Ağaçların yerine ormanı görebilmek…

Ali Rıza Avcan

Geçtiğimiz haftanın son günlerinde, A3 Haber sitesinde yazılarını ilgiyle okuduğum gazeteci Serdar Öztürk’ün, “Kent Konseyleri Dosyası” başlıklı birbirini izleyen üç ayrı yazısını okudum.

Söz konusu yazılarda Karşıyaka Belediye Başkanı Şebnem Tabak‘ın hizmet döneminde Karşıyaka Kent Meclisi ve Konak Belediye Başkanı Hakan Tartan‘ın hizmet döneminde Konak Kent Konseyi’nde görev yapmış Doç. Dr. Metin Erten’in kent konseyleri ile ilgili görüş, düşünce ve değerlendirmelerini bir kez daha dinleme olanağına kavuşmuş olduk.

Bu çerçevede bu söyleşiyi okurken, keşke kent konseyleri gibi önemli bir konuyu tek bir kişiden değil de; değişik yer, zaman ve düzlemlerde bu konuyla ilgilenmiş, bu alanda çalışıp konuya farklı açılardan yaklaşan birbirinden farklı görüş sahiplerini bir araya getiren daha demokratik bir söyleşi ortamı yaratılsaydı diye düşünmekten de kendimi alamadım.

Örneğin böyle bir dosya açarak konunun Türkiye ölçeğinde ele alınıp tartışılması benden istenmiş olsaydı, uzun yıllar Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nda (UNDP), Türkiye Yerel Gündem 21 Programı ile Kent Konseyleri ile ilgili projeden sorumlu olmak üzere Demokratik Yönetişim Programları Direktörü olarak görev yapıp, şu an bu projenin Kurumsal Koordinatörü olarak görev yapan Birleşmiş Kentler ve Yerel Yönetimler Orta Doğu ve Batı Asya Teşkilatı‘nda (UCLG-MEWA) Genel Koordinatör olarak çalışan Dr. Leyla Şen’in, kent konseyleri uygulaması konusunda başarılı uygulamalar yapması nedeniyle birçok kent konseyi tarafından örnek alınan Bursa, Nilüfer Kent Konseyi başkanı Neslihan Binbaş’ın ve şu an İzmir’de fiili olarak görev yapan herhangi bir kent konseyi başkanının; hatta bilerek ve isteyerek kent konseyi kurmamış bir belediye başkanının içinde yer aldığı demokratik bir tartışma ortamını oluşturarak değişik fikirlerin tartışılması için elimden geleni yapardım diye düşünüyorum.

Gelelim üç yazıdan oluşan dizide kent konseyleri için söylenenleri ele alıp değerlendirmeye….

Kent konseyleri, iddia edilenin aksine bir fikir kulübü değildir…

Gazeteci Serdar Öztürk, “kentte yönetime katılmak nedir?” diye soruyor… Cevaplayan Metin Erten ise bu soruya söyleşinin farklı yerlerinde şu karşılıkları veriyor:

Kentte yönetime katılmak, kentle ilgili bir karar alınmadan önce (vurgulamak istiyorum, “karar alınmadan önce”) bununla ilgili olarak insanların fikirlerini söyleyebilmeleridir. Bu fikrini söyleme örgütlü yani kurumsal olursa ideal olur elbette. “ …….

Kentte yönetime katılım böyle bir şey. Kenti yönetenlerin kentle ilgili önemli bir kararı almadan önce kentlilerle bunu paylaşmaları. Kentteki kurumların ve sokaktaki kentlilerin örgütlenmiş olarak bunu tartışmaları. Bir görüş oluşturmaları.” ……

Kenttekiler; kentle ilgili bir konuda karar alınmadan önce fikirlerini söylerlerse, bunu söyleyecekleri bir yapı, oluşum olursa bu yönetime katılmak olur. Bu işin püf noktası fikir, öneri üretmektir. Yalnızca şikâyet etmek, “olmaz” demek yönetime katılmak değildir.” …..

Hepimizin bilmesi gereken şey, kenti yönetenin belediye başkanı ve meclisi olduğudur. Yani karar veren yer orasıdır. Konsey öneri üretir. Yaptığı her öneri belediye başkanının hoşuna gitmeyebilir. O da bu öneriyi yerine getirmez. Getirmek zorunda da değildir zaten. Konseyin görevi “ne yapsak da belediye başkanını rezil etsek” değildir. Konseyin görevi “ne yapsak da belediye başkanının şakşakçılığını yapsak” da değildir. Konseyin görevi kenti için öneri üretmektir. Konsey üretir, kenti yönetenlere sunar. Önerileri yerine getirip getirmemek kenti yönetenlerin sorumluluğundadır. Konsey, belediye başkanının önünde, arkasında, yanında, karşısında değildir. Ne başkana karşıdır, ne onun elemanıdır. Burada herkesin bulunduğu yeri bilmesi önemlidir. Aradaki işleyiş konseyden başkana doğru da olmayabilir. Belediye başkanı da konseyden görüş oluşturulmasını isteyebilir.

Gördüğünüz gibi “kentte yönetime katılmak”, sorunun sistemle, demokrasi ile, siyasetle ilgisi ortaya konulmadan, sadece kentte yaşayanların, yaşadıkları kentle ilgili bir karar alınmadan önce fikirlerini söylemeleri şeklinde tanımlanıyor ve konu orada bitiyor. Üstüne üstlük, “kenti yönetenlerin kentle ilgili önemli bir karar almadan önce kentlilerle bunu tartışmaları” denilerek önemsiz kararlar kapsam dışında bırakılıyor. Yönetime katılmak sadece fikirleri söylemek düzeyinde bırakılıp daha ötesi tümüyle iktidarı elinde tutan yönetime bırakılıyor:

Fikrini söyle ve git. Gerisi bana/bize ait…

Anlaşılıyor ki, soruları yanıtlayan Metin Erten‘in katılımdan, katılımcı demokrasiden anladığı sadece bu! “Gerisini biz belediye başkanı ile bir araya gelip halledelim; listeye kimlerin girip giremeyeceğini onunla belirleyelim… Ondan sonra da yaptığımızı “herkesi kentin yönetimine kattık” diyerek lanse edebilelim…

Katılım türleri….

Kent konseylerini düşünürken kapitalizmi, siyaseti, ideolojiyi, demokrasiyi ve kent hakkını unutmamak…

Bence bu garip durum, “kentte yönetime katılım” olgusunun durduk yerde neden ortaya çıktığı sorusunun sorulmayışından kaynaklanıyor.

O halde şimdi biz bu soruyu soralım: Sahi, şu ‘yönetime katılmak’, ‘kentte yönetime katılmak’ denen şey niye, ne zaman ve ne şekilde ortaya çıktı? Buna niye gerek duyuldu?

Evet, antik Yunan ve Roma site yönetimlerinde, oy kullanma hakkına sahip soylu erkeklerin Bouleuterion adı verilen bugünün kent meclislerine benzer yerlere giderek, kölelere ya da kadınlara danışmadan kentle ilgili kararlar almalarına ‘doğrudan demokrasi’ diyoruz; ama diğer yandan da bunun soylu ve varlıklı erkeklerden oluşan seçkin bir grubun demokrasisi olduğunu da biliyoruz.

1789 Fransız Devrimi ile birlikte, halkın seçilmiş temsilcilerinin kent meclisleriyle parlamentolarda halkın çıkarlarını korumak için görev almaları fikri, demokrasinin tarihsel bir aşaması olarak ‘Temsili Demokrasi‘nin kapısını açmakla birlikte, geçen zaman içinde bu model bozulmaya, başlangıçtaki amaç ve hedefinden uzaklaşmaya; hatta yozlaşmaya başlıyor. Böylelikle, -aynen Karşıyaka’da yaşadıklarımızda olduğu gibi- yurttaşların önüne hiç tanıyıp bilmedikleri insanlar çıkarılıp, “bundan böyle oylarınızla bu kişileri temsilci olarak seçeceksiniz, bizim belirlediğimiz bu kişiler sizin temsilcileriniz olacak” deniliyor. Böylelikle yurttaş ya da kentli, ambargo konulmuş iradesi ile aslında hiç tanımadığı adayları milletvekili, belediye başkanı ve belediye meclisi üyesi olarak seçmeye başlıyor.

Temsili demokrasi‘ adı verilen bu aldatıcı oyunun, kapitalist sistemin emrindeki ‘oyunbozanlar‘ ve ‘hilekârlar‘ eliyle yozlaşmaya başlaması ve seçilen vekillerin ‘halkın temsilcisi olma‘ niteliğini kaybetmesi nedeniyle, o vekillerin oluşturduğu parlamentolarla belediye meclislerine alternatif oluşturmak üzere mahalle, semt; hatta sokak düzleminde kendiliğinden örgütlenmeler ortaya çıkmaya başlıyor.

O nedenle, Fatsa (1979) örneğinden yola çıkarak İstanbul Ümraniye 1 Mayıs (1977), Gazi (1995), Güzeltepe, Nurtepe Çayan (1977) gibi gecekondu mahallelerinde yaşayan dar gelirli, yoksul insanlar değişik devrimci grupların rehberliğinde hem sahip oldukları yasal hakları, hem de sivil itaatsizlik, direniş gibi değişik mücadele yol ve yöntemlerini kullanarak, çoğunlukla mahalle muhtarlıklarını devre dışı bırakarak ya da mahalle muhtarları ile birlikte hemşehrilik ve mezhepçilik gibi geleneklerle mücadele ederek kendi öz örgütleri olan mahalle komitelerini, halk meclislerini kurmaya başlamışlar, temsili demokrasinin yetersizliklerini kendi güç ve eylemleriyle aşmaya çalışmışlardır. Bu anlamda gerektiğinde yasaların dışına çıkılarak ve direniş hakkının kullanılması suretiyle kendiliğinden başlayan bu girişimler, kent yönetimine katılım anlayışının düzen dışı ilk örneklerini oluşturmuştur.

Kentlerde ve mahallelerde kendiliğinden gelişen ve zaman içinde devrimci hareketin etkisine giren bu tepkisel uygulamalardan etkilenen CHP’li bazı belediye başkanları ise, kendi beldelerinde bu tür oluşumların önünü açıp kendi yerel güçleriyle ilişkilendirmeye çalışmışlar; bu nedenle başkanı oldukları oluşumlara, temsilci olma niteliğini kaybetmiş mevcut belediye meclisi üyeleriyle il genel meclisi üyelerini de dahil ederek; hatta bu oluşumların tüzüklerini bile hazırlayarak halk meclisi (Dikili, 1983), kent parlamentosu (Aliağa, 1994), kent senatosu (Urla, 1997) ve kent meclisi (Karşıyaka, 2000) adıyla belediye meclisi dışında ikinci bir meclis kurmuşlardır. Bugün ise bu oluşumların hiçbirinden herhangi bir iz ya da kalıntı dahi kalmamıştır. Hatta o kentlerde yaşayan çoğu insanın, özellikle de gençlerin yaşadıkları kentte bir vakitler böyle bir şeyin yaşandığından bile haberi yoktur.

Bunu daha da ileri tarihlere götürmeye kalktığımız takdirde, 1994-1997 döneminde mahallelerde yaşayan ya da çalışan insanların gönüllü olarak katılıp çalıştıkları Semt Danışma Merkezleri (SEDAM) eliyle mahalle ve sokak komitelerinin oluşumunu özendirip onlarla birlikte çalışan Saffet Bulut başkanlığındaki İstanbul, Bahçelievler Belediyesi uygulaması da, ilginç bir örnek olarak tarihe geçirmemiz gerekir.

Ayrıca bu tür özgün girişimlerin arasına, Yerel Gündem 21 Programının devam ettiği 1999-2001 döneminde, İzmir, Alsancak bölgesinde bulunan ya da faaliyet gösteren 76 adet meslek odası, dernek, vakıf ve sendikayla yurttaşların, aralarına herhangi bir belediyeyi almadan ya da belediyenin denetimine girmeden oluşturduğu Alsancak Sivil Katılım Platformu’nu da dahil etmemiz gerekir.

Ele aldığımız bütün bu toplumsal muhalefet hareketlerinde, temsili demokrasinin iflası sonucunda ortaya çıkan tabandan gelen halk taleplerinin etkisi olmakla birlikte; merkezi yönetimin de, 1996 yılında İstanbul’da yapılan Habitat II İnsan Yerleşimleri Birleşmiş Milletler Konferansı çerçevesinde, mahallelerde ve kentlerde kendiliğinden gelişip ortaya çıkan ve müesses nizamın geleceği açısından tehdit oluşturan bu hareketleri kontrol altına alıp, Dünya Bankası, IMF, Dünya Ticaret Örgütü, Avrupa Kalkınma Bankası, Uluslararası Kalkınma Programı gibi uluslararası kurumların önerdiği ‘yönetişim‘ temelli bir yapıya dahil etme çabaları yoğunlaşmış, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) ile imzalanan İşbirliği Anlaşması ile kabul edilen 1997 tarihli Türkiye Yerel Gündem 21 Programı bu kaygı ve kontrol çabasının bir ilk ürünü olarak hizmete sokulmuştur.

Devletin, halkın kent yönetimine katılımı konusunda attığı bu adımın arkasında yatan asıl neden, kentin yönetimine katılım konusunda kendiliğinden ortaya çıkıp gittikçe güçlenen toplumsal muhalefeti kontrol altına alıp kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirme isteğidir. Devlet ayrıca bu hamle ile belediyeler tarafından geliştirilen ve kendilerine halk parlamentosu, meclisi, kurultayı ya da senatosu adını veren oluşumların önünü kesip onları da kontrol altına almak arzusundadır. Bu anlamda devlete göre en iyi çözüm 1997 yılındaki koşullara göre valilik, kaymakamlık ve belediyelerin yönetim ve denetiminde olan Yerel Gündem 21 ya da kent konseyleri gibi, toplumsal mücadele yerine uzlaşıp anlaşmayı hedefleyen oluşumlara izin verip teşvik etmektir.

Çünkü Henri Lefebre’in 1968 Öğrenci Ayaklanmaları sırasında geliştirdiği ‘şehir hakkı’ kavramı ya da David Harvey’in 2008 yılında “Şehir hakkı şehir kaynaklarına bireysel olarak erişme özgürlüğünden çok fazlasıdır: şehri değiştirerek kendimizi değiştirme hakkıdır. Dahası, bireysel değil ortak bir haktır çünkü bu dönüşüm kaçınılmaz olarak şehirleşme süreçlerini yeniden şekillendirecek kolektif bir gücün uygulanmasına dayanır. Şehirlerimizi ve kendimizi yapma ve yeniden yapma özgürlüğü, iddia ediyorum, insan haklarımız içinde en kıymetli ve en ihmal edilmiş bir haktır.” şeklinde tanımladığı ‘kent hakkı’, toplumsal muhalefet içinde yer edinip etkili olmaya başlamış; böylelikle yönetime katılma kavramının aslında ‘yönetişim’, ‘sürdürülebilir kentleşme’, ‘uzlaşma’ gibi kavramlar yerine ‘kent hakkı’ ve ‘hak temelli mücadele’ gibi temel olgu ve kavramlarla ilişkili olduğu ortaya çıkmıştır.

Bu anlamda halkın kent yönetimine katılması amacıyla, neoliberal hegemonyanın uluslararası kurumları tarafından geliştirilip 1997-2006 döneminde uygulanan Türkiye Yerel Gündem 21 Programı, ‘Kentine Sahip Çıkmak’, ‘Çözümde Ortaklık’ ve ‘Aktif Katılım’ ilkeleri çerçevesinde çalışmaya başlamış ve bu programın örnek gösterilen en iyi uygulaması İzmir Yerel Gündem 21 çalışmaları olmuştur.

Ancak bu program tüm ülke genelinde bir yandan başarılı, diğer yandan de yetersiz bulunduğu için Türkiye Yerel Gündem 21 Programı, 2009 yılının Ekim ayında uygulanmaya başlayan “Kent Konseylerinin Güçlendirilmesi ve Yerel Demokratik Yönetişim Mekanizmaları Olarak İşlev Görmelerine Yönelik Eğitim ve Kapasite Geliştirme Desteği Sağlanması” başlıklı devam projesi ile kent konseylerine dönüştürülmüş; böylelikle “Gelin, Birlikte Yönetelim” sloganıyla kentin ‘yerel yönetişim anlayışı’ çerçevesinde belediye, valilik ve sivil toplum işbirliği içinde birlikte yönetileceği iddia edilmiştir.

Bu bağlamda, Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) ile imzalanan İşbirliği Anlaşması kapsamında UCLG-MEWA koordinatörlüğünde başlatılan devam projesi, aynen Türkiye Yerel Gündem 21 Programında olduğu gibi neoliberal ideolojinin bir iktidar ve güç aracı olarak önerdiği ‘yönetişim’ anlayışının yerel düzeydeki uygulaması olarak çalışmaya başlamış; ama gerçekte kentleri başkaları yönetmiştir.

Bunun en iyi örneğini ise, Prof. Dr. İlhan Tekeli tarafından ‘İzmir Yönetişim Ağı’ adıyla oluşturulan sistem içindeki, ‘iyi yönetişim’ ilkelerine aykırı uygulamalar oluşturmuştur:

Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP), ‘yönetişim‘ kavramını, “bir toplumun siyasi, ekonomik ve sosyal işlerini kamu, özel sektörle ve gönüllü sektörle ilişkiler bağlamında yürütmek için kullandığı değerler, politikalar ve kurumların oluşturduğu bir sistem” olarak tanımlamış olmakla birlikte; İzmir Kent Konseyi içinde yer alması gereken özel sektör temsilcileri 2009 yılında İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından kurulan İzmir Ekonomik Kalkınma ve Koordinasyon Kurulu‘na (İEKKK) alınarak İzmir Kent Konseyi‘nin sadece İzmir Valiliği, İzmir Büyükşehir Belediyesi ve sivil toplum temsilcilerinin yer aldığı eksik ve sakat bir yapı olarak bir yanda bırakılması, kentle ilgili önemli kararların ise İzmir Kent Konseyi yerine, üyelerinin çoğunu sermaye temsilcilerinin oluşturduğu İzmir Ekonomik Kalkınma ve Koordinasyon Kurulu‘nda (İEKKK) görüşülüp karara bağlanması, esasen bu Kurul’un başkanı olması gereken İzmir Kent Konseyi başkanına bu Kurul’da İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer‘in onayı ile bir adet katılımcı koltuğunun verilmesi ise kara mizah düzeyindeki çarpıklığın en iyi örneğidir.

İzmir Ekonomik Kalkınma ve Koordinasyon Kurulu (İEKKK)

Bugün itibariyle hem Türkiye Yerel Gündem 21 Programı hem de Kent Konseyleri uygulaması Türkiye ölçeğinde başarısızlığa uğramıştır. Çünkü temel amacı halkın kent yönetimine gerçek ve aktif katılımını sağlamak değil; bu alanda ortaya çıkabilecek olası bağımsız girişimleri engelleyip önlemektir. Bunu gerçekleştirmek amacıyla önerdikleri model ise ülke koşullarına uygun olmadığı için geri tepmiş, kent konseyleri yanlış, yetersiz ve sorunlu yapı ve işleyişleriyle yerel ölçekte yönetişimi sağlayamamış, gerçek katılım konusunda halkı aldatan bir engel olarak zaten zayıf olan etkilerini her geçen gün kaybetmeye başlamıştır.

Merkezi yönetim bu engelleyip önleme çabasında kendince başarılı olmuştur. Çünkü AKP iktidarının son yıllarında özgürlükçü politikalar yerine güvenlik odaklı politika ve uygulamalara odaklanması nedeniyle, belediyelerin kent konseyleri dışında başka bir örgütlenme yoluna gidemeyeceği; daha doğrusu, gitmesine izin verilmeyeceği, halkın da kent konseyleri dışında yapacağı girişimlerin, bir resmi kurum olarak belediyelerle birlikte ilişkiye geçemeyeceği bir korku ikliminde toplumun içinden çıkıp gelişecek muhalefetin yerel yönetimlerle birlikte hareket edemeyeceği ortadadır.

Ezcümle, A3 Haber sitesinde yayınlanan söyleşide yer alan “kentte yönetime katılma” konusunda ormanın bütünü yerine tek tek ağaçları görmeyi tercih eden yorum ve değerlendirmeler, ‘kapitalist kent’, ‘temsili demokrasi‘, ‘katılımcı demokrasi‘, ‘çoğulcu demokrasi‘, ‘küreselleşme’, ‘yönetişim’, ‘neoliberalizm’, ‘kentsel toplumsal hareketler’, ‘düşünce özgürlüğü ve örgütlenme hakkı‘ ve ‘kent hakkı’ gibi can alıcı kavramlarla ifade edilen çağdaş düşünce ve uygulamalarla herhangi bir ilişki kurmadığı ya da kuramadığı için; ayrıca, bir kent konseyinin 2,5-3 yıl kent konseyi başkanı olmadan çalışması ya da iki ayrı kent konseyi başkanlığının aynı kişi tarafından yürütülmesi gibi gerek içinde yaşadığımız İzmir’de, gerekse ülke düzeyinde yaşanan garip olay ve sorunlara değinmediği için ve olayı sadece ‘fikir sorulan’ bir düşünce kulübü boyutunda ele alıp bıraktığı için oldukça yanlış, eksik, yüzeysel ve yetersizdir.

Önemli Not: A3Haber tarafından Metin Erten’le yapılan söyleşiye dair değerlendirmelerimiz değişik yazı başlıkları altında devam edecektir…

İzmir, İstanbul olmasın !

Ali Rıza Avcan

İzmir kamuoyu bir süredir sosyal medyada yazarak ya da katıldığı toplantılarda sorular sorarak uyarı dolu bir itirazı dile getirmeye ve sesini her geçen gün yükseltmeye çalışıyor:

İzmir, İstanbul olmasın!

Bana göre, bir kentin geleceğine yönelik böylesi bir talebin, İstanbul gibi başka kötü bir örnek üzerinden ifade edilip bir haykırışa dönüşmesinin tek bir anlamı var.

Kent 085

İzmir’i İzmir yapan değerlerimiz yok edilmesin, vahşi kapitalizmin yıkıma ve yok etmeye odaklı rant hırsı bu kenti de, İstanbul’da olduğu gibi yok edip kaosa sürüklemesin… 

İzmir’i İzmir yapan Kadifekale, Konak’taki Saat Kulesi, Nesim Levi’nin Tarihi Asansörü, Behçet Uz’un kente armağan ettiği Kültürpark, Gediz Nehri’nin ortaya çıkardığı eşsiz Gediz Deltası ve Kuş Cenneti, kentin soluk aldığı tek yeşil alan İnciraltı, kenti çevreleyen diğer tepelerin aksine yeşillikler içindeki Yamanlar, İzmir Körfezi ve onun çocukları İmbat ya da Meltem rüzgarları, Gediz Deltası’nın sakini flamingolar ve diğer kuşlar gibi değerler yok edilmesin, Körfez’den Bornova’ya doğru esen rüzgarlar Bayraklı’daki gökdelenlerle kesilmesin, Basmane Çukuru’na yapılacak Folkart gökdeleni Kadifekale ile yarış etmesin demek isteniyor…

İzmir İstanbul olmasın!” denirken aslında bu kente İstanbul’dan ya da başka bir yerden kimse gelmesin denmek istenmiyor. Bu nedenle Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) verilerine göre 2008-2016 döneminde İstanbul’dan İzmir’e gelip yerleşmiş toplam 116.154 kişiye* (2008: 9.819, 2009: 10.574, 2010: 11.177, 2011: 11.339, 2012: 11.179, 2013: 12.355; 2014: 16.458, 2015: 16.129, 2016: 17.124) ve bundan sonra gelecek olanlara oturun oturduğunuz yerde, buraya gelmeyin denmiyor. İzmirli bu konuda da memleket şovenizmi yapmıyor, geleni geldiği yere göre ötekileştirip yabancılamıyor.

Çünkü İzmir, tarih boyunca yurt içinden ve dışından, karadan ya da denizden gelen göç dalgalarıyla beslenip güçlenmiş, bu nedenle çok kültürlü, çok dinli ve dilli olmayı becerebilmiş kadim bir kenttir. 

Dorların akınlarıyla dönüşüp gelişen bir İon kenti, Perslerin, Arapların, Selçukluların, ada Rumlarının, Avrupa kökenli Levantenlerin, Osmanoğulları’nın, İspanya’dan yola çıkan Yahudilerin, Balkan, Girit, en son Doğu ve Güneydoğu Anadolu; hatta Suriye halklarının göçleriyle dönüşüp gelişen, Ekrem Akurgal‘ın deyişiyle uygarlığın beşiği olan bir kenttir…

Yeter ki kendisinin tahammül edebileceği, kaldırabileceği, içine alıp özümleyebileceği kadar insanın gelmesi koşuluyla….

Aksi takdirde; yani haddinden fazla nüfusun göç edip gelmesi durumunda kendisine ait özellikleri koruyamayacak kadar narin, hassas bir kenttir…

Bu anlamda İzmir’in, “İstanbul” denilirken anladığı şey, bu kentte yaşayanlara ve onların yaşam tarzına saygı duymayan, büyük hırs ve rantların insanın gözünü döndürdüğü vahşi kapitalist kent anlayışı ve onun uygulamasıdır…

Kentte yaşayanların önem verdiği doğal, tarihi, kültürel, arkeolojik ve yaşamsal değerlere önem vermeyen, küreselleşme adına ya da marka kent olmak uğruna onları yok edip yerine dünyanın her kentinde karşımıza çıkan standartları koyan, toprağı, suyu, havayı ve her canlıyı sahiplenip mala dönüştürülecek meta gözüyle bakan anlayışa karşı çıkılıyor…

O nedenle “İzmir, İstanbul olmasın!” deniliyor….

O nedenle Bayraklı’da, “Basmane Çukuru“nda ya da kentin başka yerlerinde kente tepeden bakan gökdelenlerin yapılmasın deniliyor,

Kent halkının tercihleriyle hak, hukuk ve adalete aykırı tüm yapılaşmaların engellenmesi isteniyor….

Kent halkının özgürlüğüne, alışkanlıklarına, yaşam tarzına müdahale edecek hiç bir şey istenmiyor…

Ramsar Sözleşmesi ile korunan doğal alanlara, İnciraltı’na ve İzmir Körfezi’ne zarar verecek olan İzmir Körfez Geçişi Projesi yapılmasın deniliyor…

Belediyeler ve tüm kamu hizmetleri neoliberal politikalarla özelleştirilmesin ve ticarileştirilmesin deniliyor…

İzmir 143

Bu kentin ve halkının tarihin ilk çağlarından bu yana geliştirip hoşnut olduğu her şeye saygı gösterilsin, buradakiler değil; buraya gelenler buranın özelliklerine ve kurallarına uysun deniliyor…

Kısacası köy, kasaba ya da şehir; bu kenti ne şekilde algılarsanız algılayın; İzmir, İzmir gibi var olsun ve yaşasın isteniyor….


* Geçtiğimiz günlerde İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu, 2016 yılında toplam 16.000 beyaz yakalının İstanbul’dan İzmir’e göç ettiğini ifade ederek, artık İzmir’den İstanbul’a yönelik beyin göçünün ters döndüğünü iddia etti. Oysa Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TUİK) resmi verileri, 2016 yılında İstanbul’dan İzmir’e toplam 17.124 kişinin göç ettiğini ortaya koyuyor ve bu sayı içindeki beyaz ya da mavi yakalıların sayısını vermiyor. O nedenle ifade edilen rakamın hangi kaynağa dayanılarak ifade edildiği bilinmediği gibi; hepimizin güvendiği resmi kaynak, bunun yaşlısı, genci ve çocuğu, evlisi, bekarı, beyaz ya da mavi yakalısıyla toplam olarak 17.124 kişi olduğunu söylüyor. Tabii ki göç eden 17.164 kişiden 16.000’inin beyaz yakalı olduğunu iddia etmek gibi bir ciddiyetsizliğe düşmemek koşuluyla…

 

Sosyal adalet ve şehir

Sosyal Adalet ve Şehir, David Harvey

Özgün adı: Social Justice and the City

Çeviri: Mehmet Moralı
Yayına Hazırlayan: Sabir Yücesoy, Semih Sökmen
Kapak Resmi: Lucien Freud
Kapak Tasarımı: Emine Bora
 

Sosyal bilimlerin gelişiminde öyle bazı dönemler vardır ki mevcut bakış açılarını derinden sarsan, dönüştüren kitaplar çıkar ortaya. Sosyal Adalet ve Şehir bunlardan biri. Mekân çalışmalarında klasikleşmiş bir yapıt. Kentsellikle ilgili kapitalist ve sosyalist formülasyonların ayrı bölümler halinde eleştirel bir incelemesini yapan Harvey, bir anlamda tarihsel maddeciliğin mekân çalışmalarına uygulanmasının ilk örneğini vermiş, sosyal adaletsizliğin mekân üzerindeki bölünme ve farklılaşmalarla nasıl örtüştüğünü göstermiştir.

Zenginlik ve yoksulluk coğrafya üzerinde nasıl dağılır? Farklı yerler, konumlar ya da bölgeler arasında adil bir dağıtım mümkün mü? Hangi araçlarla mümkün? Bu araçların kendisi adil mi? Bir kente ilk gelenleri “efendi”, en son gelenleri “parya” yapan nedir?

Kapitalizm popüler bilinçte genellikle bir “köşe dönücülük” olarak görülür; Sosyal Adalet ve Şehir kapitalizmin gelişimine coğrafya üzerinde de bakılabileceğini, bakılması gerektiğini, kapitalizmin aynı zamanda mekân üzerinde oynanan bir “köşe kapmaca” da olduğunu kanıtlıyor.

İçindekiler

Önsöz, Ira Katznelson
Giriş

Birinci Kısım: Liberal Formülasyonlar

Birinci Bölüm: Toplumsal Süreçler ve Mekânsal Biçim:
Kentsel Planlamanın Kavramsal Sorunları

* Coğrafi Muhayyileye Karşı Toplumsal Muhayyile
* Bir Toplumsal Mekân Felsefesine Doğru
* Arayüzeydeki Bazı Yöntembilimsel Sorunlar
* Arayüzeydeki Strateji

İkinci Bölüm: Toplumsal Süreçler ve Mekânsal Biçim:
Kentsel Sistemde Gerçek Gelirin Yeniden Dağıtılması

* Gelir Dağıtımı ve Bir Kent Sisteminin Sosyal Hedefleri
* Gelirin Yeniden Dağıtılmasını Yönlendiren Bazı Özellikler
* İşyeri ve Konutların Konumlarını Değiştirmenin Yeniden Dağıtımcı Etkileri
* Yeniden Dağıtım ve Mülkiyet Haklarının Değişen Değeri
* Kaynakların Elde Edilebilirliği ve Fiyatı
* Siyasi Süreçler ve Gerçek Gelirin Yeniden Dağıtılması
* Toplumsal Değerler ve Kentsel Sistemin Kültürel Dinamikleri
* Mekânsal Örgütlenmeler ve Siyasal, Toplumsal ve İktisadi Süreçler
* Sonuçlandırıcı Bir Yorum

Üçüncü Bölüm: Sosyal Adalet ve Mekânsal Sistemler
* “Adil Bir Dağıtım
* Bölgesel Dağıtımcı Adalet
* Dağıtımın Adil Yollarla Sağlanması
* Adil Yollarla Sağlanmış Adil Bir Dağıtım: Bölgesel Sosyal Adalet

İkinci: Sosyalist Formülasyonlar

Dördüncü Bölüm: Coğrafyada Devrimci ve Karşı-Devrimci Kuramlar ve Getto Oluşumu Sorunu
* Devrimci ve Karşı-Devrimci Kuramlar Üzerine Ek Bir Yorum

Beşinci Bölüm: Kullanım Değeri, Değişim Değeri ve Kentsel Toprak Kullanımı Kuramı
* Toprak ve Yapıların Kullanım Değeri ve Değişim Değeri
* Kentsel Toprak Kullanımı Kuramı
* Mikro-İktisadi Kentsel Toprak Kullanımı Kuramı
* Kira ve Kentsel Toprağın Kullanımlara Tahsisi
* Kullanım Değeri, Değişim Değeri, Kira Kavramı ve Kentsel
* Toprak Kullanımı Kuramları – Sonuç

Altıncı Bölüm: Kentsellik ve Kent: Açıklayıcı Bir Deneme
* Üretim Tarzları ve İktisadi Bütünleştirme Tarzları
* Üretim Tarzları
* İktisadi Bütünleştirme Tarzı
* Kentler ve Artık
Artık Kavramı ve Kentsel Kökenler
* Artık-Değer ve Artık Kavramı
* Artık-Emek, Artık-Değer ve Kentselliğin Doğası
* Kentsellik ve Artık-Değerin Mekânsal Dolaşımı
* Sonuçlar
* İktisadi Bütünleştirme Tarzları ve Kentselliğin Mekân Ekonomisi
* Bir İktisadi Bütünleştirme Tarzı İçindeki Çeşitlilik
* Kentsel Mekân Ekonomisindeki İktisadi Bütünleştirme Tarzları Arasında 
* Etki Dengesi ve Artığın Dolaşımı

Üçüncü Kısım: Sentez

Yedinci Bölüm: Sonuçlar ve Fikirler
* Yöntemler ve Kavramlar Üzerine
* Kentselliğin Doğası Üzerine

Kaynakça

social-justice-e1413627625806

Önsöz, Ira Katznelson, s. 9-14

Sır olarak kalmış bir konuyu açabilecek kadar zaman geçtiği kanısındayım. 1972 yılında, Sosyal Adalet ve Şehir İngiltere’de baskı aşamasındayken, John Hopkins Üniversitesi Yayınları da kitabın Amerikan baskısını yayımlamayı düşünüyordu ve benden kitap hakkında isimsiz bir eleştiri yazmam istendi. Anlaşıldığı kadarıyla, taslak değişik yorumlar almıştı. Bana söylenen bunun sıradan bir akademik kitap olmadığıydı: Kitap “yakıcı” ve “sıradışı“ydı, ama acaba iyi miydi? İşi kabul ettim.

Yayınevinin editörüne, benim tecrübesiz ve küçük rütbeli bir öğretim görevlisi olarak daha önce bir üniversite yayınevi için taslak eleştirisi yapmadığımı söylemedim. Bunun üzerinden on beş yıl geçti; bu arada daha birçok eleştiri yazdım. Hiçbiri de Sosyal Adalet ve Şehir kadar canlı ve önemli değildi. Büyük ve ağır zarfı Columbia’daki ofisimde aldığımı, eve götürdüğümü, zarfı açıp yabancısı olduğum birçok konu, kaynak ve anıştırma içeren uzun bir metinle karşılaştığımı hatırlıyorum.

Çalışmaya koyuldum. Birkaç sayfa okuduktan sonra, bütün çekingenliğimi attım. Kitabı yalayıp yuttum. Bu karmaşık ve yer yer de zor metni iki çok uzun seansta okudum. O kadar temel ve derin görünmüştü ki, kitabı elimden bırakamadım. Sınırları, kategorileri ve geleneksel kent biliminin kendinden memnun halini yıkıyor, yanıtladığından da çok yeni soru atıyordu ortaya. Kitap hakkında aldığım notların yanında pek kısa kalan eleştirimde de söylediğim buydu.

Bu tür bir etki amaçlanmıyor değildi. Harvey coğrafyanın amaçlarını genişletip yeniden tanımlamak ve konuyu kuramsal bir projeye oturtmak istiyordu. Bu amacının haberini, kapsamlı ve etkileyici metodolojik bir araştırma olan ve 1969’da yayımlanan ilk kitabı Explanation in Geography‘de (Coğrafyada Açıklama) vermişti. Kitabının sonsözünde, gelecek onyılın gündemini belirlemek amacıyla, orada kullandığı teknik ve metodolojik sorunlardan, kendi deyimiyle, coğrafyanın kuram ve felsefesine doğru kaymak gerektiğini öne sürüyordu. Şöyle diyordu Harvey:

Bu yüzden şunu açıkça anlamak gerekir: Metodoloji, coğrafya sorunlarının çözümleri için gerekli bir koşul sunarken, felsefe yeterli bir koşul sunmaktadır. Felsefe dümen mekanizmasını oluştururken, metodoloji bizi hedefimize yaklaştıracak gücü temin eder. Metodoloji olmazsa hareketsiz kalırız, felsefe olmazsa amaçsızca dönüp durabiliriz. Şimdiye kadar elimizdeki güç kaynaklarıyla ilgilendim. Ama metodoloji ve felsefe arasındaki ara birime dönerek bitirmek istiyorum…

Kuram olmadan olayların denetimli, tutarlı ve rasyonel bir açıklamasını elde etmeyi umamayız. Kuram olmadan, kendi kimliğimizi bildiğimizi iddia etmemiz bile zor olur. Bu durumda bana öyle geliyor ki, önümüzdeki onyılda önceliğimizin geniş ve yaratıcı bir ölçekte kuram geliştirmek olması gerekir. Bu göreve soyunmak cesaret ve hüner gerektirecektir. Ama bunun, kuşağımız coğrafyacılarının cesaret ve zekâlarının ötesinde olmadığına inanıyorum. Belki de 1970’lerde duvarlarımıza iliştirmemiz gereken slogan şudur: “Bizi kuramlarımızdan tanımalısınız.

Bunu izleyen dört yıl içinde Harvey böyle bir kuram buldu, yani Marksizm; coğrafya alanında bu kuramın analizi için de bir konu, yani kent.

Bu buluş ve konuyu Sosyal Adalet ve Şehir‘de ortaya koydu. Entelektüel değişiminin bir güncesi olan bu kitap, Harvey’in liberal formülasyonlar diye adlandırdığı, coğrafyanın mekânsal farklılaşma, nüfus dağılımları ve mekândaki faaliyetler gibi yönlerinin araştırıldığı denemeler ile sosyalist formülasyonlar diye adlandırdığı, daha çok mekânsal olgular ve üretim biçimleriyle ilgili denemeler arasında bölüştürülmüştür. Harvey bu yöne kayarken, coğrafyanın dar morfolojik karakterine, olgu ile değeri kesinkes ayırmasına, veri ve sayı sorunlarına olan bağımlılığına ve bölük pörçük yapısına karşı çıkmayı amaçlıyordu. Kitabının kentsel araştırmalar üzerinde ani ve sarsıcı bir etkisi oldu. Coğrafyanın çalışma alanını sağlam bir şekilde genişleterek kentsel analizin amaçlarını yeni baştan tanımladı ve bir dizi yeni soru ortaya attı. Kısacası, Sosyal Adalet ve Şehir temel bir metin oldu.

Kitap, her şeyin ötesinde, hem liberal hem de sosyalist kısımlarıyla, toplumsal süreçleri ve mekânsal biçimleri analitik olarak ve eyleme rehber oluşturacak şekilde bir araya getirmenin mümkün olduğunu kanıtlamayı ve bunların yorumunu göstermeyi amaçlıyor. Dolayısıyla bu kitapta, mekânsal biçimler toplumsal süreçleri içerir ve toplumsal süreçler esas olarak mekânsaldır. Bu iki parçayı birleştiren dört anahtar tema görülür: Kuramın doğası (burada Harvey, metodoloji ve felsefe arasındaki, yapay olduğunu düşündüğü ayrımı kırmayı ve okuru kategorileştirme eyleminin kendisi ve sonuçları konusunda bilinçlendirmeyi hedefler); mekânın doğası (burada da, bildik “Mekân nedir?” sorusunun yerine “Değişik insan pratikleri nasıl değişik mekân kavramlaştırmaları yaratıp kullanıyorlar?” sorusunu koymaya çalışır); sosyal adaletin doğası (burada ise “adaleti, ebedi adalet ve ahlak sorunu olarak görüldüğü konumdan çıkartır, onu toplumun bütünündeki sosyal süreçlerle bağlantılı olarak gören bir yaklaşım içine” taşır); ve kentselliğin doğası (bir kendinde şey olarak değil, topluma bir bakış açısı oluşturan bir şey olarak görülür). Harvey kitabın “liberal” ve “sosyalist” kısımları arasında bağlantı kuran bu konularla ilgilenirken, önsel gerekçelerle değil, elindeki sorunları çözmesini sağlayacağını düşündüğü için Marksizm’e başvurmuştur.

Manuel Castells’in La question urbaine‘de (Kent Sorunu) yaptığı gibi, Marksizm ile kenti, Henri Lefebvre’in 1960’ların sonu ve 1970’lerin başında yayımlanan Le droit à la ville (Şehir Hukuku), La révolution urbaine (Kentsel Devrim) ve La pensée marxiste et la ville (Marksist Düşünce ve Kent) adlı çalışmaları üzerinden ilişkilendirmeyi denemiştir. Kendilerine özgü değerlerinin yanında bu çalışmalar, Marksizm’in içinde bir asırdan beri uyumakta olan kentsellik konusunu hayata döndürmeleri açısından da önemliydiler. Coğrafyanın güvenli anayol ortamını terk ettiği anda Harvey, Marksizm’in içinde, kendine başka model ya da rehber bulamamıştı.

Lefebvre’den esinlenmesine karşın, onun mekânsal ilişkilere atfettiği bağımsız, belirleyici nitelikleri tamamen reddetti. Harvey için mekân, varlıkbilimsel (ontolojik) bir kategori değil, insanı biçimlendiren ve onun tarafından biçimlendirilen toplumsal bir boyuttu: “Mekânsal biçimler, içinde toplumsal süreçlerin oluştuğu cansız nesneler olarak değil, toplumsal süreçleri, bu süreçlerin mekânsal olmasıyla aynı tarzda ‘içeren’ şeyler olarak görülmektedir.

Yayımlanmalarından bu yana yirmi yıl geçmiş olmasına karşın Sosyal Adalet ve Şehir‘deki denemeler, gelişmelerine yardımcı oldukları kuramlarla beslenebilen kentsel incelemelerin dirildiği de göz önünde bulundurulduğunda, hâlâ dikkatlice okunmayı hak ediyorlar: Birinci kısımda, kentsel planlama ve gelir dağılımı konularında, kentsel mekânsal ilişkilere Rawlsçu (John Rawls) bir bakış getirdikleri için (örneğin “bölgesel adalet” tartışmasında ve merkeziyetçi/ademi merkeziyetçi yönetim arasındaki denge konusunda) ve ikinci kısımda, değişik üretim tarzlarında artık-değerin dolaşımı ve iktisadi bütünleştirme bağlamında, kentsel tarihin kapsamının yeniden değerlendirilmesiyle ilgili olarak Marksist araştırma gündemini ortaya koydukları için. Harvey’in ilk “liberal” formülasyonlarda mekân ve anlam sistemleri hakkında gösterdiği olağanüstü duyarlılık, Marksist dönüşümünden sonraki çalışmalarında da varlığını sürdürmüştür. Bu duyarlılık kişiler, gruplar ve onların toplumsal mekânları arasındaki ilişkiyle, değişik insan pratikleri ve onların farklı mekânları arasındaki bağlantıyla, toplumsal düzenin göstergeleri olarak mimari ve kentsel peyzajla, iş-konut bağlantısıyla, kentsel analizde işlevselciliğin yeriyle, ve piyasa toplumunda devletin olanaklarının sınırlarıyla ilgili kaygıları da kapsamaktadır.

Şunu da belirtmek gerekir ki Sosyal Adalet ve Şehir‘in ikinci kısmı, Marksizm’in “bilimsel” ve “eleştirel” kampları arasında gidip gelen, erken ve bazı bakımlardan çok şematik ve olgunlaşmamış bir girişimdi. Bu Marksist kısım, Amerika’daki siyahların gettolaşmalarının temelinin, bir dizi “masum” girişimci müdahaleyle oluşturulduğunu gösteren bir yazı ile, Marksizm’de uzun süredir göz ardı edilmiş kira ile toprak ve mekânın mikro-ekonomisi hakkındaki, –kiranın nasıl herkes tarafından ihtiyaç duyulan, çoklu kullanım ve manalara açık, seyrek ama kesin olarak el değiştiren, kalıcı ve taşınmaz bir mal olan toprak için pay tespit edici araç olduğunu gösteren– bazı tartışmaları güçlü bir şekilde kullanarak, toprağın kullanım ve değişim değerlerinin çarpıştığı “katalitik an“a odaklanan, kentsel toprak kullanımı kuramı üzerine önemli bir yazıyı, ve insanlık tarihi boyunca kentsel gelişmeye –sosyal artığı oluşturan ve dağıtan çeşitli mekanizmaların karşılaştırıldığı– toparlayıcı bir genel bakışı içermektedir. Burada kent, tarihsel açıdan “etrafında belirli bir üretim tarzının örgütlendiği bir eksen, kurulu düzene karşı bir devrim merkezi ve (başkaldırılacak) bir güç ve ayrıcalık merkezi” olarak kavramsallaştırılmaktadır. Kentler, “iktisadi bütünleştirme tarzının üretmek ve yoğunlaştırmak zorunda olduğu toplumsal artık-değer üretiminin coğrafi yoğunlaşması yoluyla” oluşurlar. Karl Polanyi’nin iktisadi eşgüdüm mekanizmaları kategorilerini –karşılıklılık, yeniden dağıtım ve piyasa değişimi– Marx’ın üretim tarzı kavramıyla birlikte kullanarak Harvey kenti, toplumsal artık-değer, iktisadi örgütlenmenin egemen tarzı ve toplumun mekânsal örgütlenmesi arasındaki ilişkiler alanı bağlamında ele almıştır. Kapitalizm kapsamında kent, birikimin ve çelişkilerinin hem yeri hem de dengeleyicisidir.

Bu denemeler, kavrayış ve araştırmayı teşvik açısından tekrar okunmaya değer olmaları ve kent için Marksizm’in, Marksizm için de kentin yeniden keşfini göstermeleri nedeniyle önemlerini koruyorlar. Sonraki on beş yıl boyunca Harvey, Marx’ın kapitalist birikim üzerine çalışmalarını genişletmek ve ilerletmek, onlara açık bir mekânsal boyut kazandırmak için Sosyal Adalet ve Şehir‘in araştırma gündemi doğrultusunda dikkatli, düzenli ve seçici bir çalışma sürdürmüştür.

Bu çalışmasında Harvey olağanüstü başarılı olmuştur. Daha sonraki çalışması olan The Limits to Capital (Sermayenin Sınırları) ise Marx’ın Kapital’indeki kira üzerine fikir verici ama yüzeysel pasajları geliştirerek sermaye birikimi döngülerinin analizine doğrudan mekânsal unsurlar katar. İki ciltlik Studies in the History and Theory of Capitalist Development (Kapitalist Gelişmenin Tarihi ve Kuramı Üzerine İncelemeler) adlı eseri Sosyal Adalet ve Şehir‘deki temel temalara tekrar ve ayrıntılı şekilde eğilen olgun bir bakışı, ama aynı zamanda kentsel mekân ve kapitalist birikim arasındaki girift ve düzgün ilişki üzerine çalışırken göz ardı ettiği, düzenleme, dil, anlam, kültür ve fail sorularını araştırarak konuyu geliştirme çabasını içerir. Ama Harvey’in Sosyal Adalet ve Şehir‘de koyduğu hedeflere ulaşmadaki başarısı, sadece onun kendi araştırmalarıyla sınırlı değildir. O bu kitabın, kentsel araştırmaların değişmesine ve Marksist toplumsal kuramın hacminin artmasına ne kadar yardımcı olduğunu görme mutluluğunu da yaşamıştır.

Kitabın etkisi coğrafyanın sınırlarının çok ötesine geçmiş, sosyoloji, siyasal bilimler, iktisat, tarih ve antropolojide kent düşüncesini harekete geçirmiş, Marksizm’in kentle güçlü bir şekilde yeniden ilgilenmesini sağlamıştır. Kitabın yazıldığı zamanın tersine, şu anda Marksist gelenek çerçevesinde kent hakkında birçok çalışma görülmektedir. Sıcak bir şükran duygusuyla Harvey, kitabın temel temalarını ve kazanımlarını şöyle özetler:

Olaylar tarafından kamçılanan Marksistler, 1960’larda kentsel sorunların doğrudan analizine yöneldiler. Kentsel, cemaat tabanlı sosyal hareketlerin siyasal ve iktisadi anlamlarını ve bunların –kendileri için geleneksel ilgi odakları olan– emek-tabanlı hareketlerle ilişkilerini anlamaya yöneldiler. Kent, değişik açılardan üretim, realizasyon (tüketim dolayısıyla fiili talep), işgücünün yeniden üretimi (burada, yerel yönetim tarafından desteklenen fiziksel ve toplumsal altyapıların –konut, sağlık hizmetleri, eğitim, kültürel yaşam– desteklediği aile ve cemaat kurumları kilit rol oynamışlardır) alanları olarak incelendikçe, üretim ve toplumsal yeniden üretim arasındaki ilişkiler yoğun bir şekilde ele alınmış oldu. Kent aynı zamanda, üretim, değişim ve tüketimi kolaylaştıracak inşa edilmiş bir ortam, (üretim ve yeniden üretim için) mekânın toplumsal örgütlenmesinin bir şekli ve kapitalizm (üretime karşı mali sermaye, vb.) içerisinde işbölümünün ve işlev çeşitlenmesinin belli bir tezahürü olarak da incelenmiş oldu. Ortaya çıkan genel kavram, kapitalizmin bütün bu veçhelerinin en çelişkili birliği olması anlamında kentselleşmedir.

Harvey, bu konudaki çalışmaların değerini güçlü bir biçimde vurgulamıştır. Bunda da haklıdır. 1970 ve 1980’lerde Marksist geleneğe göre çalışan kentsellik uzmanları olmasaydı, kent üzerine bugün yapılan çalışmalar daha az açıklığa ve kuramsal güce sahip olacaktı; Sosyal Adalet ve Şehir yazılmamış olsaydı, bugün bu konudaki çalışmalar çok daha zayıf temellere dayanıyor olacaktı.

David Harvey - Sosyal Adalet ve Şehir

Kentsel Yoksulluğu Yeniden Düşünmek

Ömer Aytaç ve Süleyman İlhan tarafından hazırlanan Kentsel Yoksulluğu Yeniden Düşünmek isimli kitap Birleşik Yayınevi tarafından 2013 yılının Eylül ayında yayınlanmış.

Ülkemizde kentsel yoksulluk, göç ve kentleşme sürecinin patolojisine bağlı olarak giderek derinleşmekte ve süreklilik kazanmakta, yedeğinde türeyen sorun yumaklarıyla hayatın bildik suretini değiştirmekte, rizikolu ve tekinsiz bir sosyo-kültürel iklim yaratmaktadır. Metropollerde, kentin uç ve kenar bölgelerinde yaşam mücadelesi veren alt sınıftan insanlar, bir yandan tüketimci bir toplumda yoksun olmanın acılarını yüksek volümlü yaşamak durumunda kalmakta, diğer yandan bu acıyı toplumsal şiddet gösterisi şeklinde serimleyerek devlete, yerel otoritelere ve topluma yüksek maliyetli faturalar ödetmekteler. Kapitalizmin kesimler arasında açtığı sınıfsal, toplumsal ve iktisadi fark yaraları, kapanması güç travmalar şeklinde yoksul bedenlerde tecrübe edilip durmakta, sosyal hiyerarşileri yeniden tanzim etmekte, sınıfların gizli yaralarını depreştirmekte, görünürlük elde etmesinin yolunu açmaktadır.

Kentsel Yoksulluğu Yeniden Düşünmek adlı bu edisyon çalışma, yoksulluğun aldığı bu yeni çehreyi, bir yeniden okuma ve anlama çabası olarak görülebilir. Kitapta, kentsel yoksulluğu kurumsal düzeyde tartışan yazıların yanı sıra, kentsel yoksulluğun tecrübe edilişine dair farklı yerlerde yapılan alan araştırmalarına da yer verilmekte ve konu bütünlüklü bir çerçevede resmedilmeye çalışılmaktadır.

İçinde, dört bölüm halinde kentsel yoksulluk konusu ile ilgili yerli ve yabancı yazarlara ait toplam 10 bilimsel makaleyi barındırıyor. 

Bölüm I. Kentsel Yoksulluğu Anlamak

İleri Endüstriyel Dünyada Kent Yoksulluğu: Kavramlar, Analizler ve Tartışmalar, Enzo Mingione; Prof. Dr., Padova Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü.

Bölüm II. Modern Kentlerde Yoksulluk, Sınıfaltı ve Dışlanma

Yoksulluk, Kentsel Sınıfaltı ve Sosyal Dışlanma: Modern Kentlerde Sınıfsal/Mekansal Yarılma ve Suçlaştırılma Mekanizmaları, Ömer Aytaç, Prof. Dr., Fırat Üniversitesi, İnsani ve Sosyal Bilimler Fakültesi Sosyoloji Bölümü

İleri Marjinalllik Çağında Bölgesel Damgalanma, Loïc Wacquant, Prof. Dr., California Üniversitesi Sosyoloji BÖlümü (Berkeley, USA)

Kentsel Yoksulluğun Kültüralist Okumaları, O.Lewis, C.Murray, D.Massey, Doğan Bıçkı, Doç. Dr., Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi İİBF Kamu Yönetimi Bölümü

Bölüm III. Yoksul Hayatlar: Kadınlar, Evler, Değişen Dünyalar

Kentsel Yoksulluğun Anlam Dünyası, Süleyman İlhan, Yrd. Doç. Dr., Fırat Üniversitesi İnsani ve Sosyal Bilimler Fakültesi Sosyoloji Bölümü

Kadınların Yoksulluğu: Kimsesiz Kadınlar Kastı, M. Ruhat Yaşar, Doç. Dr., Kilis 7 Aralık Üniversitesi M. Rifat Eğitim Fakültesi İlköğretim Bölümü

Yoksulların Konutla İmtihanı: Konut Yoksulluğu, M. Ruhat Yaşar, Doç. Dr., Kilis 7 Aralık Üniversitesi M. Rifat Eğitim Fakültesi İlköğretim Bölümü

Yoksul Ailelerde Değersel Değişim: İstanbul Örneğinde Bir Araştırma, Ergün Yıldırım, Prof. Dr. Yıldız Teknik Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi İnsan ve Toplum Bilimleri Bölümü

SCX-3200_20170811_10242401

Bölüm IV. Yoksulluğu Aşmanın İmkanı

Yoksullukla Mücadele Etmek Kim(ler)in Görevidir?, Reşat Açıkgöz, Yrd. Doç. Dr., Muş Alparslan Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü

Kentsel Yoksullukla Mücadele İçin Politik Bir Enstrüman: Sosyal Siyaset Perspektifinden “Sosyal Belediyecilik”, Serhat Özgökçeler, Yrd. Doç. Dr. Uludağ Üniversitesi İİBF Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümü, Doğan Bıçkı, Doç. Dr., Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi İİBF Kamu Yönetimi Bölümü

Bu kitabın kentsel yoksulluk ve sosyal belediyecilikle ilgili yeni okumaların önünü açması dileğiyle…

 

Şehrin Marksist Bir Hikâyesi: Metromarksizm

Bugün ele alıp inceleyeceğimiz ve sizlere önereceğimiz kitap Andy Merrifield‘in “Metromarksizm: Şehrin Marksist Bir Hikâyesi“.

İLk kez 2002 yılında yayınlanan kitabın özgün adı “Metromarxism: A Marxist Tale of the City. Ülkemizde ise Phoenix Yayınevi tarafından Eylül 2012 tarihinde Ankara’da basılmış. Şu anki etiket fiyatı ise 22,50 TL.

Kitaptan önce isterseniz biraz yazarından söz edelim.

maxresdefault

Andy Merrifield, 1960 Liverpool, İngiltere doğumlu. Cambridge Üniversitesi Murray Edwards College’da Beşeri Coğrafya bölümünde profesör olan Merrifield, okulu erken yaşta bırakarak çeşitli işlerde çalıştı ve çeşitli ülkeleri dolaştı. 1980’li yılların ortasında Liverpool Politeknik Üniversitesi’nde coğrafya, felsefe ve sosyoloji alanlarında lisansını tamamladı. Doktorasını coğrafya üzerine Oxford Üniversitesi’nde yaptı, David Harvey ile çalıştı. Uzun yıllar İngiltere ve ABD’de coğrafya kürsülerinde öğretim görevliliği yaptı. 2003’te akademiyi bırakarak Fransa’da bir köyde yaşamaya başladı. 2011’de akademiye dönene kadar burada geçirdiği süreyi, Türkçe’ye de çevrilen Eşeklerin Bilgeliği: Kaotik Bir Dünyada Sükunet Arayışı (Doruk Yayınları, 2014) kitabında anlattı. Türkçe’ye çevrilen diğer kitapları, Metromarksizm: Şehrin Marksist Bir Hikâyesi (Phoenix Yayınları, 2012), Büyülü Marksizm: Yıkıcı Siyaset ve Hayal Gücü (Doruk Yayınları, 2013) ve Karşılaşma Siyaseti (Tekin Yayınevi, 2015)’dir. Merrifield’ın 2013 tarihli The Politics of Encounter: Urban Theory and Protest under Planetary Urbanization ve 2014 tarihli The New Urban Question kitapları, “Kent-Mekân-Direniş Kitaplığı” kapsamında çevrilmektedir. Merrifield’ın diğer kitapları şunlardır: The Urbanization of Injustice (1997), Dialectical Urbanism (2002), Guy Debord (2005), Henri Lefebvre: A Critical Introduction (2006).

0000000539443-1

Andy Merrifield’in “Metromarksizm: Şehrin Marksist Bir Hikâyesi” isimli kitabı ise “Giriş” ve “Sonsöz” dışında sekiz bölümden oluşuyor:

Birinci bölüm “Karl Marx, Akla Yatkın Algılarla Metalar ve Şehirler“, ikinci bölüm “Friedrich Engels“, üçüncü bölüm “Walter Benjamin Dünyevi Aydınlığın Şehri“, dördüncü bölüm “Henri Lefebvre, Şehir Devrimi“, beşinci bölüm “Guy Debord“, altıncı bölüm “Manuel Castells, Althusser’in Şehri ve Toplumsal Hareketler“, yedinci bölüm “David Harvey, Kentleşmenin Jeopolitiği“, sekizinci bölüm ise “Marshall Berman, Marksist Bir Kent Romansı” başlıklarını taşıyor.

Kitabın Dr. Ayhan Kavak‘a göre değerlendirmesi ise şu şekilde:

Andy Merrifield’in kitabı yaşananları sistemleştirmesi açısından faydalı bir kaynak. “Şehrin Marksist Bir Hikayesi” alt başlığını içeren “Metromarksizm” kitabı böylesi sorunları değerlendiren önemli bir eser. Şehrin salt kapitalizm için değil, bilakis Marksizm için de işlevsel rol oynadığı izleğinden giderek, mekanın diyalektik doğasını izahta kavuşturmayı soruşturmakta.

Mekan olarak kentlerin görünmeyen arka sokaklarındaki insanlığın çığlığını duyurması ve yaşanılan mekanlara ne türden devrimci müdahale edileceğinin ipuçlarını Marx ve Engels’ten başlayarak Walter Benjamin, Henri Lefebvre, Guy Debord, Manuel Castells, David Harvey ve Marshall Berman’ın kuramları ve yaşamlarını harmanlayarak ön açıcı bir metin hazırlamış.

Yazar Andy Merrifield, eleştirel perspektifle yazdığı eserinde, dönüştürülmüş ve yenilenmiş bir şehir hayatı hakkını serimlemekte önümüze. Kent yaşamının dinamik sürecinin canlandırılmasında başarılı olduğu kuşku götürmez. Kapitalizmin gündelik hayatı sömürmesi ve kentlere sirayet ettirilen Taylorcu robotlaştırmaya inat, sokakların siyasetini alternatif hale getirmeden mustarip bakış açısıyla Metromarksizm eserinin çatısını kurgulamış.

Marx’ın düşünce sistematiğinde merkezi bir rol oynamayan kent olgusunun asıl Engels’te açığa çıkmasını, Manchester gözlemleriyle belirginlik kazandığına tanıklığa çağırıyor. Gerçi Engels’te kentin sorunlarının, devrimin sorunları çözülene değin ertelenmesi yakalansa dahi, mevcut evrilmeye temel oluşturmasının ayırdına varıyoruz.

Metropolün dokusunu, sanayileşme ve kentleşme sürecinde modernitenin diyalektik deneyimini ilk anlayanın W. Benjamin olduğunu öğrenmek ilginç geldi. Lefebvre, Debord, Castells, Harvey ve yakın zamanda kaybettiğimiz Berman’ın bakış açılarıyla yaşanılan mekanların yeniden üretilmesinin bir hak olduğunun altı çizilmekte. Kapitalist şehre karşı mazlum ve madunların yaşam alanlarının hakkaniyetle üretilmesinin reçetesi hoyrat saldırganlık olan Tokikentlerle olmayacağının da ayırtına ulaşmak kabil elbet. Mevcut kentlerin yaşanılacak ortamlara dönüştürülmesi tartışmaya açılırken, yazar Andy Merrifield, kentlerde Hegel’in gece uçan Minerva’nın  Baykuş’una karşılık, engin gün ışığında da uçabilen gece kuşunu düşlemekten geri durmaz.

Hasılı, zengin deneyim ve tartışmalar ışığında kitabın okunması kazandırıcı bir edim olacaktır. Kentlere sahip çıkmaya koyulan insanlığın ufkunu genişleteceği kanısındayım. Yerel seçimde kentine, parkına, doğasına ve bilcümle yaşam alanına sahiplenmeye yönelenlerin, kapitalizmin kentleri işgaline “dur” demelerinin temel argümanlarını edinmeleri elbette çok önemli. Kent ve mücadele alanları hakkında bilgi birikimimizi artırmak istiyorsak, And Merrifield’in Phoenix yayınlarından çıkan “Metromarksizm” kitabını okumak gerek.“(*)

(*) Dr. Ayhan Kavak

“Mutenalaştırma”, “soylulaştırma”, “seçkinleştirme” ya da “kentsel süzülme” üzerine okumak ve düşünmek…

Türkçe’de “kentsel süzülme” ya da “seçkinleştirme”, bazı yerlerde de “soylulaştırma” veya “mutenalaştırma” olarak tanımlanan bir kavram “Gentrification”.

Kavram, “profesyoneller” olarak tanımlanan yüksek gelirli beyaz yakalıların kentin merkezindeki tarihi ve değerli alanlara yerleşmek için yatırım yapmasını ve o alanlarda yaşayan yoksul ve az gelirli insanların doğal olarak şehrin başka yerlerine sürülmesini ya da gelirleriyle orantılı olarak şehrin çevresinde oluşan daha ucuz bölgelerde yaşamalarına (ya da aslında yaşayamamalarına) olanak tanıyan ve bir bakıma şehrin “temizlenmesini” sağlayan, bu amaçla bu bölgelerde bunu sağlamaya yönelik “özel operasyonlar” yapılmasını ifade eden bir kavram.

Kent merkezinin ya da tarihi alanların kentin yoksullarından ve az gelirlilerinden ayıklanmasının yöntemlerinden biri, o alanda ev ve kira fiyatlarının artması/arttırılması, alışveriş mekânlarındaki fiyatların kentin diğer yerlerindeki fiyatlardan oldukça yüksek olması ve bölgenin az gelirli insanların yaşayacağı gelir seviyesinden daha yükseklerde fiyatlara sahip olmasıdır.

sulukule-02

Bu kavramın en iyi örnekleri İstanbul için Tarlabaşı, Sulukule, Süleymaniye, Cihangir, Galata ve benzeri bölgelerde yapılan ve hepimizin gidip gördüğümüzde fark ettiğimiz ya da medya aracılığıyla öğrendiğimiz uygulamalardır. Bunun İzmir özelindeki örneğini ise yakın zamanda Kemeraltı, Basmane ve Kadifekale bölgelerinde bir “İzmir modeli” yaratmak amacıyla yola çıkan İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin “İzmir-Tarih Projesi” ve bu proje için kurduğu TARKEM A.Ş. eliyle Havralar Bölgesi için amaçlanan yapılaşma ile Basmane bölgesindeki mutenalaştırmayı harekete geçirecek olan Folkart’ın eski “Basmane Çukuru”nda yapacağı 67 katlık ikiz gökdelenleri somutlar.

***

KENTİN MUTENALAŞTIRILMASI (Gentrificiation of the City), Neil Smith ve Peter Williams

İngilizceden çeviren: Melike Uzun

Yordam Kitap, İstanbul – 2015, 320 sayfa

kentin-mutenalastirilmasi-on-kapakKentsel gelişim, kentsel dönüşüm ve mutenalaştırma arasındaki ilişkiyi farklı yaklaşımlarla açıklaması ve literatürdeki temel yaklaşımları kapsaması bakımından editörlüğü Neil Smith ve Peter Williams tarafından yapılan “Gentrification of the City” 2015 yılının Ekim ayında Yordam Kitap tarafından Türkçeleştirildi.

Kitabın tanıtımı amacıyla arka kapağına konulan metin ise şu şekilde:

Mutenalaştırmaya ilişkin geliştirilen tanımlara baktığımızda, konut alanlarının rehabilitasyonundan daha kapsamlı bir süreçle karşı karşıya olduğumuz açıktır….

 Kent peyzajında ortaya çıkan tüm bu değişikliklerin altında, ileri kapitalist toplumların kapsamlı olarak yeniden biçimlendirilmesini üstlenmiş belirli ekonomik, toplumsal ve politik güçler yatar:

 Burada sanayinin yeniden yapılanması, üretim sektöründen hizmet sektörüne kayış ve bunun sonucunda sınıf yapısındaki genel dönüşüm ile birlikte işçi sınıfının da dönüşümü, devletin ve siyasal ideolojilerin tüketim ve hizmetlerin özelleştirilmesi yönündeki eğilimi söz konusudur. Mutenalaştırma, bu toplumsal dönüşümün mekân üzerinde gözlemlenebilen bir bileşenidir.”

Mutenalaştırma kavramının ilk kez kullanılmasından bu yana 50 yılı aşkın bir süre geçti. Kentin Mutenalaştırılması ise ilk kez günümüzden yaklaşık 30 yıl önce, 1986 yılında yayınlandı. Dönemin ana akım tartışmalarına alternatif pencereler açmak amacıyla oluşturulan bu çalışma, bugün kent yaşamının ayrılmaz bir parçası haline gelmiş olan bu olguyu anlamak için önemli bir başvuru kaynağı olma özelliğini koruyor. Okuru, mutenalaştırma ile sınıflar, toplumsal eşitsizlik, toplumsal direnç ve kent hakkı arasındaki ilişkiyi derinlemesine düşünmeye davet ediyor.

 Konunun uzmanı 13 yazarın makalelerinden oluşan bu çalışma, başta ABD olmak üzere dünyanın farklı ülkelerinden örneklerle, kent peyzajının hem görünen cephesine hem de görünenin ötesine, bir parçası olduğu ekonomik ve siyasal süreçlere ışık tutuyor.”

Kitabın “İçindekiler” bölümünde sıralanan makaleler ve yazarları ise şu şekilde:

mutenalastirma

ÖNSÖZ

Ortodoks Yaklaşıma Alternatifler: Tartışmaya Davet, Neil Smith ve Peter Williams

KENTİN MUTENALAŞTIRILMASI

Mutenalaştırma, Sınır ve Kentsel Mekânın yeniden Yapılandırılması, Neil Smith

Mutenalaştırmanın Yarattığı Kaos ve Karmaşa, Robert A. Beauregard

Mekânsal Yeniden İnşa ile Sınıf Oluşumu, Avustralya, Britanya ve Birleşik Devletler’deki Mutenalaştırmaya İlişkin Bir Yeniden Değerlendirme, Peter Williams

Sınıfın Tanımlanması ve Mutenalaştırmanın Estetiği: Melbourne’da Viktoryacılık, Michael Jager

Yeniden Canlandırılmış Mahallelerin Siyasal ve Toplumsal İnşası: Society Hill, Philadelphia ve False Creek, Vancouver, Roman A. Cybriwsky, David Ley ve John Western

Londra’da Mülkiyet Dönüşümü ve Daire Tasfiyesi: Britanya’da Kat Mülkiyeti Deneyimi, Chris Hamnett ve Bill Randolph

Tek Etme, Mutenalaştırma ve Yerinden Etme: New York City’deki Mekanizmalar, Peter Marcuse

Birleşik Devletler’de Yer Değiştirmenin Anatomisi, Richard T. Legates ve Chester Hartman

SONUÇ

KENTİN MUTENALAŞTIRILMASI

“Rönesans”tan Yeniden Yapılandırmaya: Çağdaş Kentsel Gelişimin Dinamikleri, Peter Williams ve Neil Smith

KATKIDA BULUNANLAR

KAYNAKÇA

İyi okumalar dileğiyle…

 

Kent ya Halkındır ya da Sermayenin; Ortası Yok ! – 2

Ali Rıza Avcan

KENT SİMSARI “KAMUOYU ÖNDERLERİ”

Bu durum aslında kendi başına “yönetişim” ilkesine de aykırıdır. Çünkü Dünya Bankası, Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği ve OECD gibi uluslararası kuruluşlar tarafından ortaya atılıp akademik çevrelerce geliştirilen “yönetişim” anlayışına göre yerel yönetimlerin sermaye ile kuracağı beraberliğin yereldeki adresi, bu amaçla oluşturulacak ayrı bir kurul değil, yerel yönetim-sermaye-sivil toplum kuruluşları beraberliği ile oluşturulan kent konseyleridir. İşte tam da bu noktada, İzmir Kent Konseyi’nde olması gereken bu ideal üçlü beraberlik, 2009 yılından sonra bizzat İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu tarafından bozularak kentin en önemli ve büyük projelerinin İzmir Ekonomik Kalkınma ve Koordinasyon Kurulu’nda (İEKKK) görüşülmesine başlanmış, İzmir Kent Konseyi’ne ise bunun dışında kalan ikinci dereceden konuları konuşup görüşmek kalmıştır.

Yönetişim” anlayışıyla kurgulanan bu büyük projelerin belediyeler, sermaye çevreleri, diğer kamu kurumları, meslek odaları, siyaset kurumu ve sivil toplum kuruluşları arasındaki ilişki ise bizim literatürde “kent simsarı” olarak tanımladığımız her devirde ve ortamda muteber olan, saygı gören “seçkin” İzmirliler tarafından sağlanmakta, bunlar İzmir’in kamuoyu önderleri olarak takdim edilebilmektedir.

mayan3

SERMAYENİN KENT YAŞAMINA HAKİM OLUŞU

Tüm bu anlattıklarınızdan yola çıkarsak, kenti kamusal bir alan ve ilişkiler ağı olarak değil de, alınıp-satılan, özelleştirilen, para kazanılan, kâr edilen bir araç olarak görme eğilimi var… Kenti sermayenin rantına rant katmaya vesile bir yer olarak görüyorlar…

Aslında yapılan iş, belediyelerin gücünü arkasına alan bu tür büyük projeler eliyle kamusal hizmetlerin özelleştirilmesinden başka bir şey değildir. Bu özelleştirmeler, daha önce gördüğümüz özelleştirmelerden farklı olarak bir satma-alma eylemi olarak değil, sermayenin kamu gücünü arkasına ya da yanına alarak, o gücü bizzat kullanarak ya da kullandırarak kent, kentsel yaşam ve kent toprakları üzerinde hâkimiyet kurmasından başka bir şey değildir.

İşte bu anlamda; yani önümüze gelen Kültürpark Projesi örneğinde gördüğümüz gibi kentin tam ortasındaki bir yeşil alanın varlığına ve geleceğine biz mi, yani halk mı yoksa kaynağı İzmir ya da İstanbul olsun fark etmez; sermaye çevreleri mi karar verecek? Önemli olan soru bence budur. Şayet, bu konulardaki kararı yerel yöneticileri seçenler olarak biz, yani halk karar verecekse halka ayrılmış, ona tahsis edilmiş bir yeşil alanda bina yapılıp yapılmayacağına da halk karar vermelidir.

Oysa görüyoruz ki, bugüne kadar başka hiçbir konuda bir araya gelemeyen, hatta birbirleri hakkında dedikodu yapıp bir diğerinin görev, yetki ve sorumluluk alanına müdahale etmeyi alışkanlık haline getiren İzmir Büyükşehir Belediyesi ile İzmir Ticaret Odası rant kokan bu ortak çıkarlar için bir araya gelebiliyor, İzmir Ticaret Odası Başkanı Ekrem Demirtaş, 2014 yılında yayınladıkları rapor doğrultusunda üyelerine mesaj göndererek Kültürpark Projesi için olumlu görüş belirtmelerini isteyebiliyor. Diğer yandan İzmir-Tarih Projesi’nden nemalanacak TARKEM’in ortak ve yöneticileriyle onların etkilediği, yönlendirdiği gazeteciler, köşe yazarları “Kültürpark’a Dokunma!” diyenlere veryansın edip onları marjinallikle, elitlikle itham edebiliyorlar. Hatta “Kültürpark’a Dokunma!” diyenlerin yanında yer alan köşe yazarlarına büyük bir pervasızlıkla tehdit kokan uyarılarda bulunabiliyorlar.

HALK, BİLGİLENME HAKKINI KULLANMALI

Peki bunca sermaye saldırısına rağmen, kentteki bu reflekssizlik neden sizce? Muhalefet boşluğu var. Aslında olup bitenden rahatsız İzmirlilerin niteliği de niceliği de önemsenmeyecek gibi değil… Ses çıkarmak, itiraz etmek, hayır demek gerekmiyor mu?

Ayrıca İzmir milletvekillerinin hiçbiri de ortaya çıkıp bu konu ile ilgili görüşlerini söylemiyor, Devrimci gelenekten geldiği bilinen ve “Haziran Hareketi” tarafından desteklenen Konak Belediye Başkanı Sema Pekdaş, Kültürpark’ın duvarları dışında bir fikri yokmuş gibi tek bir söz söylemiyor, CHP’nin anlı şanlı çevreci politikacıları Kültürpark mücadelesine destek vermiyor. Kısacası duymam, görmem, konuşmam diyen bir üç maymun senaryosu oynanıyor.

Tabii bu arada, İzmir Büyükşehir Belediyesi’ne yönelttiği hırçın saldırılarla bilinen Yeni Asır Gazetesi, iktidar partisi milletvekilleri ve belediye meclisi üyeleri de projenin arkasında Folkart, Sancak gibi iktidardan yana sermaye gruplarının yer alması nedeniyle her zamanki alıştığımız muhalefetlerini yapamıyorlar.

Anlayacağınız İzmir’in o meşhur çukurunda şimdi “Kültürpark’a Dokunma!” diyen bir avuç İzmirli dışında herkes suspus vaziyetinde olacakları bekliyor…

O halde çok kısa bir soru, tanıdık bir soru: Ne yapmalı?

tumblr_mjeobvx2ge1qh6ri4o1_1280

Evet, bu tehlikeyi ve bundan sonra artarda gelecek olası riskleri nasıl önlemeli, neler yapmalı?

Bence kente, kentin değerlerine sahip çıkan kesimleri kamu yararı ortak paydasında bir araya getirip örgütlemeli. Bunu yaparken hepimize büyük kolaylıklar sağlayan internet ve sosyal medya olanaklarından yararlanmalı; ama bu ortamlarda ulaşılan üye ve paylaşım sayılarının yanıltıcı olabileceği, bu tür zeminlerin örgütlenme için güvenilmez, kaygan zeminler olduğu her zaman için hatırlanmalıdır.

Mücadeleyi örgütleyip yürütecek olan tüm kurum, oluşum ve bireylerin “kente sahip çıkma” paydasında önce kendi aralarındaki yatay ilişkilerde demokratik, saydam ve katılımcı alışkanlıklar yaratması, birlikte çalışma kültürünü geliştirmesi; ayrıca kentle ilgili tüm gelişmeleri dikkatle izlemesi, düzenli olarak bilgilenmesi ve sahip olduğu bu bilgileri paylaşması gerekir. Sermayenin kentlere yönelik saldırısı, kentler üzerinden halkı sömürmesi olgusu sadece bugüne özgü, bugün yapılacak bir mücadele ile alt edilecek bir saldırı değildir. Bu saldırının sermayenin kentle ilgili plan ve eylemleriyle mülkiyet yapısındaki değişmeleri titizlikle izleyip analiz ederek, bu bilgi ve analizler üzerinden alternatifler geliştirerek sermayenin yanına yerel yönetimleri alarak başlattığı bu tür planları ortaya dökmeliyiz. Bilgilenme hakkı çerçevesinde halktan gizlenen birçok planın ve gelişmenin bu şekilde ortaya konulması sermayenin benzeri girişimlerini önleyecek, en azından zorlaştıracaktır.

Yeni Kültürpark Projesi konusunda da, geçmişteki Kordon Dolgu Yolu projesinden edinilen bilgi, birikim ve deneyimler çerçevesinde kentteki İstanbul sermayesine yönelik tepkinin, özellikle de Folkart’a yönelik geleneksel İzmirli tepkisinin sürekli ayakta tutulması, Folkart’ın ya da Sancak sülalesinin İzmirli sermaye çevreleriyle kuracağı olası ilişkilerin düzenli olarak sergilenmesi gerekmektedir. Bu anlamda İzmir’de bir zamanlar var olan ama ne hikmetse son yıllarda yok olan bilinçli, kurumsal ve sözünü dinletecek kadar güçlü bir muhalefete ihtiyacı vardır diyebiliriz.