniyle sorumlu tutup idari yargıya başvurmamız halinde, yargılama giderlerini karşılamamız olanaklı değildir. Zira konunun uzmanları keşif yapacaklardır. Masrafı davacılar karşılayacaktır. Beşincisi, yargı kararlarının uygulanması, özellikle yürütmenin durdurulması, kararların etkin bir biçimde uygulanması sağlanmalıdır. Bunun için de, 1913 tarihli Memurin Muhakematı Kanunu yürürlükten kaldırılmalıdır. Yargı kararlarını uygulamayan kamu görevlileri için caydırıcı cezalar öngörülmelidir. Altıncısı, idari birimlerin aldığı her bir karar için ayrı ayrı dava açma zorunluluğu ortadan kaldırılmalıdır. Örnek, Kültür ve Tabiat Varlıkları Kurulu’nun aldığı bir kararla ilgili olarak, hem o karar için, hem Kültür Bakanlığı ve konusuna göre başka bakanlık için ve bir ruhsat işlemi söz konusu ise Valilik için ayrı ayrı dava açma zorunluluğu doğabilmektedir. Bu ise hak arama yollarının kullanımının zorlaştırılması anlamına gelmektedir. Yargısal süreçlerle ilgili önerileri geliştirmek olanaklıdır. Türkiye’de kentli hakları alanında hem merkezi yönetim hem de yerel yönetimler görevli ve yetkili kılınmıştır. Anayasa’nın 127. maddesinde yerel yönetim olarak, hem merkezi yönetimin taşradaki temsilcisi konumundaki İl Özel İdareleri hem de Belediyeler sayılmaktadır. Belediyeler üzerinde ise, İçişleri Bakanlığı’nın kuruluşu ve işleyişi ile ilgili yasada açıkça “vesayet” yetkisinden söz edilmektedir.
Belediye Meclisi’nin bütçesi ancak Vali onayı ile yürürlüğe girebilir durumdadır.
Türkiye’de ülke genelindeki siyasal ve hukuksal çerçeve ne ise (halkın iradesinin serbestçe ifade edilmesi ve yaşamının tüm yönlerine tam katılımı ilkesini anımsayalım) kentli hakları açısından da yerel yönetimler alanında aynı çerçeve görülmektedir. Yapının genel karakteri, merkezci, kapalı ve bürokrasinin egemenliğine dayalı olmasıdır.
Kentli haklarının yaşam bulması, bu haklara birer “değer” olduğunu bilerek sahip çıkmaktan geçiyor. Bu ise, insan anlayışımıza göre şekilleniyor. İnsanın başka insanlarla ve doğa ile ilişkilerini değerlendirişimize bağlı olarak tutum alıyoruz. Diyarbakır’da yoksul insanlara ekmek dağıtım şekline yönelttiğimiz eleştiride doğruluk payı vardır. Yüzlerce insanın çamurlar içinde kamyona hücum etmesini, birbirlerini çiğner durumda oluşunu, işin örgütlenmesi açısından değerlendirebiliriz. Ancak ortada bir yoksulluk sorunu olduğunu, yoksulluğun insan haklarının kullanımının da önünde engel teşkil ettiğini nasıl unutabiliriz? Üstelik bunun bir durum olduğunu, bu durumun ise bir ilkenin ihlali olduğunu atlayabilir miyiz? Bu ilkenin adının da sosyal adalet ilkesi olduğunu unutabilir miyiz?
Kent 250
Bu ve benzeri sorunları, televizyon, çamaşır makinası, otomobil ve apartman dairesi veren yarışma programlarına katılan bir kitleden, (evet her gece yapılan yarışmaya günde 375 bin telefon geliyorsa), böyle eğitilen, yönlendirilen insan topluluğundan, yalvaran topluluklardan çözmesini bekleyebilir miyiz?
Paranın ve çıkarın insan ilişkilerini belirleyen başlıca etken olduğu bir dünyada, bunun bir değer olarak her gün ve yeniden üretiminin ve sunumunun yapıldığı bir dünyada, insan haklarına sürekli vurgu koşuldur. Bir başka koşul, ayrıksı düşünenlerin kuşatmayı (hakları kazanma, koruma, kullanma ve geliştirme için) yarmaları ve bu yönde harcayacakları sürekli çabalarıdır.
 
(1) Kaboğlu Özden İbrahim, Özgürlükler Hukuku, s.282, Afa yayıncılık, İstanbul, 1994

Kent Hakkı

David Harvey

İnsan hakları ülkülerinin hem siyasi hem etik olarak merkezî konuma taşındığı bir çağda yaşıyoruz. Daha iyi bir dünyanın kurulması için bu ülkülerin ağırlıklarının artırılmasında pek çok enerji harcanmaktadır. Ancak çoğu kez dolaşımdaki kavramlar özünde egemen liberal ve yeni-liberal pazar mantıklarını ya da hâkim yasallık ve devlet faaliyeti biçimlerini reddetmez. Sonuçta özel mülkiyet hakkı ve kâr oranının hakla ilgili öteki tüm düşünceleri gölgede bıraktığı bir dünyada yaşıyoruz. Ben burada başka tür bir insan hakkı olan kent hakkını incelemek istiyorum. 

Son yüzyıldaki kentleşmenin hayret verici hızı ve ölçeği insanî mutluluğa katkıda bulundu mu? Kent toplumbilimcisi Robert Park’ın deyişiyle kent:

İnsanın içinde yaşadığı dünyayı daha çok gönlüne göre yeniden yapmada en başarılı girişimidir. Ama eğer kent insanın yarattığı dünyaysa bundan böyle orada yaşamaya mahkûm olduğu dünyadır da. Böylece dolaylı yoldan ve görevinin doğasına dair hiçbir açık algısı olmadan kenti yaparak insan kendini yeniden yapmıştır. [1]

Ne tür bir kent istediğimiz sorusu ne tür toplumsal bağlar, doğa ile ilişki, yaşam biçimleri, teknolojiler ve güzel duyu değerleri arzuladığımız sorusundan ayrılamaz. Kent hakkı kent kaynaklarına ulaşma bireysel özgürlüğünden çok öte bir şeydir: Kenti değiştirerek kendimizi değiştirme hakkıdır. Ayrıca bireyselden çok ortak bir haktır çünkü bu dönüşüm kaçınılmaz olarak kentleşme süreçlerini yeniden şekillendirmek üzere ortaklaşa bir gücün kullanımına dayanır. Kentlerimizi ve kendimizi yapma ve yeniden yapma özgürlüğünün en değerli ama aynı zamanda en çok ilgisiz kalınmış insan haklarımızdan biri olduğunu ileri sürmek isterim.

Başlangıçlarından beri kentler bir artı-ürünün coğrafî ve toplumsal yoğunlaşmaları sayesinde yükselmiştir. Bu nedenle kentleşme her zaman için sınıfsal bir görüngü olagelmiştir çünkü artıklar bir yer ve kişiden sağlanırken onların harcanmalarının denetimi tipik olarak birkaç elde toplanır. Bu genel durum elbette kapitalizmde de sürer; ancak kentleşme bir artı-ürünün harekete geçirilmesine dayalı olduğundan kapitalizmin gelişimi ile kentleşme arasında yakın bir bağlantı ortaya çıkar. Sermayedarlar artı-değer üretebilmek için artı-ürün üretmek zorundadır; bu üretilen değer de sonrasında daha çok artı-değer meydana getirmek için yeniden yatırıma dönüştürülmelidir. Sürekli yeniden yatırımın sonucu kapitalizmde kentleşmenin büyüme çizgisiyle paralel olarak artı-üretimin bileşik oranda genişlemesidir -sermaye birikimi tarihine eklemlenen lojistik eğriler (para, çıktı ve nüfus) bunun sonucudur.

1024px-David_Harvey2

Artı-sermaye üretimi ve emilimi için kârlı yerler bulmaya duyulan sürekli gereksinim kapitalizmin siyasetini biçimlendirir. Bu gereksinim aynı zamanda sermayedarın sürekli ve sorunsuz genişlemesine bir dizi engel çıkarır. Eğer iş gücü kıt ve ücretler yüksekse, ya var olan iş gücü disiplin altına alınmak zorundadır – teknolojik işsizlik ya da işçi sınıfının örgütlü gücüne saldırı başlıca iki yöntemdir- ya da göç, sermaye ihracı ve nüfusun o ana dek bağımsız kalmış unsurlarının proleterleştirilmesi gibi yollarla yeni iş gücü bulunmalıdır. Ayrıca sermayedarlar genelde yeni üretim araçları, özelde de doğal kaynaklar keşfetmelidirler ki bu, gerekli hammaddeleri elde etmek ve kaçınılmaz olarak ortaya çıkan atığın emilimi için doğal çevre üzerinde artan miktarda baskı oluşturur. Hammadde çıkarılması için araziler açmaları gerekir -çoğu kez emperyalist ve yeni-sömürgeci çabaların ereği de budur.

Rekabetin zorlayıcı yasaları yeni teknoloji ve örgüt biçimlerinin sürekli uygulanmasını da zorlar çünkü bunlar aracılığıyla sermayedar daha düşük nitelikli yöntemleri kullananları yener. Yenilikler yeni istek ve gereksinimleri tanımlar, sermayenin devir süresini düşürür ve sermayedarın içinde genişletilmiş emek gücü arzı, ham maddeler, vb. araştırabileceği coğrafi alanı sınırlandıran uzaklık sürtünmesini azaltır. Eğer pazarın yeterli alım gücü yoksa o halde dış ticaret hacmini genişleterek, yeni ürünlerin ve yaşam biçimlerinin reklâmını yaparak, yeni kredi araçları yaratarak ve kamusal ile özel harcamalara borç para sağlayarak yeni pazarlar bulunmalıdır. Son olarak eğer kâr oranı çok düşükse o halde ‘yıkıcı rekabetin’, tekelleşmenin (birleşme ve satın almalar) ve sermaye ihraçlarının devlet tarafından düzenlenmesi çıkış yolunu sağlar.

Yukarıdaki engellerin herhangi biri aşılamadığı durumda sermayedarlar artı-ürünlerini kârlı bir şekilde yeniden yatırıma dönüştüremezler. Sermaye birikiminin önü tıkanır ve bu durum onları sermayelerinin değer yitirebileceği ve hatta kimi örneklerde fiziksel olarak ortadan silinebileceği bir krizle karşı karşıya bırakır. Artı-mallar değer yitirebilir ya da yok edilebilir, üretim kapasitesi ile varlıklarının nominal değeri indirilebilir ve bunlar kullanım dışı bırakılabilir; paranın kendisinin enflasyon aracılığıyla değeri azalabilir ve işgücününki de kitlesel işsizlik sayesinde azalabilir. O halde bu engelleri aşmak ve kârlı etkinlik alanını genişletmek gereksinimleri kapitalist kentleşmeyi ne şekilde yönlendirmiştir? Ben burada askeri harcamalar gibi görüngülerin yanı sıra kentleşmenin sermayedarların kâr arayışlarında aralıksız ürettikleri artı-ürünü emmede özellikle etkin bir rol oynadığını ileri sürüyorum. 

Kent devrimleri

İlk olarak İkinci İmparatorluk Paris’inin durumunu düşünelim. 1848 yılı kullanılmayan artı-sermaye ve artı-işgücünün Avrupa çapındaki ilk açık krizlerinden birini beraberinde getirdi. Kriz özellikle Paris’i sert vurdu ve işsiz kalan işçiler ile Temmuz Monarşisi’nin açgözlülüğünün ve eşitsizliğinin panzehiri olarak toplumsal bir cumhuriyeti gören burjuva ütopyacılar tarafından gerçekleştirilen erken doğmuş bir devrimle sonuçlandı. Cumhuriyetçi burjuvazi devrimcileri şiddetle bastırdı ama krize çözüm getirmeyi başaramadı. Sonuç 1851′de darbe yapıp ertesi yıl kendisini İmparator ilan eden Louis-Napolyon Bonaparte’nin iktidara yükselmesiydi. Bonaparte siyasetini sürdürebilmek için, seçenek oluşturabilecek siyasi hareketlerin yaygın bir biçimde bastırılmasına başvurdu. Ekonomik durumla hem içeride hem de yurt dışında uygulanacak büyük bir altyapı yatırımı programı aracılığıyla ilgilendi. İkinci durumda bu Avrupa boyunca ve Doğu’ya doğru demiryolları yapımı ve Süveyş Kanalı gibi büyük işlere destek vermek iken, içeride ise demiryolu ağını sağlamlaştırmak, limanlar ve kanalizasyon inşa etmek anlamına geliyordu. Hepsinden öte, Paris’in kent altyapısının yeniden yapılandırılmasını gerektirdi. Bonaparte 1853′te kentin bayındırlık işlerinden sorumlu olmak üzere Georges-Eugéne Haussmann’ı görevlendirdi.

Haussmann görevinin artı-sermaye ve işsizlik sorunlarını kentleşme ile çözmek olduğunu açık olarak anlamıştı. Paris’i yeniden inşa etmek o zamanın standartlarına göre muazzam miktarda emek ve sermaye emiyordu ve Parisli iş gücünün isteklerini bastırmakla da birleşince toplumsal istikrarın başlıca aracıydı. Haussmann Paris’i yeniden şekillendirmek için 1840′larda Fouriercilerin ve Saint-Simoncuların üzerinde tartıştığı hayalî planlardan ilham almıştı ama büyük bir farkla: o kent sürecinin tasarımlandığı ölçeği dönüştürdü. Mimar Jacques Ignace Hittorff yeni bir bulvar için planlarını Haussmann’a gösterdiğinde Haussmann bunları ona geri fırlatarak şöyle dedi: yeterince geniş değil… sizinki 40 metre genişliğinde oysa ben 120 istiyorum.’ Haussmann, banliyöleri ekledi ve Les Halles gibi semtleri bütün olarak yeniden tasarladı. Bunu yapabilmek için yeni malî kurumlara ve borç araçlarına gereksinim duydu, bu amaçla Saint-Simon çizgisinde Crédit Mobilier ve Crédit Immobilier kuruldu. Sonuçta Haussmann artı-sermayeden kurtulma sorununu Keynesgil, borç destekli bir kent altyapısı iyileştirme düzeni kurarak çözmeye yardımcı oldu.

Düzen bir on beş yıl kadar iyi işledi ve yalnız bir kent altyapısı dönüşümünü değil ama aynı zamanda yeni bir yaşam biçimi ve kent karakteri kurulmasını da içerdi. Paris ışıklar kenti’, büyük tüketim, turizm ve keyif merkezi haline geldi; kahveler, büyük mağazalar, moda endüstrisi ve büyük sergilerin hepsi de kent yaşamını tüketimi özendirme sayesinde çok büyük artıkları emebilsin diye değiştirdi. Ama bunun ardından aşırı genişlemiş ve spekülatif malî düzen ve kredi yapıları 1868′de iflas etti. Haussmann işinden çıkarıldı; III. Napolyon umutsuzluk içinde Bismark Almanya’sına savaş açtı ve yenildi. Oluşan boşlukta kapitalist kent tarihindeki en büyük devrimci olaylardan biri olan Paris Komünü ortaya çıktı ki Komün, kısmen Haussmann’ın yok ettiği dünyaya duyulan özlem ve onun yaptığı işlerle yoksunlaşmış olanlar adına kenti geri alma isteğiyle şekillenmiştir. [2]

Şimdi hızla 1940′ların Birleşik Devletleri’ne gidelim. Savaş girişimi için olağanüstü seferberlik 1930′larda çok zorlu görünen artı-sermayeyi elden çıkarma sorununu ve onunla birlikte seyreden işsizliği geçici olarak çözdü. Ama herkes savaştan sonra olacaklardan endişeliydi. Siyasi olarak durum tehlikeliydi: 1930′larda sosyalist eğilimli güçlü toplumsal hareketler ortaya çıktığı sırada federal hükümet pratikte ulusallaştırılmış bir ekonomiyi yönetiyordu ve Komünist Sovyetler Birliği ile ittifak halindeydi. Louis Bonaparte devrindeki gibi zamanın yönetici sınıfları kuvvetli dozda  bir siyasi baskı istiyordu; 40′ların başında çoktan bolca belirtileri olan sonraki McCarthycilik ve Soğuk Savaş siyaseti tarihi bütünüyle çok tanıdık. Ekonomik cephede artı-sermaye nasıl emilebilir sorusu ise olduğu gibi kalmıştı.

1942′de Haussmann’ın çabalarının uzun bir değerlendirmesi Architectural Forum‘da çıktı. Bu değerlendirme, Haussmann’ın yaptıklarını detaylı olarak belgeliyor, hatalarının bir çözümlemesini yapmaya yelteniyor, bir yandan da tüm zamanların en büyük kentçilik uzmanlarından biri olarak onun ününü telafi etmeye çabalıyordu. Makalenin yazarı, Haussmann’ın Paris’e yaptığını İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra New York’a yapan Robert Moses’tan başkası değildi. [3] Yani, Moses kent süreci hakkında düşünmenin ölçeğini değiştirdi. Moses artı-sermaye emilimi sorununu çözmeye bir otoyollar ve altyapısal dönüşümler düzeni, banliyöleşme ve yalnız kentin değil tüm metropoliten bölgenin toptan yeniden yapılanması sayesinde yardım etti. Bunu yapmak için, kent büyümesini borçla desteklemek üzere krediyi serbest bırakan yeni malî kurumları ve vergi düzenlemelerini işletmeye başladı. ABD’nin tüm büyük metropoliten merkezlerini kapsayacak şekilde yurt çapında düşünüldüğünde -yine başka bir ölçek dönüşümü- bu süreç, ABD’nin ticari açık vererek komünist olmayan tüm küresel ekonomiyi güçlendirmeyi karşılayabildiği dönem olan 1945′ten sonra küresel kapitalizmi istikrara kavuşturmak için can alıcı bir rol oynadı.

Birleşik Devletlerin banliyöleşmesi yalnızca yeni altyapılar sorunu demek değildi. İkinci İmparatorluk Paris’indeki gibi yaşam biçimlerinde köklü bir dönüşümü gerektirdi, evden buzdolabına ve klimaya yeni ürünlerin yanı sıra garajda iki araba ile petrol tüketiminde aşırı bir artışı beraberinde getirdi. Banliyöleşme ayrıca, orta sınıfın desteklenen ev sahipliği topluluk eyleminin odağını malvarlığı değerini ve bireysel kimlikleri korumaya doğru kaydırıp banliyönün oyunu tutucu cumhuriyetçiliğe doğru çevirince, siyasi manzarayı da değiştirdi. İddiaya göre borçla yüklü ev sahiplerinin greve gitmesi daha az olası idi. Bu proje kent içlerini boşaltması ve başta Afrikalı-Amerikalılar olmak üzere yeni refaha erişimi yadsınanlar arasında kent huzursuzluğu yaratması pahasına başarıyla artığı emdi ve toplumsal istikrarı güvenceye aldı.

1960′ların sonunda başka bir tür kriz yayılmaya başladı; Haussmann gibi Moses da tahtından oldu ve çözümleri uygunsuz ve kabul edilemez görülmeye başlandı. Gelenekçiler Jane Jacobs etrafında toplandı ve Moses’in projelerinin kaba modernizmine yerelleşmiş semt estetiği ile karşı çıkmaya çabaladılar. Ama banliyöler kurulmuştu ve bunun işaret ettiği yaşam biçimindeki radikal değişimin birçok toplumsal sonucu oldu; örneğin feministlerin başlıca tüm hoşnutsuzluklarının yeri olarak banliyöyü ilan etmelerine yol açmak gibi. Haussmannlaştırmanın Paris Komünü dinamiklerinde bir yeri olduysa eğer, banliyö yaşamının ruhsuz nitelikleri de ABD’deki coşkulu 1968 olaylarında önemli bir rol oynadı. Hoşnutsuz beyaz orta sınıf öğrenciler bir başkaldırma evresine girdiler, yurttaşlık hakları isteyen kenara itilmiş gruplarla birlik aradılar ve -değişik türden bir kent deneyimi de içeren- başka bir dünya kurmak için bir hareket oluşturmak üzere Amerikan emperyalizmine karşı harekete geçtiler.

Paris’te Left Bank Expressway’i durdurma kampanyası ve Place d’Italie ile Tour Montparnasse gibi işgalci yüksek devlerce geleneksel semtlerin yıkımı 68 ayaklanmasının daha büyük dinamiklerini canlandırmaya yardım etti. Henri Lefebvre kentleşmenin, yalnız kapitalizmin yaşaması için merkezî önemde olduğunu ve bu nedenle de siyasi ve sınıf savaşımının önemli bir odağı olması gerektiğini değil ama aynı zamanda kent ve kır ayrımını adım adım ulusal topraklarda ve ötesinde bütünleştirilmiş alanlar yaratarak yok ettiğini önceden haber veren Kent Devrimi‘ni bu bağlamda yazdı. [4] Kent hakkı, kırsal alana tarımsal işten, ikinci eve ve köy turizmine dek uzanan görüngüler sayesinde artarak egemen olan tüm kent sürecine hükmetme hakkı anlamına gelmeliydi.

68 isyanı ile birlikte önceki yıllarda mülk patlamasını borç-desteği sayesinde güçlendirmiş olan kredi kuruluşlarında bir malî kriz baş gösterdi. Kriz 1960′ların sonunda hız kazandı ta ki 1973′te küresel mülk pazarı balonunun patlamasıyla başlayıp 1975′te New York kentinin malî çöküşü ile süren kapitalist düzenin iflasına dek. William Tabb’ın ileri sürdüğü gibi sonrakinin sonuçlarına verilen yanıt, sınıf iktidarını sürdürme ve kapitalizmin yaşamak için üretmek zorunda olduğu artıkları emme kapasitesini canlandırma sorunlarına yeni-liberal bir çözümün yapılandırılmasına etkili bir şekilde öncülük etti. [5]

Top-Story

Küreyi kuşatmak

Bir kez daha güncel konjonktürümüze dönelim. Uluslararası kapitalizm bölgesel kriz ve iflaslar roller-coaster‘ındadır -1997-98′de Doğu ve Güneydoğu Asya; 1998′de Rusya; 2001′de Arjantin, ancak yakın zamana dek artı-sermayeden kurtulmadaki kronik yeteneksizliği karşısında bile küresel bir iflastan kaçınabildi. Kentleşmenin bu durumu istikrara kavuşturmadaki rolü neydi? Birleşik Devletlerde konut sektörünün özellikle 1990′lar sonunun yüksek teknoloji iflasından sonra, aynı dönemin başlarında büyümenin etkin bir bileşeni olduğu halde, önemli bir istikrar unsuru olduğu kabul görmüş bir görüştür. Tarihsel olarak düşük faiz oranlarında savurgan bir tut-sat yeniden finansmanı dalgası ile destek olunmuş menkul değer fiyatlarının hızla değer kaybetmesi ABD iç pazarını tüketici eşyaları ve hizmetleri için desteklerken, emlâk piyasası epeyce bir artısermayeyi kent-merkezi, banliyö evleri ve ofis alanları yapımı sayesinde doğrudan emdi. ABD doymak bilmez tüketimciliğine ve Afganistan ile Irak’taki savaşlara yakıt sağlamak için günde 2 milyar pound civarında borçlanarak dünyanın geri kalanıyla büyük ticari açıklar verirken, Amerikan kentsel büyümesi küresel ekonomiyi kısmen sakinleştirdi.

Ancak kent süreci başka bir ölçek dönüşümüne uğradı. Kısaca küreselleşti. Birçok başka ülkenin yanı sıra İngiltere ve İspanya’da emlâk piyasası patlamaları Birleşik Devletlerde olan bitene geniş anlamda paralel yollarla kapitalist dinamiğin güçlenmesine yardım etti. Çin’in son yirmi yılki kentleşmesi altyapı geliştirmeye ağırlık vermesi ile ABD’ninkinden bile daha önemli değişik bir nitelik sergiledi. Çin’in hızı 1997′de kısa bir durgunluktan sonra, Çin 2000′den beri dünya çimento arzının neredeyse yarısını aldığı ölçüde epey arttı. Yüz kentten fazlası bu dönemde bir-milyon nüfus çizgisini geçti ve daha öncenin Shenzhen gibi küçük köyleri 6-10 milyon insanlı muazzam anakentler haline geldi. Baraj ve otoyollar içeren büyük altyapı projeleri -yine tümü borçla desteklenmiş- manzarayı dönüştürüyor. Küresel ekonomi ve artı-sermayenin emilimi için sonuçlar önemli oldu: Şili bakırın yüksek fiyatı sayesinde gelişiyor, Avustralya zenginleşiyor ve hatta Çin’in hammadde talebinin gücü nedeniyle Brezilya ile Arjantin kısmen iyileşti.

O halde Çin’deki kentleşme bugün küresel kapitalizmin temel denge unsuru mudur?Yanıt sınırlı bir evet olmak zorunda çünkü kısmen esnekliklerini dünyadaki kentsel gelişimi borçla desteklemeye harcayan malî piyasaların şaşırtıcı bütünleşmesi sayesinde artık gerçekten küresel hale gelen kentleşme sürecinde Çin yalnız merkez üssüdür. Örneğin Çin merkez bankası ABD’deki ikinci tut-sat piyasasında etkinken Goldman Sachs ağırlıklı olarak Mumbai’deki kabaran emlâk piyasasıyla ilişkilidir ve Hong Kong sermayesi de Baltimore’de yatırım yapmıştır. Yoksul bir göçmen selinin orta yerinde Johannesburg, Taipei, Moskova’da, yanı sıra kapitalist merkez ülkelerdeki kentlerde örneğin Londra ve Los Angeles’te yapılaşma arttı. Ortadoğu’da Dubai ve Abu Dabi gibi yerlerde, petrol zenginliğinden kaynaklanan artığı mümkün olan en göze çarpan, toplumsal olarak adil olmayan ve çevresel olarak savurgan yollardan silip süpüren, suç açısından saçma değilse de şaşırtıcı büyük-kentleşme projeleri ortaya çıktı.

Bu küresel ölçek olan bitenin prensipte Haussmann’ın Paris’te yönettiği dönüşümlere benzer olduğunu kavramayı zorlaştırıyor. Zira kendinden öncekilerin tümü gibi küresel kentleşme patlaması da sürdürülebilmesi için gerek duyulan krediyi düzenleyecek yeni malî kurumların ve düzenlemelerin yapılandırılmasına bağlıydı. 1980′lerde başlatılan malî yenilikler -dünya çapında yatırımcılara satılması için yerel tut-satları [mortgage] menkul kıymetleştirmek ve paketler halinde sunmak ile teminata dayalı borç senetleri tutmak için yeni araçlar kurmak- can alıcı bir rol oynadı. Bu yeniliklerin birçok yararı riski yaymayı ve artı-birikim havuzlarının artıkonut talebine erişimine izin vermeyi de içeriyordu; ayrıca yenilikler bu harikaları işleyen malî aracılar için engin servetler üretirken toplam faiz oranlarını da aşağı çektiler. Ama riski yaymak onu yok etmez. Ek olarak, riskin bunca geniş dağıtılabilmesi sorumluluk başka yere aktarılabileceği için daha da riskli yerel davranışları cesaretlendirir. Yeterli risk-değerlendirme denetimleri olmadan bu finansallaşma dalgası şimdi “sub-prime” tut-sata ve evin varlık-değeri krizine dönüştü. Düşüş ilk anda ABD kentleri ve çevrelerinde yoğunlaşmıştı ve özellikle düşük-gelirli, kent-içi Afrikalı-Amerikalılar ile yalnız kadınların başında olduğu hane halkları için ciddi etkiler doğurdu. Düşüş ayrıca kent merkezlerinde özellikle Güney Batı’da fırlayan ev fiyatlarını karşılayamayanları da etkiledi; onları metropolün yarı kenar kesimlerine gitmeye zorladı; bu kişiler buralarda spekülatif olarak yapılan site tarzı evleri [tract housing] başlangıçta kolay değerlere satın aldılar ama bu kez benzin fiyatları yükselince yükselen ulaşım giderleri ve piyasa değerlerinin gerçekleşmesiyle tırmanan tut-sat ödemeleri ile karşı karşıya kaldılar.

Kent yaşamı ve altyapısı üzerindeki döngüsel yerel tepkileriyle bugünkü kriz aynı zamanda küresel malî düzenin tüm yapısını tehdit ediyor ve büyük bir durgunluğun kasıp kavurması durumunu tetikleyebilir. Neredeyse kesin olarak, çok uzak olmayan bir gelecekte stagflâsyon değilse de güçlü, denetlenemez enflasyon akımları yaratacak olan Merkez Bankasının 2007-08′deki anında kolay-para tepkisini de içeren 1970′lerle olan benzerlikler ise tekinsizdir. Nasıl olursa olsun şu an durum çok daha karışık ve Çin’in Birleşik Devletlerdeki ciddi bir çöküşü karşılayıp karşılayamayacağı ucu açık bir soru; Çin Halk Cumhuriyeti’nde (ÇHC) bile kentleşme hızı yavaşlıyor gibi görünüyor. Malî düzen de daha önce hiç olmadığı kadar sımsıkı kenetlenmiştir.[6] Bilgisayar-destekli anlık ticaret piyasada her zaman için büyük bir ayrılma yaratmakla tehdit ediyor -hisse değiş tokuşunda şimdiden inanılmaz gelgeçlikler üretiyor-; bu ayrılma şiddetli bir krizi hızlandıracak ve böylece, malî sermaye ve para piyasasının nasıl işlediğinin, kentleşmeyle olan ilişkilerini de içerecek şekilde yeniden bütünsel bir gözden geçirilmesini gerektirecektir.

Mülk ve uzlaştırma

Önceki tüm aşamalardaki gibi kent sürecinin bu en son köklü genişlemesi de inanılmaz yaşam biçimi dönüşümlerini beraberinde getirdi. Kent yaşamının kalitesi kentin kendisi gibi, tüketimcilik, turizm, kültürel ve bilgi-temelli endüstrilerin kent ekonomi-politiğinin büyük çehreleri haline geldiği bir dünyada bir mal haline geldi. Hem tüketici alışkanlıklarında hem de kültürel biçimlerde pazar nişleri oluşturmayı cesaretlendirmeye duyulan post-modern tutku çağdaş kent deneyimini, paranız olduğu sürece, bir seçenek özgürlüğü havasıyla çevreliyor. Alışveriş merkezleri ve çok katlılar fast-food ve zanaatçı pazaryerleri gibi hızla çoğalıyor. Şimdi elimizde olan kent toplumbilimcisi Sharon Zukin’in ortaya koyduğu gibi, “kapuçino ile uzlaştırmadır”. Birçok alanda egemenliğini sürdüren tutarsız, donuk ve sıkıcı banliyö arazi gelişmesi bile şimdi kendi panzehirini, kent rüyasını doyurmak için topluluk ve butik yaşam tarzlarının satış çığırtkanlığını yapan “yeni kentçilik” hareketinden sağlıyor. Bu, içinde, yoğun sahiplenici bireyciliğin yeni-liberal etiğinin ve bunun akrabası olan toplu eylem biçimlerinden siyasi vazgeçişin insan toplumsallaşması için şablon haline geldiği bir dünyadır. [7] Mülk değerlerinin korunması öyle olağanüstü bir siyasi çıkara dönüşüyor ki Mike Davis’in işaret ettiği gibi Kaliforniya eyaletindeki ev sahipleri dernekleri parçalanmış mahalle faşizmlerinin değilse de siyasi tepkinin kaleleri haline geliyor. [8]

Gittikçe daha bölünmüş ve çatışmaya eğilimli kent bölgelerinde yaşıyoruz. Son otuz yılda yeni-liberal değişim sınıf iktidarını zengin seçkinlere geri verdi. O zamandan beri Meksika’da on dört milyarder ortaya çıktı ve 2006′da bu ülke, yoksulların gelirleri durağanlaşır ya da azalırken yeryüzünün en zengin adamı Carlos Slim’le övünmekteydi. Sonuçlar, gittikçe istihkâmlaştırılmış bölümlerden, kapalı cemaatlerden (gated communities) ve sürekli gözetim altında tutulan özelleştirilmiş kamusal alanlardan oluşan kentlerimizin uzamsal biçimlerinde silinmez bir şekilde yer etti. Gelişen dünya özelinde kent birçok mikro-devletin’ gözle görülür şekilde oluşması ile değişik, ayrılmış parçalara bölünüyor. Seçkin okullar, golf kursları, tenis kursları ve 24 saat bölgeyi gezen özel güvenlikçiler gibi her türlü hizmetin sağlandığı zengin mahallelerle, suyun yalnız halka açık çeşmelerden edinilebildiği, bir temizlik düzeninin var olmadığı, elektriğin bir avuç ayrıcalıklı tarafından kaçak kullanıldığı, her yağmurda yolların çamur ırmakları haline geldiği ve ev paylaşımının norm olduğu yasa dışı yerleşimler iç içe geçiyor. Her bölüm hayatta kalmanın günlük savaşımında eline geçirdiklerine sıkıca tutunarak özerk olarak yaşar ve işler görünüyor. [9]

Bu koşullar altında kentli kimliği ülküleri, yayılan yeni-liberal etik hastalığının çoktan tehdit ettiği yurttaşlık ve aidiyeti sürdürmek hayli zorlaşıyor. Suç eylemleri aracılığıyla özelleştirilmiş yeniden dağıtım her köşede bireyin güvenliğini tehdit ediyor ve polis baskısına popüler talebi teşvik ediyor. Kentin, toplu grup siyaseti yani içinde ve ondan, ilerici toplumsal hareketlerin doğabileceği bir alan olarak iş görebileceği düşüncesi bile inanılması güç görünüyor. Bununla birlikte soyutlanmayı aşmayı ve finans, şirket sermayesi ve gittikçe daha çok girişimci düşüncedeki yerel yönetim aygıtları tarafından desteklenen planlamacıların ortaya koyduklarından ayrı bir görünümle kenti yeniden biçimlendirmeyi amaçlayan kentsel toplumsal hareketler de var.

Mülksüzleştirmeler

Kentsel dönüşüm sayesinde, artık emilimi, daha da karanlık bir yüze sahiptir; bu süreçten en başta acı çekenler yoksullar, ayrıcalıksızlar ve siyasi iktidardan dışlananlar olduğundan hemen her zaman sınıfsal bir boyutu olan ‘yaratıcı yıkım’ yüzünden nükseden kentsel yeniden yapılandırma nöbetlerine yol açtı. Eskinin enkazı üzerine yeni kentsel dünyayı yapmak için şiddet gerekir. Haussmann kentsel gelişme ve yenileme adına kamulaştırma güçlerini kullanarak eski Paris varoşlarını sildi süpürdü; bile bile işçi sınıfının çoğunun ve diğer asi unsurların toplumsal düzen ve siyasi iktidarına tehdit oluşturdukları kent merkezinden uzaklaştırılmasını düzenledi.

Haussmann devrimci hareketlere kolaylıkla diz çöktürülmesini sağlama almak için yeterli düzeyde gözetim ve askeri denetimin elde edilebileceğine -1871′de sonradan ortaya çıktığı gibi, yanlışlıkla- inanılan bir kent biçimi yarattı. Bununla beraber 1872′de Engels’in dikkat çektiği gibi:

Gerçekte, burjuvazi barınma sorununu kendi usulüne göre yalnız bir çözme yöntemine sahiptir -yani onu öyle bir şekilde çözer ki çözüm sürekli olarak sorunu yeniden üretir. Bu yönteme ‘Haussmann’ denir… Nedenler ne denli değişik olursa olsun sonuç hep aynıdır; rezil geçitler ve şeritler bu büyük başarıdan dolayı burjuvazinin savurgan kendini beğenmişliğinin eşliğinde yok olur ancak hemen başka bir yerde yine ortaya çıkarlar… Onları ilk anda üreten aynı ekonomik gereklilik onları bir sonraki yerde de üretir. [10]

Dışlanmış göçmenleri, işsiz işçi kesimini ve gençliği kapana kıstıran soyutlanmış banliyölerdeki son yılların ayaklanma ve kargaşalarında görülen sonuçlarıyla Paris merkezînin burjuvalaştırılmasının tamamlanması yüz yıldan çok sürdü. Buradaki üzücü nokta ise elbette Engels’in tanımladığı şeyin tarih boyunca kendini yinelemesidir. Robert Moses kendi kötü ünlü sözleriyle “Bronx’a bir balta getirdi”*, böylece çevre grupları ve hareketlerinin uzun, yüksek sesli yasına neden oldu. Paris ve New York’un durumunda devlet kamulaştırmalarının gücü bir kez başarıyla direnç gösterilip frenlenince belediye malî disiplini, emlâk spekülasyonu ve ‘en yüksek ve iyi kullanımı’ için olan getiri oranına göre toprak kullanımının düzenlenmesi sayesinde daha sinsi ve kanser gibi bir ilerleme yolu tutuldu. Engels bu düzeni çok iyi anlamıştı:

Büyük modern kentlerin büyümesi özellikle merkezî olarak konumlanmış belirli alanlardaki toprağa yapay ve dev gibi artan bir değer kazandırmaktadır; bu bölgelerde dikilen binalar değeri yükselteceklerine düşürürler çünkü artık değişen koşullara ait değillerdir. Yıkılırlar ve yerleri başkalarıyla doldurulur. Bu her şeyden çok merkezde yer alan ve kiraları en yüksek yoğunlaşmada bile belirli bir üst sınırın ötesinde ya asla artmayan ya da ancak çok yavaşlıkla artan işçi evleri için geçerlidir. Onlar yıkılır ve yerlerinde dükkânlar, depolar ve kamu binaları yükseltilir. [11]

Bu tanım 1872′de yazıldığı halde Asya’nın birçok yerindeki -Delhi, Seul, Mumbai- çağdaş kent gelişmesine ve de New York’taki nezihleştirmeye (gentrificationdoğrudan uygulanabilir. Kapitalizmdeki kentleşmenin özünde bir yerinden etme süreci ve benim ‘mülksüzleştirme yoluyla birikim’ dediğim şey yatar. [12] Bu kenti yeniden geliştirme sayesinde sermaye emiliminin bir yansısıdır ve orada belki yıllarca yaşamış olan düşük-gelirli nüfustan değerli toprağı ele geçirmek üzerine sayısız çekişmeye yol açıyor.

1990′lardaki Seul’un durumunu düşünelim: inşaat şirketleri ve planlamacılar kentin yamaçlarındaki semtleri işgal etmek için sumo güreşçileri tipinde kiralık katil ekipler tuttular. Yalnız evleri değil, aynı zamanda zaman içinde değerlileşen topraklarda 1950′lerde kendi evlerini yapanların tüm varlıklarını da yıktılar. Yapılmalarını sağlayan vahşiliğin izini göstermeyen yüksek katlı kuleler şimdi o yamaçların çoğunu kaplıyor. Bu arada Mumbai’de resmi olarak varoş sakinleri olarak düşünülen 6 milyon insan toprakta yasal bir ismi olmadan yerleşik durumdalar; kentin tüm haritaları bu yerleri boş bırakıyor. Mumbai’yi Şangay’a rakip küresel bir finans merkezine çevirme çabasıyla emlâk-geliştirmedeki canlanma hız kazandı ve gecekonduların işgal ettiği toprak gittikçe daha değerli görünüyor. Mumbai’deki en göze çarpan varoşlardan biri olan Dharavi’nin değerinin 2 milyar dolar olduğu tahmin ediliyor. Arazi gaspını maskeleyen çevresel ve toplumsal gerekçeler göstererek onu temizleme baskısı her gün artıyor. Devletin desteklediği malî güçler bazı durumlarda tüm bir nesil boyunca oturulmuş yerlere şiddetle sahip olarak zora dayanan varoş temizliği için bastırıyor. Toprak neredeyse hiç maliyetsiz alındığından emlâk hareketliliği sayesinde sermaye birikimi canlanıyor.

Yerinden edilen insanlar tazminat alacaklar mı? Şanslı olanlar bir parça alır. Ancak her ne kadar Hint Anayasası devletin kast ya da sınıfa bakmaksızın tüm nüfusun yaşamını ve mutluluğunu koruma ve konut ve barınma haklarını güvenceye alma zorunluluğu olduğunu belirtse de yüksek mahkeme bu anayasal gerekliliği düzelten kararlar çıkardı. Varoşlarda yaşayanlar yasadışı oturanlar oldukları ve birçoğu uzundönemli ikametlerini kesin olarak kanıtlayamadıkları için tazminat hakları yok. Yüksek mahkeme bu hakkı tanımanın yankesicileri eylemleri için ödüllendirmekle eşit olacağını söylemektedir. Dolayısıyla gecekondular ya direnip savaşır ya da az eşyalarıyla otoyol kenarlarına ya da küçük bir boşluk bulabildikleri herhangi bir yere kamp kurmaya giderler. [13] Yerinden edilme örneklerine ABD’de de rastlanabilir ama bunlar daha az vahşi ve daha çok yasalcı olma eğilimindedir: hükümetin kamulaştırma yetkisi makul konutlardaki yerl eşmiş sakinleri kondominyum ve alışveriş merkezi [box store] gibi daha yüksek kademeli arazi kullanımları lehine yerlerinden etmek üzere kötüye kullanıldı. Buna ABD yüksek mahkemesinde karşı gelinince yargıçlar yerel hükümetlerin emlâk vergisi tabanını artırmak için bu şekilde davranmalarının anayasaya uygun olduğuna karar verdiler. [14]

Çin’de milyonlar -yalnız Pekin’de üç milyon- uzun süredir oturdukları yerlerinden ediliyorlar. Özel mülkiyet haklarından yoksun olduklarından devlet onları basit bir emirle, araziyi büyük bir kâr karşılığında planlamacılara aktarmadan önce onlara gidişlerinde yardımcı olmak için küçük bir nakit ödemesi sunarak yerlerini değiştirebilir. Bazı durumlarda insanlar isteyerek taşınırlar ama Komünist Parti’nin alışılmış yanıtının vahşi bastırma olduğu yaygın direniş haberleri de var. ÇHC’de yerinden edilenler genellikle kırsal uçlardaki nüfustur ki bu da Lefebvre’nin 1960′larda ileri görüşlülükle ortaya koyduğu, kentli ve kırsal arasında bir zamanlar var olan net ayrımın başkent ve devletin egemen buyruğu altındaki bir dizi eşitsiz coğrafî gelişmenin geçirgen mekânına dönüştüğü iddiasının önemini göstermektedir. Bu, merkezî ve eyalet yönetimlerinin şimdi -arazinin çoğu kentleşme için tayin edildiyse de görünürde sanayinin gelişimi için- Özel Ekonomik Bölge’lerin kurulmasını destekledikleri Hindistan’da da böyledir. Bu politika en büyükleri devletin Marksist hükümetince yönetilmiş Batı Bengal Nandigram’da 2007 Mart’ında gerçekleşen katliam olan tarımsal üreticilere karşı meydan savaşlarına yol açtı. Endonezyalı dev Salim Grubu’na saha açmak niyetiyle yönetimdeki CPI(M) protestocu köylüleri dağıtmak için silahlı polisler yolladı; en az 14′ü vuruldu ve onlarcası yaralandı. Bu olayda özel mülkiyet hakları hiçbir koruma sağlamadı. 

Gecekondu nüfusuna mülklerini geride bırakmalarına imkân veren varlıklar sağlayacak özel-mülkiyet hakları verme şeklindeki görünürde ileri öneriye ne demeli? [15] Böyle bir tasarı şimdi örneğin Rio’nun favelaları için tartışılıyor. Sorun şu ki gelir güvensizliği ve sık malî güçlüklerle kuşatılmış yoksullar varlıklarını göreli düşük bir nakit ödemesi ile takas etmeye kolaylıkla ikna edilebilirler. Zenginler tipik olarak değerli varlıklarından herhangi bir fiyata vazgeçmeyi reddederler, bu nedenledir ki Moses baltasını varlıklı Park Avenue’ye değil ama düşük gelirli Bronx’a götürebildi. Margaret Thatcher’in İngiltere’de sosyal konut edindirmeyi özelleştirmesinin kalıcı etkisi Londra anakentinde düşük-gelirli ve hatta orta-sınıf insanların kent merkezine yakın herhangi bir yerde konaklamaya erişimini engelleyen bir kira ve fiyat yapısı yaratmak oldu. Bahse girerim ki on beş yıl içinde eğer şimdiki eğilimler sürerse Rio’da şu an favelaların işgalindeki yamaçların hepsi pastoral koyun müthiş manzarasına sahip yüksek-katlı kondominyumlarla kaplanacak, bu sırada bir zamanların favela sakinleri bazı uç çevre bölgelere sürülmüş olacak. 

Talepleri formülleştirmek

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki kentleşme artı-sermayenin emiliminde gitgide büyüyen coğrafî ölçeklerde ama kitleleri kente dair her türlü haktan yoksun bırakan yaratıcı yıkım süreçlerini filizlendirme pahasına can alıcı bir rol oynadı. Yapılaşma mekânı olarak gezegen ile ‘varoşlar gezegeni’ çarpışır. [16] Bu dönemsel olarak 1871 Paris’i ya da 1968′de Martin Luther King’in öldürülmesinden sonra ABD’de olduğu gibi ayaklanma ile sonlanır. Eğer olası göründüğü üzere malî güçlükler artar ve bugüne dek başarılı olan kentleşme sayesinde kapitalist sermaye-emiliminin yeni liberal, post-modernist ve tüketimci aşaması son bulur ve daha genel bir kriz doğurursa, o durumda şu soru ortaya çıkar: bizim 68′imiz ya da daha dramatik söylersek, bizim Komün yorumumuz nerede? Malî düzende olduğu gibi yanıt çok daha karmaşık olmak zorundadır çünkü kentsel sürecin ufku artık küreseldir. İsyan işaretleri her yerde: Çin ve Hindistan’daki huzursuzluk kroniktir, Afrika’da iç savaşlar hiddetleniyor, Güney Amerika karışıklık içindedir. Bu ayaklanmalardan herhangi biri bulaşıcı hale gelebilir. Ancak malî düzenin aksine dünyada çokça olan kentli ya da yarı-kentli toplumsal muhalefet hareketleri sıkıca bağlı değil; aslında çoğunun birbiriyle hiç bağlantısı yok. Ola ki bir şekilde bir araya geldiler, ne talep etmeliler?

Son soruya yanıt ilkesel olarak yeterince basittir: artı-üretim ve kullanımı üzerinde daha büyük demokratik denetim. Kentsel süreç artık kullanımının önemli bir yolu olduğundan onun kentsel yayılması üstünde demokratik yönetim kurmak kent hakkını oluşturur. Kapitalist tarih boyunca artı-değerin bazısı vergilendirildi ve sosyal demokrat aşamalarda devletin kullanımındaki miktar dikkate değer şekilde yükseldi. Son otuz yılın yeni-liberal projesi bu denetimi özelleştirmeye doğru yönlendi. Oysa tüm OECD ülkeleri için olan veriler devletin bütün üretimdeki payının 1970′lerden beri kabaca sabit olduğunu göstermektedir. [17] Yeni-liberal saldırının ana kazanımı o halde kamu payının 1960′larda olduğu gibi genişlemesini engellemek oldu. Yeni liberalizm ayrıca devlet ve şirket çıkarlarını birleştiren yeni yönetişim düzenleri yarattı ve parasal güç kullanarak devlet aygıtı yoluyla artık harcamasının kent sürecini biçimlendirmede şirket sermayesi ile üst sınıfları kayırmasını sağlama aldı. Devletin tuttuğu artık miktarını yükseltmek yalnız, devlet kendisi de demokratik denetim altına getirilirse olumlu bir etkiye sahip olacaktır.

Giderek kent hakkının özel ya da yarı-özel çıkarların hizmetine geçtiğini görüyoruz. New York’ta örneğin, milyarder belediye başkanı Michael Bloomberg kenti planlamacılar, Wall Street ve ulus ötesi kapitalist sınıf unsurları lehine yeniden biçimlendiriyor, yüksek değerli işler için en uygun yer ve turistler için de harika bir varış noktası olarak pazarlıyor. Sonuçta Manhattan’ı varlıklılar için büyük bir kapalı cemaat (gated community) haline dönüştürüyor. Meksiko’da Carlos Slim kent merkezindeki sokakları turistlerin göz zevkine uysun diye yeniden Arnavut kaldırımı yaptırdı. Doğrudan güç uygulayan yalnız varlıklı bireyler de değil. Kentsel yeniden yatırım kaynakları bakımından meteliksiz New Haven kentinde kent dokusunun büyük bölümünü kendi gereksinimlerine uyması için yeniden tasarlayan dünyanın en paralı üniversitelerinden biri olan Yale’in ta kendisidir. Her iki durumda da mahallî direnişi harekete geçirecek şekilde John Hopkins aynısını Doğu Baltimore için yaparken, Columbia Üniversitesi de New York bölgeleri için yapmayı planlıyor. Şimdi tasarlandığı biçimiyle kent hakkı çok dar kalıplıdır ve çoğu durumda kentleri gitgide daha çok kendi arzularına göre biçimlendirecek konumdaki küçük bir politik ve ekonomik seçkin grubuyla sınırlandırılmıştır. 

Her Ocak’ta New York Resmi Denetim Bürosu önceki on iki ay için toplam Wall Street bonuslarının bir tahminini yayımlar. Malî piyasalar için her bakımdan korkunç bir yıl olan 2007′de bunların toplamı bir önceki yıldan yalnız yüzde 2 daha az olarak 33,2 milyar dolardı. 2007 yazı ortasında ABD ve Avrupa Merkez Bankaları malî düzene sürekliliğini sağlama almak için milyarlarca dolar değerinde kısa-dönemli borç yağdırdılar ve ondan sonra da ABD Merkez Bankası Dow hızla düşme tehdidi gösterdiği her durumda ya faiz oranlarını çarpıcı bir biçimde indirdi ya da içeri büyük miktarda nakit pompaladı. Bu sırada iki milyon kadar insan ipotekli hacizle evsiz bırakıldı ya da şu an bırakılmak üzereler. ABD’deki birçok kent mahallesi ve hatta tüm yarı-kentli toplulukların kapısına kilit vuruldu ve yakıp yıkıldı, malî kurumların yırtıcı borç verme uygulamalarıyla haşat edildi. Bu nüfusun bonus alacağı yok. Aslında ipotekli haciz borç affı anlamına geldiğinden, bu da Birleşik Devletlerde gelir olarak dikkate alındığından tahliye edilenlerin birçoğu asla sahip olmadıkları para için ağır bir gelir vergisi ile karşı karşıyalar. Bu eşitsizlik kitlesel bir sınıf yüzleşmesi biçiminden az kalır bir şey olarak yorumlanamaz. Kent-içi birçok bölgede potansiyel olarak yüksek-değerli arazilerdeki düşük-gelirli mahalleleri, kamulaştırma yetkisinden çok daha etkili ve hızlı bir şekilde silmekle (planlamacılar açısından) uygun olarak tehdit eden bir ‘Malî Katrina’ yayılıyor.

Bununla beraber yirmi birinci yüzyıldaki bu gelişmelere tutarlı bir karşı koymayı görmemize hâlâ var. Elbette şimdiden kent sorununa odaklanan, Hindistan’dan Brezilya’ya, oradan Çin’e, İspanya’ya, Arjantin’e ve Birleşik Devletlere değin, pek çok değişik toplumsal hareket var. 2001′de toplumsal hareketlerin baskısından sonra Brezilya Anayasası’na toplu kent hakkını tanıyan bir Kent Yasası eklendi. [18] ABD’de malî kurumlar için olan 700 milyar dolarlık yardım paketinin büyük bir kısmının ipotekli hacizleri engellemeye yardım edecek ve mahallî güçlendirme ile belediye düzeyinde altyapısal yenileme çabalarını destekleyecek bir Yeniden Yapılandırma Bankası’na yönlendirilmesi için çağrılar oldu. O durumda milyonları etkileyen kentsel krize büyük yatırımcı ve sermayedarların gereksinimlerine karşı öncelik tanınırdı. Ne yazık ki toplumsal hareketler ya yeterince güçlü değil ya da bu çözümü zorlamak için yeterince seferber olmuş değil. Ne de bu hareketler artı üretimin koşulları bir yana onun kullanımı üzerinde daha çok denetim elde etmek tekil amacı üzerinde henüz uzlaşmış değil.

Tarihin bu noktasında bu ağırlıklı olarak malî sermayeye karşı verilen küresel bir savaşım olmalıdır çünkü kentleşme süreçleri artık bu ölçekte işliyor. Kesinlikle böyle bir yüzleşmeyi düzenleme politik görevi yıldırıcı değilse bile zordur. Bununla birlikte fırsatlar çoktur çünkü bu kısa geçmişin gösterdiği gibi kentleşme çevresinde hem yerel hem de küresel krizler aralıksız patlak verir ve artık anakent, en az iyi durumdakilerin mülksüzleştirilmesi aracılığıyla birikim ile varsıllar için mekânı sömürgeleştirmeyi amaçlayan gelişimsel dürtü üzerinden şiddetli çarpışma -sınıf savaşımı demeye cesaret edelim mi?- noktasıdır.

Bu savaşımları birleştirmeye doğru bir adım temel slogan ve siyasi erek olarak kent hakkını benimsemektir çünkü o tam olarak kentleşme ve artı-üretim ile kullanımı arasındaki gerekli bağlantıya kimin hâkim olduğu sorusuna odaklanır. Eğer tahliye edilenler kendilerinden uzun zamandır esirgenen denetimi geri alıp yeni kentleşme biçimlerini kurumlaştıracaklarsa bu hakkın demokratikleştirilmesi ve onun isteğini yerine getirecek geniş bir toplumsal hareketin yapılandırılması zorunludur. Lefebvre devrimin ya en geniş anlamda kentli ya da hiçbir şey olması gerektiği konusundaki ısrarında haklıydı.

Dipnotlar:
* Robert Moses, 1970 tarihli anılarında şöyle diyordu: “İnşaatlarla aşırı dolmuş bir şehirde iş görecekseniz yolunuzu baltayla açmak zorundasınız.
(http://leblog.exuberance.com/2007/04/he_wasnt_god_he.html)

[1] Robert Park, On Social Control and Collective Behavior, Şikago 1967, s. 3.
[2] Daha doyurucu bir açıklama için bkz. David Harvey, Paris, Capital of ModernityNew York 2003.
[3] Robert Moses, ‘What Happened to Haussmann?’, Architectural Forum, Cilt 77 (Temmuz 1942), s. 57-66.
[4] Henri Lefebvre, The Urban Revolution, Minneapolis 2003 ve Writings on Cities, Oxford 1996.
[5] William Tabb, The Long Default: New York City and the Urban Fiscal CrisisNew York 1982.
[6] Richard Bookstaber, A Demon of Our Own Design: Markets, Hedge Funds and the Perils of Financial Innovation, Hoboken, NJ 2007.
[7] Hilde Nafstad vd., ‘Ideology and Power: The Influence of Current Neoliberalism in Society’, Journal of Community and Applied Social Psychology, Cilt 17, Sayı 4 (Temmuz 2007), s. 313-27.
[8] Mike Davis, City of Quartz: Excavating the Future in Los Angeles, Londra ve New York 1990.
[9] Marcello Balbo, ‘Urban Planning and the Fragmented City of Developing Countries’, Third World Planning Review, Cilt 15, Sayı 1 (1993), s. 23-35.
[10] Friedrich Engels, The Housing Question, New York 1935, s. 74-7.
[11] Engels, The Housing Question, s. 23.
[12] Harvey, The New Imperialism, Oxford 2003, 4. Bölüm.
[13] Usha Ramanathan, ‘Illegality and the Urban Poor’, Economic and Political Weekly, 22 Temmuz 2006; Rakesh Shukla, ‘Rights of the Poor: An Overview of Supreme Court’, Economic and Political Weekly, 2 Eylül 2006.
[14] Kelo v. New London, CT, 23 Haziran 2005′te 545 US 469 (2005) davasında karar verdi.
[15] Bu düşüncenin büyük bir kısmı şu çalışmayı izler: Hernando de Soto, The Mystery of Capital: Why Capitalism Triumphs in the West and Fails Everywhere ElseNew York 2000; ayrıca şu eleştirel incelemeye bakınız: Timothy Mitchell, ‘The Work of Economics: How a Discipline Makes its World’, Archives Européennes de Sociologie, Cilt 46, Sayı 2 (Ağustos 2005), s. 297-320.
[16] Mike Davis, Planet of Slums, Londra ve New York 2006.
[17] OECD Factbook 2008: Economic, Environmental and Social Statistics, Paris 2008, s. 225.
[18] Edésio Fernandes, ‘Constructing the “Right to the City” in Brazil’, Social and Legal Studies, Cilt 16, Sayı 2 (Temmuz 2007), s. 201-19. İspanyolcası da var. Aynı yazarın: Reinventing Geography.

david-harvey

Harvey, D. (2008). “The Right to the City,” New Left Review 53, Eylül-Ekim, s. 23-40.

[New Left Review’daki İngilizcesinden Meriç Kırmızı tarafından Sendika.Org için çevrilmiştir]

Henri Lefebvre ve kentsel gerçeklik

Henri Lefebvre, 1901’de Fransa’da doğdu. Sorbonne’da felsefe eğitimi aldı. 1924 yılında katıldığı “Philosophies” topluluğunda birlikte çalıştığı Politzer, Friedmann, Nizan gibi düşünürlerle birlikte 1928 yılında Fransız Komünist Partisi üyesi oldu. 1940’da Fransız Direnişine katıldı. 1958’de Komünist Parti’den ihraç edilmesinin ardından, Strasburg Üniversitesi’nde sosyoloji profesörü olduğu yıllarda Sitüasyonistlerle ilişki kurdu. 1947 yılında kaleme aldığı üç ciltlik Gündelik Hayatın Eleştirisi başlangıçta sessizlikle karşılansa da ilerleyen yıllarda birçok çevrede güçlü bir entelektüel etki yarattı. Lefebvre, bu çalışmasının yanı sıra, mekan konusunu toplumsal analizin, Marksist felsefe ve sol siyasetin gündemine taşıyan ilk düşünürlerdendir; metinlerine son yıllarda giderek daha fazla referans verilmesinin nedeni de budur. 

Kentsel DevrimMekânın Üretimi ve Şehir Hakkı, 2. Dünya Savaşı’nın ardından bu alanda yapılan ilk kayda değer çalışmalar olduğu kadar güncel önemi giderek artan  temel eserlerdir. Son çalışması Ritimanaliz ise 2017 yılında Türkçeye kazandırılmıştır.
20. yüzyılın bu önemli düşünürü, 1991 yılında Paris’te öldü.
Henri Lefebvre on Space
Parçalı bilimler ve Kentsel Gerçeklik*

On dokuzuncu yüzyılda, gerçek bir bütünselliği kendi rasyonel sistemleştirme içine kapatarak geneli kavramaya çabalayan felsefenin karşısında, toplumsal gerçekliğin bilimleri oluşmuştur. Bu bilimler gerçekliği analiz etmek için parçalara böler; bu parçaların her birinin kendi yöntemi ya da yöntemleri, kendi sektörü ya da alanı vardır. Yüzyıl sonra, bu bilimlerin birlikçi bir gerçekliğe farklı ışıklar tutup tutmadığı ya da bu bilimlerin gerçekleştirdiği analitik parçalanmanın nesnel farklılıklara, eklemlenmelere, düzeylere, boyutlara denk düşüp düşmediği hâlâ tartışılmaktadır.

Henri Lefebvre on Space

Şehrin, tarihçilerin, iktisatçıların, demografların, sosyologların araştırmaları dışında kaldığı ileri sürülemez. Bu uzmanlıkların her biri bir şehir bilimine kendince katkıda bulunur. Tarihin, şehrin doğuşunu aydınlattığı, özellikle de kent toplumu sorunsalını herhangi bir bilimden daha iyi ortaya koyabildiği zaten saptanmış ve doğrulanmıştır. Tersine, kentsel gerçekliğin bilgisinin, sadece tamamlanmamış olanı ya da geçmişi değil, olası olanı (ya da olasılıkları) ilgilendirdiğine de hiç kuşku yoktur. İşlevsel ve işlevselleştirilebilen ihtiyaçları dikkate alarak bir ticaret ya da kültür merkezi inşa etmek istersek, iktisatçının söyleyecek bir çift lafı vardır. Kentsel gerçekliğin analitiğine coğrafyacı, iklim uzmanı, botanikçi, müdahale eder. Genel ve bulanık bir kavram olan çevre, uzmanlıklara uygun olarak parçalara bölünür. Gelecek ve geleceğin koşulları konusunda matematiksel hesaplamalar olmazsa olmaz bilgiler getirir. Bununla birlikte, bu verileri bir araya getiren şey nedir? Bir proje, başka bir deyişle bir strateji. Diğer yandan, bir kuşku varlığını sürdürür, hatta doğrulanır. Şehir, gösterge ve işaretlerin, değişkenlerin ve parametrelerin, bağlantıların toplamı mıdır? Olguların, tariflerin, parçalayıcı olduğu için parçalı analizlerin toplamı mıdır? Bu analitik bölümlemelerin elbette bir kesinliği vardır, fakat söylediğimiz gibi, gerçeklik iskân edilebilir bir şey değildir. Bu sorun, uzmanlaşmış bilimlerin sorgulanmasıyla örtüşür. Bir yanda, genelin arayışı vardır; açıkça felsefi olmasa da felsefelerin yaklaşımını tuhaf biçimde hatırlatan bir yaklaşıma tek başına erişmeye çalışır. Diğer yanda, kısmi olan vardır; daha güvenilir ama dağınık veriler sağlar. Parçalı bilimlerden bir şehir bilimi çıkartılabilir mi? Olsa olsa, toplumun ya da “insan“ın ya da insani ve toplumsal gerçekliğin birlikçi bilimi çıkartılabilir. Bir yanda içeriksiz bir kavram, diğer yanda, kavramsız içerik ya da içerikler. Ya “şehrin”, mevcut haliyle kentsel gerçekliğin olmadığı, sadece bağlantı dizileri olduğu söylenerek “özne” yok edilir. Ya da genelin varlığı ileri sürülmeye devam edilir; kâh bir disiplin adına genelleştirmelerden söz ederek, kâh “disiplinlerarası” bir taktiğe bel bağlayarak genele yaklaşılır, etrafı çevrilir. Bölünmeleri aşan bir yaklaşım hariç, genelin kavranması söz konusu değildir.

Henri Lefebvre on Space

Yakından bakıldığında, kentsel gerçekliği incelemiş olan uzmanların hemen her zaman (mantıken aşırılıkçı bir pozitivizm örneği hariç) genel bir temsili için içine kattıkları fark edilir. Bu uzmanlar, kentsel gerçekliğin bilgilerinin, kopukluklarının ve montajlarının toplamıyla yetinir, bir sentezden vazgeçemezler. Birer uzman olarak, analizlerinden -prensibini kendi uzmanlık alanlarından çekip aldıkları- nihai senteze gitmekte haklı oldukları iddiasında bulunurlar. Genellikle şehri (ve toplumu) bir organizma gibi algılarlar. Tarihçiler şehir denen bu kendilikleri bir “evrim“e ya da “tarihsel gelişim“e sıklıkla bağlamışlardır. Sosyologlar ise bunları, tıpkı bir “kolektif varlık” gibi, “toplumsal organizma” olarak tahayyül etmişlerdir. Demek ki, kendilerini bilgin -ve sadece bilgin- sanan uzmanlar tarafından hazırlanmış şehir temsillerine organiklik, evrimcilik, süreklilikçilik egemen olmuştur. Filozoflar kısmi olandan genel olana, keza fiili olandan hak olana bilmeden, kendi yaklaşımlarını gerekçelendirmeden atlıyorlardı.

Leszek_Kolakowski_and_Henri_Lefebvre_1971
Leszek Kolakowski_ve Henri_Lefebvre,_1971

Bu bir ikilem midir? Bir açmaz mıdır? Hem evet hem hayır. Evet, bir engel karşımıza çıkar, daha doğrusu, bir başka metafor kullanmak istersek, bir çukur açılır. Hayır. Engel aşılacaktır., çünkü yakında ortaya çıkmış bir pratik vardır, ki bu spekülatif sorunu ya da gerçek sorunun kısmi verilerini zaten aşar ve deneyimin ve bilginin, yani şehirciliğin bütün verilerini bir araya getirerek geneli kapsamaya yönelir. Burada söz konusu olan praksis üzerine felsefi bir bakış değil, şehircilik denen düşüncenin genel düzeyde pratiğe dönüşmesidir. Birkaç yıldan beri şehircilik, kısmi teknik ve uygulamaları (inşa edilmiş mekanın kuralları ve idaresi) aşarak, toplumun bütününü ilgilendiren ve kapsayan bir toplumsal pratik olma yolundadır. Bu toplumsal pratiğin eleştirel (elbette vurguyu eleştiriye yapan) incelemesi, bizatihi teorinin pratikten ayrılmasından kaynaklanan teorik bir güçlüğü teorinin çözmesini sağlar. 

Toplumsal pratik olarak şehircilik (belli bir irdeleme ve eylem düzeyine erişmeden toplumsal pratik haline gelmiştir, nitekim bu düzeye de ancak politik stratejilerle yüzleşerek ulaşabilir), başlangıç evresini, kısaca disiplinlerarası diye adlandırılan evreyi geride bırakmıştır. Şehirci ya uyguladığı kısmi bilgilerden pratiğinde esinlenir, ya da genel bir gerçeklik düzeyindeki hipotez ya da projeleri eyleme geçirir.Birinci durumda, kısmi bilgilerin uygulamaya konması, bu bilgilerin nispi önemini belirlemeyi sağlayan sonuçlar verir; bu sonuçlar, boşlukları ve yetersizlikleri göstererek eksik olanı, bulunduğu yerde, deneysel olarak belirtmeyi sağlarlar. İkinci durumda, yenilgi (ya da başarı) varsayımlar içinde ideolojik olanları ayırt etmeyi ve bunların genel düzeyde tanımladıkları şeyi ortaya çıkarmayı sağlar. Dolayısıyla, bu, gerçekten de, “şehircilik” denen faaliyetin eleştirel incelemesidir; yoksa şehircilerin sözüne inanmak ya da önermelerinin ve kararlarının sonuçlarını tartışmadan kabul etmek asla söz konusu değildir. Özellikle, pratik ve teori (ideoloji) arasındaki kısmi bilgiler ile sonuçlar arasında farklar ve sapmalar gizli kalmak yerine öne çıkar. Aynı zamanda kullanımın ve kullanıcıların sorgulanması da ön plana geçecektir.

* Lefebvre, H. (2015), Şehir Hakkı, Sel Yayıncılık, İstanbul, ss. 55-57

Henri Lefebvre Fernando Bayo

 

Şehir Hakkı

Kitabın Adı: Şehir Hakkı,

Yazar: Henri Lefebvre (1967),

Yayınlayan: Sel Yayınları, 2015, 167 sayfa,

Çeviren: Işık Ergüden


Özellikle 2008 yılında yaşanan küresel ekonomik krizin toplumsal yansımalarının gözlemlendiği küresel toplumsal hareketler ile birlikte gündeme gelen kent hakkı kavramı, kısa bir sürede anti-kapitalist bir içerikle bütünleşerek, önemli bir popülariteye sahip oldu. Neoliberal politikaların kentler ve kentliler üzerinde yarattığı eşitsizleştirici, ayrıştırıcı, yoksunlaştırıcı, mahrum edici etkilerine yönelik hemen hemen tüm toplumsal yanıtlarda kent hakkı vurgusunun yapıldığını söylemek mümkün. Bu inceleme, söz konusu kavramı ilk olarak ortaya atan Şehir Hakkı isimli kitabın kısa bir incelemesini hedeflemektedir. Kente ilişkin literatürde net bir tanımı, kapsamını bulmanın mümkün olmadığı bu kavramı, 1967 yılındaki kitabıyla gündeme getiren Lefebvre, ortaya koyduğu devrimsel ve ileri görüşlü kavramsallaştırması sayesinde, hem kentsel hem de anti-kapitalist mücadelelerde referans noktası olarak kullanılan bir figür halini almış durumda.

kapak.fh11

Kitapta ilk olarak şehirleşme-sanayileşme arasındaki çok boyutlu ilişkiler ağını temel bir eksen olarak ele alan yazar, kentsel yayılma ile kentsellik bilinci/kimliği/niteliği arasındaki gerilim noktalarına; kullanım değeri-değişim değeri ayrımı üzerinden ışık tutarak kendisine ait “şehir” ve “kent yaşamı” tanımlarını ortaya koyuyor. Kullanım değeri ve sahiplenme kavramları çerçevesinde nitelendirdiği şehri, bir üründen ziyade “yapıt” olarak gören Lefebvre, sanayileşme yoluyla metanın genelleşmesinin kullanım değerini ve dolayısıyla şehri ve kentsel gerçekliği yok etme eğiliminde olduğunu ileri sürüyor. Bu nedenle, yazar, kullanım değeri-değişim değeri ayrışmasının kent, kentsel yaşam ve toplum üzerindeki yansımasını çözümleyerek bu süreçte belirleyenin (öznenin) sanayileşme, belirlenenin (nesnenin) ise şehir olması durumunu inceliyor. Buna ek olarak, şehri değişim değeri eksenindeki edilgenliğinden bağımsız olarak değerlendiren Lefevbre, öngörülemez bir moment olma niteliğinden hareketle, şehri, karşılaşmaların, iletişim ve enformasyonun çakıştığı, arzu, dengesizlik, normallik ve kısıtlamaların çözüldüğü yer olarak tanımlıyor. “Kent, zihinsel ve toplumsal bir biçimdir, niceliklerden (mekânlar, nesneler, ürünler) doğan bir niteliktir” (s. 99).

Kitabın ikinci bölümünde felsefe ve şehrin bağlantısını irdeleyen yazar, şehir ve felsefenin bütünleşme potansiyeli ve bunun gerekliliğini; “felsefe gerçekleşir” mottosuyla öne sürerek, felsefenin toplumsal pratikten bağımsız olmadığını vurgulamaya çalışıyor. Şehri bir yapıt olarak tanımlamasından hareketle Lefebvre, bu yapıtın üretimini bir nesne üretiminden ziyade insanlar tarafından insanların üretimi ve yeniden üretimi olarak değerlendiriyor.

Şehir-iktidar/sermaye arasındaki gerilimi de kendi kent kavramsallaştırması üzerinden çözümleyen yazar, bu ilişkiyi kent aleyhine bir nitelikte tasvir ediyor. Buna göre, devlet ve şirketler, kentsel işlevleri gasp etmeye ve kentin biçimini ortadan kaldırarak bu işlevleri üstlenip karşılamaya çabalamaktadır. Böyle bir durumda, şehir bir yapıt olma niteliğini kaybetmekte ve iktidarlar tarafından talan edilmektedir. Lefebvre’i kent hakkına götüren kıvılcım da işte tam bu noktada ortaya çıkmaktadır. Mevcut sorunsalı çözecek bir “özne”, kendi tarzında çok güçlü olan bir kentsel tohum, çatlaklardan doğabilir mi sorusunu soran yazar, buna cevaben toplumsal pratiğin (praksis) gerekliliğinin altını çizerek başka bir insana, “kent toplumu” insanına doğru ilerlemek için çabalamak gerektiğini belirtiyor. Tasvir ettiği bu projeyi engelleyen tüm ideoloji ve stratejileri yok etme zorunluluğuna da değinen Lefebvre, buna ek olarak yeni biçim ve ilişkileri yoktan var etme gücüne yalnızca toplumsal yaşamın (praksis) sahip olduğunu söyleyerek, düşlediği devrimsel dönüşümün pratik boyutunu formüle etmektedir. Kent hakkı kavramı en kısa ve net haliyle, bu devrimsel değişimi kapsayan bir kavramsallaştırmadır. Devrimci olması ise, koşulların zorlamasından dolayı değil, mevcut düzene karşı çıktığı içindir. Bunu yapabilecek sınıf olarak Lefebvre’in işaret ettiği sınıf ise işçi sınıfıdır; çünkü yazara göre “yalnızca devrimci inisiyatif alabilen gruplar, sınıflar ya da toplumsal sınıf fraksiyonları kentsel sorunları çözmeyi üstlenebilir ve çözümlerini tam anlamıyla hayata geçirebilir” (s. 127). Ancak bu sayede şehir tekrardan bir yapıt niteliğine kavuşacaktır.

Kent hakkı kavramı, basit bir ziyaret ya da geleneksel şehirlere geri dönme hakkı olarak değil, dönüşmüş, yenilenmiş kentsel yaşam hakkı olarak formüle edilebilir. Burada kilit nokta ise, kullanım değeri-değişim değeri ile paralel bir şekilde sahiplenme-tahakküm kavramları arasındaki geçişin kent hakkı için hayati olmasıdır. Söz konusu değişim, toplumsal düzlemde “kent toplumu”na geçişin bir ifadesidir aynı zamanda. Bu toplumun kentinin bir biçimi vardır: Bir araya geliş, kendiliğindenlik, karşılaşma. Bir başka deyişle, Lefebvre’in kent sorunsalına yanıtı, kullanım değeri ve sahiplenme güdüleriyle donanmış, toplumsal pratiklerin katkısı ile spekülatör ya da kapitalist elebaşlarına değil (s. 144), “kullanıcılara” yönelik kente varabilmektir. Burada tarihsel açıdan eski bir kente dönüşten ziyade, şehrin üretici çalışma, yapıt ve şenliklerin işgal ettiği mekânlar haline gelmesidir. Şehir, yazara göre bu işlevi, başkalaşmış kent toplumunda bulmalıdır. Kent hakkı işte bu dönüşümün/devrimin kavramsal çerçevesini, özünü oluşturmaktadır.

Kent hakkı aracılığıyla kent toplumuna geçiş sürecinde, kapitalist şehrin merkezilik niteliğini de irdeleyen yazar, mevcut noktada kentlerin tüketim yeri olması ve burada “yerin tüketimi”nin gerçekleşmesinin, değişim değeri ve metalaşmayla ilişkisini irdeleyerek, neo-kapitalizmle beraber, buna bir de karar merkezi olma özelliğinin eklendiğini vurguluyor. Gelinen yeni aşamada şehir artık insanları değil, enformasyon ve bilgiyi bir araya getirmektedir. Sonuç olarak da kentliler, kullanıcı ve kentin niteliklerini üretici olma durumundan, “bu devasa gösterinin figüranlarına” indirgenmektedir. Kent hakkı ve vurguladığı öngörülemez karşılaşma olanakları, kendiliğindenlik gibi “merkezi karar alma”dan bağımsız özellikleri, bu noktada kentlileri tekrar birer özne, kenti ise bir yapıt haline getirme çabasının temel dinamikleri olarak ön plana çıkmaktadır. Yazar, bu bağlamda şunları söylüyor:

Şehir hakkı kendini üstün bir hak biçimi olarak ortaya serer: özgürlük hakkı, toplumsallık içinde bireyleşme hakkı, habitat ve mesken hakkı. Yapıt hakkı, katılım ve sahiplenme hakkı da (mülkiyet hakkından belirgin biçimde farklıdır) şehir hakkının içinde yer alırlar.” (s. 151).

Son bölümde ise yazar, kentsel reformun, günümüzde egemen olan sınıf stratejisine karşı çıkan bir strateji ortaya koyması hasebiyle devrimci bir reform olduğunu, bunun yalnızca ekonomik (toplumsal ihtiyaçlara yönelik planlama) değil, politik (devlet aygıtının demokratik denetimi, genelleşmiş özyönetim) ve kalıcı bir kültürel bir devrim gerektirdiğini öne sürerek, söz konusu sürecin bir formülasyonunu ortaya koyuyor.

sehirhakki.jpg

Özellikle Dünya Bankası, Birleşmiş Milletler gibi küresel ekonomik sistemin devamlılığını esas alan uluslararası örgütlenmelerin, kent hakkını, mevcut ekonomik ve toplumsal yapı içinde, çeşitli edilgen sosyal haklara indirgeyerek kavramı temel bağlamından koparma/yozlaştırma çabalarına karşın, Lefebvre’in özgün kent hakkı kavramı, hem bu kitapta hem de özellikle David Harvey’in çeşitli çalışmalarında, düzen karşıtı, anti-kapitalist ve bütüncül bir devrim anlayışının egemen olduğu haliyle ele alınmaktadır. Şehir Hakkı kitabı ve Işık Ergüden’in bu güzel çevirisi, bu nedenlerle önemli bir eksiği kapatmaktadır.

Arş. Gör. Hikmet Kuran
Ankara Üniversitesi
Siyasal Bilgiler Fakültesi

Biz Kentliyiz, Biz Buradayız, Burası Bizimdir, Biz Buraya Sahip Çıkıyoruz… (2)

Ali Rıza Avcan

KENTİNE, BÖLGESİNE, ÇEVRESİNE SAHİP ÇIKMAK…

Ülkemizde merkezi ve yerel yönetimlerin dışında, kendiliğinden gelişen halk hareketleriyle insanların yaşadıkları çevreye sahip çıkmaları olgusu yeni bir toplumsal denemenin konusunu oluşturmaktadır.

20 yıl öncesinde, neredeyse 12 Eylül Darbesi’nin bahanelerinden birini oluşturan Fatsa’daki “Terzi Fikri” fobisi akıllardan çıkmamakla birlikte, bu tür girişimlerin coğrafi odağı genellikle İstanbul ve yakın çevresi olmuştur. Eski gazetelerin ve kent dergilerinin sayfaları karıştırıldığında karşımıza 1 Mayıs ve Gazi mahallelerindeki, Ayaspaşa’daki, Cihangir’deki, Hasanpaşa’daki, Galata’daki, Beyoğlu’ndaki, Nişantaşı’ndaki ve Ortaköy’deki sivil oluşumların yaptıkları eylemler, gerçekleştirdikleri etkinlikler, düzenledikleri sokak festivalleri, protestolar, önerdikleri çözümlerle ilgili haberler çıkmaktadır. Bu oluşumların bir kısmı sistem karşıtı siyasetle iç içe, bir kısmı da sistemle barışık, sadece çevrenin doğru, düzgün kullanımı ile ilgili, iş, siyaset ve sosyete çevrelerinden destek alan; hatta onları bünyesinde barındıran örgütlerdir. Kente, yaşadığı çevreye duyarlı aydınların ve yurttaşların o bölgeyle ilgili önemli bir sorunun çözülmesi (Park Otel’in yapımı, tarihi Gazhane binasının yıkılması, Beyoğlu’nun yozlaşması, çevre yolu yapımı gibi) amacıyla ortaya çıkıp çevrelerine o bölgenin esnafını, halkını, öğrencisini toplamaya çalıştığı, çoğu kez de girişimlerinde başarılı olduğu bu gayri resmi oluşumlar Beyoğlu ve Nişantaşı örneklerinde olduğu gibi zaman zaman iş, siyaset ve sosyete çevrelerinin desteğini alarak, hatta oluşumlarında onlara yer vererek eski nostaljilerin canlandırılması özlemlerine de aracılık etmiştir.

1_WCFWaYlR8OfKNFf81zzvTQ

Yeni yeni ortaya çıkan bu spontan girişimlerdeki popülist kıvılcımları yakalayan bazı partiler ve yerel yönetimler ise, kendi denetimlerinin geçerli olacağı bazı projeleri gerçekleştirerek mahalle, semt ya da bölge halkını örgütlemeyi, bu tür spontan örgütlenmeleri kontrol altına almayı, hatta onların coşku ve etkilerinden yararlanmayı denemişlerdir. Bunun en belirgin örneği, genellikle CHP’li ve DSP’li belediyelerce oluşturulan, çoğu kez Kent Senatosu, Kent Meclisi ya da Danışma Kurulu olarak adlandırılan güdümlü oluşumlar ya da 1994 tarihli Mahalli İdareler Seçimleri öncesinde Anavatan Partisi/ANAP tarafından kaleme alınan II. Şehircilik Hamlesi Programı’nda öne sürülüp 1995-1999 döneminde İstanbul/Bahçelievler, Bursa/Osmangazi, İzmir/Balçova, Çiğli ve Güzelbahçe belediyelerinde uygulanan Semt Danışma Merkezleri/SEDAM Projesidir.

Bu tür belediye güdümündeki uygulamalar zaman zaman ve yer yer başarılı olmakla birlikte, belediye yönetiminin denetiminde kurulduklarından ve çoğu kez belediye yönetiminin arzu ve istekleri doğrultusunda hareket ettiklerinden gerçek bir sivil halk hareketi olarak güçlenememişler ve kurumsallaşamamışlardır. Çoğu kez karizması güçlü belediye başkanlarının şahsi girişimleri ile oluştuklarından belediye başkanlarının görevlerinden ayrılmaları ya da yeniden seçilememeleri üzerine işlevlerini kaybetmişler, çalışamaz olmuşlardır. Hatta bazı yerlerde, kendi altındaki zeminin oynamakta olduğunu sezen ya da bu projeleri uygulayan belediye başkanının kendi kontrollerinden çıkacağını anlayan belediye meclisi üyelerinin ve yerel parti teşkilatlarının muhalefeti üzerine uygulamadan kaldırılmışlardır.

Devletin, hükümetin ve yerel yönetimlerin; kısacası, resmi kuruluşların bazen bizzat bazen de katılarak oluşturduğu, oluşumunu desteklediği bu güdümlü örgütlerin etkili ve sürekli olamamasının, kurumsallaşamamasının nedeni, işin özünde gerçek bir katılım altyapısının ve kültürünün olmayışından kaynaklanmaktadır. Tüm tarihinde katılım düşüncesi ve eyleminin önemli bir örneği bulunmayan, kentlilik bilincinden ve kültüründen yoksun bir halkın, kendi çabası ya da katkısı dışında kurulan bu yerlere devletin, hükümetin ya da yerel yönetimlerin uzantısı, oraların halkla ilişkiler bürosu gözüyle bakması doğaldır ve bu tür bir algılayış da kentlilik bilincinin ve kültürünün gelişeceği belirli bir süre için normal karşılanmalıdır.

solidarity-1024x520

Kentlerin kent, buralarda yaşayanların da kentli olamadıkları ülkemizde insanların içinde yaşadıkları çevreye, ait oldukları kente sahip çıkmaları bu yüzden zor hatta mümkün olamamaktadır. Çünkü, Türkiye gibi köyden kente göç olgusunun hızlı ve yoğun yaşandığı ülkelerde kentlere sahip çıkılmasının aksine kentlerin yağmalanması söz konusu olmaktadır. Kente her yeni gelen o kente ait tüm değerlere sahip çıkarak, onu yağmalayarak tutunmaya, orada yer edinmeye çalışmakta, bu çaba ile rant peşinde koşan egemen güçlerin yürüttüğü mücadele çoğu kez aynı platformda buluşmakta, farklı amaçlarla farklı yanlardan sürdürülen bu saldırılar, kentin hoyratça yağmalanması ile sonuçlanmaktadır.

Devam Edecek…