Kentler, üniversiteler ve belediyeler

Ali Rıza Avcan

Yine bir kıyım dönemindeyiz…

Üniversitelerde görev yapan öğretim üyeleri, eğitim gören öğrenciler, işçiler, memurlar ve gazeteciler sudan bahanelerle; çoğu kez de hiçbir bahane gösterilmeksizin işlerinden atılıyor ya da öğrencilikten çıkarılıyor… Hatta atılmakla kalmayıp topluma, suç örgütlerine hedef gösteriliyorlar…

Bu insanlar büyük bir pervasızlıkla kapının önüne konuldukları gibi yaşamlarının bundan sonraki bölümünde çalışmamaları, yeniden öğrenci olmamaları ya da emeklilik haklarından yararlanamamaları için elden gelen yapılıyor…

cadi-avi1.jpg

Amaç, bu yetişmiş insan gücünü toplumdan yalıtarak dışlamak ve yoksulluğa mahkum ederek cezalandırmak… Aynen Eski Yunan’daki istenmeyen kişilerin halk oylamasıyla sürgüne gönderildiği ‘Ostrokismos‘ kuralı ya da Hiristiyanlık’taki afaroz kurumu gibi onları yok saymayı amaçlıyorlar… Ellerinden gelse, bu şekilde atıp gözden çıkardıkları öğretim üyeleriyle öğrencilerin, işçi ve emekçilerle gazetecilerin kollarına Hitler Dönemi Almanyası’nda olduğu gibi sarı renkli Davut yıldızının takılmasını isteyecekler…

Histeri düzeyine varan bu dışlama, öteleme ve yok varsayma gayretinin asıl amaçlarından biri de yaratılan bu örnekler üzerinden toplumun genelini tehdit etmek, onlara bu örnekler üzerinden gözdağı vermek… Açıkçası, olası destek, dayanışma niyetlerini sindirerek toplumu suskunlaştırmak ve hep birlikte suça ortak kılmak istiyorlar…

Bırakılan oda, masa ve sandalyelerin paylaşımında, yaratılan akademik boşlukların doldurulmasında ve boşalan koltukların yeniden doldurulmasında ortaya çıkan vefasızlık; hatta ihanet çabaları da işin çabası…

Oysa otoriter, totaliter ya da faşist yönetimlerin bu sistemli baskı, yıldırma ve sindirme gayretlerine karşı çıkışların, dayanışmanın ve sahip çıkmanın o kadar önemi var ki….

Bu duyguyu en iyi şekilde, geçtiğimiz aylarda İzmir Mimarlık Merkezi’nde yapılan ilk Dayanışma Akademisi toplantısında konuşmacı olarak Kocaeli’nden gelen bir öğretim üyesinin, “şehir bize sahip çıktı” sözünü duyduğumda hissetmiş ve çocukluğumun yazlık kenti Kocaeli’ni daha bir sevmiştim….

ortacagda-cadi-avi-

O anlamda, burada ya da başka bir kentte bir akademisyene, bir öğrenciye ya da sıradan bir insana iktidarın zoru ile bir haksızlık yapıldığında, onu örseleyip yıpratan hukuksuzlar gerçekleştiğinde, onun bir yurttaş, bir hemşehri ya da bir insan olarak sahip olduğu hakları çiğnendiğinde; bizler, yani kentliler ya da seçtiğimiz kent yönetimleri olarak onlara sahip çıkıp yapılanın haksızlık olduğunu yüksek sesle haykırabiliyor muyuz? O haksızlığa, o hukuksuzluğa karşı çıkabiliyor muyuz? O haksızlığı yapan kişi ya da kurumlarla ilişkilerimizi gözden geçiriyor muyuz? Yoksa sessiz kalıp suça ortak olurcasına sanki o kentte yaşamıyor ya da o kenti yönetmiyor gibi mi davranıyoruz? Veya sadece tanıdıklarımıza ya da birlikte çalıştıklarımıza sahip çıkıp diğerlerini dışlayıp dikkate almıyor muyuz?

Bütün bu soruları geçtiğimiz aylarda kentimizdeki üniversitelerden atılan öğretim üyesi dostlarımızın, öğrenci arkadaşlarımızın, gazetecilerin, işçi ve emekçilerin dışlandığı durumda kentimizdeki belediye başkanlarıyla belediye meclislerinin ne yaptıklarını ya da yapmadıklarını hatırlayarak yanıtlamamız gerekebilir….

Belki de bu konudaki en iyi soruyu, 2014-2015 döneminde belediye-üniversite işbirliği üzerinden Ege Üniversitesi ile ortak çalışmalar yapmaya başlayan, tüm Bornova’yı bir kampüs alanına dönüştürmeyi hedeflediğini cümle aleme duyuran Bornova Belediyesi’ne ve sayın başkanına sormamız gerekebilir.  

Kendi sınırları içindeki bir üniversitede yaşanan bu tatsız olay ve baskıların, birlikte çalıştıkları akademisyenlerin başına gelenlerin ve İzmir dışından görevlendirilen partizan bir rektörün uygulamaya koyduğu icraatlerin Bornova’daki demokratik kent yaşamı açısından ne anlama geldiğini, bu antidemokratik uygulamalar karşısında neler yapmayı düşündüklerini belediye başkanıyla meclis üyelerine sormamız uygun olur diye düşünüyorum.

Ya da kendisi ve çalışma arkadaşları ile ilgili kumpas davası devam ederken hukuka sahip çıkmak adına tek bir görüş belirtmeyen ya da karar açıklamayan Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin yeni yapılan binasının donanım ve tefrişi için 11 Kasım 2015 tarih, 1107 sayılı Belediye Meclisi kararı ile 1.770.000.-TL tutarında yardımda bulunan İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu’na sormamız belki daha da uygun olur diye düşünüyorum.

baris-icin-akademisyenler-3

Evet, demokratik bir kent ideali ile yola çıkan ve bunu belediyelerinin anayasası olan stratejik planlarına, vizyon ve misyonlarına yazan kent yöneticilerimiz, kendi kentlerindeki üniversitelerde yaşanan bu cadı avları konusunda ne düşünmekte ve ne yapmayı hedeflemektedir? Bunu kendilerinden dinlemek ve bu konuda da “HAYIR!” deyip demediklerini görmek isteriz…

Çünkü hepimizin bildiği gibi iyi dost iyi günde değil, kötü günde belli olur…

Daha demokratik, daha katılımcı, daha çoğulcu bir Kültürpark yönetimi için…

Ali Rıza Avcan

Geçtiğimiz günlerde yerel yönetimlerin kültür ve sanat politikalarıyla ilgili bir panelde konuşan İzmir Büyükşehir Belediyesi Kültür ve Sanat Dairesi Başkanı Funda Erkal, İZFAŞ’ın sorumluluğundan alınan İzmir Kültürpark’ın yönetimi için ayrı bir Kültürpark Şube Müdürlüğü kurduklarını ve bu şube müdürlüğünün görev, yetki ve sorumluluklarını belirlemek amacıyla ayrı bir yönergeyi hazırlamakta olduklarını, hazırlanan bu yönerge çerçevesinde Kültürpark ile ilgili tüm tarafların oluşturulacak bir kurul içinde değerlendirileceğini ifade etti.

Kültürpark 02

Sunum sonrasında kendisine yönelttiğimiz sorular ve yaptığımız söyleşide ise kendisine şayet demokratik bir yönetim modeli oluşturmak istiyorlarsa, bu yönergenin hazırlığı konusunda da demokratik olmalarını, hazırlandığı söylenen bu yönergenin Kültürpark’la ilgili tüm iç ve dış paydaşlar tarafından inceleme, araştırma ve tartışmalar yapılarak birlikte hazırlanması gerektiğini söyledik.

Çünkü bu tür tek taraflı yapılan hukuki düzenlemelerin sadece tek bir tarafın görüşleri dikkate alınarak hazırlandığında, yeterince katılımcı ve çoğulcu olmaması nedeniyle antidemokratik bir yapıya sahip olacağına inanıyoruz.

İşte o nedenle, bu yazımızda İzmir Kültürpark’la ilgili tüm iç ve dış paydaşların katılmasını önerdiğimiz inceleme, araştırma ve tartışma sürecinde nelerin dikkate alınması gerektiğini belirlemeye çalışacağız.

Yeşil Alanlar Stratejik Planı ve Eylem Planı

Bize göre, Kültürpark’ın işletim modelinin tartışılacağı önemli bir sürecin başında, İzmir Büyükşehir Belediyesi açısından eksikliğini halen hissettiğimiz bir yeşil alanlar strateji planı ile eylem planının hazırlanması gerekmektedir. Böylelikle Kültürpark vesilesiyle tüm kentteki yeşil alanlarla ilgili politika ve stratejilerin, hedef ve amaçların, gerçekleştirilecek faaliyet ve projelerin demokratik bir platformda tartışılarak belirlenmesi, bunlarla ilgili bir eylem planının hazırlanması uygun olacak ve bu anlamda hazırlanacak stratejik planla eylem planı içinde yer bulacak olan Kültürpark’ın kentteki diğer yeşil alanlarla ilişkisi ele alınıp değerlendirilebilecektir. Ayrıca bu çalışmalar sayesinde hem kentteki yeşil alanların bölge, kent, semt ve mahalle parkı boyutunda fonksiyonel tanım ve sınıflamaları yapılabilecek hem de planlanan yeni yeşil alanların yeri ve işlevini belirlemek kolay olacaktır.

Kültürpark için daha demokratik, daha katılımcı ve çoğulcu bir yönetim modeli…

Kentteki yeşil alanların nitelik ve fonksiyonlarına göre tanımlanıp bunlarla ilgili faaliyet ve projelerin planlandığı bu aşamada ele alınıp değerlendirilecek diğer bir konu ise bunların kimler tarafından nasıl yönetileceğini ortaya koyan yönetim modelleri olmalıdır. Bir mahalle ya da semt parkı kim ya da kimler tarafından ne şekilde yönetilmelidir? Bir kent veya bölge parkının yönetimine kimler, ne şekilde dahil edilmeli, bu tür yeşil alanların sürdürülebilirliği için neler yapılmalıdır?

Evet, bu tür soruların sorulup cevaplarının araştırılacağı, yeşil alan ve parklarla ilgili önemli ilke kararlarının alınacağı, bu önemli kararlar alınırken ISO 9000 ve 14000 toplam kalite ve çevre yönetim standartlarıyla kullanıcı memnuniyet düzeylerinin dikkate alınacağı aşama, aslında planların ve programların yapıldığı bu aşama olmalıdır.

Kültürpark 102

Tabii ki kentteki yeşil alan ve parklarla ilgili bu tür ilke kararlarının alınacağı, planların hazırlanacağı süreçlere konu ile ilgili tüm aktörlerin; iç ve dış paydaşların hiçbir sınırlama konulmaksızın, gönüllülük ilkesi çerçevesinde katılmak isteyen herkesin dahil edilmesi, belediyenin de yeşil alan ve parkları birlikte yönetmeye hazır olması gerekmektedir.

Kültürpark’ın yeni yönetim modelinde dikkate alınmasını önerdiğimiz hususları ise özetle şu şekilde sıralayabiliriz:

♦Kültürpark’ın yönetiminde kamu görevlilerinin yanında konunun uzmanı akademisyen ve profesyonellerle Kültürpark’tan yararlananların ya da konuyla ilgili meslek odalarıyla sivil toplum kuruluşlarının temsilcileri mutlaka yer almalıdır.

♦ Kültürpark, “Kültürpark Üst Yönetimi”, “Kültürpark Danışma Kurulu” ve “Kültürpark Gönüllüleri” şeklinde birbiri ile ilişkili üçlü bir yapı tarafından birlikte yönetilmelidir.

Kültürpark Danışma Kurulu, Kültürpark ile ilgili tüm meslek odalarıyla sivil toplum kuruluşlarının ve sivil yurttaşların, üniversitelerin, Konak Belediyesi temsilcisi ile Kültürpark’ın çevresindeki mahalle muhtarlarının katılımı ile oluşmalı, bu meclise katılım için herhangi bir sınırlama getirilmemeli, katılım tümüyle gönüllülük esasına dayandırılmalıdır.

Kültürpark Üst Yönetiminin, İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından görevlendirilen kamu görevlileriyle uzmanlardan; ayrıca Kültürpark Danışma Kurulu tarafından seçilen temsilcilerin katılımı ile oluşması, yönetimde belediye ve Kültürpark Danışma Kurulu temsilcileri arasında eşit/adil bir dengenin sağlanması uygun olacaktır.

Kültürpark Gönüllülerinin ise tümüyle Kültürpark sevgisi ile çalışacak, yaptığı gözlemler, ürettiği fikirler ve önerilerle Kültürpark Danışma Kurulu‘na ve Üst Yönetimine katkıda bulunacak esnek bir yapılanma olarak örgütlenmesi önerilmektedir. 

Bu öneriler tabii ki, zengin bir tartışma ortamında ele alınıp geliştirilmiş, olgunlaşmış düşünceler değildir. Gelişip olgunlaşması için daha fazla incelenip araştırılmasına ve tartışılmasına gerek vardır.

Kültürpark 20.02.2017

Ama en azından tartışmayı başlatabilecek fikir ve öneriler de olabilirler… Biz de bu düşüncelerin bir tartışmayı başlatmasını, bu konudaki bir hareketi ateşlemesini bekliyor ya da umuyoruz…

Bunu sağlamak amacıyla da, Ali Özkır‘a ait “Kent Parkları Yönetim Modelinin Geliştirilmesi” başlıklı yayınlanmamış doktora tezini, Kent Stratejileri Merkezi isimli Facebook grubunun “Dosyalar” bölümüne ekliyoruz. 

Daha demokratik, daha katılımcı, daha çoğulcu sivil bir Kültürpark yönetimini oluşturmak ve Kültürpark’ı geliştirerek yaşatmak dileğiyle…

Belediyelerimiz kayyuma teslim…

Geçtiğimiz günlerde İnternet gazetesi Duvar’da “Kayyım partisi çığ gibi büyüyor: 82 belediye!” başlıklı bir haberi okuduk. Gazeteci Vecdi Erbay tarafından yapılan bu haber sayesinde, şu an itibariyle çoğu Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da olmak üzere toplam 82 belediyeye kayyum atandığını, çoğu Demokratik Bölgeler Partisi (DBP) belediyesi olmak üzere 3 büyükşehir, 8 il merkezi, 69 ilçe ve 23 belde olmak üzere toplam 103 belediyede 82 kayyumun görev yaptığını, 82 belediye eşbakanının tutuklu olduğunu öğrendik.

kayyum

Bu çarpıcı haberin ayrıntısına girdiğimizde de Diyarbakır’da başta Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi olmak üzere 11, Van’da yine Van Büyükşehir Belediyesi başta olmak üzere 12, Mardin’de Mardin Büyükşehir Belediyesi dahil 12, Şırnak’ta Şırnak Belediyesi dahil olmak üzere 11, Batman’da Batman Belediyesi dahil olmak üzere 4, Siirt’te yine Siirt başta olmak üzere 5, Ağrı’da Ağrı Belediyesi başta olmak üzere 4, Erzurum’da 4, Iğdır’da 2, Muş’ta 3, Şanlıurfa’da 4, Elazığ’da 1, Kars’ta 1, Bitlis’te Bitlis Belediyesi dahil olmak üzere 6 adet ve Tunceli’de Tunceli Belediyesi ile Mersin’de Akdeniz Belediyesi’nde yönetimin İçişleri Bakanlığı ya da valilikler tarafından atanmış olan kayyumlar tarafından yönetildiği, bu şekilde yönetilen 82 belediyenin nüfuslarının toplamının ise 8.380.218 kişi olduğu görülmektedir.

Bu durum, 2016 yılı Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi (ADNKS) verilerine göre 79.814.871 kişi olduğu belirlenen Türkiye nüfusunun tamı tamamına % 10,49’una karşılık gelmektedir.

Bu durum, ülke nüfusunun % 10’unun (tabii ki şimdilik) her geçen gün otoriterleşen, her geçen gün merkezileşen ve merkezileştikçe demokrasiden, insan haklarından, temel hak ve özgürlüklerden uzaklaşan bir yönetimce atanan ya da görevlendirilen, çoğu kez işten anlamayan kişiler/memurlar tarafından yönetildiğini göstermektedir.

Bu durum ayrıca demokrasinin; özellikle de temsili demokrasinin ülkenin doğu ve güneydoğu bölgelerinde işlemediğini, işletilmediğini ya da iflas ettiğini göstermektedir. 

Çünkü belediye başkanlarının haklı ya da haksız bir şekilde görevden uzaklaştırılması durumunda hem mevzuatın hem de bugüne kadarki teamüllerin gereği olarak mevcut belediye meclisi içinden seçilen belediye başkan vekilinin göreve devam etmesi ya da İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Piriştina’nın ölümü durumunda yaşandığı gibi belediye meclisi üyeleri arasında bir belediye başkanlığı seçiminin yapılması gerekmektedir. Böylelikle belediye meclisi üyelerince seçilecek yeni belediye başkanının en azından demokratik yollarla meclis üyeliğine seçilmiş olması onun temsil yeteneğini açısından yeterli görülerek belediye meclisi üyeleri dışındaki kişilerin temsil yeteneği olmadığı için onların görevlendirilmesi yoluna gidilmemiştir.

Ama şimdi durum değişmiştir.

Seçilip belediye meclisine gelmiş olanların bile başkan seçilmesine tahammül edilememekte, onlar da bir “şüpheli” olarak gözden çıkarılmaktadır. Çünkü ya o belediye meclisi üyesinin görevden alınan belediye başkanları gibi davranacağı tahmin edilmekte ya da iktidar partisinin o belediye meclisinde hiçbir temsilcisi olmadığı için meclis dışından istenen her şeyi yapacak “profili düşük” memurlar aranmaktadır.

İçişleri Bakanlığı cephesinden aldığımız bilgilere göre, görevlendirilen kayyumların belediye mevzuatı ve hizmetlerinden anlamaması, bu konuda bilgili olmaması nedeniyle merkezdeki kadrolardan, özellikle de bakanlığın denetim ve soruşturma kadroları arasından yeni görevlendirmeler yapılarak işten anlayanların bu yeni kayyumlara danışman olması sağlanmaktadır.

İktidarın temsili demokrasiyi, temel hak ve özgürlüklerle belediyelerin yerel özerkliğini dikkate almayan bu faşizan uygulamaları yanında hayrete düştüğümüz, yadırgadığımız diğer bir durum da, diğer belediyelerin, daha doğrusu Cumhuriyet Halk Partili belediyelerin, belediye başkanlarının bu vahim durum karşısında sessiz kalmaları, bir iki mırıltı dışında ses çıkarmıyor olmalarıdır.

protesto-020

Bizler en azından, diğer belediyelerden, belediye birliklerinden temsili demokrasiye, hukuka, temel hak ve özgürlüklere aykırı olan bu uygulamalar karşısında güçlü bir ses çıkararak itiraz etmelerini, yarın öbür gün kendi başlarına da gelebilecek bu belanın uzaklaştırılması için kendilerini kayyum atanan belediyeler yerine koyarak bir politika geliştirmelerini, “HDP’nin yanına düşersek, onun başına gelenlere karşı çıkarsak bizi de harcarlar” korkaklığından vazgeçerek konuyu parti tüzüğü ve programında yer alan demokrasi, temel insan hak ve hürriyetleri mücadelesi bağlamında savunmasını beklerdik, bekliyoruz…

Hepimizin bildiği o ünlü Protestan papazın 1930’lu yılların Almanya’sında söyledikleri için vakit henüz çok geç değilken, böyle bir çıkış yapmak, muhakkak ki sonradan pişman olmamızı engelleyecek ve diğer demokrasi güçlerine güç verecek örnek bir davranış olacaktır…

Başarısız Bir Proje: Kent Konseyleri (8)

Uzunca bir süredir değişik yönlerini ele alarak değerlendirdiğimiz bir başarısız projeyi; yani kent konseyleri ile ilgili görüşlerimizi anlatmaya çalıştığımız yazı dizisini şimdiye kadar yazdıklarımızı özetleyerek ve bir sonuç oluşturarak bitirmek istiyoruz.

Evet, iktidarlara göre her şeyin başıboş, kontrol edilemez olduğu bir dönemde ortaya çıktı kent parlamentoları, senatoları, meclisleri ve diğerleri…

Amaçları, artık yönetemez konuma gelmiş temsili demokrasiye bir alternatif oluşturmak, halkın halk olarak direksiyona geçmek istediği bir dönemdi 1970’li, 80’li yıllar… Hem de dünyanın bir köşesindeki uluslararası bir kuruluş ya da bir devlet istediği için değil; karar alma ve uygulama süreçlerine katılma isteğiyle kendiliğinden ortaya çıkan, bu topraklara ve insanımıza özgü oluşumlardı hepsi…

İçlerinde çok ciddi çalışmalar yapan, isimlerini bugün bile anımsadıklarımız vardı… Bu anlamda kendileri seçmediği halde kendilerini “temsilci” olarak tanımlayanlara ve sisteme karşı bir başkaldırıydı bu (!)

Ama aynı zamanda iktidarı ürküten, zapt-ü rapt altına almaya çalıştığı derinden gelen bir halk hareketiydi bu…

İktidar ve onun belediyelerdeki temsilcisi belediye başkanları kontrol edebilecekleri, yularlarından tutup yönetebilecekleri, gerektiğinde ödüllendirip gerektiğinde cezalandırabilecekleri insanlar, kurumlar istiyorlardı çünkü…

yonetisim-003

İşte bu fırsatı, 1989 yılında Dünya Bankası’nın ortaya attığı “yönetişim zihniyetine” bulaşan ilk uluslararası kuruluşlardan biri olan Birleşmiş Milletler’in 1992 yılında Rio’da düzenlediği “Yeryüzü Zirvesi” ile elde ettiler. Çünkü “yönetişim” denilen siyasi iktidar aracının patronu ve mucidi Dünya Bankası “yönetişim“in yerelde de, belediyelerde de hayata geçmesini istiyordu.

Yönetişim” sisteminin kurulmasındaki ilk adım “Yerel Gündem’21 Projesi” ile başlatıldı. Buna göre tüm yerel yönetimlerin, sürdürülebilir kalkınmaya yönelik katılımcı eylem planlaması niteliğindeki Yerel Gündem’21 girişimlerini başlatmaları ve desteklemeleri isten,yordu.

Yerel Gündem’21 projesinin ülkemizdeki başlangıcı ise 1998 tarihli “Türkiye’de Yerel Gündem 21’lerin Teşviki ve Geliştirilmesi Projesi” ile başlatıldı. Bunun ardından gelen yeni projeler, revizyonlar ve anlaşmalarla proje yaygın bir şekilde uygulanmaya başlandı.

Yerel Gündem’21 projesinin uygulandığı ilk dönemde benzeri oluşumların kurulması ve çalışması yasaklanmadığı için biz halk meclisleri, parlamentoları, ve senatoları gibi spontan oluşumlarla Yerel Gündem’21 oluşumlarının bir arada, birbirini etkileyerek var olduğu döneme “karma dönem” adını veriyoruz.

Bir yanda kendiliğinden oluşan halk meclisi, parlamentosu ve senatolarının olduğu, diğer yanda da Yerel Gündem’21 oluşumlarının kurulup hayata geçmeye çalıştığı bu dönemde, yeni yeni oluşturulan Yerel Gündem’21’ler eski oluşumların olumlu etkisi ile daha demokratik, daha katılımcı bir kimliğe sahip oldu. Tüm kenti ve onun sorunlarını kucaklayan İzmir Yerel Gündem’21 gibi bazı oluşumlar, bu halleriyle mevcut iktidarları rahatsız ettiği için hem bunlara çekidüzen verilmesi hem de bunların dışındaki diğer meclis, senato, parlamento gibi oluşumların yasaklanması için ikinci bir adım atılarak “kent konseyleri” sürecine girildi.

Devletin yeniden yapılandığı, bu arada yerel yönetimlerin de bundan pay aldığı 2005-2006’lı yıllarda Belediye Kanunu’na konulan bir madde ve bu maddeye dayanılarak İçişleri Bakanlığı’nca çıkarılan bir yönetmelikle mevcut Yerel Gündem’21’ler daha sıkı, daha dar ve tümüyle belediye başkanına bağlı bir formata çekilerek kent konseyleri dışında benzer örgütlenmelere gidilmesi açıkça yasaklandı.

Tabii ki bu durum, katılımcı ve çoğulcu demokrasinin yeni bir zaferi olarak takdim edildi. Oysa durum hiç de böyle değildi. Olup biten, belediye başkanının; yani yerel iktidarının izin verdiği ölçüde toplumsal bir çalışmanın yapılmasından ve bu çalışmaların yereldeki “yönetişim” mekanizmasının kuruluşu ile çalışmasına destek vermesinden başka bir şey değildi. Bundan böyle günlük konuşmalarımızda “çatışma” sözcüğü yerine “uzlaşma” sözcüğünü tercih edecek, çalışmalarımızı “toplumsal ve yerel sorunlar” yerine “kadın“, “gençlik“, “engelli” ve “yaşlı” gibi toplumsal kimliklerle tanımlanan konulara odaklayacak; böylelikle “yönetişim” mekanizması içinde yer alan sermayeye hizmet edecek ve kent konseyleri dışında her hangi bir alternatif örgütlenmeye başvurmayacaktık.

Eski kent senatosu, meclisi ya da parlamentosunda veya Yerel Gündem’21’lerde çalışanlar bu yeni örgütlenmenin içine girdiklerinde her şeyin değiştiğini, kendilerinin ve çalışmalarının baştan inkar edilip yok sayıldığını, ortamın eskisi kadar demokratik olmadığını gördüler ve yaşadıkları hayal kırıklığıyla bu yeni oluşumların dışında kalmayı tercih ettiler. Çünkü zaten istenmiyorlardı ve onlar da kendilerinden bekleneni yapıp istenmedikleri yerde kalmadılar. Böylelikle aykırı bir ese olarak sorun çıkarmaları, kurulan yeni sistemi bozup mahvetmeleri ihtimali de ortadan kaldırılmış oldu.

resim1

Yeni kurulan bu yeni sistem kısa bir süre içinde kendi yeni aktörlerini yetiştirme konusunda da başarılı oldu. O güne kadar hiçbir sivil hareketin içinde yer almamış, sivil toplum çalışma ve mücadelesini bilmeyen, böyle bir kültürü edinmemiş, çoğu sermaye kesiminin dernek ve vakıflarında çalışan, siyasette kariyer yapmak isteyen ya da egosunu tatmin etmek isteyen birçok kişi ya da kurum bu yeni sistemin yeni aktörleri olmaya başladı. Onlar belediye başkanının ve onun bir alt düzeydeki benzeri olan kent konseyi başkanlarına ve genel sekreterlerine biat etmekte beis görmediler. Çünkü onların ruhunda sivil toplum mücadelesinin özü olan muhalif olma isteği, becerisi yoktu. Kendilerine yeni bir statü, yeni bir koltuk, yeni bir kartvizit verildiği sürece kendilerine söylenenlere uymaya, biat etmeye hazırdılar. Yeter ki sahip oldukları ellerinden alınmasın… Yeter ki, gerekli ya da gereksiz hiçbir toplumsal derinliği ve etkisi olmayan “proje” adı verilen işler sayesinde medyada gözüksünler, çıktıkları kürsülerde uzun uzun konuşup hamaset yapsınlar…. Onlar hallerinden memnunlardı açıkçası… Kendilerine “başkan” denilmesi gururlarını öylesine bir okşuyordu ki…

Yaptıklarının toplumsal anlamda bir etkisinin olmadığını hissettiklerinde ise kendilerine vazife olmayan işleri yapmaya kalktılar, parti farklarına göre kendi aralarında örgütlenerek kenti ve ülkeyi bile kurtarmaya kalktılar, verdikleri demeçler, yaptıkları kürsü konuşmalarıyla kendilerini yavaş yavaş siyasete hazırladılar… Hatta kent konseylerini, belediye yönetimleriyle büyük bir uyum içinde kendi “devrimci” örgütüne dönüştürmeyi deneyenler bile oldu…

Sonuç olarak, yanlış bir proje olan “kent konseyleri” kendi hiyerarşi ve bürokrasisini yaratmakta geç kalmamıştı…

Onlar şimdilik hallerinden memnundular ya, kime ne?

Bir yandan da iktidar, 2005’li yıllarda Batı’dan esen rüzgarları tersine çevirmiş, katılımcı ve çoğulcu demokrasiden vazgeçmiş ve önem verdiği güvenlikçi politikalarla belediyeleri kapatmaya, belediyelere kayyum atamaya, gelirlerini kısmaya başlamıştı… Bu konudaki kısık sesle yapılan bir iki protesto dışında herkes halinden yine memnundu…

Hiçbir kural, kaide ve hukuk dinlemeyen, akıntıya kürek çeken, kentin sorunlarını dile getirip “fincancı katırları“nı; yani belediye başkanlarını huzursuz etmek yerine toplumsal önceliği olmayan konularla oyalanıp duran, bu arada belediye başkanlarına devamlı plaketler sunan, onları vitrinin önüne çıkarmaya çalışan bu konseylerin yaşadıkları Lale Devri ne zaman sonuçlanacaktı?

ship-01-wreck-18

Faşizmin her geçen gün kurumsallaşarak yerleştiği ülke ve kent koşullarında, demokrasiyi kendi içlerinde bir türlü yaşama geçiremeyen kent konseyleri ya bildiklerini yapmaya devam ederek merkezi ve yerel iktidarın destekçisi ve reklamcısı olma görevlerini sürdürecekler ya da kendi başlarına atanan yeni bir kayyumlarla batan bir gemide olmayı yaşayacaklardır…

Unutmayalım ki, demokrasi demeç vermekten, bildiri yayınlamaktan, toplantı yapmaktan çok; önce kendi yaşantımızda, kendi ilişkilerimizde ve içinde bulunduğumuz ortamlarda onu oluşturduğumuz, koruyup kolladığımız takdirde yaşar ve güçlenir…

Katılımcı Demokrasi Anlayışında Bütçeleme: Katılımcı Bütçeleme (2)

Ahmet ÖZEN, Araş. Gör. Dr., DEU İİBF Maliye Bölümü,

İbrahim Güray YONTAR, Araş. Gör., DEU İİBF Kamu Yönetimi Bölümü.

Dünden devam…

Türkiye’de Katılımcı Bütçelemeye Yönelik Çalışmalar

Dünyada çeşitli ülkelerde katılımcı bütçeleme anlayışına yönelik gittikçe artan ilgi, son dönemde Türkiye’de de bu alanda çalışmalara başlanması yönünde kamu idarecilerini teşvik etmiştir. Nitekim ülkemizde Yerel Yönetim Reformuna Destek Projesi kapsamında, 2007 yılında pilot yerel yönetimlerde katılımcı bütçe çalışmaları başlatılmıştır. İçişleri Bakanlığı’nın yararlanıcısı olduğu Yerel Yönetim Reformuna Destek Projesi, Avrupa Birliği tarafından finanse edilmekte olan ve Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) Türkiye Ofisi tarafından yürütülen bir projedir. Projede katılımcı bir yaklaşımla “Hizmet Geliştirme Planlarının” hazırlanması, “Stratejik Planlama Araçlarının” geliştirilmesi, “Çok Yıllı Yatırım Programlaması ve Bütçelerin Geliştirilmesi” üzerine odaklanarak hizmet planlaması ve bütçe üretilmesinde katılımcı yöntemler geliştirilmesi hedeflenmektedir (Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı, 2007).

Katılımcı bütçelemeye yönelik önemli bir çalışma da Ankara Altındağ Belediyesi, İsveç’in Umea, Bursa’nın Nilüfer, Osmangazi, Yıldırım Belediyeleri ve Eskişehir’in Tepebaşı Belediyesi’nin yürütmekte oldukları Belediye Ortaklık Ağları Projesi (TUSENET Projesi)’dir. Bu kapsamda katılımcı bütçe alanında Avrupa’daki iyi uygulamaları paylaşmak amacıyla 5 Türk ve 1 AB ülkesi belediye ile birlikte ortaklık yapılarak Avrupa Birliği’ne Katılımcı Bütçeleme Sistemi İşbirliği Projesi gönderilmiştir. 16 ay sürmesi planlanan proje süresince 2 adet hazırlık toplantısı, 30 memur ve politikacıya eğitim kursu, 2500 kişiye kültürel öğrenme eğitim kursu, atölye çalışması, çalışma ziyareti, koordinasyon toplantısı, başlangıç konferansı, 2 adet basın toplantısı, vatandaş hizmet memnuniyeti anketi, hizmet iyileştirme eylem planı hazırlanması, diğer belediyelerle seminerler, Türk ve AB ülkesi kültür geceleri, proje final kitapçığı (raporu), çevrimiçi anket çalışması, tanıtım materyalleri ve web sayfası hazırlanması öngörülmektedir. Katılımcı bütçeleme uygulaması ile kamunun öğrenmesinin ve aktif yurttaşlığın teşviki, sosyal adalet ve yönetsel reformun önünün açılması ve ayrıca AB ve Türkiye belediyeleri arasında oluşturulacak iyi iletişim ortamı ile Türk belediyelerinin Türkiye’nin AB giriş sürecine destek sağlayarak, farklı kanallardan lobi çalışmalarının gerçekleştirilmesi amaçlanmaktadır. Proje sonunda 5 belediyede Katılımcı Bütçeleme Planı oluşturulması, belediye gelirlerinin 2009 yılında yüzde 10 arttırılması, cinsiyet eşitliği, yerel yönetim modelleri, belediyelerin halkla iletişim stratejileri, yerel yönetimlerde şeffaflık ve katılımcılık konularında farkındalık artışı da amaçlanmaktadır (http://www.nilufer.bel.tr, 2008). İlgili beş belediye tarafından 2010 yılı bütçelerinin bu yöntemle hazırlanmasını amaçlayan projede hedeflenen sonuçlar elde edilirse hem hizmet alanların yerel yönetime aktif katılımı ve yerel demokrasinin gelişmesi yolunda önemli adımlar atılmış olacak, hem de örnek oluşturan projeye ilişkin deneyimlerin diğer belediyelerle paylaşılması da mümkün olabilecektir (http://www.yerelnet.org.tr, 2008).

Ülkemizde katılımcı bütçeleme açısından önemli bir aşama ise kent konseylerinin oluşturulmasıdır. Çünkü kent konseyleri; katılımcı bütçe sürecinde hesap vermeyi sağlaması açısından katılımcı bütçelemeye yönelik önemli bir adımı oluşturmaktadır. 2005 yılında yürürlüğe giren 5393 sayılı Belediye Kanunu’nun 76. maddesinde yer alan Kent Konseyleriyle ilgili hükme göre, kent konseyi, kent yaşamında; kent vizyonunun ve hemşehrilik bilincinin geliştirilmesi, kentin hak ve hukukunun korunması, sürdürülebilir kalkınma, çevreye duyarlılık, sosyal yardımlaşma ve dayanışma, saydamlık, hesap sorma ve hesap verme, katılım ve yerinden yönetim ilkelerini hayata geçirmeye çalışır. Toprak, yerel yönetimlerin kentin sosyal sermayesi-insan kaynağından yararlanılabilmesi için bu hükmün önemini vurgulayarak katılımın sürdürülebilirliği için en önemli faktörlerin; uzlaşma kültürüne sahip olmak, kente karşı kendini sorumlu hissetmek ve güvenle gelen dayanışma olduğunu ifade etmiştir (Toprak, 2006: 303). Buna karşın ülkemizdeki her şehirde kent konseyi bulunmamakta, ayrıca kent konseyi olan şehirlerdeki konseyler de yerel toplumun sahiplenmesi, ortak çalışma kültürünün benimsenmesi açısından farklılık gösterebilmektedir. İzmir gibi başarılı bir kent konseyi deneyimine sahip şehirlerde ise katılımcı bütçe sürecinin uygulanmasının nispeten daha kolay olacağı tarafımızdan düşünülmektedir. Dolayısıyla, katılımcı bütçeleme süreci ile kent konseyleri arasında karşılıklı bir etkileşim söz konusudur. Ancak kent konseyinin olmadığı yerlerde katılımcı bütçe sürecinin yapılamayacağı anlamına da gelmemektedir. Yine de katılımcı bütçelemeye sahip bir şehirde kent konseyinin oluşturulması doğal bir sonuçtur (Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı, 2007).

budget-2016-759

Değerlendirme ve Sonuç

Günümüzde katılımcı bütçeleme örnek bir yönetişim uygulaması olarak dünyada yüzlerce kentte uygulanmaktadır. Anlayışın özü, yatırım önceliklerinin vatandaş önceliklerini temel almasıdır. Bununla birlikte uygulama, idari yapılanma ve yasal çerçeve gibi yerel koşullara göre farklı şekillerde ortaya çıkmaktadır. Katılımcı bütçeleme anlayışı hakkında “olumsuz”, “geliştirilebilecek” ve “olumlu” olmak üzere üç değerlendirme yapmak mümkündür.

Olumsuzluk noktasında yapılabilecek değerlendirme, işsizlik ve yoksulluğu önlemede bu bütçe tekniğinin etkili olamadığıdır. Örneğin, Porto Alegre’ye yönelik 1981-1985 ve 1995-1999 yılları arası karşılaştırmaya dayanan bir analizde, katılımcı bütçelemenin eğitim ve sağlıkta çeşitli iyileşmeler sağlasa da, işsizlik, yoksulluk ve gelir adaletsizliğinin azaltılmasında olumlu sonuçların alınamadığı belirtilmiştir. Katılımcı bütçelemenin uygulandığı 1995-1999 dönemi analizinde işsizliğin neredeyse % 20’ye ulaştığı ve gelir adaletsizliğinin ise % 16 olduğu görülmüştür (Goldfrank, 2006).

Belirtilen bütçe yaklaşımının geliştirilmesi gerekli ve olanaklı olan çıktıları ise şu şekilde ele alınabilir: Bazı grupların taleplerinin yerine getirilmesinin ardından bütçeleme sürecine katılımın azaldığı durumlar yaşanabilmektedir. Ayrıca, yatırım ve hizmetlere erişim açısından doygunluğa ulaşmış bir mahallenin beklentilerinin az olması nedeniyle bütçeleme sürecine katılımı düşük olabilmektedir. Öte yandan, yerel yönetim bürokrasinin katılımcı bütçe süreci üzerinde büyük bir ağırlığı bulunmaktadır. Her ne kadar katılımcı bütçe uygulamaları sivil toplumun ve vatandaşların politika yapma sürecine katılımını öngörüyor olsa da yerel yönetim bürokrasisi, örneğin belediye başkanlığı baskın rolünü korumaktadır. Belediye başkanlığı toplantıları düzenlemekte, verileri sağlamakta ve seçilen politikaların hayata geçirilmesini temin etmektedir. Sağlam bir ortaklığa dayanmayan ve Belediye Başkanının inisiyatifine dayalı böyle bir “katılım yapısında” yeni dönemde iktidara gelecek olan yönetimin bu süreci devam ettirip ettirmeyeceğini bilmek olanaksızlaşmaktadır. Aynı şekilde tek aktörlü bir katılımcılık, bütçe sürecini manipülasyonlara açık hale getirmektedir. Örneğin, Brezilya’da Recife isimli bir kentte belediye başkanı katılımcı bütçe sürecini her yıl kendi taraftarlarınca düzenlenen karnavala para aktaran bir modele dönüştürmüştür. Açık ve şeffaf toplantılarda kaynak dağılımını belirlemek yerine kaynaklar, manipülasyonla yandaşlara aktarılmıştır. Sürece katılanlar yönetim tarafından belli bir şekilde davranmaya zorlandıklarını aksi takdirde sürecin dışında bırakıldıklarını belirtmişlerdir (Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı, 2007). Belirtilen konular olumsuzluk içermesine karşın demokratik bilincin yüksekliği ve şeffaflık ile aşılabileceği düşünülmektedir.

Katılımcı Bütçeleme tekniğinin olumlu çıktıları olarak değerlendirebileceğimiz ilk nokta geniş çaplı toplumsal katılımı sağlaması ve demokrasinin kalitesini artırmasıdır. Ayrıca bu anlayış, özellikle düşük gelir gruplarının söz hakkının sağlaması yönünden de etkilidir.

Porto Alegre kentindeki uygulamalar iyi ve adil devletin bir arada olabileceğini ve bütçeleme sürecinde farklı gelir düzeyindeki sınıflar arasında koalisyonun sağlanabileceğini ortaya koyması açısından dikkat çekmektedir (Schneider ve Baquero, 2006: 26). Nitekim 1,3 milyon nüfuslu Porto Alegre’de 1990 yılında 600 civarında olan katılımcı sayısı günümüzde 40.000’lere ulaşmıştır. Çünkü o kentte yaşayanlar, tercihlerinin yatırım ve hizmetlere dönüştüğünü gördükçe bütçeleme sürecine dahil olmakta ve taleplerini daha aktif şekilde belirtmektedirler (Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı, 2007). Katılımcı demokrasi uygulamaları ve şeffaf yönetim anlayışı daha ileri düzeylere ulaşmaktadır. Bütçeleme tekniği sayesinde eğitim ve sağlık politikalarında ciddi iyileşmeler sağlanmıştır.

image-20160901-1048-142me5t

Bu değerlendirmeler ışığında katılımcı bütçeleme anlayışının, katılımcı demokrasinin tesisi açısından önemli yapı taşı olduğunu belirtmek mümkündür. Günümüzde, insanlar yerel düzeyde kendilerini ilgilendiren konularda alınan siyasi kararlarda söz sahibi olmayı talep etmektedir. Bu husus, yeni kamu yönetimi anlayışı çerçevesinde ön plana çıkan yönetişimin de gereği olup, dünyada gittikçe yaygınlaşmakta ve ülkemizde de bu doğrultuda çalışmalar yürütülmektedir. Sonuç olarak, toplumun yerel düzeyde katılımcılığını esas alan bütçeleme tekniği, bütçeleme sürecinin temel belirleyicisi konumundaki siyasi aktörlerin kararlarını denetleyici ve yönlendirici bir yaklaşımdır. Bu özelliğiyle demokraside katılımcılığın sağlanmasını teşvik edici bir bütçe anlayışı olarak dikkat çekmektedir.

Kaynakça

Kitaplar

Ahmad, R. ve Weiser, E. T. (2006), Fostering Public Participation in Budgetmaking, The Asia Foundation, Philippines.

Barber, B. (1995), Güçlü Demokrasi: Yeni Bir Çağ İçin Katılımcı Siyaset, (Çev. Mehmet Beşikçi), Ayrıntı Yayınları, İstanbul.

Community Pride Initiative (2005), Bringing Budgets Alive (Participatory Budgeting In Practice), Oxfam UK Poverty Programme, UK.

Habermas, J. (2001), İletişimsel Eylem Kuramı, (Çev. Mustafa Tüzel), Kabalcı Yayınevi, İstanbul.

Habermas, J. (2005), Öteki Olmak Ötekiyle Yaşamak, (Çev. İlknur Aka), YKY, İstanbul.

Kahraman, H. B.-Keyman, E. F.- Sarıbay, A. Y. (1999), Katılımcı Demokrasi, Kamusal Alan ve Yerel Yönetim, WALD Yayınları, İstanbul.

Sartori, G. (1996), Demokrasi Teorisine Geri Dönüş, (Çev. Tunçer Karamustafaoğlu ve Mehmet Turhan), Yetkin Yayınları, Ankara.

Schmidt, M. G.(2001), Demokrasi Kuramlarına Giriş, (Çev. M. Emin Köktaş), Vadi Yayınları, Ankara.

Toprak, Z. (2006), Yerel Yönetimler, Nobel Yayıncılık, Ankara.

Toprak, Z. (2008), Kent Yönetimi ve Politikası, Birleşik Matbaacılık, İzmir.

Tüğen, K. (2008), Devlet Bütçesi, (Yedinci Baskı), Bassaray Matbaası, İzmir.

Dergiler

Bhanu, V. (2007), “Making The Indian Budget How Open and Participatory?”, Economic and Political Weekly, March 31, 1079-1081.

Cabannes, Y. (2004), “Participatory Budgeting: A Significant Contribution To Participatory Democracy”, Environment&Urbanization, Vol:16, No:1, 27-46.

Novy, A. ve Leubolt, B. (2005), “Participatory Budgeting in Porto Alegre: Social

Diğer Kaynaklar

Goldfrank, B. (2006), Lessons From Latin American Experience In Participatory Budgeting,<http://www.internationalbudget.org/themes/PB/LatinAmerica.pdf.&gt;, (22.04.2008).

Municipal Development Partnership for Eastern And Southern Africa (2006), Report on the Special Session on Participatory Building: Inclusiveness in Policy Making and Municipal Finance for the Implementation of the Millennium Development Goals (MDGs), Room T5 Kenyatta International Conference Centre (KICC), Nairobi-Kenya <http://www.mdpafrica.org&gt;. , (25/03/2008).

Public Governance And Territorial Development Directorate Public Governance Committee (2008), Mind The Gap: Fostering Open And Inclusive Policy Making, <http://www.olis.oecd.org/olis/2008doc.nsf/ENGDATCORPLOOK/NT00000CC6/$FILE/JT03241960.PDF.&gt; , (28.03.2008).

Schneider, A. ve Baquero, M. (2006), Get What You Want, Give What You Can: Embedded Public Finance In Porto Alegre, Working Paper, Institute Of Development Studies, UK, 1-31.

Sintomer, Yves-H. ve Carsten- Röcke, A. (2005), From Porto Alegre to Europe: Potentials and Limitations of Participatory Budgeting,

<http://www.buergerhaushalteuropa.de/documents/From_Porto_Alegre8.pdf. >,

(28.03.2008).

Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı (2007), İyi Yönetişim İçin Örnek Bir Model: Katılımcı Bütçeleme,

<http://www.tepav.org.tr/tur/admin/dosyabul/upload/Katilimci_Butceleme.pdf&gt;, (10.04.2008)

Wampler, B. (2000), A Guide To Participatory Budgeting,

<http://www.internationalbudget.org/resources/library/GPB.pdf.&gt; , (15.03.2008).

Zamboni, Y. (2007), Participatory Budgeting and Local Governance: An Evidence-Based Evaluation Of Participatory Budgeting Experiences in Brazil,

<http://siteresources.worldbank.org/INTRANETSOCIALDEVELOPMENT/Resources/Zamoni.pdf > , (01.04.2008).

<http://www.nilufer.bel.tr/pages.asp?id=50&tab=d1&gt; ,(15.04.2008).

<http://www.yerelnet.org.tr/belediyeler/belediye_haberler.php?belediyeid=126695&kod=22023>, (15.04.2008).

 

 

 

Başarısız Bir Proje: Kent Konseyleri – 4

Türkiye ve İzmir ölçeğindeki uygulamalarının, kendisinden beklenenlere kıyasen başarısız olan kent konseyleri projesi ile ilgili yazı dizimizin bugünkü bölümünde kent konseyleri yapılanması ve uygulamasının hukuk karşısındaki konumunu ele alıp tartışmaya çalışacağız:

Kent konseyleri ile ilgili yasal düzenlemeleri incelemiş ve bu mevzuat çerçevesinde kent konseylerinde az da olsa çalışmış herkesin üzerinde uzlaştığı bir gerçek var. O da, 5216 sayılı Belediye Yasası’nın 76. maddesi ile Kent Konseyi Yönetmeliğinin ülkemizdeki katılımcı ve çoğulcu demokrasinin beklentileri açısından yetersizliği…

6572544_orig

Evet, gerçekten de 5216 sayılı Belediye Yasasının kent konseylerini düzenleyen 76. maddesi ile bu madde hükmüne göre İçişleri Bakanlığı’nca hazırlanan Kent Konseyi Yönetmeliği üzerinde yeterince düşünülüp tartışılmış, bir önceki Yerel Gündem’21 projesi deneyimlerinden yararlanılmış ve olası tüm ihtiyaçları karşılayan bir yasal düzenleme değil.

Üstüne üstlük aradan 10 yıl geçmiş olmasına karşın bu sürede edinilen deneyimleri dikkate alıp güncellenen, yaşanan sorunlara göre yeniden şekillendirilen, genelge ve yönergelerle zenginleştirilen bir mevzuat değil. O nedenle gerçek ihtiyaçlara cevap verdiğini iddia etmek mümkün değil.

Ancak, durum bu olmakla birlikte; kent konseyleri ile ilgilenen ya da uygulamada yer alan herkesin bu hukuki düzenlemelere titizlikle uyması gerekiyor. Çünkü ‘Hukuk Devleti’ olmanın yolu, hazırlanıp yürürlüğe konulan yasal düzenlemeler kendi demokrasi anlayışımız açısından yanlış ya da yetersiz olsalar bile başlangıçta onlara uyması gerekiyor. Aksi takdirde, bugün TBMM’nde yapılan oylamaların gizli oyla yapılması gerekirken bunu düzenleyen hükümlere uymayıp oyunu açık bir şekilde kullananlara gösterdiğimiz tepkiyi, kent konseylerine ilişkin hukuki düzenlemelere uymayanlara, onları dikkate almayanlara da göstermemiz gerekiyor.

Tabii ki bu yasal düzenlemelere bir yandan titizlikle uyarken, bu düzenlemeleri kendi demokrasi anlayışımız açısından yanlış ya da eksik bulmamız durumunda onları değiştirmek için gerekli olan demokratik mücadeleyi de unutmadan…

İzmir Kent Konseyi’nin yeni çalışma yönergesini hazırladığımız süreçte ülkemizde tanınan, bilinen toplam 18 ayrı kent konseyinin yönergesini hem yasal düzenlemelerle hem de kendi aralarında birbirleriyle karşılaştırarak incelemek imkânımız oldu.

Bu çalışma sırasında gördük ki Çankaya, Konak, Nilüfer, Odunpazarı, Gaziantep, Diyarbakır, Çanakkale kent konseyleri gibi herkesin bildiği tanıdığı, çalışmalarını takdirle izlediği birçok kent konseyine ait çalışma yönergesi mevcut yasal düzenlemelere aykırı, bu nedenle de yok hükmünde olan hükümleri içeriyor. Bu aykırılıklar yasal olarak yok hükmünde olmasına karşın uygulanıyor ve bu duruma kimselerden de ciddi bir itiraz gelmiyor.  Ne içişleri Bakanlığı normal yollardan ya da yaptığı teftişlerde bu konulara dikkat edip kent konseylerini uyarıyor ne de bu mevzuata aykırı hükümler nedeniyle hakları zarar görenler şikâyetçi oluyorlar.

Kısacası herkes bulunduğu konumdan ve içinde bulunduğu hukuksuzluktan ‘hallice memnun’ olduğu için bu durumu düzeltme yoluna bile gitmiyor. Aksi takdirde öncelikle kendi yerini, koltuğunu kaybedeceğini biliyor. O nedenle mevcut hukuksuzluklara göz yumuyor ve bu durum yeni hukuksuzluklara yol açıyor.

Bu hukuksuz durumlar bazen öyle uç noktalara varıyor ki; “nasılsa kimse bunun farkında değil, kimse bizi şikâyet etmiyor ve kimse bizi denetlemiyor, uyarmıyor” rahatlığıyla mevcut yasaları, hukuk düzenini dikkate almayan, “kanun da ne oluyormuş, yönetmelik de kim oluyormuş” anlayışıyla oldubitti durumlar yaratılıyor. Bu çerçevede katılımcı olması mümkün olmayanlar kurum, kuruluş ve kişiler genel kurullara katılıyor, belediye başkanlarına tanınan kontenjandan gelenlerin genel kurullara ve yürütme kurullara girmesi sağlanıyor, siyasi parti temsilcilerinin katılımının önü kesiliyor, katılım için yürütme kurulu ya da genel kurulunun onayı gibi usulsüz yöntemler icat ediliyor, kent konseyi başkanları sekretaryada çalışanların sicil amiri oluyor, çalışma grupları yürütme kurullarına sorulmaksızın meclis başkanları tarafından lağvedilebiliyor, meclisler adeta kent konseyine alternatif bir yapılanma içinde örgütlenebiliyor, genel sekreterlere kent konseyi başkanına ait temsil yetkileri verilebiliyor; hatta kent konseyi başkanının önüne geçmesinin yolu bile açılıyor…

www.public-domain-image.com (public domain image)

İşte bütün bunlar, verdiğimiz bu örnekler aslında yaratılan küçük iktidar alanları üzerinden kişisel egoların tatmin edildiği, mevcut ittifakların herkese makam, koltuk ve kartvizit dağıtılarak sağlama bağlandığı yanlışlıklar, eksiklikler ve hukuksuzluklar oluyor…

Bu hukuksuzluklar demokrasiyi, kişisel hak ve özgürlükleri, barışı, sivil toplum anlayışını, yönetişim zihniyetini zedeleyip ona zarar verdiği gibi aynı zamanda toplumdaki hukuka ve adalet duygusuna da zarar veriyor…

Aynen mevcut hukuki düzenlemeler çerçevesinde TBMM’nde oyunu gizli kullanması gerekirken oy pusulasını herkese göstere göstere kullanan insanların bugün yaptığı gibi bir durum bu (!)

O nedenle, demokrasinin ‘oyunbozanlık’ anlamına gelen bu tür çifte standartları kaldırmadığını söylemeden geçmeyelim…

Devam Edecek…

OHAL, Ele Alacağımız Konuları da Kısıtlar!

Seniye Nazik Işık

Ben bu yazıda kent mekânının ve kent hizmetlerinin cinsiyetli olduğundan söz etmek istiyordum.

Çünkü yaşamlarımız farklı patikalardan yürüyor. Örneğin, gün aynı saatte doğsa bile, sabah hepimiz için aynı zamanda ve aynı işlerle başlamıyor. Hele de kadınlarla erkekler için. Annelerle babalar için. Çünkü yaşamımız cinsiyetimize göre farklılaşmış işlerle dolu.

Ve, hal buysa, yaşadığımız yerin de bu farklılıklarımızı görerek ve gözeterek yönetilmesi gerekir.

Tabii kente ve kamusal alana, kamu mekanına, kamu hizmetlerine insana duyarlı ve eşitlikçi bir bakış açısıyla bakıyorsak; insana hizmeti “insan dediğimiz kimdir?” diye sorarak cevaplayarak üretiyor ve sunuyorsak.

ozgurluk-002

Ben de bu bağlamda cinsiyete dayalı farklılıkları dikkate alarak yerel hizmet üretmekten söz edecektim. Kente dair stratejiler hemşehrilerin hizmet ihtiyaçlarının cinsiyete göre farklılaştığını dikkate alarak hazırlanmalı ve uygulanmalı diye yazacaktım.

Hatta, pratik ve stratejik ihtiyaçlar var, diyecektim. Pratik ihtiyaçlar, yani cinsiyete göre farklılaşmış günlük işlerin kimler tarafından yapıldığı hususunda bir değişiklik yapmayan ama işleri kolaylaştırarak mesela kadınlara düşen iş yükünün fiziki ağırlığını, tükettirdiği zamanı azaltan hizmetlerden; stratejik, yani kadınların eşit insan olmasına katkıda bulunan, bir başka deyişle eşitleyici gelişme sağlayan hizmetlerden söz edecektim.

Buradan yerel eşitlik eylem planları, stratejik planlar bahsine geçecektim.

Sonra da yerel eşitlik eylem planı nedir? sorusunu cevaplayacaktım. Önerileri, stratejik hedef ve eylemleri mükemmel bile olsa, bütçesi ve işin kim tarafından, ne kadar zamanda, hangi miktarda yapılacağı belli değilse, o planın göstermelik olacağını vurgulayacaktım.

Hatta daha da ileri gidip siyasi irade eşitlikçi değişimden yana olmadıkça, en güzel eylem planlarının bile kötü performans raporlarıyla biteceğini belirtecektim.

Ama ne mümkün! Üst üste gelen gelişmeler insanda ne plan bırakıyor, ne fikri takip.

Mesela, Batman’daki gibi, atanan kayyumun en az seçilmiş siyasiler kadar cüretkâr siyasi açıklamalarla gazetelerde boy göstermesi hukukun ve teamüllerin devre dışı kaldığını gösteriyor.

Uzun uzun örneklerle sayıp dökmeye gerek yok; hepimiz gerginiz, hepimiz üzgün. Belirsizlik havada asılı duruyor. Her birimiz “ya bizimlesin, ya düşman” testine tabi tutulmaktayız. Tam da bu günlerde, mekânın ve hizmetlerin cinsiyete duyarlı olduğundan falan söz etmeye kalkışmak insanın kendisine bile fantezi gibi geliyor.

Türkiye’nin içinde olduğu ahval ve şerait nedeniyle istediğim gibi ele alamasam da, cinsiyet boyutu dikkat çeken yakın zamanda yaşanmış 1-2 gelişmeden söz etmeden bu yazıyı bitirmek istemiyorum.

ozgurluk-001

Birinci örnek, Cizre’den. Belediyeye kayyum atandı, kayyum gelir gelmez belediyenin tüm bilgisayarlarını Emniyet’e verdi. Yani kayyum, kadın danışma merkezine başvurmuş kadınların mahrem bilgilerini de Emniyet’e vermiş bulunuyor. Şimdi bilmiyoruz, bu sorumsuz yaklaşım kim bilir kaç kadının zaten çok ince bir çizgide süren yaşamla ölüm arasındaki yerini değiştirecek. Onları kayıtlara OHAL kazası olarak mı geçecek?

İkinci örnek: CHP’nin, OHAL şartlarına rağmen, 4-5 Kasım’da İzmir’de yaptığı Belediye Başkanları Toplantısı. Bu toplantıda yapılan sunumlar arasında ‘belediyecilik, kalkınma ve kırsal kalkınma’nın yer alması benim açımdan memnuniyet verici. Fakat ‘belediyelerde mor bayrak’ politikası ve uygulaması bulunan CHP’nin bu programda cinsiyet eşitliği, eşit ve eşitleyici hizmet konusuna yer vermemiş olması üzücü değil midir?

Son söz yerine:

Hayat olağan haliyle devam etseydi de, bu konuları doğru düzgün ele alabilseydik. Değmez miydi?

Kent Konseyleri Onuncu Yılını Doldurdu…..

2006’da kent konseyleri oluşturuldu. Demek ki on yıl olmuş.

Öyleyse bir ‘muhasebeyi’ hak ediyor.

Önce adını koyalım; kent konseyleri sonuçta bir katılım mekanizmasının adıdır.

Yani kendisi dışında var olan bir sabit değere ya da güce onu değiştirmeksizin eklemlenmek üzere kurgulanmış.

Peki, eklemlendiği güç ne?

Bu güç’ün belediyeler olduğunu biliyoruz ve belediyelerin de kentleri yöneten yerel güç olduğu açık.

Elbette her kavram gibi hem belediyeler hem de kentler değişime uğradı. Kapitalizm kentleri dönüştürdü ve onları birer sermaye birikimin nesnesi haline getirdi. Artı değerin üretildiği ve bölüşümün kanalize edildiği, aynı zamanda kentin de bizatihi kendisinin dev bir sermaye yatırım alanı olduğu bir gerçeklik olarak karşımıza çıktı.

İlhan Tekeli’nin deyimiyle kapitalist sisteme tam eklemlenen Türkiye’de “80’lerden sonra küçük sermaye kentinden büyük sermaye kentine geçildi” ve takip eden yıllarda kentler küreselleşmenin bütün unsurlarını bağırlarında taşımaya başladı.

kent-konseyleri-007Kent değiştiği gibi belediyeler de değişti; artık esnaf ağırlıklı belediye meclis üyeleri yerine, imar hareketlerinden haberdar, finansal konularda birikimi olan yeni bir profil meclislerin ağırlıklı kesimini oluşturdu. Belediyenin kenti yönetme biçimi de bu değişimden nasibini aldı; kamusal hizmet odaklı belediye yerine kar zarar hesabı yapan ve şirket mantığı ile hareket eden tipik bir işletme olgusu karşımıza çıktı.

Bütün bu değişimin arka yüzünde olan neo-liberal anlayış, eleştirilmekle birlikte yönetişim, ortak akıl ve benzeri kavramları temel alarak yönetime yeni bir derinlik kattı.

Kapitalizmin kendi sürekliliğini pekiştirme hamlesi olarak görülse bile yönetim olgusunun temelini genişlettiği, kısmen yönetim erk’i içerisine halkı kattığı için olumlu olarak gören geniş bir kesim oluştu.
Ancak katılım olgusuna daha soldan bakan anlayışlar da gün yüzüne çıkmaya başladı. 1990 yılında Brezilya’da gelişen kent bütçesinin kent halkı ile birlikte oluşturulması ve bunu 2000’li yıllarda ‘katılımcı bütçe’ kazanımı olarak Brezilya anayasasına koydurmaları bu örneklerden biriydi.

1980’lerde ise bizde sol bir belediyecilik deneyi yaşandı ve tarihe ‘Fatsa Deneyi‘ olarak geçti. Ancak neredeyse bütün ilçe ve belediye başkanı faşizan bir yöntemle yok edildiği için belini bir daha doğrultma olanağı bulamadı ve güzel deney belleklerimizdeki yerini aldı.

Sosyal demokratlar ise 1975’li yıllardan sonra katılımla ilgili kavramları telaffuz ettiler ama iktidar ilişkilerine halel getirmeyecek, katılımın sadece uzmanlarla bölüşülebilecek biraz da yönetim erkine yardım edebilecek bir perspektifte ele aldılar.

Murat Karayalçın’ın ‘Ankara Programı’nda açıkladığı belediye meclislerinde alınan kararların halka açılması, mahallelerde yurttaşların kararlara katılımının sağlanması gibi girişimler iyi niyetle dile getirilmiş ama mekanizmaları oluşturulmamış uygulamalar olarak kaldı.

Vedat Dalokay’ın 80’li yıllarda ANAP belediyeciliği olan siyasetten soyutlanmış ve sadece “hizmet” e indirgenmiş anlayışını ters yüz ederek, yerel yönetimlere sorumluluk anlamında siyasi bakmayı ve demokrasinin temeli sayan bir pencere açtığı konusu unutulmamalıdır.

Sonraki yıllarda özellikle Ege Bölgesi’nin kıyı kasabalarında Urla, Dikili ve Aliağa’da dillendirilen ancak sonraki yıllarda süreklilik arz etmeyen ‘kent senatosu‘, ‘halk meclisi‘ adıyla bilinen katılım deneyimleri ne yazı ki birer hoş deneyim olarak kaldı.

1989‘da sosyal demokratları “…üretim ilişkilerinde ve iktidar ilişkilerinde sınıfın/kitlenin konumunu değiştirme, dönüştürme fikri Sosyal Demokrat radikalizminde ancak ‘katılımcılık’ söyleminin sınırları içinde var olur” diyen Tanıl Bora’nın kulaklarını çınlatalım ve soralım şimdi bu radikalizme ne oldu?

1970’lerden beri iyi niyetle dile getirilen katılımcı belediye olgusu önemli bir yerel politika ilkesi iken 2016 yılına geldiğimiz bu günlerde tutarlı birkaç örneğin dışında hiçbir başkanın üzerinde durmadığı “olsa da olur, olmasa da olur” bağlamında ele alınan bir konu haline geldiğini görüyoruz.

Üstelik somut elle tutulur kent konseyi gibi mekanizmalar varken…

8s-kent-konseyi4

Kentin, artı değerin ve (kent topraklarının piyasaya açılmasından dolayı) geniş kapsamlı rantların üretildiği, artı değerin bölüşümünün kanalize edildiği olgusu bizzat kendisinin dev bir sermaye yatırım alanı olması yanında üretim ilişkilerinin cereyan ettiği mekân olma özelliği ‘katılım’ın basit bir karar alma sürecine katılmadan öte bir şey olduğu gerçeğini ortaya koyuyor. Toplumu ve demokrasiyi dönüştüren bir yapıya işaret ediyor…

Gezi’de ve dünyanın birçok kentinde ortaya çıkan isyanlar da bunun kanıtı değil mi? Kentte yaşayanlar, şehrin kaderinde söz sahibi olmak istiyor, David Harvey’in deyişiyle “Hemşeri ile yoldaş kol kola“ girip isyan bayrağını dalgalandırıyor.

Şehirdeki ‘ortak alanlar‘, kent dönüşümü, yaratılan artı değerin kendileri dışındaki kesimlere pay edilmesi, çevre duyarlılığı, sağlıklı ulaşım, konut hakkı vb. gibi bir dizi sorunun çözümünde kendilerinin de söz sahibi olma taleplerini haykırıyor.

Sonuçta bütün bunlar kent yönetimine katılma sürecini içeriyor.

Şimdilerde kent konseyleri hazır birer mekanizma özelliğini taşıyor gibi.

Ancak yukarıda sayılan ‘kent hakkı’ kavramı içerisinde görülen kavramları kent konseylerinin ‘ehlileştirilmiş’ ve bürokratik katılımcı anlayışı içerisinde başarmak mümkün mü? Bunu zaman gösterecek.

Gene de uzun soluklu bir çalışmada katılımın toplumsal bir içerik kazanıp, kent değerlerini savunan bir noktaya çekilmesi kaçınılmazdır.

Öbür türlüsü katılımı teknik ve bürokratik bir aygıt gibi görüp, içini boşaltmaktır.

Yani herhangi bir belediyenin sosyal işler biriminin yapacağı işleri bir kez de kent konseyi eliyle uygulamaya sokması gibi.

Sol söylemi şimdilik dışarıda tutarsak katılımcılığı 1970’li yıllardan beri savunan sosyal demokrat yerel yönetim anlayışındaki belediyelerin, katılım konusundaki politikalarını yüksek sesle söylemeleri, kent konseylerindeki uygulamalarında bu politikalarını hayata geçirmeleri beklenirdi.

Oysa kent konseylerindeki uygulamalar bakıldığında Eskişehir ve Nilüfer belediyeleri ile diğer birkaç belediye hariç olmak üzere kayda değer bir katılımcı anlayışı görmek mümkün değil gibi.

Bütün hizmetleri yerine getirseniz bile katılım ögesini esas alıp, halkı karar süreçlerine katmadığınız zaman olabileceklere iyi bir örnek oluşturacak bir araştırmanın sonuçlarını paylaşmak isterim; 2010 yılında Orta Doğu Teknik Üniversitesi tarafından Dikili’de yapılan bir araştırmada bir dizi sosyal politikayı uygulamaya koyan belediye başkanı Osman Özgüven’in bu gayretlerinin halk tarafından benimsenmediği kaydediliyor ve bunun nedeni “…Osman Özgüven’in kişisel gayretlerinin demokratikleşememesi, kitleselleşememesi..” olarak gösteriliyor.

Bunun tercümesi belediye başkanının katılımcı bir politikayı benimsemediğini, yaptıklarını etkili olarak anlatamadığını göstermektedir.

Oysa aynı Dikili Belediye Başkanı 1980 darbesi sonrası örgütlediği kültürel şenliklerle demokratik bir tavra önderlik etmiş, sanatın ezilen kitlelerin yanında olduğu gerçeğini belediyenin iş ve eylemleri ile kanıtlamıştı..

Bu durumu dile getirirken Dikili’ye haksızlık etmek istemem. Aynı kaderi paylaşan Urla, Bergama, Dikili üçgenindeki birçok sosyal demokrat belediye var.
Üstelik bu belediyeler 1980’lerde katılımcılığı telaffuz eden ilk yerel yönetimlerdi. Şimdi ise bir geleneksizliğin timsali gibi en arka sırada hizalanmış vaziyetteler.

kalabalik-23a

Doğrusu, sekizinci yılında kent konseylerinin ne durumda olduklarına Prof. Dr. Adnan Akyarlı’nın “Kent Konseylerinin Sosyal Demokrat Belediyeler Açısından Değerlendirilmesi” kitapçığı neden oldu.

Hoca, kent konseylerinin gerçekleştirdiği olumlu projeleri ortaya koymuş, hatta İzmir Kent Konseyleri Birliği, Türkiye Kent Konseyleri Platformu gibi kent konseylerinin örgütlenme çabalarının öykülerini dile getirmiş.

Bu çabalar çok önemli.

Kuşkusuz kent konseyleri yeni deneyimler yaşayarak olumsuzlukları yenip olumlu adımlar atacaktır, buna yürekten inanıyoruz.

Ama bazı olumsuzlukları da açık yüreklilikle dile getirmek gerekmiyor mu?

Mesela Gezi isyanı olurken kent konseylerinin ne yaptığını sormak bunun nedenini irdelemek gerekmez mi?

Hadi diyelim sıcak eylemlerin içinde yer alınmadı, peki parklarda yapılan forumlara kent konseylerinin katılmalarının ne sakıncası olabilirdi?

Hoca’dan ricamız bu sorunları irdelemesi, ayrıca sosyal demokratların katılımcılık geçmişlerini bir kez daha hatırlatıp, bunun yerel demokrasinin temel ilkesi olduğu hususunu belediyelere bir kez daha hatırlatmasıdır. Böylece Kent Konseylerinin önemi de ortaya çıkmış olur.

(1) Bora, Tanıl; “Yerel Yönetim, Sosyal Demokrasi ve Sosyalistler”, Birikim Dergisi, Temmuz 1989

(2) Çavuşoğlu, Erbatur; Yalçıntan, Murat Cemal; “Kapitalist Kentte Sosyal Belediyecilik Ne kadar Mümkün?”, Değişen İzmir’i Anlamak, Phoneix Yayınları, İstanbul-2004

Belediyelerde Yeni Dönem: Demokrasisiz Merkeziyetçilik

OHAL’le birlikte yeni bir sayfa açıldı: Ülke Kanun Hükmünde Kararnameler (KHK) ile yönetiliyor. Meclis’e bomba geldi ama OHAL gelmedi. Meclis tatilde. Yani, KHK’ler 30 gün içinde Meclis’te görüşülmeleri gerekirken görüşülmüyor. Fakat hukuki sonuçlar doğuyor. Özeti, atı alan Üsküdar’ı geçti, Cumhurbaşkanı ve Hükümet, OHAL’in sınırlarını da aşarak çıkardıkları KHK’lerle ilerliyorlar. Yasalar değişiyor, devlet yeniden yapılandırılıyor. Fiili başkanlık en kötü haliyle yürürlükte.

Arada televizyon izliyorum: Demokrasinin rafa kalktığını söylemeyen, en azından kabul etmeyen yok. Ama durumdan utanan da yok. 15 Temmuz darbe girişimi nasıl bir süpürgeyse, demokrasi-dışı olmanın utancını da sildi süpürdü.

Peki, ama bir gün demokrasiye döndüğümüzde kendimizi nasıl bir demokratik ortamda bulacağız? Geleceğimize OHAL’siz ama OHAL varmış gibi demokrasiden uzak bir çerçeve yazılıyor.

demokrasi-009Demokrasisiz merkeziyetçi muhafazakârlık günleri geliyor.

İşin belediyelerle ilgili kısmı tam da bu. Kendisi için “sandıktan çıkma”yı demokrasi sayan “milletin adamı”, iş belediyelere gelince adeta “sandıktan çıksan ne olur ki?” diyor.

674 sayılı KHK’nin Belediyeler Kanunu’nda yaptığı değişikliklerin başka adı, başka anlamı yok.

Değişen ne?

Örneğin, belediyelerde başkan, başkan vekili ve belediye meclisi üyeleri görevi sürdüremeyecek hale geldiklerinde, yerlerinin nasıl doldurulacağı bellidir. Onlarca yıldır, başkan ve vekili için meclis (öyle valinin falan değil meclisin içinden gelen başkan vekilinin, o da yoksa en yaşlı meclis üyesinin başkanlığında) toplanır, yeni başkanı veya vekilini meclis üyeleri kendi arasından seçer. Meclis üyeleri için de sırası gelen yedek göreve çağrılır. Bu, sandıktan çıkan iradenin dönem sonuna kadar devam ettirilmesidir. 2005’te yürürlüğe giren 5393 sayılı Belediye Kanunu da demokrasinin gereği olan bu kuralı aynen devam ettirmiştir.

Ama şimdi, teröre yardım ve yataklık hallerinde il ve büyükşehir belediyeleri için İçişleri Bakanı, diğer belediyeler için valiler yeni başkan, vekil veya meclis üyesini atayacak. Bu atamanın belediye meclisi içinden yapılması da gerekmiyor. Yani sandık demokrasisi Cumhurbaşkanı ve hükümeti “milletin adamı” yapar, fakat belediyelerde seçilenleri yapmazmış!

Beterin de beteri var. O da KHK’nin geçici 9. maddesiyle getirildi. KHK çıkmadan önce, başkan ya da meclis üyesi seçilmişler terör ve şiddet gerekçesiyle görevden uzaklaştırılmışsa, yerlerine yasal düzenlemeye uygun şekilde yeni insanlar belediye meclisi içinden seçilmiş, görevlerine başlamış olsalar bile, KHK çıktıktan sonraki 15 gün içinde bakan ya da vali yerlerine görevlendirme (atama) yapacak.

KHK’yi yazan eller demiş ki, hukukta lehte olmadıkça geriye yürümemek kuralı mı, geçiniz…

protesto674 sayılı KHK’de “bu da yetmemiş” dedirten yeni kurallar var. Anılan durumdaki belediyelerde;

Belediye meclisi başkan çağırmadıkça toplanamayacak;

Meclis, encümen ve komisyon çalışmaları olmayacak, bu işleri encümen üyesi belediye memuru iki kişi yerine getirecek;

Bütçe ve muhasebe işlemleri valinin onayı ile mal müdürlüğü veya defterdarlığa geçecek;

Terör veya şiddete doğrudan ya da destek olarak kullanılan veya kullanılabilir mal ve imkânlara vali ya da kaymakam (mülki amir) el koyacak.

Sanmayın ki bu düzenlemelerin uygulanması OHAL dönemiyle sınırlı.

Özetle, bundan böyle, belediyelerde demokrasi milletin seçtikleriyle değil merkezi yönetimin izin verdikleriyle.

Hukukun üstünlüğü mü, o da neymiş?” demek serbest, “Ama sandık, seçilmişler, hani milli irade… OHAL kuralları OHAL’le sınırlı… demokrasi…” diyecek olsanız, “Terörü mü destekliyorsun terörist!” naralarının tükürükleri suratınıza sıçrıyor.

Ne diyelim?

Bir: Demokrasi her eve, herkese lazım. Bugün değilse yarın!

İki: Bugün yerel demokrasiyi savunmak vatani bir hizmettir.

Söz Meclisten İçeri: Katılım Sorunu

Yerel yönetimlerin yerel kaynak ve hizmetlerin yönetimi ve denetimi işlevini üstlendikleri düşünüldüğünde temel ilkelerden birisi, bu kaynak ve hizmetleri tüketen kesimlerin temsilcileri aracılığıyla, yönetim ve denetimde etkili olabilmeleridir.

Günümüzde ne düzeyde olursa olsun bir yönetimin demokratikliğinin ölçütünün, sağladığı katılma olanakları olduğu konusunda genel bir kabulden söz etmek de olanaklıdır. Katılma, “kamu siyasalarının belirlenmesinde ve uygulanmasında ve denetlenmesinde yer alma” ya da “iktidar kullanan kurum ve kişilerin aldıkları kararları etkileme amacına yönelik tüm eylemler” olarak tanımlanabilmektedir.

Bu tanım sonucunda yerel hizmetlerde kaynak ve hizmetlerin kullanımında yetkili temsilcilerin karar alma ve uygulama süreçlerini “katılımcı” olarak planlamaları kaçınılmaz olmalıdır.

Bu bağlamda bakıldığında “yönetime katılım” süreçlerini ve katılımın karar alma iradesine dönüşmesini sağlayan argümanların hangi düzeyde sonuç alabildiklerini incelemek gerekir.

balon-01

Türkiye’nin de kabul ettiği Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın önsözünde; vatandaşların kamu işlerinin sevk ve idaresine katılma hakkının Avrupa Konseyi’ne üye devletlerin paylaştığı demokratik bir ilke olduğu ve bu hakların en doğrudan kullanım alanının yerel düzeyde olduğu belirtilmiştir.

Bu bağlamda bu katılım hakkını sağlayan ve yasayla da dayanak belirtilmiş olan kent konseylerinin doğrudan yerel demokratik katılım mekanizması içinde sayılması ve işlevlendirilmesi kaçınılmazdır.

Kent konseylerinin kent yaşamında, kent vizyonunun ve hemşehrilik bilincinin geliştirilmesi, kentin hak ve hukukunun korunması, sürdürülebilir kalkınma, çevreye duyarlılık, sosyal yardımlaşma ve dayanışma, saydamlık, hesap sorma ve hesap verme, katılım, yönetişim ve yerinden yönetim ilkelerini hayata geçirme gibi usul ve esasları ilke edinmiş olması göz önüne alındığında bu yapıya üye olan kurumsal veya bireysel temsilcilerin “kent müfettişi” olarak katılım sürecine dâhil olmaları gerekmektedir.

Ancak ülkemizde genel kanı ve uygulamaya bakıldığında kent konseylerinin “katılımcı demokrasi” söylemi altında kentsel meselelere kafa yormaz, siyasi ve bürokratik iradenin sözü dışına çıkmaz, elit ve halk tabakası arasına sıkışarak işlevselliğini yitirmiş, yasa gereği kurulmak zorunluluğu olan yapılar olarak görülmesi katılımcılığa ne denli güdük ve sakat baktığımızın da göstergesidir.

Bu tespitten hareketle yerel yönetimlerde katılım, halka yakınlık ve yerellik gibi demokratik ölçütler bakımından olmazsa olmaz ilkeler bir efsane olarak anılmaktadır.

eller-26

Katılımcı demokrasi lehine geliştirilen ideolojik ve pragmatik argümanlara karşın, günümüzde karmaşık teknoloji toplumunda doğrudan halk katılımının uygulanabilirliğine ve beklenen faydalı sonuçları elde etmeye şüpheyle yaklaşan, hatta doğrudan halk katılımını birçok kötü etkiye sebebiyet verecek tehlikeli bir girişim olarak gören eleştirel katılım literatürü gelişmiştir. Söz gelimi (günümüzde de yaşadığımız) kentsel bir yenileme planıyla ilgili katılımı savunan nice saygın akademisyenler dahi “biz yaptık, siz bir bakın ama ne derseniz deyin, biz bunu yine de yapacağız” diyebilmektedir. Buradaki temel sorun az önce de sözünü ettiğim halk ve elit arasındaki derin uçurumdur.

Halk tarafından katılım, kamu mal ve hizmetlerinin tüketicisi olarak kendi haklarını korumanın bir aracı, danışma hakkı ve mevcut politika belirleyicilerin sahip olduğu karar alma iktidarını topluma devretmesi olarak görülebilir. Elit açısından ise katılım, statükoya destek sağlamaya yarayan bir meşrulaştırma aracı ve kamu hizmetlerini geliştirmenin bir aracı olarak görülebilir; ama asla karar alma iktidarının değişiminin bir aracı değildir.

Bu nedenle elitin halka danışması gerektiği yerel bir hizmet hakkında ifade ettiği “biz bunu katılımcı yaptık” söylemleri, sadece içsel bir duygusal yoğunluğun ve nicelik gereği bir toplantı odasında monolog şeklinde gerçekleştirdiği sunumların sonucunda aldığı kararların ifadesidir.

Hal böyle olunca yerel düzeyde katılım, zaten etkili ve yetkili mercilere erişim imkânı olan kişi ve grupların dayatmalarıyla sınırlı kalacaktır. Bu durumda mevcut iktidar ilişkilerinde herhangi bir değişim meydana getirmediği için yerel düzeyde katılım “sembolik” kalacaktır. Yasal bir gereklilik olarak katılım öngörüldüğünde, katılımın “formalite icabı” çabucak yerine getirilmesi gereken bir uygulamaya dönüşmesi kentsel planların hazırlanmasında, kentin geleceğini etkileyecek hayati kararlarda halkın memnuniyetini ölçmeyen geri dönüşü imkânsız tahribatlar yaratacaktır.

Bu bakımdan katılımcı süreci yönetenlerin katılımcı demokrasi idealine inanmış olması son derece önemlidir.