Biz Kentliyiz, Biz Buradayız, Burası Bizimdir, Biz Buraya Sahip Çıkıyoruz… (2)

Ali Rıza Avcan

KENTİNE, BÖLGESİNE, ÇEVRESİNE SAHİP ÇIKMAK…

Ülkemizde merkezi ve yerel yönetimlerin dışında, kendiliğinden gelişen halk hareketleriyle insanların yaşadıkları çevreye sahip çıkmaları olgusu yeni bir toplumsal denemenin konusunu oluşturmaktadır.

20 yıl öncesinde, neredeyse 12 Eylül Darbesi’nin bahanelerinden birini oluşturan Fatsa’daki “Terzi Fikri” fobisi akıllardan çıkmamakla birlikte, bu tür girişimlerin coğrafi odağı genellikle İstanbul ve yakın çevresi olmuştur. Eski gazetelerin ve kent dergilerinin sayfaları karıştırıldığında karşımıza 1 Mayıs ve Gazi mahallelerindeki, Ayaspaşa’daki, Cihangir’deki, Hasanpaşa’daki, Galata’daki, Beyoğlu’ndaki, Nişantaşı’ndaki ve Ortaköy’deki sivil oluşumların yaptıkları eylemler, gerçekleştirdikleri etkinlikler, düzenledikleri sokak festivalleri, protestolar, önerdikleri çözümlerle ilgili haberler çıkmaktadır. Bu oluşumların bir kısmı sistem karşıtı siyasetle iç içe, bir kısmı da sistemle barışık, sadece çevrenin doğru, düzgün kullanımı ile ilgili, iş, siyaset ve sosyete çevrelerinden destek alan; hatta onları bünyesinde barındıran örgütlerdir. Kente, yaşadığı çevreye duyarlı aydınların ve yurttaşların o bölgeyle ilgili önemli bir sorunun çözülmesi (Park Otel’in yapımı, tarihi Gazhane binasının yıkılması, Beyoğlu’nun yozlaşması, çevre yolu yapımı gibi) amacıyla ortaya çıkıp çevrelerine o bölgenin esnafını, halkını, öğrencisini toplamaya çalıştığı, çoğu kez de girişimlerinde başarılı olduğu bu gayri resmi oluşumlar Beyoğlu ve Nişantaşı örneklerinde olduğu gibi zaman zaman iş, siyaset ve sosyete çevrelerinin desteğini alarak, hatta oluşumlarında onlara yer vererek eski nostaljilerin canlandırılması özlemlerine de aracılık etmiştir.

1_WCFWaYlR8OfKNFf81zzvTQ

Yeni yeni ortaya çıkan bu spontan girişimlerdeki popülist kıvılcımları yakalayan bazı partiler ve yerel yönetimler ise, kendi denetimlerinin geçerli olacağı bazı projeleri gerçekleştirerek mahalle, semt ya da bölge halkını örgütlemeyi, bu tür spontan örgütlenmeleri kontrol altına almayı, hatta onların coşku ve etkilerinden yararlanmayı denemişlerdir. Bunun en belirgin örneği, genellikle CHP’li ve DSP’li belediyelerce oluşturulan, çoğu kez Kent Senatosu, Kent Meclisi ya da Danışma Kurulu olarak adlandırılan güdümlü oluşumlar ya da 1994 tarihli Mahalli İdareler Seçimleri öncesinde Anavatan Partisi/ANAP tarafından kaleme alınan II. Şehircilik Hamlesi Programı’nda öne sürülüp 1995-1999 döneminde İstanbul/Bahçelievler, Bursa/Osmangazi, İzmir/Balçova, Çiğli ve Güzelbahçe belediyelerinde uygulanan Semt Danışma Merkezleri/SEDAM Projesidir.

Bu tür belediye güdümündeki uygulamalar zaman zaman ve yer yer başarılı olmakla birlikte, belediye yönetiminin denetiminde kurulduklarından ve çoğu kez belediye yönetiminin arzu ve istekleri doğrultusunda hareket ettiklerinden gerçek bir sivil halk hareketi olarak güçlenememişler ve kurumsallaşamamışlardır. Çoğu kez karizması güçlü belediye başkanlarının şahsi girişimleri ile oluştuklarından belediye başkanlarının görevlerinden ayrılmaları ya da yeniden seçilememeleri üzerine işlevlerini kaybetmişler, çalışamaz olmuşlardır. Hatta bazı yerlerde, kendi altındaki zeminin oynamakta olduğunu sezen ya da bu projeleri uygulayan belediye başkanının kendi kontrollerinden çıkacağını anlayan belediye meclisi üyelerinin ve yerel parti teşkilatlarının muhalefeti üzerine uygulamadan kaldırılmışlardır.

Devletin, hükümetin ve yerel yönetimlerin; kısacası, resmi kuruluşların bazen bizzat bazen de katılarak oluşturduğu, oluşumunu desteklediği bu güdümlü örgütlerin etkili ve sürekli olamamasının, kurumsallaşamamasının nedeni, işin özünde gerçek bir katılım altyapısının ve kültürünün olmayışından kaynaklanmaktadır. Tüm tarihinde katılım düşüncesi ve eyleminin önemli bir örneği bulunmayan, kentlilik bilincinden ve kültüründen yoksun bir halkın, kendi çabası ya da katkısı dışında kurulan bu yerlere devletin, hükümetin ya da yerel yönetimlerin uzantısı, oraların halkla ilişkiler bürosu gözüyle bakması doğaldır ve bu tür bir algılayış da kentlilik bilincinin ve kültürünün gelişeceği belirli bir süre için normal karşılanmalıdır.

solidarity-1024x520

Kentlerin kent, buralarda yaşayanların da kentli olamadıkları ülkemizde insanların içinde yaşadıkları çevreye, ait oldukları kente sahip çıkmaları bu yüzden zor hatta mümkün olamamaktadır. Çünkü, Türkiye gibi köyden kente göç olgusunun hızlı ve yoğun yaşandığı ülkelerde kentlere sahip çıkılmasının aksine kentlerin yağmalanması söz konusu olmaktadır. Kente her yeni gelen o kente ait tüm değerlere sahip çıkarak, onu yağmalayarak tutunmaya, orada yer edinmeye çalışmakta, bu çaba ile rant peşinde koşan egemen güçlerin yürüttüğü mücadele çoğu kez aynı platformda buluşmakta, farklı amaçlarla farklı yanlardan sürdürülen bu saldırılar, kentin hoyratça yağmalanması ile sonuçlanmaktadır.

Devam Edecek…

 

Kent Konseyleri Onuncu Yılını Doldurdu…..

2006’da kent konseyleri oluşturuldu. Demek ki on yıl olmuş.

Öyleyse bir ‘muhasebeyi’ hak ediyor.

Önce adını koyalım; kent konseyleri sonuçta bir katılım mekanizmasının adıdır.

Yani kendisi dışında var olan bir sabit değere ya da güce onu değiştirmeksizin eklemlenmek üzere kurgulanmış.

Peki, eklemlendiği güç ne?

Bu güç’ün belediyeler olduğunu biliyoruz ve belediyelerin de kentleri yöneten yerel güç olduğu açık.

Elbette her kavram gibi hem belediyeler hem de kentler değişime uğradı. Kapitalizm kentleri dönüştürdü ve onları birer sermaye birikimin nesnesi haline getirdi. Artı değerin üretildiği ve bölüşümün kanalize edildiği, aynı zamanda kentin de bizatihi kendisinin dev bir sermaye yatırım alanı olduğu bir gerçeklik olarak karşımıza çıktı.

İlhan Tekeli’nin deyimiyle kapitalist sisteme tam eklemlenen Türkiye’de “80’lerden sonra küçük sermaye kentinden büyük sermaye kentine geçildi” ve takip eden yıllarda kentler küreselleşmenin bütün unsurlarını bağırlarında taşımaya başladı.

kent-konseyleri-007Kent değiştiği gibi belediyeler de değişti; artık esnaf ağırlıklı belediye meclis üyeleri yerine, imar hareketlerinden haberdar, finansal konularda birikimi olan yeni bir profil meclislerin ağırlıklı kesimini oluşturdu. Belediyenin kenti yönetme biçimi de bu değişimden nasibini aldı; kamusal hizmet odaklı belediye yerine kar zarar hesabı yapan ve şirket mantığı ile hareket eden tipik bir işletme olgusu karşımıza çıktı.

Bütün bu değişimin arka yüzünde olan neo-liberal anlayış, eleştirilmekle birlikte yönetişim, ortak akıl ve benzeri kavramları temel alarak yönetime yeni bir derinlik kattı.

Kapitalizmin kendi sürekliliğini pekiştirme hamlesi olarak görülse bile yönetim olgusunun temelini genişlettiği, kısmen yönetim erk’i içerisine halkı kattığı için olumlu olarak gören geniş bir kesim oluştu.
Ancak katılım olgusuna daha soldan bakan anlayışlar da gün yüzüne çıkmaya başladı. 1990 yılında Brezilya’da gelişen kent bütçesinin kent halkı ile birlikte oluşturulması ve bunu 2000’li yıllarda ‘katılımcı bütçe’ kazanımı olarak Brezilya anayasasına koydurmaları bu örneklerden biriydi.

1980’lerde ise bizde sol bir belediyecilik deneyi yaşandı ve tarihe ‘Fatsa Deneyi‘ olarak geçti. Ancak neredeyse bütün ilçe ve belediye başkanı faşizan bir yöntemle yok edildiği için belini bir daha doğrultma olanağı bulamadı ve güzel deney belleklerimizdeki yerini aldı.

Sosyal demokratlar ise 1975’li yıllardan sonra katılımla ilgili kavramları telaffuz ettiler ama iktidar ilişkilerine halel getirmeyecek, katılımın sadece uzmanlarla bölüşülebilecek biraz da yönetim erkine yardım edebilecek bir perspektifte ele aldılar.

Murat Karayalçın’ın ‘Ankara Programı’nda açıkladığı belediye meclislerinde alınan kararların halka açılması, mahallelerde yurttaşların kararlara katılımının sağlanması gibi girişimler iyi niyetle dile getirilmiş ama mekanizmaları oluşturulmamış uygulamalar olarak kaldı.

Vedat Dalokay’ın 80’li yıllarda ANAP belediyeciliği olan siyasetten soyutlanmış ve sadece “hizmet” e indirgenmiş anlayışını ters yüz ederek, yerel yönetimlere sorumluluk anlamında siyasi bakmayı ve demokrasinin temeli sayan bir pencere açtığı konusu unutulmamalıdır.

Sonraki yıllarda özellikle Ege Bölgesi’nin kıyı kasabalarında Urla, Dikili ve Aliağa’da dillendirilen ancak sonraki yıllarda süreklilik arz etmeyen ‘kent senatosu‘, ‘halk meclisi‘ adıyla bilinen katılım deneyimleri ne yazı ki birer hoş deneyim olarak kaldı.

1989‘da sosyal demokratları “…üretim ilişkilerinde ve iktidar ilişkilerinde sınıfın/kitlenin konumunu değiştirme, dönüştürme fikri Sosyal Demokrat radikalizminde ancak ‘katılımcılık’ söyleminin sınırları içinde var olur” diyen Tanıl Bora’nın kulaklarını çınlatalım ve soralım şimdi bu radikalizme ne oldu?

1970’lerden beri iyi niyetle dile getirilen katılımcı belediye olgusu önemli bir yerel politika ilkesi iken 2016 yılına geldiğimiz bu günlerde tutarlı birkaç örneğin dışında hiçbir başkanın üzerinde durmadığı “olsa da olur, olmasa da olur” bağlamında ele alınan bir konu haline geldiğini görüyoruz.

Üstelik somut elle tutulur kent konseyi gibi mekanizmalar varken…

8s-kent-konseyi4

Kentin, artı değerin ve (kent topraklarının piyasaya açılmasından dolayı) geniş kapsamlı rantların üretildiği, artı değerin bölüşümünün kanalize edildiği olgusu bizzat kendisinin dev bir sermaye yatırım alanı olması yanında üretim ilişkilerinin cereyan ettiği mekân olma özelliği ‘katılım’ın basit bir karar alma sürecine katılmadan öte bir şey olduğu gerçeğini ortaya koyuyor. Toplumu ve demokrasiyi dönüştüren bir yapıya işaret ediyor…

Gezi’de ve dünyanın birçok kentinde ortaya çıkan isyanlar da bunun kanıtı değil mi? Kentte yaşayanlar, şehrin kaderinde söz sahibi olmak istiyor, David Harvey’in deyişiyle “Hemşeri ile yoldaş kol kola“ girip isyan bayrağını dalgalandırıyor.

Şehirdeki ‘ortak alanlar‘, kent dönüşümü, yaratılan artı değerin kendileri dışındaki kesimlere pay edilmesi, çevre duyarlılığı, sağlıklı ulaşım, konut hakkı vb. gibi bir dizi sorunun çözümünde kendilerinin de söz sahibi olma taleplerini haykırıyor.

Sonuçta bütün bunlar kent yönetimine katılma sürecini içeriyor.

Şimdilerde kent konseyleri hazır birer mekanizma özelliğini taşıyor gibi.

Ancak yukarıda sayılan ‘kent hakkı’ kavramı içerisinde görülen kavramları kent konseylerinin ‘ehlileştirilmiş’ ve bürokratik katılımcı anlayışı içerisinde başarmak mümkün mü? Bunu zaman gösterecek.

Gene de uzun soluklu bir çalışmada katılımın toplumsal bir içerik kazanıp, kent değerlerini savunan bir noktaya çekilmesi kaçınılmazdır.

Öbür türlüsü katılımı teknik ve bürokratik bir aygıt gibi görüp, içini boşaltmaktır.

Yani herhangi bir belediyenin sosyal işler biriminin yapacağı işleri bir kez de kent konseyi eliyle uygulamaya sokması gibi.

Sol söylemi şimdilik dışarıda tutarsak katılımcılığı 1970’li yıllardan beri savunan sosyal demokrat yerel yönetim anlayışındaki belediyelerin, katılım konusundaki politikalarını yüksek sesle söylemeleri, kent konseylerindeki uygulamalarında bu politikalarını hayata geçirmeleri beklenirdi.

Oysa kent konseylerindeki uygulamalar bakıldığında Eskişehir ve Nilüfer belediyeleri ile diğer birkaç belediye hariç olmak üzere kayda değer bir katılımcı anlayışı görmek mümkün değil gibi.

Bütün hizmetleri yerine getirseniz bile katılım ögesini esas alıp, halkı karar süreçlerine katmadığınız zaman olabileceklere iyi bir örnek oluşturacak bir araştırmanın sonuçlarını paylaşmak isterim; 2010 yılında Orta Doğu Teknik Üniversitesi tarafından Dikili’de yapılan bir araştırmada bir dizi sosyal politikayı uygulamaya koyan belediye başkanı Osman Özgüven’in bu gayretlerinin halk tarafından benimsenmediği kaydediliyor ve bunun nedeni “…Osman Özgüven’in kişisel gayretlerinin demokratikleşememesi, kitleselleşememesi..” olarak gösteriliyor.

Bunun tercümesi belediye başkanının katılımcı bir politikayı benimsemediğini, yaptıklarını etkili olarak anlatamadığını göstermektedir.

Oysa aynı Dikili Belediye Başkanı 1980 darbesi sonrası örgütlediği kültürel şenliklerle demokratik bir tavra önderlik etmiş, sanatın ezilen kitlelerin yanında olduğu gerçeğini belediyenin iş ve eylemleri ile kanıtlamıştı..

Bu durumu dile getirirken Dikili’ye haksızlık etmek istemem. Aynı kaderi paylaşan Urla, Bergama, Dikili üçgenindeki birçok sosyal demokrat belediye var.
Üstelik bu belediyeler 1980’lerde katılımcılığı telaffuz eden ilk yerel yönetimlerdi. Şimdi ise bir geleneksizliğin timsali gibi en arka sırada hizalanmış vaziyetteler.

kalabalik-23a

Doğrusu, sekizinci yılında kent konseylerinin ne durumda olduklarına Prof. Dr. Adnan Akyarlı’nın “Kent Konseylerinin Sosyal Demokrat Belediyeler Açısından Değerlendirilmesi” kitapçığı neden oldu.

Hoca, kent konseylerinin gerçekleştirdiği olumlu projeleri ortaya koymuş, hatta İzmir Kent Konseyleri Birliği, Türkiye Kent Konseyleri Platformu gibi kent konseylerinin örgütlenme çabalarının öykülerini dile getirmiş.

Bu çabalar çok önemli.

Kuşkusuz kent konseyleri yeni deneyimler yaşayarak olumsuzlukları yenip olumlu adımlar atacaktır, buna yürekten inanıyoruz.

Ama bazı olumsuzlukları da açık yüreklilikle dile getirmek gerekmiyor mu?

Mesela Gezi isyanı olurken kent konseylerinin ne yaptığını sormak bunun nedenini irdelemek gerekmez mi?

Hadi diyelim sıcak eylemlerin içinde yer alınmadı, peki parklarda yapılan forumlara kent konseylerinin katılmalarının ne sakıncası olabilirdi?

Hoca’dan ricamız bu sorunları irdelemesi, ayrıca sosyal demokratların katılımcılık geçmişlerini bir kez daha hatırlatıp, bunun yerel demokrasinin temel ilkesi olduğu hususunu belediyelere bir kez daha hatırlatmasıdır. Böylece Kent Konseylerinin önemi de ortaya çıkmış olur.

(1) Bora, Tanıl; “Yerel Yönetim, Sosyal Demokrasi ve Sosyalistler”, Birikim Dergisi, Temmuz 1989

(2) Çavuşoğlu, Erbatur; Yalçıntan, Murat Cemal; “Kapitalist Kentte Sosyal Belediyecilik Ne kadar Mümkün?”, Değişen İzmir’i Anlamak, Phoneix Yayınları, İstanbul-2004

Söz Meclisten İçeri: Katılım Sorunu

Yerel yönetimlerin yerel kaynak ve hizmetlerin yönetimi ve denetimi işlevini üstlendikleri düşünüldüğünde temel ilkelerden birisi, bu kaynak ve hizmetleri tüketen kesimlerin temsilcileri aracılığıyla, yönetim ve denetimde etkili olabilmeleridir.

Günümüzde ne düzeyde olursa olsun bir yönetimin demokratikliğinin ölçütünün, sağladığı katılma olanakları olduğu konusunda genel bir kabulden söz etmek de olanaklıdır. Katılma, “kamu siyasalarının belirlenmesinde ve uygulanmasında ve denetlenmesinde yer alma” ya da “iktidar kullanan kurum ve kişilerin aldıkları kararları etkileme amacına yönelik tüm eylemler” olarak tanımlanabilmektedir.

Bu tanım sonucunda yerel hizmetlerde kaynak ve hizmetlerin kullanımında yetkili temsilcilerin karar alma ve uygulama süreçlerini “katılımcı” olarak planlamaları kaçınılmaz olmalıdır.

Bu bağlamda bakıldığında “yönetime katılım” süreçlerini ve katılımın karar alma iradesine dönüşmesini sağlayan argümanların hangi düzeyde sonuç alabildiklerini incelemek gerekir.

balon-01

Türkiye’nin de kabul ettiği Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın önsözünde; vatandaşların kamu işlerinin sevk ve idaresine katılma hakkının Avrupa Konseyi’ne üye devletlerin paylaştığı demokratik bir ilke olduğu ve bu hakların en doğrudan kullanım alanının yerel düzeyde olduğu belirtilmiştir.

Bu bağlamda bu katılım hakkını sağlayan ve yasayla da dayanak belirtilmiş olan kent konseylerinin doğrudan yerel demokratik katılım mekanizması içinde sayılması ve işlevlendirilmesi kaçınılmazdır.

Kent konseylerinin kent yaşamında, kent vizyonunun ve hemşehrilik bilincinin geliştirilmesi, kentin hak ve hukukunun korunması, sürdürülebilir kalkınma, çevreye duyarlılık, sosyal yardımlaşma ve dayanışma, saydamlık, hesap sorma ve hesap verme, katılım, yönetişim ve yerinden yönetim ilkelerini hayata geçirme gibi usul ve esasları ilke edinmiş olması göz önüne alındığında bu yapıya üye olan kurumsal veya bireysel temsilcilerin “kent müfettişi” olarak katılım sürecine dâhil olmaları gerekmektedir.

Ancak ülkemizde genel kanı ve uygulamaya bakıldığında kent konseylerinin “katılımcı demokrasi” söylemi altında kentsel meselelere kafa yormaz, siyasi ve bürokratik iradenin sözü dışına çıkmaz, elit ve halk tabakası arasına sıkışarak işlevselliğini yitirmiş, yasa gereği kurulmak zorunluluğu olan yapılar olarak görülmesi katılımcılığa ne denli güdük ve sakat baktığımızın da göstergesidir.

Bu tespitten hareketle yerel yönetimlerde katılım, halka yakınlık ve yerellik gibi demokratik ölçütler bakımından olmazsa olmaz ilkeler bir efsane olarak anılmaktadır.

eller-26

Katılımcı demokrasi lehine geliştirilen ideolojik ve pragmatik argümanlara karşın, günümüzde karmaşık teknoloji toplumunda doğrudan halk katılımının uygulanabilirliğine ve beklenen faydalı sonuçları elde etmeye şüpheyle yaklaşan, hatta doğrudan halk katılımını birçok kötü etkiye sebebiyet verecek tehlikeli bir girişim olarak gören eleştirel katılım literatürü gelişmiştir. Söz gelimi (günümüzde de yaşadığımız) kentsel bir yenileme planıyla ilgili katılımı savunan nice saygın akademisyenler dahi “biz yaptık, siz bir bakın ama ne derseniz deyin, biz bunu yine de yapacağız” diyebilmektedir. Buradaki temel sorun az önce de sözünü ettiğim halk ve elit arasındaki derin uçurumdur.

Halk tarafından katılım, kamu mal ve hizmetlerinin tüketicisi olarak kendi haklarını korumanın bir aracı, danışma hakkı ve mevcut politika belirleyicilerin sahip olduğu karar alma iktidarını topluma devretmesi olarak görülebilir. Elit açısından ise katılım, statükoya destek sağlamaya yarayan bir meşrulaştırma aracı ve kamu hizmetlerini geliştirmenin bir aracı olarak görülebilir; ama asla karar alma iktidarının değişiminin bir aracı değildir.

Bu nedenle elitin halka danışması gerektiği yerel bir hizmet hakkında ifade ettiği “biz bunu katılımcı yaptık” söylemleri, sadece içsel bir duygusal yoğunluğun ve nicelik gereği bir toplantı odasında monolog şeklinde gerçekleştirdiği sunumların sonucunda aldığı kararların ifadesidir.

Hal böyle olunca yerel düzeyde katılım, zaten etkili ve yetkili mercilere erişim imkânı olan kişi ve grupların dayatmalarıyla sınırlı kalacaktır. Bu durumda mevcut iktidar ilişkilerinde herhangi bir değişim meydana getirmediği için yerel düzeyde katılım “sembolik” kalacaktır. Yasal bir gereklilik olarak katılım öngörüldüğünde, katılımın “formalite icabı” çabucak yerine getirilmesi gereken bir uygulamaya dönüşmesi kentsel planların hazırlanmasında, kentin geleceğini etkileyecek hayati kararlarda halkın memnuniyetini ölçmeyen geri dönüşü imkânsız tahribatlar yaratacaktır.

Bu bakımdan katılımcı süreci yönetenlerin katılımcı demokrasi idealine inanmış olması son derece önemlidir.