Ali Rıza Avcan
KENT SİMSARI “KAMUOYU ÖNDERLERİ”
Bu durum aslında kendi başına “yönetişim” ilkesine de aykırıdır. Çünkü Dünya Bankası, Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği ve OECD gibi uluslararası kuruluşlar tarafından ortaya atılıp akademik çevrelerce geliştirilen “yönetişim” anlayışına göre yerel yönetimlerin sermaye ile kuracağı beraberliğin yereldeki adresi, bu amaçla oluşturulacak ayrı bir kurul değil, yerel yönetim-sermaye-sivil toplum kuruluşları beraberliği ile oluşturulan kent konseyleridir. İşte tam da bu noktada, İzmir Kent Konseyi’nde olması gereken bu ideal üçlü beraberlik, 2009 yılından sonra bizzat İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu tarafından bozularak kentin en önemli ve büyük projelerinin İzmir Ekonomik Kalkınma ve Koordinasyon Kurulu’nda (İEKKK) görüşülmesine başlanmış, İzmir Kent Konseyi’ne ise bunun dışında kalan ikinci dereceden konuları konuşup görüşmek kalmıştır.
“Yönetişim” anlayışıyla kurgulanan bu büyük projelerin belediyeler, sermaye çevreleri, diğer kamu kurumları, meslek odaları, siyaset kurumu ve sivil toplum kuruluşları arasındaki ilişki ise bizim literatürde “kent simsarı” olarak tanımladığımız her devirde ve ortamda muteber olan, saygı gören “seçkin” İzmirliler tarafından sağlanmakta, bunlar İzmir’in kamuoyu önderleri olarak takdim edilebilmektedir.
SERMAYENİN KENT YAŞAMINA HAKİM OLUŞU
Tüm bu anlattıklarınızdan yola çıkarsak, kenti kamusal bir alan ve ilişkiler ağı olarak değil de, alınıp-satılan, özelleştirilen, para kazanılan, kâr edilen bir araç olarak görme eğilimi var… Kenti sermayenin rantına rant katmaya vesile bir yer olarak görüyorlar…
Aslında yapılan iş, belediyelerin gücünü arkasına alan bu tür büyük projeler eliyle kamusal hizmetlerin özelleştirilmesinden başka bir şey değildir. Bu özelleştirmeler, daha önce gördüğümüz özelleştirmelerden farklı olarak bir satma-alma eylemi olarak değil, sermayenin kamu gücünü arkasına ya da yanına alarak, o gücü bizzat kullanarak ya da kullandırarak kent, kentsel yaşam ve kent toprakları üzerinde hâkimiyet kurmasından başka bir şey değildir.
İşte bu anlamda; yani önümüze gelen Kültürpark Projesi örneğinde gördüğümüz gibi kentin tam ortasındaki bir yeşil alanın varlığına ve geleceğine biz mi, yani halk mı yoksa kaynağı İzmir ya da İstanbul olsun fark etmez; sermaye çevreleri mi karar verecek? Önemli olan soru bence budur. Şayet, bu konulardaki kararı yerel yöneticileri seçenler olarak biz, yani halk karar verecekse halka ayrılmış, ona tahsis edilmiş bir yeşil alanda bina yapılıp yapılmayacağına da halk karar vermelidir.
Oysa görüyoruz ki, bugüne kadar başka hiçbir konuda bir araya gelemeyen, hatta birbirleri hakkında dedikodu yapıp bir diğerinin görev, yetki ve sorumluluk alanına müdahale etmeyi alışkanlık haline getiren İzmir Büyükşehir Belediyesi ile İzmir Ticaret Odası rant kokan bu ortak çıkarlar için bir araya gelebiliyor, İzmir Ticaret Odası Başkanı Ekrem Demirtaş, 2014 yılında yayınladıkları rapor doğrultusunda üyelerine mesaj göndererek Kültürpark Projesi için olumlu görüş belirtmelerini isteyebiliyor. Diğer yandan İzmir-Tarih Projesi’nden nemalanacak TARKEM’in ortak ve yöneticileriyle onların etkilediği, yönlendirdiği gazeteciler, köşe yazarları “Kültürpark’a Dokunma!” diyenlere veryansın edip onları marjinallikle, elitlikle itham edebiliyorlar. Hatta “Kültürpark’a Dokunma!” diyenlerin yanında yer alan köşe yazarlarına büyük bir pervasızlıkla tehdit kokan uyarılarda bulunabiliyorlar.
HALK, BİLGİLENME HAKKINI KULLANMALI
Peki bunca sermaye saldırısına rağmen, kentteki bu reflekssizlik neden sizce? Muhalefet boşluğu var. Aslında olup bitenden rahatsız İzmirlilerin niteliği de niceliği de önemsenmeyecek gibi değil… Ses çıkarmak, itiraz etmek, hayır demek gerekmiyor mu?
Ayrıca İzmir milletvekillerinin hiçbiri de ortaya çıkıp bu konu ile ilgili görüşlerini söylemiyor, Devrimci gelenekten geldiği bilinen ve “Haziran Hareketi” tarafından desteklenen Konak Belediye Başkanı Sema Pekdaş, Kültürpark’ın duvarları dışında bir fikri yokmuş gibi tek bir söz söylemiyor, CHP’nin anlı şanlı çevreci politikacıları Kültürpark mücadelesine destek vermiyor. Kısacası duymam, görmem, konuşmam diyen bir üç maymun senaryosu oynanıyor.
Tabii bu arada, İzmir Büyükşehir Belediyesi’ne yönelttiği hırçın saldırılarla bilinen Yeni Asır Gazetesi, iktidar partisi milletvekilleri ve belediye meclisi üyeleri de projenin arkasında Folkart, Sancak gibi iktidardan yana sermaye gruplarının yer alması nedeniyle her zamanki alıştığımız muhalefetlerini yapamıyorlar.
Anlayacağınız İzmir’in o meşhur çukurunda şimdi “Kültürpark’a Dokunma!” diyen bir avuç İzmirli dışında herkes suspus vaziyetinde olacakları bekliyor…
O halde çok kısa bir soru, tanıdık bir soru: Ne yapmalı?
Evet, bu tehlikeyi ve bundan sonra artarda gelecek olası riskleri nasıl önlemeli, neler yapmalı?
Bence kente, kentin değerlerine sahip çıkan kesimleri kamu yararı ortak paydasında bir araya getirip örgütlemeli. Bunu yaparken hepimize büyük kolaylıklar sağlayan internet ve sosyal medya olanaklarından yararlanmalı; ama bu ortamlarda ulaşılan üye ve paylaşım sayılarının yanıltıcı olabileceği, bu tür zeminlerin örgütlenme için güvenilmez, kaygan zeminler olduğu her zaman için hatırlanmalıdır.
Mücadeleyi örgütleyip yürütecek olan tüm kurum, oluşum ve bireylerin “kente sahip çıkma” paydasında önce kendi aralarındaki yatay ilişkilerde demokratik, saydam ve katılımcı alışkanlıklar yaratması, birlikte çalışma kültürünü geliştirmesi; ayrıca kentle ilgili tüm gelişmeleri dikkatle izlemesi, düzenli olarak bilgilenmesi ve sahip olduğu bu bilgileri paylaşması gerekir. Sermayenin kentlere yönelik saldırısı, kentler üzerinden halkı sömürmesi olgusu sadece bugüne özgü, bugün yapılacak bir mücadele ile alt edilecek bir saldırı değildir. Bu saldırının sermayenin kentle ilgili plan ve eylemleriyle mülkiyet yapısındaki değişmeleri titizlikle izleyip analiz ederek, bu bilgi ve analizler üzerinden alternatifler geliştirerek sermayenin yanına yerel yönetimleri alarak başlattığı bu tür planları ortaya dökmeliyiz. Bilgilenme hakkı çerçevesinde halktan gizlenen birçok planın ve gelişmenin bu şekilde ortaya konulması sermayenin benzeri girişimlerini önleyecek, en azından zorlaştıracaktır.
Yeni Kültürpark Projesi konusunda da, geçmişteki Kordon Dolgu Yolu projesinden edinilen bilgi, birikim ve deneyimler çerçevesinde kentteki İstanbul sermayesine yönelik tepkinin, özellikle de Folkart’a yönelik geleneksel İzmirli tepkisinin sürekli ayakta tutulması, Folkart’ın ya da Sancak sülalesinin İzmirli sermaye çevreleriyle kuracağı olası ilişkilerin düzenli olarak sergilenmesi gerekmektedir. Bu anlamda İzmir’de bir zamanlar var olan ama ne hikmetse son yıllarda yok olan bilinçli, kurumsal ve sözünü dinletecek kadar güçlü bir muhalefete ihtiyacı vardır diyebiliriz.