Ağaçların yerine ormanı görebilmek…

Ali Rıza Avcan

Geçtiğimiz haftanın son günlerinde, A3 Haber sitesinde yazılarını ilgiyle okuduğum gazeteci Serdar Öztürk’ün, “Kent Konseyleri Dosyası” başlıklı birbirini izleyen üç ayrı yazısını okudum.

Söz konusu yazılarda Karşıyaka Belediye Başkanı Şebnem Tabak‘ın hizmet döneminde Karşıyaka Kent Meclisi ve Konak Belediye Başkanı Hakan Tartan‘ın hizmet döneminde Konak Kent Konseyi’nde görev yapmış Doç. Dr. Metin Erten’in kent konseyleri ile ilgili görüş, düşünce ve değerlendirmelerini bir kez daha dinleme olanağına kavuşmuş olduk.

Bu çerçevede bu söyleşiyi okurken, keşke kent konseyleri gibi önemli bir konuyu tek bir kişiden değil de; değişik yer, zaman ve düzlemlerde bu konuyla ilgilenmiş, bu alanda çalışıp konuya farklı açılardan yaklaşan birbirinden farklı görüş sahiplerini bir araya getiren daha demokratik bir söyleşi ortamı yaratılsaydı diye düşünmekten de kendimi alamadım.

Örneğin böyle bir dosya açarak konunun Türkiye ölçeğinde ele alınıp tartışılması benden istenmiş olsaydı, uzun yıllar Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nda (UNDP), Türkiye Yerel Gündem 21 Programı ile Kent Konseyleri ile ilgili projeden sorumlu olmak üzere Demokratik Yönetişim Programları Direktörü olarak görev yapıp, şu an bu projenin Kurumsal Koordinatörü olarak görev yapan Birleşmiş Kentler ve Yerel Yönetimler Orta Doğu ve Batı Asya Teşkilatı‘nda (UCLG-MEWA) Genel Koordinatör olarak çalışan Dr. Leyla Şen’in, kent konseyleri uygulaması konusunda başarılı uygulamalar yapması nedeniyle birçok kent konseyi tarafından örnek alınan Bursa, Nilüfer Kent Konseyi başkanı Neslihan Binbaş’ın ve şu an İzmir’de fiili olarak görev yapan herhangi bir kent konseyi başkanının; hatta bilerek ve isteyerek kent konseyi kurmamış bir belediye başkanının içinde yer aldığı demokratik bir tartışma ortamını oluşturarak değişik fikirlerin tartışılması için elimden geleni yapardım diye düşünüyorum.

Gelelim üç yazıdan oluşan dizide kent konseyleri için söylenenleri ele alıp değerlendirmeye….

Kent konseyleri, iddia edilenin aksine bir fikir kulübü değildir…

Gazeteci Serdar Öztürk, “kentte yönetime katılmak nedir?” diye soruyor… Cevaplayan Metin Erten ise bu soruya söyleşinin farklı yerlerinde şu karşılıkları veriyor:

Kentte yönetime katılmak, kentle ilgili bir karar alınmadan önce (vurgulamak istiyorum, “karar alınmadan önce”) bununla ilgili olarak insanların fikirlerini söyleyebilmeleridir. Bu fikrini söyleme örgütlü yani kurumsal olursa ideal olur elbette. “ …….

Kentte yönetime katılım böyle bir şey. Kenti yönetenlerin kentle ilgili önemli bir kararı almadan önce kentlilerle bunu paylaşmaları. Kentteki kurumların ve sokaktaki kentlilerin örgütlenmiş olarak bunu tartışmaları. Bir görüş oluşturmaları.” ……

Kenttekiler; kentle ilgili bir konuda karar alınmadan önce fikirlerini söylerlerse, bunu söyleyecekleri bir yapı, oluşum olursa bu yönetime katılmak olur. Bu işin püf noktası fikir, öneri üretmektir. Yalnızca şikâyet etmek, “olmaz” demek yönetime katılmak değildir.” …..

Hepimizin bilmesi gereken şey, kenti yönetenin belediye başkanı ve meclisi olduğudur. Yani karar veren yer orasıdır. Konsey öneri üretir. Yaptığı her öneri belediye başkanının hoşuna gitmeyebilir. O da bu öneriyi yerine getirmez. Getirmek zorunda da değildir zaten. Konseyin görevi “ne yapsak da belediye başkanını rezil etsek” değildir. Konseyin görevi “ne yapsak da belediye başkanının şakşakçılığını yapsak” da değildir. Konseyin görevi kenti için öneri üretmektir. Konsey üretir, kenti yönetenlere sunar. Önerileri yerine getirip getirmemek kenti yönetenlerin sorumluluğundadır. Konsey, belediye başkanının önünde, arkasında, yanında, karşısında değildir. Ne başkana karşıdır, ne onun elemanıdır. Burada herkesin bulunduğu yeri bilmesi önemlidir. Aradaki işleyiş konseyden başkana doğru da olmayabilir. Belediye başkanı da konseyden görüş oluşturulmasını isteyebilir.

Gördüğünüz gibi “kentte yönetime katılmak”, sorunun sistemle, demokrasi ile, siyasetle ilgisi ortaya konulmadan, sadece kentte yaşayanların, yaşadıkları kentle ilgili bir karar alınmadan önce fikirlerini söylemeleri şeklinde tanımlanıyor ve konu orada bitiyor. Üstüne üstlük, “kenti yönetenlerin kentle ilgili önemli bir karar almadan önce kentlilerle bunu tartışmaları” denilerek önemsiz kararlar kapsam dışında bırakılıyor. Yönetime katılmak sadece fikirleri söylemek düzeyinde bırakılıp daha ötesi tümüyle iktidarı elinde tutan yönetime bırakılıyor:

Fikrini söyle ve git. Gerisi bana/bize ait…

Anlaşılıyor ki, soruları yanıtlayan Metin Erten‘in katılımdan, katılımcı demokrasiden anladığı sadece bu! “Gerisini biz belediye başkanı ile bir araya gelip halledelim; listeye kimlerin girip giremeyeceğini onunla belirleyelim… Ondan sonra da yaptığımızı “herkesi kentin yönetimine kattık” diyerek lanse edebilelim…

Katılım türleri….

Kent konseylerini düşünürken kapitalizmi, siyaseti, ideolojiyi, demokrasiyi ve kent hakkını unutmamak…

Bence bu garip durum, “kentte yönetime katılım” olgusunun durduk yerde neden ortaya çıktığı sorusunun sorulmayışından kaynaklanıyor.

O halde şimdi biz bu soruyu soralım: Sahi, şu ‘yönetime katılmak’, ‘kentte yönetime katılmak’ denen şey niye, ne zaman ve ne şekilde ortaya çıktı? Buna niye gerek duyuldu?

Evet, antik Yunan ve Roma site yönetimlerinde, oy kullanma hakkına sahip soylu erkeklerin Bouleuterion adı verilen bugünün kent meclislerine benzer yerlere giderek, kölelere ya da kadınlara danışmadan kentle ilgili kararlar almalarına ‘doğrudan demokrasi’ diyoruz; ama diğer yandan da bunun soylu ve varlıklı erkeklerden oluşan seçkin bir grubun demokrasisi olduğunu da biliyoruz.

1789 Fransız Devrimi ile birlikte, halkın seçilmiş temsilcilerinin kent meclisleriyle parlamentolarda halkın çıkarlarını korumak için görev almaları fikri, demokrasinin tarihsel bir aşaması olarak ‘Temsili Demokrasi‘nin kapısını açmakla birlikte, geçen zaman içinde bu model bozulmaya, başlangıçtaki amaç ve hedefinden uzaklaşmaya; hatta yozlaşmaya başlıyor. Böylelikle, -aynen Karşıyaka’da yaşadıklarımızda olduğu gibi- yurttaşların önüne hiç tanıyıp bilmedikleri insanlar çıkarılıp, “bundan böyle oylarınızla bu kişileri temsilci olarak seçeceksiniz, bizim belirlediğimiz bu kişiler sizin temsilcileriniz olacak” deniliyor. Böylelikle yurttaş ya da kentli, ambargo konulmuş iradesi ile aslında hiç tanımadığı adayları milletvekili, belediye başkanı ve belediye meclisi üyesi olarak seçmeye başlıyor.

Temsili demokrasi‘ adı verilen bu aldatıcı oyunun, kapitalist sistemin emrindeki ‘oyunbozanlar‘ ve ‘hilekârlar‘ eliyle yozlaşmaya başlaması ve seçilen vekillerin ‘halkın temsilcisi olma‘ niteliğini kaybetmesi nedeniyle, o vekillerin oluşturduğu parlamentolarla belediye meclislerine alternatif oluşturmak üzere mahalle, semt; hatta sokak düzleminde kendiliğinden örgütlenmeler ortaya çıkmaya başlıyor.

O nedenle, Fatsa (1979) örneğinden yola çıkarak İstanbul Ümraniye 1 Mayıs (1977), Gazi (1995), Güzeltepe, Nurtepe Çayan (1977) gibi gecekondu mahallelerinde yaşayan dar gelirli, yoksul insanlar değişik devrimci grupların rehberliğinde hem sahip oldukları yasal hakları, hem de sivil itaatsizlik, direniş gibi değişik mücadele yol ve yöntemlerini kullanarak, çoğunlukla mahalle muhtarlıklarını devre dışı bırakarak ya da mahalle muhtarları ile birlikte hemşehrilik ve mezhepçilik gibi geleneklerle mücadele ederek kendi öz örgütleri olan mahalle komitelerini, halk meclislerini kurmaya başlamışlar, temsili demokrasinin yetersizliklerini kendi güç ve eylemleriyle aşmaya çalışmışlardır. Bu anlamda gerektiğinde yasaların dışına çıkılarak ve direniş hakkının kullanılması suretiyle kendiliğinden başlayan bu girişimler, kent yönetimine katılım anlayışının düzen dışı ilk örneklerini oluşturmuştur.

Kentlerde ve mahallelerde kendiliğinden gelişen ve zaman içinde devrimci hareketin etkisine giren bu tepkisel uygulamalardan etkilenen CHP’li bazı belediye başkanları ise, kendi beldelerinde bu tür oluşumların önünü açıp kendi yerel güçleriyle ilişkilendirmeye çalışmışlar; bu nedenle başkanı oldukları oluşumlara, temsilci olma niteliğini kaybetmiş mevcut belediye meclisi üyeleriyle il genel meclisi üyelerini de dahil ederek; hatta bu oluşumların tüzüklerini bile hazırlayarak halk meclisi (Dikili, 1983), kent parlamentosu (Aliağa, 1994), kent senatosu (Urla, 1997) ve kent meclisi (Karşıyaka, 2000) adıyla belediye meclisi dışında ikinci bir meclis kurmuşlardır. Bugün ise bu oluşumların hiçbirinden herhangi bir iz ya da kalıntı dahi kalmamıştır. Hatta o kentlerde yaşayan çoğu insanın, özellikle de gençlerin yaşadıkları kentte bir vakitler böyle bir şeyin yaşandığından bile haberi yoktur.

Bunu daha da ileri tarihlere götürmeye kalktığımız takdirde, 1994-1997 döneminde mahallelerde yaşayan ya da çalışan insanların gönüllü olarak katılıp çalıştıkları Semt Danışma Merkezleri (SEDAM) eliyle mahalle ve sokak komitelerinin oluşumunu özendirip onlarla birlikte çalışan Saffet Bulut başkanlığındaki İstanbul, Bahçelievler Belediyesi uygulaması da, ilginç bir örnek olarak tarihe geçirmemiz gerekir.

Ayrıca bu tür özgün girişimlerin arasına, Yerel Gündem 21 Programının devam ettiği 1999-2001 döneminde, İzmir, Alsancak bölgesinde bulunan ya da faaliyet gösteren 76 adet meslek odası, dernek, vakıf ve sendikayla yurttaşların, aralarına herhangi bir belediyeyi almadan ya da belediyenin denetimine girmeden oluşturduğu Alsancak Sivil Katılım Platformu’nu da dahil etmemiz gerekir.

Ele aldığımız bütün bu toplumsal muhalefet hareketlerinde, temsili demokrasinin iflası sonucunda ortaya çıkan tabandan gelen halk taleplerinin etkisi olmakla birlikte; merkezi yönetimin de, 1996 yılında İstanbul’da yapılan Habitat II İnsan Yerleşimleri Birleşmiş Milletler Konferansı çerçevesinde, mahallelerde ve kentlerde kendiliğinden gelişip ortaya çıkan ve müesses nizamın geleceği açısından tehdit oluşturan bu hareketleri kontrol altına alıp, Dünya Bankası, IMF, Dünya Ticaret Örgütü, Avrupa Kalkınma Bankası, Uluslararası Kalkınma Programı gibi uluslararası kurumların önerdiği ‘yönetişim‘ temelli bir yapıya dahil etme çabaları yoğunlaşmış, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) ile imzalanan İşbirliği Anlaşması ile kabul edilen 1997 tarihli Türkiye Yerel Gündem 21 Programı bu kaygı ve kontrol çabasının bir ilk ürünü olarak hizmete sokulmuştur.

Devletin, halkın kent yönetimine katılımı konusunda attığı bu adımın arkasında yatan asıl neden, kentin yönetimine katılım konusunda kendiliğinden ortaya çıkıp gittikçe güçlenen toplumsal muhalefeti kontrol altına alıp kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirme isteğidir. Devlet ayrıca bu hamle ile belediyeler tarafından geliştirilen ve kendilerine halk parlamentosu, meclisi, kurultayı ya da senatosu adını veren oluşumların önünü kesip onları da kontrol altına almak arzusundadır. Bu anlamda devlete göre en iyi çözüm 1997 yılındaki koşullara göre valilik, kaymakamlık ve belediyelerin yönetim ve denetiminde olan Yerel Gündem 21 ya da kent konseyleri gibi, toplumsal mücadele yerine uzlaşıp anlaşmayı hedefleyen oluşumlara izin verip teşvik etmektir.

Çünkü Henri Lefebre’in 1968 Öğrenci Ayaklanmaları sırasında geliştirdiği ‘şehir hakkı’ kavramı ya da David Harvey’in 2008 yılında “Şehir hakkı şehir kaynaklarına bireysel olarak erişme özgürlüğünden çok fazlasıdır: şehri değiştirerek kendimizi değiştirme hakkıdır. Dahası, bireysel değil ortak bir haktır çünkü bu dönüşüm kaçınılmaz olarak şehirleşme süreçlerini yeniden şekillendirecek kolektif bir gücün uygulanmasına dayanır. Şehirlerimizi ve kendimizi yapma ve yeniden yapma özgürlüğü, iddia ediyorum, insan haklarımız içinde en kıymetli ve en ihmal edilmiş bir haktır.” şeklinde tanımladığı ‘kent hakkı’, toplumsal muhalefet içinde yer edinip etkili olmaya başlamış; böylelikle yönetime katılma kavramının aslında ‘yönetişim’, ‘sürdürülebilir kentleşme’, ‘uzlaşma’ gibi kavramlar yerine ‘kent hakkı’ ve ‘hak temelli mücadele’ gibi temel olgu ve kavramlarla ilişkili olduğu ortaya çıkmıştır.

Bu anlamda halkın kent yönetimine katılması amacıyla, neoliberal hegemonyanın uluslararası kurumları tarafından geliştirilip 1997-2006 döneminde uygulanan Türkiye Yerel Gündem 21 Programı, ‘Kentine Sahip Çıkmak’, ‘Çözümde Ortaklık’ ve ‘Aktif Katılım’ ilkeleri çerçevesinde çalışmaya başlamış ve bu programın örnek gösterilen en iyi uygulaması İzmir Yerel Gündem 21 çalışmaları olmuştur.

Ancak bu program tüm ülke genelinde bir yandan başarılı, diğer yandan de yetersiz bulunduğu için Türkiye Yerel Gündem 21 Programı, 2009 yılının Ekim ayında uygulanmaya başlayan “Kent Konseylerinin Güçlendirilmesi ve Yerel Demokratik Yönetişim Mekanizmaları Olarak İşlev Görmelerine Yönelik Eğitim ve Kapasite Geliştirme Desteği Sağlanması” başlıklı devam projesi ile kent konseylerine dönüştürülmüş; böylelikle “Gelin, Birlikte Yönetelim” sloganıyla kentin ‘yerel yönetişim anlayışı’ çerçevesinde belediye, valilik ve sivil toplum işbirliği içinde birlikte yönetileceği iddia edilmiştir.

Bu bağlamda, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) ile imzalanan İşbirliği Anlaşması kapsamında UCLG-MEWA koordinatörlüğünde başlatılan devam projesi, aynen Türkiye Yerel Gündem 21 Programında olduğu gibi neoliberal ideolojinin bir iktidar ve güç aracı olarak önerdiği ‘yönetişim’ anlayışının yerel düzeydeki uygulaması olarak çalışmaya başlamış; ama gerçekte kentleri başkaları yönetmiştir.

Bunun en iyi örneğini ise, Prof. Dr. İlhan Tekeli tarafından ‘İzmir Yönetişim Ağı’ adıyla oluşturulan sistem içindeki, ‘iyi yönetişim’ ilkelerine aykırı uygulamalar oluşturmuştur:

Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP), ‘yönetişim‘ kavramını, “bir toplumun siyasi, ekonomik ve sosyal işlerini kamu, özel sektörle ve gönüllü sektörle ilişkiler bağlamında yürütmek için kullandığı değerler, politikalar ve kurumların oluşturduğu bir sistem” olarak tanımlamış olmakla birlikte; İzmir Kent Konseyi içinde yer alması gereken özel sektör temsilcileri 2009 yılında İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından kurulan İzmir Ekonomik Kalkınma ve Koordinasyon Kurulu‘na (İEKKK) alınarak İzmir Kent Konseyi‘nin sadece İzmir Valiliği, İzmir Büyükşehir Belediyesi ve sivil toplum temsilcilerinin yer aldığı eksik ve sakat bir yapı olarak bir yanda bırakılması, kentle ilgili önemli kararların ise İzmir Kent Konseyi yerine, üyelerinin çoğunu sermaye temsilcilerinin oluşturduğu İzmir Ekonomik Kalkınma ve Koordinasyon Kurulu‘nda (İEKKK) görüşülüp karara bağlanması, esasen bu Kurul’un başkanı olması gereken İzmir Kent Konseyi başkanına bu Kurul’da İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer‘in onayı ile bir adet katılımcı koltuğunun verilmesi ise kara mizah düzeyindeki çarpıklığın en iyi örneğidir.

İzmir Ekonomik Kalkınma ve Koordinasyon Kurulu (İEKKK)

Bugün itibariyle hem Türkiye Yerel Gündem 21 Programı hem de Kent Konseyleri uygulaması Türkiye ölçeğinde başarısızlığa uğramıştır. Çünkü temel amacı halkın kent yönetimine gerçek ve aktif katılımını sağlamak değil; bu alanda ortaya çıkabilecek olası bağımsız girişimleri engelleyip önlemektir. Bunu gerçekleştirmek amacıyla önerdikleri model ise ülke koşullarına uygun olmadığı için geri tepmiş, kent konseyleri yanlış, yetersiz ve sorunlu yapı ve işleyişleriyle yerel ölçekte yönetişimi sağlayamamış, gerçek katılım konusunda halkı aldatan bir engel olarak zaten zayıf olan etkilerini her geçen gün kaybetmeye başlamıştır.

Merkezi yönetim bu engelleyip önleme çabasında kendince başarılı olmuştur. Çünkü AKP iktidarının son yıllarında özgürlükçü politikalar yerine güvenlik odaklı politika ve uygulamalara odaklanması nedeniyle, belediyelerin kent konseyleri dışında başka bir örgütlenme yoluna gidemeyeceği; daha doğrusu, gitmesine izin verilmeyeceği, halkın da kent konseyleri dışında yapacağı girişimlerin, bir resmi kurum olarak belediyelerle birlikte ilişkiye geçemeyeceği bir korku ikliminde toplumun içinden çıkıp gelişecek muhalefetin yerel yönetimlerle birlikte hareket edemeyeceği ortadadır.

Ezcümle, A3 Haber sitesinde yayınlanan söyleşide yer alan “kentte yönetime katılma” konusunda ormanın bütünü yerine tek tek ağaçları görmeyi tercih eden yorum ve değerlendirmeler, ‘kapitalist kent’, ‘temsili demokrasi‘, ‘katılımcı demokrasi‘, ‘çoğulcu demokrasi‘, ‘küreselleşme’, ‘yönetişim’, ‘neoliberalizm’, ‘kentsel toplumsal hareketler’, ‘düşünce özgürlüğü ve örgütlenme hakkı‘ ve ‘kent hakkı’ gibi can alıcı kavramlarla ifade edilen çağdaş düşünce ve uygulamalarla herhangi bir ilişki kurmadığı ya da kuramadığı için; ayrıca, bir kent konseyinin 2,5-3 yıl kent konseyi başkanı olmadan çalışması ya da iki ayrı kent konseyi başkanlığının aynı kişi tarafından yürütülmesi gibi gerek içinde yaşadığımız İzmir’de, gerekse ülke düzeyinde yaşanan garip olay ve sorunlara değinmediği için ve olayı sadece ‘fikir sorulan’ bir düşünce kulübü boyutunda ele alıp bıraktığı için oldukça yanlış, eksik, yüzeysel ve yetersizdir.

Önemli Not: A3Haber tarafından Metin Erten’le yapılan söyleşiye dair değerlendirmelerimiz değişik yazı başlıkları altında devam edecektir…

Ağaçların yerine ormanı görebilmek…” için bir yanıt

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s