İyi yönetim / kötü yönetim

Ali Rıza Avcan

whoever fights monsters should see to it that in the process he does not become a monster. and when you look long into the abyss, the abyss looks into you” Friedrich Nietzche, İyinin ve Kötünün Ötesinde, Bir Gelecek Felsefesini Açış, Say Yayınları, 2015, Sh.90, 146. Aforizma.

Türkçesi: “canavarlarla savaşan kişi, bu süreçte bir canavara dönüşmediğinden emin olmalıdır. ve uçuruma uzun uzun baktığında, uçurum da sana bakar.

Son iki üç gündür yerel gazetelerde çıkan yeni haberlerle karşı karşıyayız: İzmir Büyükşehir Belediyesi‘ndeki birçok daire başkanı ve şube müdürünün yeri, genel sekreter yardımcısı Barış Karcı‘nın önce genel sekreter vekili, yakın zamanda da genel sekreter olarak atanması nedeniyle yıl başında değiştirilip 9 Ocak 2023 tarihinde; yani bugün yapılacak belediye meclisi toplantısında meclisin onayına sunulacakmış.

Her ne kadar bu tür değişikliklerle ilgili belediye meclis kararlarında, “5216 sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanununun 21’inci maddesinde “Büyükşehir Belediyesi Teşkilatı; norm kadro esaslarına uygun olarak Genel Sekreterlik, Daire Başkanlıkları ve Müdürlüklerden oluşur. Birimlerin kurulması, kaldırılması veya birleştirilmesi Büyükşehir Belediyesi Meclisinin kararı ile olur.” hükmü yer almaktadır. Bu nedenle; birimlerimiz arasında yeni bir düzenlemeye gereksinim duyulduğundan, yukarıda bahsi geçen Kanunun 21’inci maddesi gereğince Sayın Meclisimizce karar alınması hususunu onayınıza arz ederim.” şeklindeki kalıp bir ifade ile meclise sunulup karar alınmakla birlikte; böyle bir önerinin gerekliliği, geçerliliği ve doğruluğu görüşülüp tartışılmadan alınan bu kararlarda belediye içinde hangi birimlerin kurulduğu, kaldırıldığı veya birleştirildiği, bu operasyonların kapsamına hangi dairelerin ve görevlilerin girdiği ile bunun gerekçeleri -ne yazık ki- belirtilmemektedir.

Diğer yandan bir büyükşehir belediye başkanının hangi danışman, daire başkanı ve şube müdürü ile çalışacağını, kendisine ait “takdir hakkı” çerçevesinde kendi özgür iradesi ile belirlemesi doğru ve geçerli bir tutum olmakla birlikte, bu hakkın belirli bir süre içinde defalarca kullanılması da orada, o örgütte sağlıksız bir durumun var olduğuna, en azından elinden malzemeyi ne yapacağını bilemeyen kararsız bir yöneticinin varlığına işaret etmektedir. 

Hele ki İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Mustafa Tunç Soyer‘in göreve başladığı 1 Nisan 2019 tarihinden bu yana geçen 1.370 günlük sürenin sonunda 24. kez yapmaya kalktığı böylesi bir operasyon gündeme gelince….

Anlaşılan o ki, bu seferki operasyonla birlikte birçok daire başkanı görevlerinden alınıp alakasız başka dairelere atanacak, herhangi bir disiplin cezası almadıkları halde adeta cezalandırılırcasına kazanılmış haklarının altındaki kadrolarda görevlendirilecek; hatta emekliliğe zorlanacak, böylesi bir hukuk sisteminde “Hak-Hukuk-Adalet” diyerek mahkemelerin ve avukatların kapısını aşındıracak ve bazı daireler kaldırılacak.

Ama bunun karşılığında bütün bu operasyonların mimarlığını yapan İnsan Kaynakları ve Eğitim Dairesi Başkanı, yine aynı gazete haberlerine göre adeta ödüllendirilircesine genel sekreter yardımcısı yapılıp bilgili olmadığı konularda kendisine bağlı daire başkanlıklarına amirlik yapacak…

Bu haberleri analiz edip örnekleri vermeden önce resmi belgelere göre İzmir Büyükşehir Belediyesi’nde hangi adlarla kaç hizmet birimi olduğunu ve birimlerde toplam olarak kaç kişinin çalıştığını hatırlatmakta yarar var: İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin İnternet sayfasındaki “Birimlerimiz” başlıklı bölümdeki bilgilere göre 1 Ocak 2023 tarihli göre belediyede 1 başkan, 1 özel kalem müdürü, 4 genel sekreter yardımcısı, 36 daire başkanı, 173 şube müdürü, 1 Eşrefpaşa Hastanesi Başhekimliği, 1 Teftiş Kurulu Başkanlığı, 1 İç Denetim Birimi Başkanlığı ve 1. Hukuk Müşavirliği bulunuyor ve 2021 Mali Sayıştay Denetim Raporu verilerine göre 3.683’ü memur, 434’ü sözleşmeli personel, 447’si kadrolu işçi ve 9.074’ü 696 saylı KHK uyarınca çalıştırılan personel olmak üzere toplam olarak 13.638 kişi çalışmaktadır.

Sayıştay Başkanlığı’nın 2012, 2016, 2018, 2020 ve 2021 yılları denetim raporlarındaki bilgilere göre daire başkanlığı ile şube müdürlüğü sayılarındaki artışlar ise şu şekilde ortaya konulabilir:

2012 yılında 22 daire başkanlığı, 91 şube müdürlüğü,

2016 yılında 38 daire başkanlığı, 162 şube müdürlüğü,

2018 yılında 38 daire başkanlığı, 163 şube müdürlüğü,

2020 yılında 36 daire başkanlığı, 162 şube müdürlüğü,

2021 yılında 35 daire başkanlığı, (şube müdürlüğü sayısı yazılmamış).

31 Aralık 2022 tarihi itibariyle 36 daire başkanlığı, 173 şube müdürlüğü.

Bu rakamların gelişimden de görüleceği gibi 16 Eylül 2020-31 Aralık 2022 tarihleri arasındaki dönemde daire başkanlıklarının sayısı aşağı yukarı aynı kalırken, şube müdürlükleri sayısında belirgin bir artışın ortaya çıktığı, genellikle eskiden tek bir şube müdürlüğü tarafından yapılan işlerin artan personel sayısına paralel olarak ikiye üçe bölündüğü görülmektedir.

Gazetelere yansıyan bilgilerle geçtiğimiz aylarda tanık olduğumuz bazı atama örneklerine göre;

1) Bütün büyükşehir belediyelerinde kültür ve sanat daire başkanlıklarına bağlı olduğunu gördüğümüz Kütüphaneler Müdürlüğü‘nün, yeni yeni birçok kütüphane açma sözü ortada iken kaldırılarak, belediyelere ait genel kütüphanelerle ilgisi olmayan ve olmaması gereken Ahmet Piriştina Kent Arşivi ve Müzesi (APİKAM) Şube Müdürlüğü‘nün kütüphanecilik hizmetleriyle görevlendirilmesi ve ilgili şube müdürlüğünün o tarihten bu yana kütüphanecilik hizmetleriyle ilgilidir düşüncesiyle, aslen kent arşivi ve müzesi olduğunu unutarak şiir akşamları, karikatür yarışması ve edebiyat günleri gibi aslında kendisiyle ilgisi olmayan birtakım etkinlikleri yapması,

2) Kent Tanıtımı ve Dairesi Başkanlığı‘na bağlı Ahmet Piriştina Kent Arşivi ve Müzesi (APİKAM) Şube Müdürlüğü‘nün bu daire başkanlığından alınıp doğrudan doğruya Genel Sekreter Yardımcılığına bağlanması ya da yeni kurulan Şehir Tiyatroları Şube Müdürlüğü‘nün işin doğası gereği Kültür ve Sanat Dairesi Başkanlığı‘na bağlanması gerektiği halde, hiçbir alakası olmayan Sosyal Projeler Dairesi Başkanlığı‘na bağlanması,

3) Daha önce Makine İkmal, Bakım ve Onarım Dairesi Başkanı iken hiçbir mesleki ve uzmanlık kariyeri aranmaksızın Kültür ve Sanat Dairesi Başkanı yapılan ve görev yaptığı süre içinde canını dişine katarak Tunç Soyer‘in renkli gösteri dünyasına hizmet eden; bu arada “Türkiye’nin En İyi Kültür-Sanat Dairesi Başkanı” gibi garip bir ödüle sahip olan Kadir Efe Oruç‘un Kültür ve Sanat Daire Başkanlığı‘ndan alınarak yine mesleği ve uzmanlığı ile hiç bir ilgisinin bulunmadığı Ulaşım Dairesi Başkanlığı‘na atanıyor olması,

4) İzmir‘in UNESCO‘nun daimi listesine girmesinin gündemde olduğu ve İzmir‘i Akdeniz‘in öncü kent yapacağı iddiasıyla kurulan İzmir Akdeniz Akademisi‘nin yeniden yapılanmasının tartışıldığı şu günlerde, İzmir‘in kültürel mirasının korunması ve tanıtılması amacıyla 2021 yılının Ocak ayında kurulup çalışma esas ve usulleri yönetmeliği bir ay önce kabul edilen Kent Tarihi ve Tanıtımı Dairesi Başkanlığı‘nın aradan iki yıl bile geçmeden hiçbir gerekçe göstermeksizin kaldırılıp bağlı şube müdürlüklerinin, kültürel mirasın korunması konusunda geçmişteki başarısızlıklarıyla anılan daire başkanlıklarına bağlanıyor olması,

5) Linkedin isimli insan kaynakları portaline yazdığı bilgilere göre, Bornova Anadolu Lisesi (BAL) ve Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü‘nden mezun olup 2 ay süreyle Madrid Büyükelçiliği‘nde stajyer, 4 yıl 11 ay süreyle Ticaret Bakanlığı‘nda gümrük memuru ve AB uzman Yardımcısı, 4 yıl 7 ay süreyle Basketbol Federasyonu‘nda yarı zamanlı masa görevlisi, 2019 seçimler sonrasında Bornova Anadolu Lisesi (BAL) Vakfı‘ndaki eski yönetici abilerinin, ablalarının elini tutması nedeniyle İzmir Büyükşehir Belediyesi‘ne girip başlayıp 2 yıl 2 ay süreyle veri hazırlama ve kontrol yönetmeni, 1 yıl 8 ay süreyle Kent Ekonomisi ve Yenilikçi Endüstriler Şube Müdürü olarak görev yapan; ayrıca DEÜ Güzel Sanatlar Fakültesi‘nde 2018 Eylül ayında başladığı “Film Tasarımı” eğitimini 2024 yılının Haziran ayında bitirecek olması nedeniyle “halen öğrenci” olan Ceren Umay‘ın; yani bütün meslek hayatı boyunca adeta daldan dala uçup ne yapacağını bilememiş, gelecekle ilgili kariyer planını önüne çıkan fırsatlara göre çizmeye kalkmış birinin Kültür ve Sanat Dairesi Başkanlığı‘na atanması… Bu bilgilerin dışında diğer önemli bir bilgi de Ceren Umay‘ın eski soyadının -muhtemelen aileden gelen soyadı- Ünsever olduğu ve bu soyadı ile birlikte kısa adıyla SODEM diye bilinen Sosyal Demokrat Belediyeler Derneği‘nde halen koordinatör olarak çalışıyor olması…

İşte örnek olarak aldığımız bütün bu atama ve işlemler, kamu görevlilerinin hiçbir geçerli gerekçeye dayanmaksızın, sahip oldukları mesleki bilgi, birikim, deneyim, yetenek ve becerileri; yani liyakatleri dikkate alınmadan atandığını, dün kurulan daire başkanlıklarının hiçbir gerekçeye dayanılmaksızın bugün kaldırıldığını ve atamalarda “şahsi yakınlık“, “zevceye yakınlık“, “TARKEM’e yakın olma“, “Başkan Danışmanı Güven Eken’e yakın olma” ve arkalarında proje peşinde koşan bir takım akademisyenin sıraya girdiği belediye içi “iktidar odaklarına yakın olma” olma gibi birtakım nedenlerin yattığı anlaşılmaktadır.

Aynen büyük insan kaynağı ve emeği ile kurulan ‘iskambil evlerin‘ en ufacık bir rüzgarda tesadüfen yıkılmasında ya da yaptığını beğenmeyenlerin veya yanlış yaptığını deneye deneye öğrenenlerin bilerek ve isteyerek yıkmasında olduğu gibi… 

Belediyedeki daire başkanları ile şube müdürlerinin yer değiştirmesi, bir kısmının göreve yeni atanması ya da görevden alınması nedeniyle teşkilat şemasındaki değişimleri belediye meclisi kararları incelediğimiz takdirde bunun için 15 Nisan 2019 tarih, 268 sayılı, 14 Haziran 2019 tarih, 491 sayılı, 15 Ağustos 2019 tarih, 629 sayılı, 14 Ekim 2019 tarih, 818 sayılı, 27 Kasım 2019 tarih, 1055 sayılı, 15 Ocak 2020 tarih, 62 sayılı, 10 Şubat 2020 tarih, 109 sayılı, 11 Mart 2020 tarih, 298 sayılı, 17 Temmuz 2020 tarih, 460 sayılı, 10 Ağustos 2020 tarih, 503 sayılı, 14 Eylül 2020 tarih, 680 sayılı, 16 Ekim 2020 tarih, 867 sayılı, 15 Ocak 2021 tarih, 73 sayılı, 24 Mayıs 2021 tarih, 481 sayılı, 18 Haziran 2020 tarih, 697 sayılı, 9 Ağustos 2021 tarih, 850 sayılı, 13 Eylül 2021 tarih, 956 sayılı, 14 Ekim 2021 tarih, 1156 sayılı 10.01.2022 tarih, 5 sayılı, 13 Haziran 2022 tarih, 641 sayılı, 8 Ağustos 2022 tarih, 749 sayılı, 12 Eylül 2022 tarih, 972 sayılı ve 14 Eylül 2022 tarih, 1040 sayılı toplam 23 toplam karar alındığını ve aynı işlemin 2023 yılının Ocak ayında 24. kez tekrarlanacağını görürüz. 2019’da 5, 2020’da 7, 2021’de 6 ve 2022’de 5 kez olmak üzere… Hem de 2020 yılında Covit-19 Pandemisi nedeniyle kamu kurumları uzun süreler kapalı kaldığı ya da çalışmalarını en az düzeye indirdiği halde…

Diğer bir anlatımla 1 Nisan 2019 ile 31 Aralık 2022 arasındaki toplam 1.370 günlük sürede 59-60 günde bir daire başkanlıkları ve şube müdürlükleriyle ilgili bu tür personel operasyonları yaparak…. Aynen aklına geldikçe çocuk oyuncağı ile oynamak gibi…

Oysa 25 Kasım 2022 tarihinde 155. yaşını dolduran İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nde kurumsallaşmış olmanın bir gereği olarak örgütlenme biçimi ve insan kaynağının kullanımı ile ilgili temel politikaların önceden belirlenmesi ve bu politikaların başta çalışanlar olmak üzere tüm kamuoyu tarafından bilinmesi, yapılacak tüm işlemlerde bu politikalar doğrultusunda belirlenen strateji, ilke ve değerlere uyulması; hatta örgütsel değişimlerle insan kaynağının yeniden belirlenmesi çalışmalarında “iç paydaş” olarak nitelenen çalışanlarla onların örgütsel gücü olan sendikaların da karar sürecine ortak edilmesi gerekir. Bu tür konularda atadan, babadan görme yöntemler değil; bu tür demokratik, katılımcı, çoğulcu ve yenilikçi yöntemlerin uygulanması gerekir diye düşünüyorum…

Ayrıca belediye teşkilatı içinde kaç adet daire başkanlığı ve şube müdürlüğü bulunacağı, bunlardan hangilerinin kaldırılıp hangilerinin birleştirileceği ve hangi dairelerin kurulması gerektiği konularıyla bunların gerekçelerinin, sadece belediye başkanı ile bürokratlarını değil, belediye meclisini de ilgilendirdiğini düşünüyor ve belediye yapılanması bakımından oldukça önemli olan bu konuların, bir değişiklik talebi geldiğinde görüşülerek tartışılması gerektiğini düşünüyorum…

Öte yandan daire başkanlıklarının kaldırılması, birleştirilmesi ve yenilerinin kurulması dışında bu dairelerle daire başkanlıklarına bağlı şube müdürlüklerine kimlerin atanacağı konusunda performans programlarıyla belirlenen performans göstergelerine bakılması, başarının ya da başarısızlığın önceden belirlenmiş bu göstergelere göre belirlenmesi, performans göstergesi belirlenmemiş daire başkanlığı ya da daire başkanı hakkında karar verilmemesi, başarısız bulunduğu söylenen daire başkanlarıyla şube müdürlerine ayrıca bir disiplin cezası verilmediği sürece diğer bir daire başkanlığında ya da şube müdürlüğünde aynı düzeyde ikinci bir şans verilmesi çağdaş yönetim anlayışının gerekleridir…

Bu bağlamda daire başkanlıklarıyla şube müdürlüklerinin bu kadar sık kurulup kaldırılması, birleştirilmesi ya da bağlantılarının akılcı gerekçeler bir köşeye bırakılarak değiştirilmesi; ayrıca bu makamlara yapılan atamaların liyakat ilkesi dikkate alınmaksızın yapılması nedeniyle ‘örgüt iklimi‘ dediğimiz ortamda çalışanların moralleri, çalışma hevesleri üzerinde ne ölçüde tahribat yaratıldığının, bu tür olumsuz müdahalelerin kurum kültürüne ne ölçüde zarar verdiğinin bilinmesi gerekir. Kendisinin ya da çalışma arkadaşının haksız bir şekilde ya da hiçbir gerekçe gösterilmeksizin işinden alınarak onun yerine o işi bilmeyen, o konuda hiçbir deneyimi bulunmayanların atanmasının belediye çalışanlarında yarattığı travmaların, oluşan güvensizlik duygusunun; ama asıl önemlisi tükenmişlik sendromunun nasıl giderileceği de düşünülmeli, örgütün üstünden bir silindir gibi geçen bu darbelerin yarattığı olumsuz etkilerin hangi yöntemlerle nasıl giderileceği de hesaplanmalıdır.

Ama tabii ki, her şeyin başı olan İzmir Büyükşehir Belediyesi‘ndeki kurumsal, kalıcı ve sürdürülebilir personel politikalarının bu tür zorbalıklara fırsat vermeden, en kısa sürede ‘katılımcı‘, ‘demokratik‘, ‘çoğulcu‘ ve ‘yenilikçi‘ yöntemlerle nasıl değiştirilebileceği, anadan babadan görülen bu tür geleneksel “yetki bende değil mi; o halde alırım, getiririm, değiştiririm” anlayışının, “yaparım, bozarım, tekrar yaparım” yaklaşımının yetkili memur ve işçi sendikalarının demokratik mücadelesiyle nasıl gerçekleştirileceği konuşulup tartışılmalı ve çalışanların bir talebi olarak belediye yönetiminden talep edilmelidir.

İzmir İktisat Kongresi (4)

Ali Rıza Avcan

Yazı serimizin dördüncü ve sonuncu bölümündeyiz. Anımsayacak olursanız, ilk üç bölümde İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin, 1923 tarihli Türkiye (İzmir) İktisat Kongresi‘nin 100. yılı kutlamaları çerçevesinde Türkiye‘nin gelecek 100 yılındaki iktisat politikalarını belirlemek amacıyla, aynen ilk kongrede yapıldığı gibi, kendi belirlediği davetlileri “çiftçi“, “işçi” ve “sanayici-tüccar-esnaf” şeklinde ayırarak yaptığı toplantılar sonucunda, “çiftçi” ve “işçi” gruplarının talebi olarak ortaya çıkan kararları inceleyip değerlendirmeye çalışmıştık.

Bugünkü yazımızda ise, Türkiye’nin yedi bölgesinden gelen 62 kurum temsilcisinden oluşan; ancak, 16 kurum temsilcisi adının verildiği “sanayici-tüccar-esnaf” grubunun 25 maddeden oluşan kararlarını inceleyip değerlendirmeye ve öneriler geliştirmeye çalışacağız.

Ama ondan önce 17 Şubat-4 Mart 1923 tarihli Türkiye (İzmir) İktisat Kongresi‘nde bu meslek gruplarının neler yaptığını hatırlamakta yarar var:

1923 tarihli Türkiye (İzmir) İktisat kongresinde sanayici ve tüccarlar…

Her şeyden önce bu meslek mensuplarının, 1923 tarihli kongreye tek bir grup olarak değil, “sanayi” ve “tüccar” adıyla iki ayrı grup olarak katılıp iki ayrı bildirgeye imza attıklarını hatırlamamız gerekiyor. Sanayinin yeterince gelişmediği, sanayici sayısının da bir elin parmaklarını geçmediği, kongreye katılan çoğu tüccarın da aslında tüccardan çok esnaf niteliğinde olduğu, ülkenin de işgalden yeni kurtulmuş ama henüz barışa ulaşamamış bir ülke olduğu koşullarda…

Bu kongrede sayıları diğer gruplara göre daha fazla olduğu anlaşılan “Tüccar Grubu” reisliğini Gediz murahhası Alâiyeli Mahmud Bey, “Sanayi Grubu” reisliğini de Ayvalık murahhası Salahaddin Bey‘in yaptığı, “Heyet-i Umumiye Reisi” olarak seçilen general Kazım Karabekir‘in de Manisa‘dan sanayi murahhası olduğu bilinmektedir. Gediz murahhası Alâiyeli Mahmud Bey‘in “Sanayi Grubu” reisliği yanında “Heyet-i Umumiye Reis Vekili” olduğu; yani, “Heyet-i Umumiye Reisi” ve sanayi murahhası Kazım Karabekir‘in vekillerinden biri olduğu anlaşılmaktadır.

Kongre sırasında “Tüccar Grubu“nun hazırladığı “Tüccar Grubunun Esasları” 20 ayrı bölüm altında toplam 124 maddeden, “Sanayi Grubunun İktisat Esasları” ise 6 bölüm altında toplam 23 maddeden oluşuyor. Bu maddelere bakıldığında ise her birinin sanki daha önceden konuşulup tartışılmış gibi oldukça ayrıntılı olduğu, o tarihler ve koşullar itibariyle kapsam dışında bırakılmış bir konunun neredeyse bırakılmadığı görülmektedir. Anlaşılan o ki, “Tüccar Grubu” dersini İzmir‘e gelmeden önce diğer gruplara göre daha iyi çalışmış ve kongrede kendisi ile ilgili en fazla kararı alıp kendisi ile ilgisi olmayan kararlara bol miktardaki “ret” oyu vererek diğer grupları fazlasıyla etkileyen bir meslek grubu olarak sözünü geçirmiş.

Bu durum Kongre Başkanı Kazım Karabekir‘in anılarında, “Kongrenin en çok on günde tamamlanacağı tahmin edilmişti. Bu tarih ölçüsünü İktisat Vekaleti koymuştu. Dördüncü gün vekil Mahmut Esat Bey’e (Bozkurt) ‘Daha mevzuların tasnifi bitmedi. Bu tarihi nasıl koydunuz?’ sualini sordum. Bana, hayıflanarak, fakat samimiyetle ‘Gelenlerin bu kadar zengin ruzname (gündem) ile karşımıza çıkacaklarınızı tahmin etmemiştik. Sonra Paşam, bilirsiniz benim Vekalet’imin daha vilayet merkezlerinde bile teşkilatı yok‘ dedi” şeklinde anlatır. (1) (2)

Çünkü tüccar grubu aslında tedirgindir ve o nedenle de her şeyi konuşarak karar altına almaya çalışır. Birçoğu kendisini memleketinden temsilci olarak göstermiş olsa da, çoğunlukla İstanbul‘da faaliyet gösteren ve 13 Kasım 1918- 4 Ekim 1923 tarihleri arasındaki işgal döneminde işgal kuvvetleri ile işbirliği yapmış tüccar ve esnaflardır. Bu kongre onlar için, hem kendilerini Ankara Hükümeti nezdinde kabul ettirme, hem de başta İstanbul, İzmir olmak üzere yurdun büyük bir bölümünde Rumların, Ermenilerin ve diğerlerinin bıraktıkları malı mülkü kapışıp paylaşma ve yeni hükümetin iktisat politikalarını kendi çıkarları doğrultusunda etkileme fırsatını sunması açısından oldukça önemlidir.

İşte o nedenle, daha İzmir‘e gelmeden önce İstanbul‘da uzun uzun toplantılar yaparak, bir araya gelip birlik ve şirketler kurmuşlar, kararlar almışlar. Bir kısmını İstanbul’dan getiren gemi, İzmir Limanı‘nın kapatılmış olması nedeniyle Marsilya‘ya kadar gitmek zorunda kalmış; ancak, o dönemde birçok delege için sorun olan ulaşım masrafları onlar için gündeme bile gelmemiş.

Aslında aynı tedirginlik, işgal dönemi İzmir‘inde Yunan güçleriyle işbirliği yanında yerli Rum, Ermeni ve Levanten tüccarlarla işbirliği yapan İzmirli tüccar ve esnaflar için de geçerlidir. Onlar da birlikte çalıştıkları ve henüz yurtdışına çıkmış-çıkmamış yerli Rumların, Ermenilerin mallarını, ticaretin sağladığı imkanlar içinde devralarak ya da vekaletini üstlenerek veya doğrudan doğruya sahiplenerek zenginliklerine yeni zenginlikler kattıkları; böylelikle, hem İstanbul hem de İzmir‘de işgal sonrasının yeni “deste anahtarlı” mal-mülk zenginleri olarak ortaya çıktıkları biliniyor.

17 Şubat-4 Mart 1923 tarihleri arasında “Tüccar Grubu” ve “Sanayi Grubu” olarak dile getirilip yazıya dökülen kararları ise aşağıdaki linkten indirip inceleyebilirsiniz:

2023 tarihli 100. yıl kutlamasındaki sanayici, tüccar ve esnaflar….

Aradan 100 yıl geçtikten sonra İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin “Geleceğin Türkiye’sini inşa ediyoruz” sloganı ile yürüttüğü çalışmalar, ilk kongrede olduğu gibi “Sanayici” ve “Tüccar” grupları şeklinde değil de, hepsinin bir araya getirildiği “Sanayici-Tüccar-Esnaf” grubu eliyle birlikte yürütülüyor.

Sanayiciyi, tüccarı ve esnafı sanki tek bir toplumsal grup, kesim, topluluk ya da sınıfmış gibi bir araya getirerek yapılan “Sanayici-Tüccar-Esnaf Grubu” toplantılarının;

Birincisi, 56 kurum temsilcisinin katılımıyla 23 Ağustos 2022 tarihinde “Sanayici, Tüccar ve Esnaf Grubu Birinci Ön Buluşması” adıyla İzmir Tarihi Havagazı Fabrikası‘nda,

İkincisi, 43 işveren örgütünün katılımıyla “Sanayici, Tüccar ve Esnaf Grubu Teknik Çalıştayı” adıyla İzmir Ticaret Odası‘nda,

Üçüncüsü ve sonuncusu ise, 62 kurum temsilcisinin katılımıyla 1 Aralık 2022 tarihinde “Sanayici, Tüccar ve Esnaf Buluşması” adıyla Swissotel İzmir‘de yapıldı ve hazırlanan 25 maddelik “Sanayici, Tüccar, Esnaf Grubu Sonuç Bildirgesi” aynı gün kamuoyuna duyuruldu.

Bu grubun yaptığı üç ayrı toplantıya katıldığı ifade edilen toplam 161 kurum ve temsilcisinin kimler olduğu bugüne kadar açıklanmamış olmakla birlikte; 62 kurum temsilcisinin katıldığı söylenen üçüncü toplantıda bulunan sadece 16’sının ismi kamuoyu ile paylaşılıp olup, gelen ya da gelmeyen diğer hangi kurum temsilcileri -ne yazık ki- bilinmemektedir. Haberi verilen üçüncü toplantıya katılan ve çoğunu İzmirlilerin oluşturduğu kurum ve temsilcileriyle ilgili liste ise şu şekildedir:

1. Mahmut Özgener, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) Yönetim Kurulu Üyesi, İzmir Ticaret Odası Yönetim Kurulu Başkanı

2. Metin Aktaş, Ege Bölgesi Sanayi Odası (EBSO) Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı,

3. Jak Eskinazi, Ege İhracatçı Birlikleri (EİB) Koordinatör Başkanı,

4. Yusuf Öztürk, Deniz Ticaret Odası İzmir Şubesi Yönetim Kurulu Başkanı,

5. Hulusi Demir, İzmir Esnaf ve Sanatkar Odaları Birliği (İESOB) Başkan Vekili,

6. Ömer Gökhan Tuncer, İzmir Ticaret Borsası Meclis Başkanı,

7. Bülent Uçak, İzmir Ticaret Borsası Başkan Yardımcısı,

8. Şükrü Ünlütürk, Türk Girişim ve İş Dünyası Konfederasyonu (TÜRKONFED) Yüksek Danışma Kurulu Başkanı,

9. Mehmet Ali Susam, Ege Ekonomisini Geliştirme Vakfı (EGEV) Başkanı,

10. Sıtkı Şükürer, Ege Sanayici ve İş İnsanları Derneği (ESİAD) Yüksek İstişare Konseyi Başkanı,

11. Sibel Zorlu, Ege Sanayici ve İş İnsanları Derneği (ESİAD) Yönetim Kurulu Başkanı,

12. Senem Barut, Güney Ege Sanayi ve İş Dünyası Federasyonu (GESİFED) Aydın Girişimci Kadınlar Derneği Yönetim Kurulu Başkanı,

13. Önder Tükkanı, Arkas Holding İcra Kurulu Başkanı,

14. Müslüm Erbay, Doğu Sanayi ve İş Dünyası Federasyonu Başkanı,

15. Nurullah Edemen, Diyarbakır Sanayici ve İş İnsanları Derneği Başkanı,

16. Semih Girgin, Kemeraltı Esnaf Derneği Başkanı.

Yapılan üç ayrı toplantıya katıldığı söylenen toplam 161 kurum temsilcisinin katkısı ile hazırlanan “Sanayici-Tüccar-Esnaf Grubu Sonuç Bildirgesi“nin tümünü yazımızdaki linkten indirip inceleyebilirsiniz.

Şimdi gelelim bu kadar çok kurum ve şahsı yorup hırpalayan bu bildirge metninin incelenip değerlendirilmesine:

Aşure tadında bir çeşni….

1. Tüm bildirge biraz oradan biraz da şuradan anlayışıyla ve büyük bir kafa karışıklığı içinde; özellikle de yenilikçi olmak adına henüz uygulamada kullanılıp deneyimlendiği belli olmayan kavram, yöntem ve sihirli sözcüklerin boca edilip döküldüğü, bu nedenle de bir araya getirilen şeylerin kendi mantığı içinde birbiri ile uyumsuz olması nedeniyle bütünleşmemiş, karmaşık ve anlaşılmaz bir metin olarak karşımıza çıkmıştır. İşte tam da bu noktada, CHP’nin yaptığı gibi keşke Daron Acemoğlu’nu ya da Jeremy Rifkin’i bu işe danışman yapsalardı diye düşünmekten kendimi alamıyorum.

Büyümeden ama sürdürerek…

2.Sanayici, Tüccar ve Esnaf Grubu Sonuç Bildirgesi“nin dördüncü maddesinde, sanayi ve ticarette yalnızca “büyüme odaklı” bir iktisadi modelin kabul edilemeyeceği iddiasıyla onun yerine “sürdürülebilir ekonomik bir model” önerilmekte, geleceğin Türkiye‘si ile ilgili iktisat politikalarının, toplumun ahlaki (moral) ve ekonomik değerlerini geliştiren bir kültürel yenilenme hamlesi olduğu belirtilmektedir.

Görüldüğü gibi bu paragrafta, biri ekonomik model tercihi, diğeri de iktisat politikaları ile kültür arasında bağlantı kuran birbiriyle ilgisi, alakası olmayan, aslında ayrı ayrı maddelerde ele alınıp irdelenmesi gereken iki ayrı önerme bulunmaktadır. Ayrıca karmaşık bir şekilde oluşturulan bu ifade, bu tür bildirgelerde karşımıza çıkan net, açık ve anlaşılır bir dilden uzak, ne demek istediği açıkça belli olmayan genel geçer siyasal söylemleri anımsatmaktadır. O nedenle de Türkiye‘nin gelecek yüzyıldaki iktisadi hedeflerini tanımlamaktan çok, bir tavsiye ya da bir temenni niteliği taşımaktadır.

Bunun dışında, Türkiye‘nin içinde yer aldığı uluslararası kapitalist sistemde, büyümeye odaklı bir yaklaşımdan vazgeçip onun yerine, gerekirse büyümemeyi esas alan başka bir modeli önermek ne ölçüde rekabetçi kapitalist sistemin doğasına uymakta, bu yeni modeli benimsemeyen rakipler karşısında böyle bir modeli uygulayıp hayata geçirmek ne ölçüde gerçekçi olmaktadır? Bu biraz da, karbon salınımı konusunda bir türlü bir araya gelemeyen; hatta imzalamış oldukları uluslararası sözleşmelerden ayrılan ülkelerin, özellikle de ABD‘nin ya da Çin Halk Cumhuriyeti‘nin durumuna benzememekte midir? Daha doğru ve açık bir ifadeyle, bu tür anlatımlar “olmayacak duaya amin demek” anlamına gelmemekte midir?

Ayrıca, ikinci önermede sözü edilen “kültürel yenilenme hamlesi” ile ne söylenmek, ne ifade edilmek istenmekte, kültür alanında nasıl bir yenilenmeden söz edilmektedir? Sanırım bütün bunların önce konuşulup tartışılarak her şeyin birbirine karıştırıldığı bu bulanık söylemin içinden çıkarılması ve gelecek 100 yıla dair vaatlerin yeniden belirlenmesi en doğru yol olacaktır.

Hem bütüncül, hem kapsayıcı, hem de stratejik; sahi, bu nasıl olacak?

3. Söz konusu bildirgenin 6. maddesinde iktisadi planlama kültürünün, doğası gereği ‘bütüncül‘, ‘kapsayıcı‘ ve ‘stratejik‘ olması gereğinden bahsedilmektedir.

Oysa iktisadi planlama kültürünün ‘bütüncül‘ ve ‘kapsayıcı‘ olması istenirken, bunun aynı zamanda ‘stratejik‘ olması nasıl istenecektir?

Bütüncül‘ ya da ‘kapsayıcı‘ iktisadi planlama, aynen 1984 öncesinde DPT tarafından hazırlanan ulusal kalkınma planlarında olduğu gibi, tüm toplumu ilgilendiren ortak hedeflere varmak amacıyla, planlanacak bütüne dahil ve birbiri ile ilgili tüm konu, sektör, sorun, ihtiyaç ve benzerinin birbirleriyle ilişkileri dikkate alınarak planlanması anlamına gelirken, ‘stratejik‘ planlama ve uygulama bu bütün içinden seçilen ‘önemli‘ ve ‘öncelikli‘ konuların, diğerlerinden ayrılıp ele alınması suretiyle ve parça ile bütün arasındaki ilişki dikkate alınmaksızın yapılır. İşte o nedenle, neoliberal kapitalist yaklaşım için zorunluluktan uzaklaşıp plansızlık anlamına gelen ‘stratejik planlama’ anlayışı, 2005-2006 dönemi ve sonrasında yeni bir trend olarak piyasaya sürülmüş ve ulusal kalkınmanın planlanması amacıyla o güne kadar yapılan bütün ‘bütüncül‘ ya da ‘kapsayıcı‘ planların gereksiz ve yetersiz olduğu iddia edilmiş; böylelikle, bu iki planlama anlayışının tarafları arasında uzun yıllar süren tartışmaların başlaması sağlanmıştı. Şimdi ise ne olmuştur ki, bu iki planlama anlayışını bir araya getirip her ikisini birlikte önerme durumunda kalınmıştır, bilinmez. Umarım ki, bu ifade konuyu yeterince bilmemekten kaynaklanan bir durumun sonucu olmamıştır…

Bilinmeyen bazı reformlara görev yüklemek…

4. Bildirgenin 6. maddesinin ikinci cümlesinde, geleceğin sanayi ve ticaret politikalarının, birbiri ile ilişkili dört (sosyal, siyasal, ekonomik ve ekolojik) ana reform üzerinde yükseleceği ifade edilmekte ve aynı paragrafın birinci cümlesinde ifade edilen iktisadi planlama kültürü ile ilişkisi ortaya koyulmamakta, bu reformun kültürel bir reform olup olmadığı da açık bir şekilde belirtilmemektedir.

Aynı paragraf içinde birbirini izleyen ve normal olarak kendi içinde bir anlam bütünlüğü taşıması gereken bu iki ifade ile gündeme getirilip birbiri ile ilişkili olduğu söylenen dört (sosyal, siyasal, ekonomik ve ekolojik) ana reform nedir, özellikleri ve içerikleri ile “iktisadi planlama kültürü” ile ilişkisi nelerdir? Adı geçen reformlar kim tarafından, ne için, ne şekilde yapılacak ve neleri değiştirecektir? Ayrıca bu reformların, gelecek 100 yılın iktisat politikaları üzerindeki etkisi ne olacaktır, neyi değiştirecek, neleri ne şekilde etkileyecektir?

Türkiye’nin gelecek yüzyılındaki iktisat politikalarını belirlemek, bu şekilde ne olduğu yeterince açık olmayan ifadelerle ve bu reformların “iktisadi planlama kültürü” ile ilişkileri ortaya konulmadan, bu şekilde de mi yapılır?

Ekonomi ile ekoloji arasındaki olumlu ilişki nasıl hayata geçirilecek?

5. Sanayici, Tüccar ve Esnaf Grubu Sonuç Bildirgesi‘nin 7. maddesinde, geleceğin Türkiye’sinin, ekoloji ve ekonomi arasında ayrılmaz bir ilişki olduğunu kabul eden “yeni bir iktisadi yaklaşımla” inşa edileceği belirtilerek, ticaret ve sanayi politikalarının bu yöndeki gelişimle sağlanacağı belirtilmektedir.

Peki o halde, ekoloji ve ekonomi arasındaki bu ayrılmaz ilişkiyi kabul eden “yeni iktisadi yaklaşımın” adı nedir, özellikleri, işleyişi, faydalı ya da zayıf yanları, karşılaşabileceği olası fırsat, tehlike ve riskler nelerdir? İçinde yaşadığımız küreselleşen dünyada nerede başarıyla uygulanmıştır ya da Türkiye koşullarında kim tarafından, nasıl ve ne zaman hayata geçirilecektir? Kapitalizm, ABD ve Avrupa Birliği gibi merkez ülkelerde titizlikle uyguladığı buna benzer yeni iktisadi yaklaşım, yöntem ve mekanizmaları ülkemizde hayata geçirip uygulamaya niyetli midir ya da uygulanmasına izin verecek midir? Asbest yüklü gemiler ülkemizin limanlarına gelirken ya da Avrupa‘nın çöpü ülkemize ithal edilirken, BAYER‘in, Syngenta‘nın zehirli ilaçları tarım topraklarımıza zarar verirken, uluslararası tohum firmalarının hibrit tohumları bu kadar yaygınlık kazanmışken IMF‘ye, Dünya Ticaret Örgütü‘ne ve Dünya Bankası‘na rağmen bu nasıl mümkün olacaktır? Yabancı sermaye yatırımları bu yaklaşımı ülkemizde uygulamadıkları takdirde ne yapılacak, hangi izleme, denetleme ya da zorlama yöntemlerine başvurulacaktır?

Bu yaşamsal sorulara açık, net, kesin ve ikna edici cevaplar verilmediği sürece, bu şekilde rahatlıkla kağıt üzerine yazılıp çizilen şeyler bir temenni olmaktan çıkıp nasıl alternatif iktisat politikalarına dönüşecektir?

Alternatif iktisat politikaları yerine, kapitalizmin doğasına aykırı temenniler…

6. 1 Aralık 2022 tarihinde açıklanan bildirgenin 8. maddesinde, ticaret ve sanayinin, “dengesiz büyüme” ve “kontrolsüz sermaye modeli” yerine çalışanların, ekonomik aktörlerin, paydaşların, toplumun ve doğanın da mutluluğunu esas alan duyarlı bir anlayışa evrilmek zorunda olduğu ifade edilmekte.

Karşımıza yine, küresel kapitalist sistem içinde; özellikle de bizim gibi çevre ülkelerde pek de dikkate alınmayan, “mutluluğa dayalı bir duyarlılık” talebi çıkmakta, daha doğrusu gerçekleşmesi mümkün olmayan bir temennide bulunulduğu görülmektedir.

Bu anlatım, diğer maddelerde de ifade ettiğimiz gibi yeni iktisadi politikaları açıklayan bir anlatım değildir. Sadece ve sadece bizlere duyarlılığa dayalı öznel bir mutluluğu hatırlatan, bu nedenle de somut gerçeklerden uzak bir hayal aleminin masal tadındaki söylemler olarak algılanmaktadır. O nedenle de, uygulanmakta olan mevcut iktisat politikalarına alternatif bir yanı olduğunu düşünmüyorum.

“Derya içre olup deryayı bilmeyen balıklar” misali…

7. “Sanayici, Tüccar ve Esnaf Grubu Sonuç Bildirgesi“nin 9. maddesinde sanayi ve ticaretin istikrarlı gelişimi için yeni bir “sosyal mutabakat” kurulmasının esas olduğu belirtilerek, bu mutabakatın kültürel farklılıklarla yenilikçiliğin iktisadın temel girdilerinden biri kabul edilmesiyle oluşacağı ifade edilmektedir. Sanki “kültürel farklılıklar” ve “yenilikçilik” yeni bir iktisadi olguymuş gibi ve daha önceki iktisat politikalarını etkileyen değişkenlerden biri değilmiş gibi…

Bu maddeyi okuduktan sonra, öncelikle bu maddede yazılı olan “sosyal mutabakat” kavramı ile neyin kast edildiğini, bu mutabakata taraf olanların; yani, toplumun hangi grup, topluluk, kesim ve sınıfları arasında bir yeni mutabakat sağlanacağının kesin, net ve anlaşılır bir dille açıklanması gerektiğini düşünüyorum.

Ayrıca, “kültürel farklılıkların” iktisadın temel girdilerinden biri olması iddiası, -ne yazık ki- Saray’daki adamın iktisadı bilmemesi kadar cehaletle yüklü bir iddiadır… Hele ki kapitalizm için kültürel farklılıkların bir kazanç kapısına dönüştürüldüğü, Amerikan yerlileri‘nin ya da Avustralya Aborjinleri‘nin bile kültürün, turizmin, siyasetin ve yeni ticari kazançların malzemesi haline getirildiği günümüz dünyasında… “Yenilikçilik” ise, kapitalizmin ortaya çıktığı yıllardan beri zaten bu sistemin kabul edip savunduğu, sistemin doğasında olup gelişimini sağlayan bir unsurdur… Yoksa bu bildirgenin altına imza atan hanım ve beylerin yazıp çizdiği gibi; “yenilikçilik” dünya ve insanlık için yeni bir şey değildir… Sadece, son zamanlarda oynanan ve “eski“nin “yeni” gibi sunulmasını sağlayan illüzyon yüklü yeni bir akıl oyunudur…

Teknoloji tüketilen değil, kullanılan bir olgudur…

8. Ele alıp analiz ettiğimiz bildirgenin 10. maddesinde, Türkiye’nin gelecek 100 yıldaki iktisat politikalarının teknolojiyi sadece tüketmeyeceği, aynı zamanda üreten ve kullanan bir ruha sahip olacağı iddia edilmektedir.

Evet, yine en basit mantık hatasıyla malul bir ifade ile karşı karşıyayız. Keşke böylesi bir cümleyi yazarken, en basit ve akla gelen bir yöntemle İnternet’in açık ansiklopedisi Vikipedi‘de bir arama yapıp “teknoloji” sözcüğünün ne anlama geldiğini, teknolojinin yenilip yenilmeyen ya da tüketilip tüketilmeyen bir nesne olup olmadığını sorsalardı.

O işi, şimdi onlar adına bizler yaptığımızda ise Vikipedi‘nin “teknoloji” sözcüğünü, mal veya hizmetlerin üretiminde veya buna yönelik amaçların gerçekleştirilmesinde kullanılan beceri, yöntem, işlem ve tekniklerin derlenmesi veya bilimsel araştırmalar olarak tanımladığını; yani sadece bir “araç” olarak açıkladığını görürüz. Bu anlamda “teknoloji” tüketilmez, sadece ve sadece daha fazla, daha iyi, daha hızlı üretim için “kullanılır” ve ekonomik ömrünü doldurduğunda “eskir“.

Kapitalist sistemde ekonomik demokrasi nasıl sağlanır?

9. Evet, aynı bildirinin 11. maddesinde de, bireysel, kurumsal ve işbirliklerine dayalı girişimciliğin gelişmesi için ekonomik demokrasinin gerektirdiği bir ortamın sağlanacağı iddia edilmektedir. Bu anlamda konu, girişimci olarak adlandırılan; ama aslında eskilerin deyimi ile yatırımcı denilen grubunun korunması ve bu korumanın nasıl yapılacağı ile ilgilidir.

Çünkü girişimci ya da yatırımcı denilen küçük sermayeli birey ya da kurumların büyük sermaye karşısında var olmaları zordur ve genellikle büyük sermayeye eklemlenerek onun denetimi altında var olurlar ya da mevcut yıkıcı, yok edici rekabete dayanamayarak ortadan kaybolurlar. Bunun dışında küçük girişimciyi koruyacak, onun varlığını sürdürecek başka bir mekanizma, başka bir çare yoktur.

Böylelikle taraflarını, kapsamını ve işleyişini açıklamadan ortaya attığınız “ekonomik demokrasi” gibi kafa karıştırıcı kavram ya da çözümler ise, büyük, uluslararası ya da ulus-ötesi sermayeye söz geçiremediğiniz sürece, bir hayalin tatlı öyküsü olarak kalır ve böylelikle işsizliği gizlemek amacıyla ortaya sürdüğünüz girişimcileri korumak, onları desteklemek için geliştirdiğiniz tüm söylem çöker, geriye de bol miktarda aldatılmış başarısız ve öfkeli girişimci kalır. Çünkü yıkıcı rekabete dayalı kapitalizm, güçlü ile zayıf arasında demokratik bir ilişkinin var olmasına değil; zayıf olanın ya yararlı bir iş aleti olarak kullanılmasına ya da çöpe atılacak bir “kaybeden” olarak yok edilmesine dayanır. Bundan ötesi ise, bu işten anlamayanların ellerinde kalan elma şekerinin çubuğu gibi hayal kırıcı sonuçlara yol açar…

Sanayici, tüccar ve esnaflar niye aynı grup içinde bir araya getirilmiştir?

10. “Sanayici, Tüccar ve Esnaf Grubu Sonuç Bildirgesi“nin 12. maddesinde bu bildirgeyi hazırlayan sanayici, tüccar ve esnaflara ek olarak dördüncü bir grubun; yani girişimcilerin işin içine dahil edildiği ve bu dört gruptan sadece esnaf, sanatkar ve KOBİ’lerin korunmaya layık görüldüğü, diğer gruplar için böylesi bir koruma talebinde bulunulmadığı görülmektedir.

Aslında sanayicilerle tüccarların, bundan 100 önce; hem de ortada sanayici diye bir grup ya da sınıf yokken birbirlerinden ayrı iki ayrı grup olarak kabul gördüğü bir dönemden kalkıp, sınıfsal özellikleri birbirinden çok farklı olan sanayici, tüccar ve esnafları aynı grup içinde bir araya getirmenin amacı açıklanmamış ve buna bir ek olarak madde düzenlemesi içinde diğer üç gruba ek olarak girişimcilerin de ülke ekonomisi için değerli aktörlerden biri olduğu ifade edilmiştir.

Evet, niye sanayici, tüccar ve esnaflar bu grupta bir araya getirilmiş ve bunlara girişimci denilen dördüncü bir grup dahil edilmiştir? Bu grup ya da sınıfların bu şekilde bir araya getirilmesinin gerekçesi nedir? Ve bu gruplar arasından niye sadece esnaf, sanatkar ve KOBİ’ler devletçe korunmaya layık görülüp diğerleri böylesine bir lütfa mazhar kılınmamıştır? Örneğin bu grup içinde temsilci olarak yer alıp onlarca büyük şirketi çatısı altında toplayan Arkas Holding‘in sahibi Lucien Arkas ile Kemeraltı’nda bir esnaf olarak faaliyet gösteren Kemeraltı Esnaf Derneği Başkanı Semih Girgin‘i bir araya getiren ortak noktalar nelerdir? Bu grup içindeki sanayici, tüccar ve esnafların birbirine benzer ya da farklı yanları nelerdir? Ayrıca bu 16 kişilik grup arasında niye bir tüccar temsilcisi bile yoktur? ‘Girişimci‘ denilen grup niye sanayicilerden, tüccarlardan, esnaflardan oluşan bu karma grubun arasına dahil edilmiş ve niye onlardan söz edilmiştir? Her birinin menfaatleri zaman zaman ya da yer yer birbiri ile çatışabilecek böylesine karma bir grup, birbirlerinin parmaklarına basmadan menfaatlerini nasıl koruyabilir ya da bu ülkede sesi daha çok çıkan ve güçlü bir şekilde örgütleşmiş sanayicilerin ağırlığı altında seslerini çıkarabilir?

Kamu kaynaklarının kullanımı…

11. Ele alıp incelediğimiz bildirgenin 13. maddesinde kamunun neler yapacağı ayrıntılı bir şekilde belirtilirken, Turgut Özal‘la hatırladığımız 1980’li yıllardan bu yana devamlı özelleştirilen, yağmalanıp yok edilen ya da sınıflar arasındaki servet transferine konu olan kamu kaynaklarının bundan böyle nasıl kullanılacağına dair bir kelamın edilmemesi de dikkat çekici bir eksiklik olmuştur.

İnsanın mı, yoksa teknolojinin mi ahlakı olur?

12. Ele aldığımız bildirgenin 14. maddesinin başında, “teknolojinin kendi ahlakı ve normlarının insan yaratıcılığı üzerindeki dayatması kabul edilemez” diye bir cümle var ve bu cümlenin devamında da “teknolojinin insan üzerindeki olumsuz etkilerinin bertaraf edilmesi için Teknoloji Etiği Kurulu oluşturulacak” şeklinde bir vaat var.

Bu ifadeden de anlaşıldığı gibi, ortada “trafik canavarı” ya da “iklim değişikliği tehdidi” gibi herkesin çekinip korkması gereken, kendi ahlakına ve normlara sahip bilinmez bir heyula var. Türkiye’nin gelecek 100 yılında kapitalizmin, yabancı sermayenin ya da ordularının saldırılarına karşı gelmeyi düşünmeyiz ya da bundan korkmayız ama; bu heyulanın, bu zorbanın dayatmalarına tahammül edemeyiz, ahlak dışı zorlamalarını filan kabullenemeyiz, bunu sağlamak için de acilen bir yüksek ahlak kurulu kurarız…

Akla zarar, resmen komik bir madde… Açıkçası sapla saman yine birbirinden ayrılmış… Ahlakın teknoloji ile değil, insanla ilgili bir konu olduğu unutulmuş… Ve bu akıl, çıkıp bu bilgi ve yorumla, Türkiye’nin gelecek 100 yıldaki iktisat politikalarını belirlediğini iddia ediyor… Akla zarar, komik, saçma ve de trajedik bir sonuç…

“Eski ağza yeni taam”: Döngüsel ekonomi

13. Yine günümüz dünyasının ne anlama geldiği bilinmeyen; ama, söyleyenlerin bu konuda önemli ve yeni şeyler bildiği izlenimini yaratan söylem ve sözcüklerle karşı karşıyayız… Daha önce yokmuş da yeni bir icatmış gibi ortaya atılan “döngüsel ekonomi” ve “simbiyoz” sözcükleri ile örülmüş, “eski ağza yeni taammış” gibi ortaya atılan bir sahne ve şov dili ile karşı karşıyayız….

Bildirgenin 20. maddesinde yer alan, “geleceğin Türkiye’sinde doğrusal ekonomi anlayışının terk edilerek döngüsel ekonomi hanelerden makro üretim alanlarına kadar geliştirilecek, sektörel ve endüstriyel simbiyoz her ölçekte gerçekleştirilecektir” ifadesi…

Karşımızdaki dil, dağ, orman, mera, kıyı, koy ve miras alanlarını soyup yağmalayan vahşi kapitalist sisteme çevresel kaygılarla karşı çıkılıyormuş ve kapitalist yağma düzenl bundan böyle çevreci olacakmış gibi kullanılan bir aldatma dili… Her şeyin evrensel bir döngü halinde doğada başlayıp doğada biteceğine dair bir yaklaşımla, çevreyi katleden sistemin aklanması çabası, yeni bir yeşile boyama (greenwashing) taktiği…

Oysa iktisat bilimi ve ona ilişkin politikalar, değişik bilgi ve disiplinlerin birliğinde; yani, bilginin bütünlüğünde ele alınması gereken bir olgudur… Üretim ve tüketimin ekonomik, toplumsal, kültürel ve doğa ilişkileri bütününde… İktisat bilimine ve iktisadi olaylara bunlardan sadece birinin gözlüğü ile bakıp, diğerlerini dikkate almamak ya da görmemek, haliyle ortaya çıkacak sonucun sağlığını da etkileyecektir….

Evet, tüm iktisadi süreçlerde çevrenin ya da diğer bir deyişle ekolojinin hem payı hem de sonuçtan etkilenen kötü bir kaderi vardır… Ama çevre ya da ekoloji, iktisadi süreçleri belirleyen ve etkilenen birçok değişkenden sadece biridir… O nedenle, bu sürece sadece çevre, çevre koruma boyutundan bakılması da doğru değildir… Ayrıca üretim sonucunda ortaya çıkan atıkların yeniden geri kazanılması “döngüsel ekonomi” adı verilen bir ekonomi modelini yaratmayacağı gibi, yapılan işlem, mevcut kapitalist işletmelerin uygulayıp uygulamamakta serbest oldukları endüstriyel bir aşamadır… Aynen fabrikasına ya da organize sanayi bölgesine arıtma tesisi yaptırıp oradan çıkan suyu ya da atık maddeleri geri dönüştürmek isteyen işletmelerin bu işi masraflı bulup o atık arıtma tesisini çalıştırmamalarında ve atıklarını geceleri yakın çevredeki akarsulara vermelerinde olduğu gibi…

Sonuç niyetine: Kapitalist sisteme neoliberal yaklaşımla devam…

14. Sonuç olarak, kullanılan yaklaşım, yöntem, sözcük ve dille karşınıza çıkan nur topu gibi bir neoliberal kapitalist sistem, buna dair iktisadi politikalar demeti… Yeni adına ya da alternatif olma adına hiç bir şey yok… AKP iktidarının son 20 yıldaki yıkımı onarma adına hiçbir önlem, hiçbir vaat yok… Her şey olduğu gibi devam edecek… Bu 25 maddenin altına imza atan zevat zaten mevcut düzenden memnun ve sadece sağından solundan düzeltmeler yapılmasını, yurtdışındaki efendileri adına yolun biraz daha açılmasını, daha iyi temizlenmesini istiyorlar… Döngüsel’i, simbiyoz’u, değişim’i ve yenilikçiliği ile bildiğimiz yolda yola devam diyorlar…

Alıntılar

(1) Kazım Karabekir, İktisat Esaslarımız, Hatıra ve Zabıtlarıyla 1923 İzmir İktisat Kongresi, Emre Yayınları, 1. Baskı, Haziran-2001, İstanbul, sh.201

(2) Mustafa Hergüner, İzmir İktisat Kongresi İçin İstanbul’da Yapılan Çalışmalar, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, İstanbul-2006.

Seri yazımızın daha önceki bölümlerine ulaşmak için:

Birinci bölüm: https://kentstratejileri.com/2022/12/05/izmir-iktisat-kongresi-1/

İkinci bölüm: https://kentstratejileri.com/2022/12/12/izmir-iktisat-kongresi-2/

Üçüncü Bölüm: https://kentstratejileri.com/2022/12/19/izmir-iktisat-kongresi-3/

İzmir İktisat Kongresi (3)

Ali Rıza Avcan

17 Şubat-4 Mart 1923 tarihleri arasında yapılan Türkiye (İzmir) İktisat Kongresi ile bu kongrenin 100. yılına isabet eden tarihlerde İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından yapılacak kongre arasındaki benzerlik ve farklılıklara; ayrıca, İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından yapılan hazırlık çalışmalarındaki yanlışlık ve eksiklikleri tartışıp değerlendirmeye devam ediyoruz.

Bu amaçla başladığımız dört bölümlük seri yazımızın ilk bölümünde, 1923 tarihli Türkiye (İzmir) İktisat Kongresi ile bu kongrenin 100. yıl kutlaması için yapılan hazırlık çalışmaları hakkında bilgi vermiş, ikinci yazıda ise 1923 tarihli kongrede, İzmir‘in ve tüm bir Ege Bölgesi’nin ayanı, derebeyi ya da toprak ağası olan Karaosmanzade Kani Bey‘in başkanlığıyla şekillenen “Çiftçi Grubunun İktisat Esasları” üzerinde durarak, 2023 yılında bunun bir benzeri olarak tasarlanıp kamuoyuna açıklanan “Çiftçi Grubu Deklarasyonu“ndaki vaatlerin, ülkemiz tarımıyla topraksız köylülerin ve küçük çiftçilerin sorun ve taleplerinden ne ölçüde uzak olduğunu, kendi içinde önemli yanlışlık ve eksiklikler barındırdığını göstermeye çalışmıştık.

Bugünkü yazımızda ise, 1923 tarihli kongrede -Vikipedi’nin yazar, gazeteci ve siyasetçi olarak tanımlamasına karşın- “amele” kimliğiyle “İşçi Grubu Reisi” seçilen Aka Gündüz‘ün başkanlığında, “İşçi Grubunun İktisat Esasları” olarak karara bağlanan 34 karardan esinlenerek İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nce davet edilen sendika temsilcilerinden oluşan bir grubun katıldığı 5 Ekim 2022 tarihli İşçi Grubu Teknik Çalıştayı ile 17 Kasım 2022 tarihli İşçi Buluşması‘nda yaptığı görüşmeler sonrasında kamuoyuna açıklanan 14 temel ilke üzerinde durarak, bu ilkelerin ne ölçüde gerçeğe uygun olduğunu, ne ölçüde işçi sınıfının sorun ve taleplerini karşıladığını görüp anlamaya çalışacağız.

Bu konu ile ilgili http://www.iktisatkongresi.org isimli İnternet sitesindeki yazılı bilgi ve görsellere göre, 5 Ekim 2022 tarihinde Tarihi Havagazı Fabrikası Kültür Merkezi‘nde yapılan “İşçi Grubu Teknik Çalıştayı“na 35’i şahsen, 9’u da çevrim içi olmak üzere toplam 44 sendika temsilcisi ve uzmanı, 17 Kasım 2022 tarihinde yine aynı mekanda gerçekleştirilen “İşçi Buluşması“na ise Birleşik Kamu-İş, DİSK, HAK-İŞ, KESK ve TÜRK-İŞ konfederasyonlarının bileşeni 50’den çok sendika ile iki bağımsız sendika temsilcisi katılmış. Ancak her iki toplantıya hangi sendika adına hangi yetkilinin katıldığı isim isim bildirilmediği için katılımcıların ülkede tüm işçiler açısından ne ölçüde temsil kabiliyetine sahip olduklarını bilmiyoruz.

İşçiler adına karar alanlar, işçilerin küçük bir bölümünü temsil etmektedir…

1. 12 Eylül faşist dikta yönetiminin bir ürünü olan mevcut yasal düzenleme ve yasaklamaların sonucu olarak, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı‘nın 22 Temmuz 2022 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanan en son tebliğine göre, ülkemizde tüm işkollarında örgütlü olan toplam 218 sendika toplam 2.280.285 işçiyi; yani, 15.987.428 olan toplam işçi sayısının sadece % 14,26’sını temsil etmektedir. Bu durum, henüz hiçbir sendikaya üye olmayan toplam 13.707.143 adet işçinin; yani, tüm işçilerin 85,74’ünün toplantıya katılan sendikalar tarafından temsil edilmediğini göstermektedir.

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı‘nın Çalışma Hayatı İstatistiklerine göre Türkiye’deki sendikalaşmanın oranı 1984 yılında % 55,89 iken, her yıl düzenli olarak azalarak 2022 Temmuz ayı itibariyle % 14,26 düzeyine inmesi de bu durumun en somut örneklerinden biridir. (1)

O nedenle, bu kararların alınma sürecindeki sendika temsilcilerinin, her şeyden önce kendi faaliyet alanlarındaki baskı, yasak ve engellemeleri dile getirerek, bir anlamda kendi eksiklik ya da yetersizliklerini, geçtiğimiz yılların antidemokratik iktisat politikalarının sonuçlarını gündeme getirerek önümüzdeki 100 yıl içinde tüm işçileri kendi çatıları altında toplayarak ülke iktisat politikalarına nasıl yön vereceklerine dair vaatlerde bulunmamış olmaları, bir araya gelme gerekçeleri açısından büyük bir eksiklik olmuştur.

Bu anlamda, önümüzdeki 100 yıl içinde tüm işçilerin sendikalarda örgütlenerek elde edecekleri gücün, toplumdan ve işçi sınıfından yana iktisat politikalarının geleceği açısından büyük bir güvence olacağı unutulmamalı, bu hayati eksiklik sonraki çalışmalarda telafi edilmelidir.

2023 ve sonrasındaki iktisat politikalarının aktörü korporatist meslek grupları değil, işçi sınıfıdır...

2. İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nce düzenlenen toplantılara işçileri temsil ettikleri iddiasıyla katılan işçi sendikalarının, Türkiye (İzmir) İktisat Kongresi‘nin 100. yılı ile ilgili kutlamaların, 1923’de olduğu gibi “korporatist” bir yaklaşımla “işçi grubu“, “çiftçi grubu” ve “sanayi-tüccar-esnaf grubu” olarak belirlenen üç meslek grubu üzerinden kurgulanması konusunda hiçbir itirazlarının olmadığı, bu meslek grupları dışında toplumda başka grup, kesim, toplum ve sınıfların; özellikle de sayıları milyonları bulmasına karşın temsili akla bile getirilmeyen işsizlerin bulunduğu hususunu kutlamayı düzenleyen belediye yöneticilerine hatırlatmadıkları ya da uyarmadıkları anlaşılıyor.

İktisat politikaları ile ilgili tarafların, 1923 gibi Ulusal Kurtuluş Savaşı‘nın henüz barışla neticelenmediği, bu nedenle toplumdaki milliyetçi heyecanın dorukta olduğu tarihlerde “korporatist” bir yaklaşımla sadece mesleklerle sınırlı tutulması, o dönemin özellikleri itibariyle anlayışla karşılansa bile, 2023 yılı Türkiye‘sinde toplumu sadece bu gruplarla sınırlı tutmak aynı zamanda ülke gerçeklerinden habersiz olmak anlamına da gelir.

Şayet düzenlenen toplantılar sonucunda tüm toplumu temsil eden kararların alınması ve bu kararların ülke geleceği açısından etkili ve sürdürülebilir olması isteniyorsa, temsil edilmeyen diğer grup, kesim, topluluk ve sınıfların da karar alma süreçlerine dahil edilmesi gerekmektedir.

CHP parti programının gerisinde kalmak…

3. 1923 tarihli Türkiye (İzmir) İktisat Kongresi‘nin 100. yıl kutlamaları çerçevesinde Türkiye’nin gelecek 100 yıldaki iktisat politikalarını belirlemek amacıyla yapılan bu toplantılar CHP’li bir büyükşehir belediyesi tarafından örgütlenmekle birlikte, yazılı hale getirilip kamuoyuna açıklanan taleplerin arasında Cumhuriyet Halk Partisi‘nin genel başkan Deniz Baykal döneminde (2008) kabul edilmesi nedeniyle günümüz yer yer gerçeklerini karşılamayan CHP Parti Programı‘ndaki hedef ve vaatlerin bile çok gerisinde kalan vaatlere yer verildiği ya da parti programında yazılı olan vaatlerin dikkate alınmadığı belirlenmiştir.

CHP Parti Programı‘nın “Çalışma Hakkı Kutsaldır, Emek En Yüce Değerdir” başlıklı bölümünde, çalışma sürelerinin azaltılması konusunda “Çalışma süreleri kısaltılarak, aşamalı olarak AB ülkeleri düzeyine indirilecektir.” ya da eşit işe-eşit ücret ilkesine aykırı uygulamalar için gündeme getirilen “Ücretli çalışanların farklı statülerde istihdamından dolayı hak kaybına son verilecek, eşit değerde işe eşit ücret ilkesinin uygulanması sağlanacaktır.” vaatleri yer almasına karşın, düzenlenen “İşçi Grubu Sonuç Bildirgesi“ne bu konuda tek bir vaadin yazılmamış olması bu tespitin en önemli örnekleridir. (2)

Emeklilerin, özellikle de işçi emeklilerinin sosyal güvenlik sistemi ile ilgili herhangi bir talepte bulunmamak, büyük eksikliktir…

4. Bilindiği üzere ülkemizde üç kurum arasında bölünmüş (Emekli Sandığı, SSK ve Bağ-Kur) sosyal güvenlik sistemi kağıt üzerinde SGK adı altında birleşmiş gibi gözükse de, emeklilik mevzuatı ve işlemleri pratikte birbirinden farklı uygulamalara konu olmakta; bu nedenle, sayıları milyonlara varan emekliler sahip oldukları ekonomik ve sosyal haklar açısından üç farklı gruba ayrılmakta, Emekli Sandığı emeklilerine göre daha az ekonomik ve sosyal haklara sahip SSK ve Bağ-Kur emeklileri, memur emeklilerinden farklı olarak açlık ve yoksulluk sınırının altında bir hayat sürdürmektedir.

İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nce düzenlenen iki ayrı toplantıya davet edilen işçi ve memur sendikası temsilcilerinin işçi ve emekçilerin sadece fiili çalışma süresi içindeki haklarıyla değil; aynı zamanda, bu sürenin bitimiyle ortaya çıkan emeklilik durumlarında da ikinci bir iş aramaya gerek duymaksızın ve yoksullaşmadan yaşayabilmeleri için tüm emeklilerin, en azından Emekli Sandığı emeklileri düzeyinde ekonomik ve sosyal haklara sahip olması için talepte bulunmaları gerekmektedir.

Çünkü gerçek işçi ve emekçi dostu olmak demek, emeklilik nedeniyle sendika üyeliği bitenleri yalnız bırakmak değil, onlara sahip çıkıp haklarını korumak anlamına gelir…

Kamu kaynaklarının kullanımı…

5. Hazırlanan “İşçi Grubu Sonuç Bildirgesi“nde, kamu kurum ve kaynaklarının yağmalanmasını önleyecek vaatlere yer verilmediği görülmüştür.

Bu bağlamda, kamu kaynakları ve kurumlarının iktidara yakın sermaye gruplarına devri anlamına gelen özelleştirmeleri önlemek amacıyla; özellikle de, arkeolojik, tarihi, kültürel ve doğal değerlerin yağmalanıp özelleştirilmesinden, kent rantının iktidarın emrindeki beşli çetelere teslim edilmesinden ve kamusal denetimin yok edilmesinden en fazla etkilenip zarar gören işçi sınıfının ve onların temsilcisi işçi ve emekçi sendikalarının gelecek yüzyılın iktisat politikaları çerçevesinde kamu kaynaklarının verimli, adil, yerinde ve etkin kullanımıyla kamusal denetimin yeniden güçlendirilmesi konusunda ciddi taleplerde bulunması gerekmektedir.

“Bütün ülkelerin işçileri….”

6. Söze “bütün ülkelerin işçileri” diyerek başlaması gereken işçi ve emekçi sendikalarının; özellikle de memur sendikaları arasında yer alan KESK‘in altına imza attığı bu bildirgedeki iki ayrı maddenin “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı” tanımıyla başlamasının nedeni anlaşılamamıştır.

Bildirgenin ikinci ve üçüncü maddelerinde yer alan bu koşul ile çalışma hakkı ile bazı temel haklar sadece “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı” olan işçiler için talep edilirken bunun dışında kalıp vatandaşlık bağı ile hiçbir ilgisi olmayan “göçmen emeği“, “emek göçü“, “küresel insan hareketliliği ile emek göçü arasındaki ilişkiler“, ucuz emek sömürüsünün yabancı sermaye yatırımı adı altında teşvik edilmesi ve küresel sermayenin ulusal hükümetlerden talep ettiği imtiyazlı korunmuş özel statülü organize sanayi üsleriyle serbest bölgelerden söz edilmemiş olması da, ikiyüzlülük kokan büyük bir çelişkidir.

Evet, 1923 tarihli “İşçi Grubunun İktisat Esasları” başlıklı eski bildirinin 2. maddesinde salgın hastalıkların ırkın özünü mahvettiğine, 26. maddesinde de “memlekette açılacak tüm işlerin Türk işçi ve çalışanlarına tahsis edilmesine” ilişkin ifadelere yer verilmiş olmakla birlikte; Ulusal Kurtuluş Savaşı‘nın henüz devam ediyor olması nedeniyle milliyetçilik duygusunun tavan yaptığı o günlerde, o günlerin heyecan, coşku ve öfkesi içinde bu tür kararların alınmasını “zamanın ruhu” nedeniyle anlayışla karşılamak mümkün görülmekle birlikte; aradan 100 yıl geçtikten sonra, işçiler arasında böylesine ayrımcılık yapmanın evrensel hukuk kurallarına aykırı olduğu bir dönemde CHP’li bir büyükşehir belediyesi eliyle hazırlanan bir bildirinin 2 ve 3. maddelerinde çalışma hakkı ile “maddi ve manevi varlığını geliştirme, insan onuruna yaraşır bir yaşam sürme, yetenek ve tecrübelerine uygun bir işte çalışma, çalışma saatleri içinde veya dışında kendi kabiliyetlerini geliştirme” gibi hak ve özgürlükleri sadece “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı” olanlara vermek, onların dışında kalanları; örneğin doğal yıkım, siyasi baskı, ekonomik neden ve savaşlar nedeniyle ülkemize gelmek zorunda kalan göçmen, mülteci ve sığınmacıları, yurtdışından getirilen uzman işgücünü başta İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi olmak üzere ülkemizin imzaladığı tüm uluslararası anlaşmalara; ayrıca, aynı bildirgenin 5. maddesinde yazılı olanlara aykırı olarak bu haklardan mahrum etmeye kalkmak, -bırakın başka gerekçeleri- başta hiçbir insani gerekçe ile açıklanamaz. Hele ki, böyle bir vaadin 2008 tarihli CHP Programı‘nda bile olmadığını hatırladığımızda…

Konu sermayenin dünya çapındaki dolaşımına gelince Türk sermayesi ile yabancı sermaye arasında ayrım dahi yapamayan ve içlerinde, temsil ettikleri işçi ve emekçilerin dünya çapındaki kardeşlik ve birlik ruhundan tek bir iz taşımayan, o nedenle de açık bir şekilde faşizan duygularını ortaya koyan bu tür sendika temsilcilerinin, altına imza attıkları bu vaatler için işçi ve emekçilerden özür dileyerek en kısa sürede görevlerinden ayrılması en uygun ve doğru yol olacaktır.

İşçinin diline yakışmayan bir talep: “Paylaşım iktisadı”

7. Evet, daha bildirgenin 1. maddesinde ve o maddenin de ilk cümlesinde yer alan bir “paylaşım iktisadı” kavramı… Belki içinde “paylaşım” sözcüğü geçtiği için ilk okuyuşta hepimize sempatik gelmiş de olabilir…

Ama kapitalizmin son hali dediğimiz neoliberal yaklaşımın dilinde, genellikle solcu, devrimci, sosyalist ve komünistlerin ve son olarak da çevrecilerin/ekolojistlerin kullandığı “dayanışma“, “paylaşım“, “imece” gibi sözcüklerin o eski saflığını yitirerek pek de iyi olmayan şeylere hizmet eder hale getirildiğini görüyor ve bu sözcüklerin kullanıldığı alanlarda kendimizi daha bir dikkatli olmak zorunda hissediyoruz. Bakalım hangi amaçla bu sözcüğü kullanıp neyi gizlemek, neyi şirin hale, neleri kabul görür hale getiriyorlar diye şüphelenip sözcüğün arkasındaki yeni anlamını çözmeye çalışıyoruz. Çünkü kapitalizmin en masum sözcüğü bile kendisine hizmet eder hale getirmekte oldukça becerikli ve maharetli…

Hele ki, daha geçen günlerde arkasında Fransız Renault-Mais Grubu’nun bulunduğu Paylaşım Ekonomisi Derneği (PAYDER), bu kentte İzmir Büyükşehir Belediyesi ile birlikte; hatta onun desteği ile 1. Uluslararası Paylaşım Ekonomisi Zirvesi adıyla bir toplantı düzenleyerek İzmir‘de İzmir Büyükşehir Belediyesi eliyle dernek üyelerine yeni pazarlar aramışsa…

Anlaşılan o ki, bu sözcük de o zirveden arta kalıp dilimize yerleşmiş ve bazı şahıs ya da kişileri etkileyip ikna edecek kuvvette bir kelime olarak seçilip bu bildirgeye konulmuş…

Ve yine, anlaşılan o ki, o koskocaman sendika, konfederasyon başkanları, temsilcileri bile bu “paylaşım iktisadı” kavramıyla ne demek istendiğini anlamamışlar, tek bir sözcük ya da kavramla dünyanın değiştirilebileceği gerçeğini unutmuşlar…

Oysa bu “paylaşım iktisadı” kavramının kapitalizm için anlamını bilmiş olsalar, bu kavramı kullanarak, tüketime konu olmayıp kenarda duran, iktisatçıların deyimiyle atıl durumdaki malların başkaları tarafından kullanılmasına dayanan ve daha fazla tüketmeyi esas alan “inovatif” (!!!) bir satış-pazarlama yönteminin taraftarı olduklarını, o nedenle bundan böyle çoğunlukla büyük sermaye grupları tarafından yönetilen “Huber“, “Zipcar” ya da “Balplacar” benzeri kent içi ya da dışı ulaşım sistemlerine, boş yazlıkların ya da evde kullanılmayan odaların kiralanmasına yönelik benzeri uygulamalara taraftar olup işçiler ve emekçiler için bundan medet umduklarını anlayacaklar.

Ama yine de belli olmaz, belki de halen bildirgenin birinci madde ve cümlesinde yazılı olan bu “paylaşım iktisadı” kavramının, üretilenin emek ve sermaye kesimlerince eşit oranlarda paylaşımını ifade eden bir kavram olduğuna, geleceğin Türkiyesi’nin üretim yanında bu kavram üzerinde yükseleceğine inanıyor da olabilirler…. Bilinmez ki…

Adını koyamamak: “Kontrolsüz ekonomik büyüme”

8. Hazırlanan “İşçi Grubu Sonuç Bildirgesi“nin 12. maddesinde, işçilerin de yaşam standartlarını kısıtlayan ekolojik yıkımların “kontrolsüz ekonomik büyüme” sonucunda ortaya çıktığı belirtilmektedir. Sanki ekonomi kontrolsüz büyümese, kapitalist sistem içinde ekolojik yıkımlar olmayacak gibi…. Sanki kapitalizm kendini kontrol etse kontrollü büyüyecek ya da kapitalist sistem içinde kontrollü bir ekonomik büyüme mümkünmüş gibi….

Hele ki kapitalizmin kendi doğasında olmayan gerekçelerle dolu bu tür anlatımların ya da gerekçelerin altı kendilerine, sol, sosyalist, devrimci, komünist diyen sendika, konfederasyon temsilcileri tarafından imzalanmışsa… Diyecek bir şey kalmıyor…

İşçilerin, işsizliği ve eksik istihdamın azaltılması diye bir vaadi olabilir mi?

9. Kapitalist sistem içinde geçerli olacak işçiden yana iktisat politikalarının belirlenmesi ile ilgili bir bildirgede, altına imza atılan diğer bir gaf da, “işsizlik ve eksik istihdamın azatılması” konusunun kamuya verilen temel bir görev olarak tanımlanmasıdır.

İşçiden yana iktisat politikalarının belirlenmesi amacıyla yapılan görüşme ve tartışmaların sonucunda ortaya çıkan vaatlerin, emek ve sermaye çelişkisi temelindeki bir ekonomik sistem içinde gerçekleşmesinin mümkün olmayacağı ya da bir yere kadar mümkün olacağı dikkate alınmadan “işsizliğin azaltılması” vaadi yerine “işsizliğe son verilmesi” vaadinin yapılmaması ya da Cumhuriyet Halk Partisi‘nin 2008 tarihli Parti Programı‘ndaki gibi “işsizlik sorununu aşmak” gibi daha açık ve net ifadelerin kullanılmaması (3), bu sorunun çözümünü bu şekilde dile getirememek körlüğe yol açan nasıl bir ideolojik maluliyetinin sonucudur, bunu da okuyucuya bırakmak isterim…

Temel insan hakları mı; yoksa, sınıf eksenindeki hak mücadelesi mi?

10. Tam bir sayfa ve 387 sözcükten oluşan “İşçi Grubu Sonuç Bildirgesi“nde, 17 kez temel insan hakları anlamında “hak” sözcüğü kullanılırken, sadece 11 kez “işçi“, 2 kez de “emek” sözcüğünün kullanıldığı görülmektedir. Bu ise, işçilerin Türkiye‘nin gelecek 100 yıldaki iktisat politikaları içindeki yerinin emek-sermaye çelişkisi üzerinden değil, temel insan hakları boyutunda ele alındığının önemli işaretlerinden biridir.

Bu nedenle, “işçilerin” ya da daha doğru bir tanımlamayla “işçi sınıfının” toplum içindeki varlığı ve bu var oluşun geleceği ile ilgili iktisat politikaları belirlenirken bu işin odağına, “insan hakları” ve dolayısıyla “insan hakları mücadelesi” kavramını mı; yoksa, başka bir kavramı mı koymamız doğru olacaktır? Böyle bir durumda, örneğin işçi ve emekçilerin ekonomik ve siyasi mücadele bütünlüğünü ifade eden ve sınıf mücadelesi ile ilişkisini ortaya koyan sınıf eksenindeki bir hak mücadelesi kavramını mı kullanmamız gerekmektedir?

1923’den bu yana geçen 100 yıllık süre sonunda, dün bir yazar, gazeteci ve siyasetçinin reisliğinde bir “meslek grubu” olarak temsil edilen işçiler, bugün sendika ve siyasi partileriyle bir “sınıf olarak” orada olduklarına göre, 1923’den 100 yıl sonra sınıfları adına katıldıkları görüşme ve pazarlıkları, neoliberal yaklaşımın emek ile sermaye arasındaki mücadele yerine koymaya çalıştığı “insan hakları mücadelesi” anlayışından uzaklaştırarak sınıf eksenindeki bir hak mücadelesi boyutunda yürütmenin daha doğru olacağını düşünüyorum.

Tarım işçilerini unutmamak…

11. 16 Kasım 2022 tarihli haberlere baktığımızda yeni kurulan Tarım-Sen isimli sendikanın başkanı sevgili arkadaşım Umut Kocagöz‘ün “Türkiye’de bugün 5-6 milyon tarım emekçisi var. Bu tarım emekçilerinin büyük bir kısmı güvencesiz ve kayıt dışı çalışıyor. Tarımı da kapsayan 1 No’lu avcılık, balıkçılık, tarım ve ormancılık işkolunda kayıtlı 180 bin işçi görünüyor. Bu, 6 milyon tarım emekçisini ifade etmeyen bir işkolu… Türkiye’de özellikle tarım işçilerinin örgütlendiği bir mecra yok. Mevcut 6356 sayılı Sendikalar Kanunu’nu, patronlar lehine bir kanun. Birkaç tanesini dışarıda tutarsak mevcuttaki ziraat odaları, kooperatifler, örgütlenme hakları ve tarımdaki piyasalaşma eğilimlerine bir karşı duruş sergilemiyorlar. Özellikle kendi üyelerinin, tarım emekçilerinin haklarını savunacak bir yapı oluşturmamışlar. Bütün tarım emekçilerinin haklarını savunacak bir yapıya ihtiyaç var. Biz, bu anlamda tabandan örgütlenen bir odak sendikacılığı inşa edeceğiz.” dediğini okuyoruz. (4)

Böylesi bir ihtiyaç, özellikle de hiçbir temel insan hakkı ile açıklanamayacak zor, insanlık dışı koşullarda çalıştırılan, bu yetmezmiş gibi zaman zaman ve yer yer ayrımcılığa maruz kalan mevsimlik tarım işçilerinin bu içler acısı hali “Çiftçi Grubu” ile ilgili deklarasyonda unutulmuş ya da yazılmamış olsa bile, Arzu Çerkezoğlu gibi koskocaman devrimci bir işçi konfederasyonu başkanının ya da bu konularda hassas olduğunu söyleyen KESK‘li sendikacıların bulunduğu işçi grubunda dile getirilip yeni bir talep olarak yazılamaz mıydı? Bunu yapmak o kadar zor muydu ya da o kadar önemsiz miydi?

Yasaklama ve engellemelerden uzak bir grev hakkı…

12. Bildirgenin 7. maddesinde tüm ücretli çalışanların grev hakkına sahip olduğu belirtilmekle birlikte; bu grevlerin hükümetler ya da bozuk adalet sisteminin olumsuz etkilediği mahkemeler tarafından haksız bir şekilde sık sık yasaklanması ya da ertelenmesi gibi temel bir sorunda çözüm geliştirilip vaatte bulunulmadığı görülmektedir. Aynen 2008 tarihli Cumhuriyet Halk Partisi Parti Programı‘nda yazıldığı gibi….

Yeni ve ilginç bir gelişme…

İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından Türkiye (İzmir) İktisat Kongresi‘nin 100. yılını kutlama etkinlikleri ile ilgili olarak önceden duyurulan programda yer almayan ve “Yüksek İstişare Kurulu” adı verilen yeni bir grup toplantısı da Ocak ayı içinde yapılacak uzman toplantılarının içeriği ile kongre programını belirlemek amacıyla 10Aralık 2022 tarihinde İstanbul’da yapılmıştır.

Verilen bilgiye göre, 41 kişinin davet edildiği “Yüksek İstişare Kurulu” denilen grup aşağıdaki isimlerden oluşmaktadır:

01. Ali Rıza Ersoy, ION Akademi, Yatırımcı,

02. Ali Yaycıoğlu, Prof. Dr., Tarihçi, Stanford Üniversitesi,

03. Alp Erinç Yeldan, Prof. Dr., Kadir Has Üniversitesi,

04. Alphan Manas, İş İnsanı, Fütürist,

05. Arzu Çerkezoğlu, DİSK Genel Başkanı,

06. Ayşe Buğra, Prof. Dr., Boğaziçi Üniversitesi,

07. Bekir Ağırdır, Araştırmacı, TESEV, TÜSES, Konda Araştırma (İBB anketlerini yapıyor),

08. Bilsay Kuruç, Prof. Dr., DPT Eski Müsteşarı,

09. Bülent Gültekin, Prof. Dr., Eski Merkez Bankası Başkanı, Koç Üniversitesi,

10. Çağlar Keyder, Prof. Dr., Boğaziçi Üniversitesi,

11. Faik Öztrak, CHP Genel Başkan Yardımcısı, CHP Sözcüsü,

12. Feyyaz Ünal, Türk Sanayicileri ve İş İnsanları Derneği (TÜSİAD), TÜRKONFED,

13. Fikret Bila, Gazeteci,

14. Gülfem Saydan Sanver, Dr., Siyasal İletişimci, İBB Şirketi İzenerji A.Ş. Yönetim Kurulu Üyesi,

15. Güven Sak, Prof. Dr., Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı (TEPAV), CEO,

16. İlber Ortaylı, Prof. Dr.,

17. İzlem Erdem, Türkiye İş Bankası Genel Müdür Yardımcısı,

18. Korkut Boratav, Prof. Dr.,

19. M. Salim Kadıbeşegil, Orsa Stratejik İletişim Danışmanlığı,

20. Mehmet Aktaş, Dr., Yaşar Holding CEO,

21. Murat Karayalçın, Siyasetçi,

22. Murat Kubilay, Dr., Finans Danışmanı,

23. Mustafa Tanyeri, Prof. Dr., İzmir Ticaret Odası Genel Sekreteri,

24. Nur Batur, Gazeteci,

25. Önder Türkkanı, Arkas Holding CEO,

26. Refet Gürkaynak, Prof. Dr., Bilkent Üniversitesi,

27. Selçuk Sarıyar, İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi Üyesi,

28. Serdar Şahinkaya, Dr., İktisat Tarihçisi,

29. Sıtkı Şükürer, Yeminli Mali Müşavir, Sun Bağımsız Denetim (İBB şirketlerinin yeminli şirketi),

30. Soli Özel, Prof., Kadir Has Üniversitesi,

31. Süleyman Sönmez, TÜRKONFED,

32. Şenol Köksal, Kamu Emekçileri Sendikası Konfederasyonu Başkanı,

33. Şevket Pamuk, Dr., İktisat Tarihçisi,

34. Şükrü Ünlütürk, Sun Holding, TÜRKONFED,

35. Taner Timur, Prof. Dr. Tarihçi, Yazar,

36. Taşansu Türker, Prof. Dr. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi,

37. Tuncay Özilhan, Anadolu Endüstri Holding, TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Başkanı,

38. Ufuk Akçiğit, Prof. Dr., Chicago Üniversitesi,

39. Uğur Gürses, Finansçı, Köşe Yazarı,

40. Yusuf Işık, CHP Genel Başkanlığı Ekonomi Danışmanı,

41. Yusuf Kanlı, Gazeteci, Gazeteciler Cemiyeti Başkan Yardımcısı,

Ayrıca 17 Aralık 2022 tarihli T24 İnternet Gazetesi‘ndeki “Ertuğrul Özkök: Soyer’le görüşeceğim gün Ankara’dan gelen bir telefonla öğrendiği şey” başlıklı yazıdan öğrendiğimize göre bu sürece bundan sonraki toplantılarla asıl kongrenin İstanbul basını ile uluslararası basındaki tanıtım ve reklamı için Ertuğrul Özkök‘ün de dahil edildiği anlaşılmaktadır. (5)

Evet, hem sağdan hem de soldan, üniversiteden ya da üniversite dışından, belediyeden nemalanan veya nemalanmayan, iş dünyasının para babalarıyla şovmenlerinden ve sponsor olan firmaların yöneticilerine kadar uzanan geniş, uzun bir liste… Anlaşılan birileri bu isimleri bir araya getirebilmek için bayağı iyi bir çalışma yapmış… Yapılan çalışmalara itibar kazandırmak adına, her bir bilim insanının, gazetecinin değeri ve itibarı, hangi çevrede kimleri etkileyebileceği tek tek hesaplanmış… Akla kim gelirse düşünülüp davet edilmiş… Bu anlamda yok, yok… Davet edilenlere de, gelecek 100 yılın iktisat politikalarını belirleme fırsatı gibi bir armağan paketi sunulmuş… Bu paketin içeriğini ve programını siz hazırlayacaksınız denilmiş… Aynen 100 yıl önce toprak ağası Karaosmanzade Kani Bey‘e ya da gazeteci Aka Gündüz‘e sunulduğu gibi…

Anlaşılan o ki, İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer, 1923 tarihli Türkiye (İzmir) İktisat Kongresi‘nin 100. yılını bahane ederek kendisi için ya da kendisini destekleyen bir başkası/başkaları için büyük bir işe soyunmuş durumda… Türkiye’nin gelecek yüzyıldaki iktisat politikalarını konu edinerek çevresine her soy ve boydan isim yapmış, yer edinmiş akademisyenleri, gazetecileri, sermaye temsilcilerini, CHP üst yöneticilerini ve CHP‘nin ortağı olduğu Türkiye İş Bankası‘nın yöneticilerini alarak büyük, etkileyici, insanları ve toplumu sarsan bir çıkış yapmak istiyor… Hele ki CHP‘nin yakın tarihli ve ışıltılı vizyon toplantısıyla İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu‘nun geçtiğimiz haftaki çıkışından sonra, bütün bunları unutturacak, hem kendisinin hem de parti içindeki birtakım güç odaklarının önünü açacak bir hamle yapmak istiyor… Bunun için Osmanlı idealinin peşindeki İlber Hoca‘nın varlığına bile razı… Belediyenin mali kaynaklarıyla sermayenin fon, bağış ve sponsor katkıları da emrinde… Kongreye bir de CHP‘nin yeni akıl hocası Jeremy Rifkin‘i getirebilirse, “her şey daha iyi olacak” ya da “geliyor gelmekte olan” diyebilecek ve böylelikle iktidarın saray, sultan ve kahramanlık dolu tarihi dizi filmlerinden beklediği rantın hasadını, İzmir İktisat Kongresi kutlamaları üzerinden yapabilecek…

Tunç Soyer‘in, gazetelere verdiği demeçlerde aynı tarihlerde AKP iktidarı tarafından İzmir‘de yapılacak kutlama etkinliklerinin etrafından dolanarak belaya bulaşmak istemediği anlaşılsa da, bir büyükşehir belediyesinin Türkiye‘nin gelecek yüzyıldaki iktisat politikalarını belirleme iddiasının iktidarı açık bir şekilde rahatsız ettiği de ortada ve bu durumun, önümüzdeki Ocak ve Şubat aylarında Cumhurbaşkanlığı düzeyine kadar ulaşan bir kapışma gündemi oluşturacağı da anlaşılıyor…

Bizim dileğimiz ise, CHP içindeki bazı şahıs ya da grupların seçimler yaklaştıkça ortaya çıkan gelecek planları için ortaya çıktığını düşündüğümüz, o nedenle de İzmir’in ve İzmirlinin gündeminde yer bulmayan bu yeni kapışmaların, içinde yaşayıp çalıştığımız kente ve ülkeye zarar vermemesidir…

Seri yazımızın gelecek son bölümünde “Sanayici-Tüccar-Esnaf Bildirgesi“ni analiz edip değerlendirmeye çalışacağız.

Devam edecek…

(1) Adnan Mahiroğulları, Yrd. Doç. Dr. (2001) “Türkiye’de 1980 Sonrası Sendikalaşma ve Sendikalaşmayı Etkileyen Unsurlar“, İ.Ü. İktisat Fakültesi Maliye Araştırmaları Merkezi Konferansları, s.123-144.

(2) Cumhuriyet Halk Partisi Programı, sh.59

(3) Cumhuriyet Halk Partisi Programı, sh.59

(4) https://www.cumhuriyet.com.tr/ekonomi/tarim-iscileri-sendikasi-kuruldu-baska-bir-yol-arayacagiz-2003280

(5) https://www.t24.com.tr/haber/ertugrul-ozkok-soyer-le-gorusecegim-gun-ankara-dan-gelen-bir-telefonla-ogrendigim-sey,1079550

İzmir İktisat Kongresi (1923) ve işçiler

Yıldırım Koç(1)

Mudanya mütarekesi 11 Ekim 1922 tarihinde imza edildi ve Ulusal Kurtuluş Savaşımız zaferle sona erdi. 20 Kasım 1922 tarihinde Lozan Barış Antlaşması için görüşmeler başladı ve görüşmelerin ilk devresi 4 Şubat 1923 tarihinde sona erdi. İzmir İktisat Kongresi ise 17 Şubat – 4 Mart 1923 tarihlerinde gerçekleştirildi.

İzmir İktisat Kongresi’nde kabul edilen kararlar arasında “İşçi Grubunun İktisat Esasları” da bulunmaktadır. (2) Son derece ilginç ve önemli olan bu kararlara bakmadan önce, iki sorunun yanıtı verilmelidir: (A) Ulusal Kurtuluş Savaşı sırasında işçi örgütlerinin tavrı neydi? (B) İşçiler lehine böylesine önemli kararlar hangi etmenlerin etkisiyle kabul edildi?

1920’lerde Türkiye İşçi Sınıfı
Ulusal Kurtuluş Savaşı sırasında, İstanbul, İzmir, Adana ve Bursa gibi yerler dışında “milli hudutlar içinde” 33 bin işyerinde toplam 76 bin işçi çalışıyordu. Bu işçilerin 35 bini tekstil, 17 bini deri işleme işkolundaydı. Metalurji işkolunda 8 bin, ağaç ve marangozluk işyerlerinde de 6 bin işçi vardı. İşyeri başına düşen ortalama işçi sayısı, 2,3’tü. Diğer bir deyişle, bu işletmeler, gerçek anlamda birer kapitalist işletme olmaktan çok, esnaf ve sanatkara ait işyerleriydi (kapitalist üretimin önkoşulu olan genişletilmiş yeniden üretim yerine, basit yeniden üretim söz konusuydu).

1923 ve sonrasında Türkiye’de mülksüzleşme değil, bir mülklüleşme dönemi yaşandı. Ülkeyi terk eden Ermeni ve Rumların arazileri, işyerleri ve binaları birçok insana yeni olanaklar sağladı. On yılı aşkın süredir devam eden savaşlar nedeniyle ülkenin üretken insangücü ciddi biçimde zarar görmüştü. Toprak işleyebilecek durumda olanlar oldukça kolay biçimde arazi edinebiliyordu.

Ayrıca, Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde ülkedeki vasıflı işgücünün büyük bölümünü oluşturan Ermeni ve Rumların artık büyük ölçüde bulunmamasına bağlı olarak, bir meslek edinen ve bir parça vasıf kazanan kişilerin kendilerine ait işyeri açma olanakları vardı.

1927 yılında bir sanayi sayımı yapıldı. Bu sayımın sonuçlarına göre, Türkiye’de 65 bin işletmede 257 bin kişi çalışıyordu. Bu işletmelerin yüzde 36’sı tek kişilikti, yalnızca işyerinin sahibi çalışıyordu. İşletmelerin yüzde 8’inde ise, yalnızca işyeri sahibi ve aile üyeleri bulunuyordu. İşletmelerin diğer yüzde 36’lık bölümünde, işyeri sahibi dahil, 2‐3 kişi çalışıyordu. 4 ve daha fazla sayıda kişinin çalıştığı işyerlerindeki 166 bin kişiden 11 bini patron, geri kalanı işçi ve memurdu. Tüm Türkiye’de, çalışan kişi sayısının 100’ün
üstünde olduğu işyeri sayısı 155 idi.

Diğer bir deyişle, 1920’li yıllarda Türkiye’de tek veya ana gelir kaynağı işgücü satışı olan güçlü bir işçi sınıfı yoktu. Ücretli çalışanların önemli bir bölümü tam mülksüzleşmemiş kişilerdi. Bu kişilerin örgütlülük düzeyi de çok geriydi.

Sendikalar ve Ulusal Kurtuluş Savaşı
Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın verildiği dönemde Anadolu’da tüm olanaklar ortak bağımsızlık hedefi için seferber edilmişti. Bu nedenle, 1920’lerin başlarında Anadolu’da bağımsız işçi örgütleri son derece zayıftı.

İstanbul ise 1919‐1923 yıllarında son derece canlı bir dönem yaşadı. İşgalci güçlerin ülkelerindeki göreceli demokratik ortam, Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) kurulmasını gerekli kılan siyasal ve toplumsal koşullar ve bu Örgütün kuruluşu (1919), işgalci güçler arasındaki çelişkiler, Bolşevizm korkusu ve ulusalcı güçlerin etkileri, oldukça geniş bir özgürlük ortamında çok çeşitli işçi örgütlenmelerinin doğmasına yol açtı.

İstanbul’daki emperyalist işgal kuvvetlerinin bu yıllarda sendikaların çalışmalarına ve mücadelelerine hoşgörüyle yaklaşmalarının en önemli nedeni ise, İstanbul sendikalarının emperyalizme ve emperyalist işgale açıkça karşı çıkmamalarıydı. İstanbul sendikaları, ücretler ve 1 Mayıs kutlamaları konusunda gösterdikleri duyarlılığı İzmir’in işgali, İstanbul’un işgali, Anadolu’da emperyalist işgal ve zulüm konularında göstermediler, Ulusal Kurtuluş Savaşı’na destek vermediler. Destek, tek tek işçiler düzeyinde kaldı.

Diğer taraftan, bu yıllarda İstanbul sendikaları üzerinde büyük etkisi olan Hüseyin Hilmi (İştirakçi Hilmi), Fransızlara ait Tramvay Şirketi’ndeki greve destek için İngiliz İşgal Kuvvetleri Komutanı’ndan para alabiliyordu (3).

Hüseyin Hilmi veya yaygın bilinen adıyla İştirakçi Hilmi, 1910 yılında Osmanlı Sosyalist Fırkası’nı kurdu. Fırka’nın çalışmaları bir süre sonra durduruldu. Hüseyin Hilmi 1913 yılında Sinop’a sürüldü. İki yıl sürgün hayatı yaşadı. İştirakçi Hilmi 1919‐1922 döneminde İstanbul’da işçi sendikaları ile yakından bağlantılıydı.
Dönemin önemli iki grevinden birini yönetti, birini destekledi.

İştirakçi Hilmi 1919 yılında Türkiye Sosyalist Fırkası’nı kurdu. Partinin programında üretim ve değişim araçlarının milli bir temele dönüştürüleceği belirtiliyordu. Mete Tunçay, bu hükmü, devletleştirme olarak yorumlamaktadır (4). Partinin programının 11. maddesi ise şöyleydi: “Şimendifer, maden ocakları, bankalar, şirketler ve sair buna mümasil müessesat‐ı iktisadiye ile bilumum vesait‐i istihsaliye ve imaliyenin içtimai bir hale ifrağı, yani Devlet tarafından idaresi.” Diğer bir deyişle, en genel hatlarıyla sosyalizmi savunan bir programdı.

Bu parti enternasyonalistti de. Programın giriş bölümünde, aynı amacı güdenlerle uluslararası düzeyde işbirliği yapılması ilkesi kabul edilmişti. Partiyi İkinci Enternasyonal’in 1919 yılında toplanan Bern Kongresinde iki kişi temsil etti. İkinci Enternasyonal’in 1920 yılında toplanan Cenevre Kongresine de Hüseyin Hilmi imzasıyla “Türkiye Sosyalist Fırkası Tarihi” başlıklı bir rapor sunuldu (5).

Ancak İştirakçi Hilmi, o yıllarda Anadolu’da emperyalizme karşı kanla ateşle verilen Ulusal Kurtuluş Savaşı’na karşıydı. Mete Tunçay bu konuda şunları yazmaktadır (6) : “Türkiye Sosyalist Fırkası’nın Milli Mücadeleye karşı olumsuz bir tavır takındığı söylenmiştir; bu söylenti herhalde doğrudur… (Hüseyin Hilmi’nin yayımladığı) İdrak… kurtuluşu galip devletlerin iyiniyetlerinden beklemektedir.

İştirakçi Hilmi bununla da yetinmemekte, İngiliz İşgal Kuvvetleri’nden, yani işgalci emperyalist güçlerden para almaktaydı. İngiliz İşgal Kuvvetleri’nin başında bulunan İngiliz Generali Harington anılarında Hüseyin Hilmi’yle yakın ilişkileri olduğunu belirtmektedir (7). İştirakçi Hilmi’nin İngilizlerle yakın ilişkisi ve grevler sırasında onlardan para aldığı, Zeki Cemal’in Meslek Dergisi’nde 1925 yılında yayımlanan yazısında da yer almaktadır (8).

Bu yıllarda İstanbul sendikaları üzerinde, 1919 yılında kurulan Komünist Enternasyonal’in ve 1921 yılında kurulan Sendikalar Kızıl Enternasyonali’nin (Profintern) de etkisi vardı. Örneğin, ağırlıkla Rum ve Ermeni işçilerin üyesi bulunduğu Beynelmilel İşçiler İttihadı, Profintern üyesiydi. 1919 yılında Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası kuruldu. Daha sonra Türkiye Komünist Partisi’nin İstanbul kanadı olan Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası’nın işçiler arasındaki çalışması, 1921 yılında kurulan Türkiye İşçi Derneği aracılığıyla yürütülüyordu. Türkiye İşçi Derneği’nin fazla bir varlık gösterememesi üzerine, 1923 yılı başlarında İstanbul İşçi Teşkilatları Heyet‐i Müttehidesi oluşturuldu. Bu birliktelik, siyasal partileri ve çeşitli işçi cemiyetlerini birlikte barındırıyordu. Sosyalist‐komünist çizgideki bu örgütler Ulusal Kurtuluş Savaşı’na örgütsel bir destek vermediler. Emperyalizme karşıydılar; ancak anlaşıldığı kadarıyla Anadolu’daki mücadeleden umutları yoktu. Sınıf mücadelesini savundular; milli mücadeleyi ihmal ettiler.

Ayrıca, Amele Siyanet Cemiyeti gibi işverenlerin denetiminde örgütlenmeler de doğdu. Ancak bu örgüt de Ulusal Kurtuluş Savaşı’na destek vermedi.

Diğer bir deyişle, Ulusal Kurtuluş Savaşı sırasında İstanbul sendikalarının işbirlikçi veya duyarsız tavrı, Türkiye işçi sınıfı ve sendikacılık hareketi tarihinin kara bir sayfasıdır.

Bu nedenle de İzmir İktisat Kongresi düzenlenirken, bu örgütlerden temsilci istenmedi.

Türkiye işçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası’nın önderi Şefik Hüsnü, bu durumdan şöyle şikayet ettiğinde haklı değildi:

Kongre’de kendi mevkii ve fikriyatının ehemmiyeti bu kadar büyük olan amele sınıfının temsili meselesinin son derece ihmal edilmiş olmasına hayret ve teessürden kendimizi alamıyoruz. Mevcut amele cemiyetlerine, toplu işçi zümrelerine müracaat edilecek yerde, köy ve şehir erbab‐ı mesaisi namına gönderileceklerin tayini vali ve mutasarrıflara havale edilmiştir. Ve bu tayin adeta bir memur nasbı gibi bir şekilde yapılmaktadır. Amele işleri ile az veya çok alakası olan bazı kimseler istimzaç edilmeksizin, reyleri sorulmaksızın, İstanbul’dan İktisat Kongresine amele murahhasları tayin olunmuştur.”(9)

İktisat Kongresi’nin Amacı
İktisat Kongresi’nin amacı, tam bağımsızlıktı. Başkumandan Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın belirttiği gibi, “istiklâl‐i tâm için şu düstur var: Hakimiyet‐i milliye, hakimiyet‐i iktisadiye ile tarsin edilmelidir… Siyasî ve askerî muzafferiyetler ne kadar büyük olursa olsun, iktisadi zeferle tetviç edilemezse semere‐i netice payidar olamaz.

Osmanlı’dan devralınan zayıf ve bağımlı iktisadi yapıyla bu amaca ulaşabilmek olanaklı değildi. Bu dönemde işletmelerin çoğu yabancı sermayeye aitti. Kemal Paşa İzmir İktisat Kongresi’ni açış konuşmasında Osmanlı’nın bu durumunu çeşitli biçimlerde ele aldı. Şunu söyledi: (10) “Mazide, Tanzimat devrinden sonra ecnebî sermayesi müstesnâ bir mevkie malikti, Devlet ve hükûmet ecnebî sermayesinin jandarmalığından başka bir şey yapmamıştır. Her yeni millet gibi Türkiye buna muvafakat edemez. Burasını esir ülkesi yaptırmayız.

Bu kötü miras üzerinde ekonomik egemenliğin inşa edilebilmesi ise milli bir programla, farklı sınıfların milli hedefler için birleşmesiyle mümkündü. Gazi Mustafa Kemal Paşa açış konuşmasında şunları söyledi:(11)

Esaslı bir program tesbit etmek, program üzerine bütün milleti hemahenk olarak çalıştırmak lazımdır. Bizim halkımızın menfaatleri yekdiğerinden ayrılır sunuf halinde değil, bilâkis mevcudiyetleri ve muhassala‐i mesaisi yekdiğerine lazım olan sınıflardan ibarettir. Bu dakikada samilerim çiftçilerdir, sanatkârlardır, tüccarlardır ve ameledir. Bunların hangisi yekdiğerinin muarızı olabilir. Çiftçinin sanatkâra; sanatkârın çiftçiye ve çiftçinin tüccara ve bunların hepsine, yekdiğerine ve ameleye muhtaç olduğunu kim inkâr edebilir.

Bugün mevcut olan fabrikalarımızda ve daha çok olmasını temenni ettiğimiz fabrikalarımızda kendi amelemiz çalışmalıdır. Müreffeh ve memnun olarak çalışmalıdır. Ve bütün bu saydığımız sınıflar aynı zamanda zengin olmalıdır.

Türkiye Cumhuriyeti, 1932 yılına kadar Cemiyet‐i Akvam’a (Milletler Cemiyeti) üye olmadı. Buna bağlı olarak, Uluslararası Çalışma Örgütü’ne (ILO) de üye değildi. Bu dönemde Türkiye’nin en yakın işbirliğini yaptığı ülke, Sovyetler Birliği’ydi. Sovyetler Birliği de Milletler Cemiyeti’ne ve ILO’ya üye değildi.

İzmir İktisat Kongresi’ne yabancı konuk olarak yalnızca Azerbaycan Cumhuriyeti Ankara Sefiri İbrahim Abilof ve Rusya Sovyet Cumhuriyeti Ankara Sefiri Aralof davet edildi ve katıldı. Aralof, Kongre sonrasında yaptığı açıklamada şunları söyledi: (12) “Bundan sonra kat’iyyen eminiz ki Türkiye halkı kendi iktisadı ile alakadar olarak mukadderatına hakim olacak ve garp ile beraber umum kapitalizme karşı duracaktır.

İktisat Kongresi’nde işçiler lehine önemli kararlar alınmasında işçilerin bağımsız sendikal ve siyasal örgütlü gücü değil, milli bir ekonomi yaratma çabası ile Sovyetler Birliği’yle iyi ilişkileri sürdürme kaygıları etkili oldu.

İktisat Kongresi İşçi Grubunun İktisat Esasları
İktisat Kongresi’nde İşçi Grubu’nu oluşturan kişilerin dikkatle belirlendiği konusunda kuşku yoktur. Nitekim, İşçi Grubu Başkanlığı’na Aka Gündüz getirildi.

1885 doğumlu Aka Gündüz’ün asıl adı Emin Ali idi. Selanik’liydi. Babası subaydı. Başladığı askeri eğitime sağlık nedenleriyle ara verdi. 31 Mart Olayı sonrasında Hareket Ordusu’na katıldı. İstanbul’un işgalinden sonra İngilizler tarafından Malta’ya sürüldü. Kısa bir süre sürgünlükten sonra serbest kaldı. 1932‐1946 döneminde Ankara milletvekilliği yaptı ve 1958 yılında öldü. Diğer bir deyişle, Atatürk’ün güvendiği insanlardan biriydi.

İktisat Kongresi’nde İşçi Grubunun İktisat Esasları 34 madde olarak kabul edildi. Bunların büyük bir bölümü Ticaret, Ziraat Sanayi ve Amele Gruplarının oybirliğiyle benimsenirken, bazılarında oybirliği sağlanamadı.

İşçi sınıfı açısından bakıldığında ortaya çıkan tablo son derece önemlidir.

İzmir İktisat Kongresi’nden sonraki yıllarda Türkiye’de işgücünden başka satacak bir şeyi olmayan ücretlilerin önemli bir bölümü memur statüsünde istihdam edildi.

Siyasal bağımsızlığı tamamlayacak iktisadi bağımsızlığın altyapısını oluşturacak sanayileşme için gerekli becerili, nitelikli ve sürekli işgücünün sağlanması için ücretlilere önemli hakların verilmesi gerekiyordu. Ayrıca, Osmanlı’dan devralınan ümmetin ve aşiret‐boy ilişkilerine dayalı toplumsal yapının, çağdaş bir ulusa dönüştürülmesi için de becerili ve nitelikli işgücünün devlet tarafından sürekli biçimde istihdam edilmesine ihtiyaç vardı (özellikle öğretmenler). Bunların yanı sıra, Ulusal Kurtuluş Savaşı, yalnızca emperyalist ülkelere ve onların taşeronu Yunanistan’a karşı değil, aynı zamanda Osmanlı’ya karşı da verilmişti. Yeni bir devlet inşa ediliyordu. Yeni devletin bürokratları da becerili ve nitelikli ücretliler arasından yetiştirilecekti. Bu üç ana etmen, mülksüzleşmiş ücretlilerin en nitelikli kesimlerinin devlet tarafından istihdam edilmelerini gerektiriyordu. Buna karşılık, özellikle Çanakkale Savaşı ve Sakarya Savaşı’nda, Osmanlı döneminde yetişmiş insangücümüzün önemli bir bölümü şehit olmuştu. Ermeni ve Rum nüfus da iyice azalmıştı.

Bu koşullarda, İzmit İktisat Kongresi’nde İşçi Grubu’nun taleplerinin önemli bir bölümü ve bazı açılardan fazlası, 1926 yılında kabul edilen 788 sayılı Memurin Kanunu ile dönemin nitelikli ve becerili ücretlilerine sağlandı. Memur statüsünün dışında kalan ve büyük çoğunluğu tam olarak mülksüzleşmeden ücret karşılığı çalışan kişiler ise bu haklara daha sonraki yıllarda kavuştu.

Bu kararların en önemlileri ve bu konuda daha sonraki yıllarda meydana gelen gelişmeler aşağıda sunulmaktadır:

Madde 1 – Amele namiyle hitap edilmekte olan kadın ve erkek erbab‐ı sây ve ameleye bundan böyle işçi denilmesi. (müttefikan kabul).

“Amele” sözcüğü Arapça “amel” (iş) sözcüğünden türetilmiştir. Kongre’nin bu konudaki kararı ancak İkinci Dünya Savaşı sonrasında etkili olarak uygulandı. O tarihe kadar bazı işçi örgütleri de bu sözcüğü kullandı. Örneğin, 1925 yılının ilk yarısında önemli bir örgütlenmenin adı Amele Teali Cemiyeti idi. Ancak yine de “işçi” kavramının yerleştirilmesi konusundaki bir karar önemlidir.

Madde 3 – Meb’us ve belediye intihâblarında temsil‐i meslekî usulünün kabulü. (Üç grup ekseriyetle kabul, ticaret red).

Türkiye’de günümüzde bile milletvekili seçilen ve yerel yönetimlerin çeşitli organlarında görevlere getirilen işçilerin sayısı son derece azdır. Milletvekili ve belediye seçimlerinde işçilerin temsilcilerinin de seçilmesi önerisi önemliydi. Ancak daha sonraki yıllarda bu öneri uygulanmadı.

Madde 4 – Dernekler yani sendikalar hakkının tanınması. Tatil‐i Eşgâl Kanununun yeniden işçilerin hakkını tanımak üzere tetkik ve tanzimi. (müttefikan kabul).

1909 yılında kabul edilen Tatil‐i Eşgâl Kanunu, kamuya yönelik hizmetlerde sendikaların örgütlenmesini yasaklıyordu. Kongre’de bu kanunun yeniden düzenlenerek işçilerin hakkını tanımayı hedeflemesi, önemli bir tavırdır.

Madde 5 – Ziraattan maada sanayi işçileri ile bilûmum işçiler için (bir saat) istirahat müddeti hariç olmak üzere çalışma müddetinin sekiz saat olarak kabulü. (müttefikan kabul).

Dünyada çok az ülkede günlük sekiz saatlik çalışmanın uygulandığı bir dönemde bu konunun oybirliğiyle kabul edilmesi önemlidir. Sekiz saatlik işgünü, daha Ulusal Kurtuluş Savaşı sürerken Zonguldak kömür işçilerinin çalışma koşullarını düzenleyen 151 sayılı Yasa’da gündeme gelmişti. 10 Eylül 1337 (1921) tarihinde kabul edilen 151 sayılı Ereğli Havzai Fahmiyesi Maden Amelesinin Hukukuna Müteallik Kanun’un 8. maddesi, Ereğli Kömür Havzası’nda çalıştırılan maden işçilerinin günlük çalışma süresini 8 saatle sınırlandırıyordu. İzmir İktisat Kongresi’nde oybirliğiyle alınan bu karar, Ereğli kömür işçileri için kabul edilen düzenlemenin tarım işçileri dışındaki işçilere yaygınlaştırılması talebidir. Bu düzenleme 1936 yılında kabul edilen ve 1937 yılında yürürlüğe giren 3008 sayılı İş Kanunu ile gerçekleştirildi. İşçi sınıfının memur
statüsünde istihdam edilen kesimi ise bu haktan 1926 yılından itibaren yararlandı.

Madde 6 – Sekiz saat çalışan bir işçinin gece dahi çalıştırılmasına mecburiyet hasıl olduğu takdirde yalnız dört saat çalıştırılacak ve tam gündelik alacak. Yalnız gece çalıştırılan işçiler gündüz işçisi gibi sekiz saat çalışır, fakat iki kat gündelik alır. (birinci fıkra müttefikan kabul ikinci fıkra üç grup red, işçiler ısrar).

Oybirliğiyle kabul edilen birinci fıkra günümüzde bile geçerli değildir. Bu maddenin anlamı, günlük sekiz saatlik çalışmayı tamamlayan işçinin dört saat daha çalışması durumunda, fazla çalışma ücretinin yüzde 100 zamlı ödeneceğidir. Yürürlükte bulunan mevzuata göre, bu nitelikteki fazla çalışma yüzde 50 zamlı olarak ödenmektedir.

Madde 7 – Maden ocaklarında çalışan işçilerin altı saatlik mesaisinin bir gündelik itibar olunması. Ve maden ocaklarında onsekiz yaştan dûn olanlarla kadınların çalıştırılmaması. (müttefikan kabul).

Maden ocaklarında çalışan işçinin altı saat çalışıp sekiz saatlik ücret alması talebinin oybirliğiyle kabul edilmiş olması önemlidir. Böyle bir uygulama günümüzde bile yoktur. Ayrıca, kadınların yeraltında çalışmalarının yasaklanması istemi de oybirliği kabul edilmiştir. Diğer taraftan, onsekiz yaşın altındaki erkek işçilerin maden ocaklarında çalıştırılma yasağı talebi, 1921 yılında kabul edilen 151 sayılı Yasa’da (Madde 2) Ereğli maden işçileri için kabul edilmiş olan uygulamanın yaygınlaştırılmasıdır.

Madde 10 – Bilûmum müesseselerde sabit işçi olarak istihdam edilen kadınlara doğurmazdan evvel ve sonraya ait olmak üzere sekiz hafta ve her ay üç gün izin verilmesi. Ve bu gündelikleriyle aylıklarının tamam verilmesi.” (müttefikan kabul).

Kongre’nin oybirliğiyle doğumdan önce ve sonra sekizer haftalık ücretli doğum izni talep etmesi son derece önemlidir. Türkiye’de işçi statüsünde istihdam edilen ücretliler için bu uygulama ancak 2003 yılında gerçekleştirilebildi. Kadın işçiler bugün bile tam aylıklarını değil, buna yakın bir miktar olan geçici işgöremezlik ödeneğini almaktadır. Memurların hakları 1926 yılında verildi.

Madde 11 – Bilûmum işçi gündeliklerinin memleket maişetiyle mütenasib olarak hadd‐i asgari miktarının her üç ayda bir defa dernekler teşekkül edinceye kadar işçi mümessilleri hazır olduğu halde belediye meclislerince tayiniyle müesseseler tarafından vacîb‐ül‐ittibâ olmak üzere neşir ve ilanı. (müttefikan kabul).

1921 yılında kabul edilen 151 sayılı Yasa’ya göre (Madde 11), Ereğli kömür işçileri için asgari ücret belirlenecekti. İktisat Kongresi’nin oybirliğiyle aldığı karar, asgari ücret uygulamasını tüm işçilere yaygınlaştırmayı ve asgari ücreti üç ayda bir gözden geçirmeyi talep etmektedir. Asgari ücret 1936 yılında kabul edilen 3008 sayılı İş Yasası’nda yer aldı; ancak ilgili yönetmeliklerin çıkarılmasının gecikmesi nedeniyle 1951 yılından itibaren uygulandı.

Madde 12 – İşçi gündelik ve aylıklarının umum müesseselerde nakden ve muntazaman verilmesi. (müttefikan kabul).

Oybirliğiyle kabul edilen bu talep de 1936 yılında kabul edilen İş Yasası’nda yer aldı.

Madde 13 – Haftada bir gün işçilere istirahat müddetinin verilmesi… (müttefikan kabul).

Oybirliğiyle kabul edilen bu talep 15 Ocak 1924 tarihinde kabul edilen 394 sayılı Hafta Tatili Hakkında Kanun ile uygulamaya sokuldu. Memurlar ise bu haktan yararlanabiliyordu.

Madde 14 – (1 Mayıs) gününün Türkiye İşçileri bayramı olarak kanunen kabulü. (sanayi ve işçi müttefikan, çiftçi ve tüccar ekalliyetle kabul).

Sanayicilerin ve işçilerin 1 Mayıs’ın Türkiye İşçileri bayramı olarak kabul edilmesini gündeme getirmesi ilginçtir. 1 Mayıs, 1921 ve 1922 yıllarında kutlanmıştı. 27 Mayıs 1935 gün ve 2739 sayılı Ulusal Bayram ve Genel Tatiller Hakkında Kanun ile 1 Mayıs günü Bahar Bayramı olarak genel tatil kabul edildi. Ancak genel tatilde işçilere herhangi bir ücret ödenmiyordu. 12 Eylül darbesinden sonra Milli Güvenlik Konseyi 17 Mart 1981 günü kabul ettiği 2429 sayılı Ulusal Bayram ve Genel Tatiller Hakkında Kanun’da 1 Mayıs’ı genel tatil olmaktan çıkardı. 1 Mayıs’ın ücretli genel tatiller arasına yeniden sokulabilmesi ise 2009 yılında gerçekleştirilebildi.

Madde 15 – Sabit işçilerin hafta tatilleriyle resmi günlerde ve işçi bayramı gününde gündeliklerinin tam verilmesi. Umumi tatil günlerinde işçileri çalıştırmak mecburiyeti hasıl olduğu takdirde, iki kat gündelik verilmesi. (birinci fıkra üç grup tarafından red, işçiler tarafından ısrar, diğerleri müttefikan kabul).

Kongre’de oybirliğiyle kabul edilen ilk fıkra, ancak 1950’lerin ortalarında hayata geçirilebildi. 9.8.1951 gün ve 5837 sayılı yasayla, genel tatillerde işçilere çalışılmaksızın yarım yevmiye ödenmesi kararlaştırıldı.

8.6.l956 gün ve 6734 sayılı yasayla da, 1 Mayıs dahil tüm genel tatillerde işçilere çalışılmadan ödenecek ücret 1 yevmiyeye çıkarıldı.

Madde 16 – Umum sanat müesseselerinde ve gümrüklerde ve matbaalarda ve şirketlerde müstahdem işçilerin hastalandıkları takdirde üç aya kadar gündeliklerinin tam verilmesi. Ve üç ay hastalanan ve hastalığı şifa bulmayan bir illetle malûl olduğu tahakkuk eden işçilerin işten çıkarıldıkları takdirde müesseselerin iktidar‐ı malîyesi ile mütenasib ikramiyeler vermeleri. (birinci fıkra üç grup tarafından red, işçiler ısrar. Diğer fıkra müttefikan kabul).

İşçilerin ısrarlı olduğu ilk talep, 1945 yılında İşçi Sigortaları Kurumu’nun kurulmasından sonra gündeme geldi. Geçici işgöremezlik ödeneği ücretin büyük bölümünü karşılamaya başladı. Oybirliğiyle kabul edilen diğer talep ise daha sonraki yıllarda kıdem tazminatı olarak gündeme geldi.

Madde 17 – Evlenecek işçilere gündelikleri verilmek şartiyle bir hafta izin verilmesi. (müttefikan kabul).

Kongre’de oybirliğiyle kabul edilen bu talep, işçi statüsünde istihdam edilen ücretliler için günümüzde bile geçerli değildir. 4857 sayılı İş Yasası’na göre, evlenen işçinin ücretli izin hakkı yoktur. İşçi evlenecekse bunu yıllık izninde yapar veya ücretsiz izin ister.

Madde 18 – Bir sene iş başında bulunan işçilere senede bir ay izin verilmesi ve gündeliklerinin tam îtası. (üç grup red, işçiler ısrar).

Diğer grupların karşı çıkmasına karşın işçilerin ısrarla gündeme getirdikleri bir talep günümüzde bile uygulanmamaktadır. Türkiye’de işçilere ücretli izin hakkı 11 Nisan 1960 gün ve 7467 sayılı Yıllık Ücretli İzin Kanunu ile getirildi. Bu kanunda yıllık ücretli izin hakkı işçinin kıdemine göre 12 ile 24 işgünü arasında değişiyordu. 2003 yılında bu sürelere ikişer işgünü daha eklendi. Devlet memuru statüsünde istihdam edilen ücretliler ise bu haktan 1926 yılında yararlanmaya başladılar.

Madde 19 – Daimî büyük sanat müesseselerinde, gümrüklerde, şömendöfer, elektrik ve tramvay gibi şirketlerde, maden ocaklarında çalıştırılan işçilerin kaza ve ihtiyarlık dahil olduğu halde hayat sigortasına rabıtları ve sigorta ücretinin müessese sahibleriyle işçiler tarafından yarıyarıya verilmesi. Ve derneklerin koyacağı tekaüdiye hakkının müesseselerce tanınması. (müttefikan kabul).

Kongrede oybirliğiyle gündeme getirilen bu talep, 1945 yılından itibaren işkolları ve iller kademeli olarak kapsama alınarak hayata geçirildi. Devlet memuru statüsünde istihdam edilen ücretliler ise 1926 yılından itibaren gelişmiş bir sosyal güvenlik sisteminde yararlanabildi.

Madde 20 – İş başında sakatlanan umum işçilerin sermayedarlar ve müesseseler tarafından hayatlarının emniyet altına alınması. (üç grup red, işçiler israr).

Diğer grupların reddettiği bu talep de 1945 sonrasında kabul edilen iş kazası ve meslek hastalığı sigortası kapsamında hayata geçirildi.

Madde 21 – İki yüzeli işçi kullanan fabrikalar, şirketler müesseseleri içinde veya yakında bir dispanser, maden ocaklariyle büyük kıt’ada ormanları işleten ve ormanlarda fabrika yapan sermaye sahiblerinin veya şirketlerin ve tuzlaların cıvarında birer hastane ve maden ocaklarında işçiler için behemehâl birer parasız hamam yapmalarına mecbur tutulmaları. (müttefikan kabul).

Hastane talebi 1945 yılından sonra gerçekleştirildi.

Madde 23 – Sanat müesseseleri ve işçi çalıştıran diğer müesseselerin mevcut sıhhî nizamlara tevfikan daimî surette sıhhiye memurları tarafından teftiş ettirilmesi ve bu hastanelerin yapılması.

1945 yılında Çalışma Bakanlığı’nın kurulmasından sonra, daha önceleri sınırlı bir biçimde sürdürülen teftiş faaliyeti daha düzenli hale getirildi.

Madde 24 – Büyük sanat müesseseleriyle, şirketler, madenler, tuzlalar ve büyük kıt’ada orman işletenler ve bu ormanlar civarında fabrika yapanların müesseseleri yakınında işçileri için sıhhî evler yapmalarına mecbur tutulması, veya ev kirası zammı vermeleri (üç grup müttefikan, tüccar grubu ekalliyetle kabul).

Lojman yapılması talebi kamu işyerlerinde önemli ölçüde hayata geçirildi. Lojman olmayan yerlerde kira karşılığı bir ek ödeme yapılması ise çok istisnai durumlarda uygulandı.

Madde 25 – İşçi çocuklarının şehit çocuklarından sora tercihan leylî sanat mekteblerine meccanen kabulü. (müttefikan kabul).

Bu önemli talebin ne ölçüde uygulandığı konusunda bilgi yoktur.

Madde 26 – Memlekette açılacak bütün işlerin Türk erbab‐i sây ve ameline tahsisi. (müttefikan kabul).

İttifakla kabul edilen bu talep, 11.6.1932 tarihinde kabul edilen 2007 sayılı Türkiye’deki Türk Vatandaşlarına Tahsis Edilen Sanat ve Hizmetler Hakkında Kanunla büyük ölçüde hayata geçirildi.

Madde 31 – Hiçbir asrî zihniyete uymayan esnaf talimatnâmesinin ilgasıyla cemiyet teşkili hakkının her sınıf halka kanun mucibince bahşedilmesi. (müttefikan kabul).

Madde 32 – Gediklerin, kabzımallığın, sırık hamallığının kat’iyen ilgası. Limanlarda, gümrüklerde kâhya vesair namlarla işçinin hukukunu kaybettiren ve memlekette işçiyi istibdatla kullanan kimselerin faaliyetlerine meydan verilmemesi. (müttefikan kabul).

Bu talep uzun yıllar hayata geçirilemedi ve özellikle inşaat ve tarım işkollarında günümüzde bile bir ölçüde devam etmektedir.

Madde 33 – Müesseseler tarafından her sene işçilere verilecek ikramiyenin müsavatla tevzii. (üç grup müttefikan kabul, tüccar ekalliyetle kabul).

İşçilere ikramiye verilmesi kamu kesiminde 1950’li yıllarda başladı. Özel sektörde ise ancak toplu iş sözleşmesi kapsamındaki işçiler ikramiyeden yararlanabilmektedir.

Madde 34 – Ziraat işlerinde kullanılan işçiler yukarıki maddelerin ahkâmından müstesnâdır. (müttefikan kabul).

Tarım işçilerinin iş yasası kapsamına alınabilmesi günümüzde bile tam olarak sağlanamadı. 4857 sayılı İş Yasası’na göre, 50 ve daha az sayıda işçinin çalıştığı tarım ve orman işlerinde çalışan işçileri koruyan bir iş yasası yoktur.

İktisat Kongresi Sonrası Değerlendirmeler
İşçi Grubu başkanlığına seçilen Kütahya temsilcisi Aka Gündüz Bey İktisat Kongresi sonrasında Anadolu’da Yeni Gün Gazetesi’nde 6 Nisan 1923 günü şu değerlendirmeyi yaptı: (13)

Bu Grup da otuz dört maddelik mukarreratı Kongre’de kabul ettirmiştir. Kongre’nin hulûs‐u niyeti, ciddi mesai ve hissiyatı sayesinde Türkiye işçileri birçok memleket işçilerinden fazla müsaadâta nail olmuşlardır. Bu muvaffakiyatin âmillerinden birisi de Türkiye işçilerinin bütün diğer zümrelerle elbirliği içinde çalışmak istemesi ve bunun her vesile ile temin eylemesidir. Türkiye işçileri sây, refah ve memleket istiklâli istiyorlar. Her ne şekil ve surette olursa olsun bu üç umde haricinde Türk işçisi bulamazsınız…

Kongre bazı müstacel temenni kararları vermiştir. Bunları Hükümete arzettiğimizden azami beş gün zarfında cevaplar aldık ve temennimizin ehemmiyetle nazar‐ı dikkate alındığını gördük. Bu Kongre mukarreratı velev resmen olsun kanunî mahiyetini aldığı gün iktisadiyatımızın temelleri atılmış olacaktır ve bu halk devletinin tecellilerinden birisidir. O günü göreceğimizi kuvvetle ümid ediyorum.


Türkiye İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası’nın önderi Şefik Hüsnü’nün İktisat Kongresi sonrasındaki değerlendirmesi de Kongre öncesindeki eleştirel tavrından farklıydı ve olumluydu: (14)

Amele Grubunun İktisat Kongresinde ciddi ve birlikli faaliyeti, emekçi sınıfın diğer sınıflar yanında ve aynı seviyede muhterem bir mevki işgal etmesini mümkün kılan evsaf ve meziyetlere malik bulunduğunda şüphe bırakmamıştır.

Memleketimizin her tarafından gelen işçi sınıfı mümessilleri, İzmir’de buluşup görüştüler. Bu, Türkiye’nin işçilik tarihinde ilk defa vâki olan bir hadisedir. Yalnız bu imkânı hazırlamış olmasından dolayı İktisat Kongresinin kıymeti amele nazarında pek büyüktür. Son zamanlara kadar amele teşkilatlarının faaliyetleri daima mevzii kalmış, muhtelif merkezlerde bulunan işçiler arasında münasebet tesis edememiştir. İzmir’de yurdumuzun dört köşesinden gelen murahhasların teâti‐i efkâr etmesi ile şimdiye kadar uzaktan uzağa, az çok nazarî bir tarzda yapılmasına uğraşılan ittihad‐ı umuminin temelleri amelî bir tarzda hazırlanmış oldu. Maateessüf bu faaliyetler esnasında iş bozanlar çıktı, vaki isnat ve iftiralar ortaya atıldı. Fakat hissiyatına hâkim olan Amele Grubu temkinine halel getirmedi. İşçilik inkılâp ruhundan gelen bir hamle ile nokta‐i nazarının tebellür etmesine hâil olanları, müsbet bir iş meydana çıkarmaktan istinkâf edenleri kendi hallerine bırakarak, elbirliği ile işçilerimizin asgari metâlibini herkesin anlayabileceği basit maddeler şekline soktu ve Kongre Heyet‐i Umumiyesine arzetti.

Sonuç ve Değerlendirme
İzmir İktisat Kongresi, Kemalist Devrim’in önemli toplantılarından biridir. Mustafa Kemal Paşa şöyle diyordu: (15)

Nasıl ki Erzurum Kongresi felaket noktasına gelmiş olan bu milleti kurtarmak hususunda Misak‐ı Millinin ve Teşkilat‐ı Esasiye Kanunu’nun ilk temel taşlarını tedarik hususunda âmil olmuş, müessir olmuş, müteşebbis olmuş ve bundan dolayı tarihimizde, tarih‐i millimizde en kıymetli ve yüksek hatırayı ihraz etmiş ise, kongreniz dahi milletin ve memleket hayat ve halâs‐ı hakikisini temine medar olacak düsturun temel taşlarını ve esaslarını ihzar edip ortaya koymak suretiyle tarihte büyük namı ve çok kıymetli bir hatırayı ihraz edecektir.

Gerçekten de Cumhuriyet’in 1945 yılına kadarki ekonomik ve toplumsal politikaların temel çizgilerini İzmir İktisat Kongresi tartışmalarında ve kararlarında bulmak olanaklıdır.

Mustafa Kemal Paşa, askeri ve siyasi alanlardaki dehasının yanı sıra toplumsal ilişkiler alanında da bir deha olduğunu İzmir İktisat Kongresi vesilesiyle de göstermiştir.

1 ODTÜ İktisat Bölümü Kısmi Zamanlı Öğretim Görevlisi

2 Bu metnin tamamı için bkz. Ökçün, A.G., Türkiye İktisat Kongresi, 1923 – İzmir, Haberler – Belgeler –Yorumlar, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayın.No.262, (2. Basılış), Ankara, 1971, s.430‐435 ve Afet İnan, İzmir İktisat Kongresi (17 Şubat – 4 Mart 1923), Türk Tarih Kurumu Yay.XVI.Dizi‐Sa.46, Ankara, 1982, s.51‐55.

3 Koç, Y., “İstiklal Harbinde İstanbul Sendikaları Görevini Yaptı mı?,” TÜRK‐İŞ Dergisi, No.350, Nisan‐Mayıs 2002, s.58‐61.

4 Tunçay, M., Türkiye’de Sol Akımlar ‐ 1 (1908‐1925). 2. Basım, BDS Yay., İstanbul, 2000, s.38.

5 Tunçay, M., 2000, s.39.

6 Tunçay, M., 2000, s.39.

7 Tunçay, M., 2000, s.63; bkz. Harington,T., Harington Looks Back, Londra, 1940.

8 Sencer, O., Türkiye’de İşçi Sınıfı: Doğuşu ve Yapısı, Habora Yay., No. 55, İstanbul, 1969, s.248‐249.

(9) Şefik Hüsnü, “İktisat Kongresinde İşçi ve Köylü Sınıflarının Mevkii”, aktaran Ökçün, G., 1971, s.48.

10 Ökçün, 1971. s.253.

11 Ökçün, 1971, s.255‐256; Afetinan, 1982, s.68.

12 Ökçün, 1971, s.296.

13 Ökçün, 1971, s.339.

14 Aydınlık, Nisan 1923, Sayı 14, aktaran, Ökçün, 1971, s.382.

15 Ökçün, 1971, s.256; Afet İnan, 1982, s.68

EGİAD Yarın Dergisi, Ağustos 2009

İzmir İktisat Kongresi (2)

Ali Rıza Avcan

Geçtiğimiz hafta yayınladığımız ilk yazımızda, 17 Şubat-7 Mart 1923 tarihleri arasında İzmir‘de toplanan Türkiye (İzmir) İktisat Kongresi‘ne işçi, çiftçi, tüccar ve sanayici temsilcisi olarak katılan toplam 1.135 kişinin 16 gün süresince yaptığı çalışmalar sonucunda 12 maddeden oluşan Misak-ı İktisadi Esasları‘nın neler olduğu ile her bir meslek grubunun aldığı kararları anlatmaya çalışmıştım.

Ardından da kongrenin 100. yılı kutlamaları nedeniyle İzmir Valiliği‘nin yaptığı hazırlıklardan söz açıp, İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin 100 yıl önceki kongrenin senaryosundan esinlenerek, üç ayrı grup olarak bir araya getirdiği çiftçi, işçi ve sanayici-tüccar-esnaf temsilcileriyle 2022 yılının Ağustos-Aralık ayları arasında toplantılar yapıp birtakım kararlar aldığını bildirerek, bundan sonraki seri yazılarımda, bu üç grubun aldığı kararları ele alıp değerlendireceğimi ifade etmiştim.

Ama bütün bunlardan önce, İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin tüm bir ülkenin gelecek 100 yıldaki iktisat politikalarını belirleme iddiası ile toplantılar yapıp kararlar almaya başlamasının, kendisine yasalarla verilmiş görev, yetki ve sorumluluklar bağlamında bir “yetki gaspı” olduğunu hatırlatmak zorundayım.

Bunun dışında, aradan 100 yıl geçtikten sonra ülkenin gelecek 100 yıldaki iktisat politikalarını belirleyecek toplum kesimlerinin sadece işçi, çiftçi, sanayici, tüccar ve esnaflardan oluşmadığını, bugünün Türkiye koşullarında bunların dışında kalan daha başka grup, kesim, topluluk ve sınıfların varlığını da göz önüne almalıyız.

Türkiye’nin gelecek 100 yıldaki ekonomi politikalarını belirlemek, İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin görev, yetki ve sorumluluk alanı dışında kalan bir konudur.

1923 tarihli Türkiye (İzmir) İktisat Kongresi ile ilgili tarihi belgelere baktığımızda, bu kongrenin kimin tarafından yapılacağı konusunun kongre öncesinde TBMM‘nde hararetli tartışmalara konu olduğunu, 1923 yılında siyasi bir suikast sonucu öldürülen Trabzon Milletvekili Ali Şükrü Bey‘in verdiği sözlü soruyla, bu kongrenin TBMM‘ne bilgi verilmeden ya da hükümetten izin alınmadan İktisat Vekili Mahmut Esat Bey (Bozkurt) tarafından düzenlemiş olmasını eleştirerek kongre gündemi ile katılımcıların ve tartışma konularının kimler tarafından nasıl belirlendiği konularıyla kongrenin alacağı kararlar karşısında asıl karar alma yetkisine sahip olan meclis, hükümet ve bakanlığın ne yapacağı gibi önemli sorular sorduğunu görürüz. Bu sorulara cevap veren İktisat Vekili Mahmut Esat Bey (Bozkurt) ise kongrenin sırf bakanlığının teşebbüs ve teşviki ile toplanacağını, hükümetin bu konuda bir kararı olmadığını, kendisi tarafından hazırlanan teklifin “Başkumandan Reis Paşa” tarafından uygun görülmesi üzerine işe başladıklarını belirtmiş, kongrede hangi konuların görüşülebileceği konusunda yardımcı olmak amacıyla bir risale hazırladıklarını ve görüşülen konuların bir karar şeklinde değil de, bir tavsiye olarak yazılacağını belirtmiştir.

Bu meclis görüşmelerinden de anlaşılacağı üzere, 100 yıl önce yapılan Türkiye (İzmir) İktisat Kongresi‘nin bile kimin davetiyle nasıl toplanacağı, gündemi ile katılımcılarının ve görüşme konularının kim tarafından neden ve ne şekilde belirlendiği konusunun önemsenerek tartışma konusu yapıldığı, kongrede ortaya çıkacak sonuçların bir karar mı yoksa bir tavsiye olarak mı formüle edileceği gibi hassas konuların gündeme getirildiği görülmüş, böylesi önemli bir kongrenin toplanması görevi, o tarihlerde İzmir Belediye Başkanı olarak görev yapıp içişleri bakanlığı yaptığı dönemdeki ilginç asimilasyon politikaları ile tanınan Şükrü Kaya‘ya ya da İzmir Valisi olarak görev yapıp Talat Paşa‘nın kayınbiraderi olarak binlerce Ermeni’nin ölümüne neden olması nedeniyle sicili hayli kabarık olan Abdülhalik Renda‘ya verilmemiştir.

Bugün ise böyle bir tartışma ve değerlendirme yapılmadan; en azından o tarihlerdeki tartışma ve değerlendirmeler dikkate alınmadan 100 yıl önce İktisat Vekaletince şekillendirilen bir kongre modeli üzerinden bu görevin, İzmir sınırları içinde belediye hizmetlerini yapmakla görevli, yetkili ve sorumlu bir büyükşehir belediyesi tarafından yapılmaya kalkışıldığı görülmektedir. Daha doğrusu o büyükşehir belediyesi, “bu benim görevim midir, bunu yapabilir miyim; şayet yaparsam bu doğru ve anlamlı olur mu?” gibi temel soruları sormayı akıl etmeden ya da bu konuların ciddiyetini dikkate almadan yola çıkmayı tercih etmiştir.

Bu durum, temeli anayasa ve diğer yasalarla belirlenmiş ülke yönetim modeli ve yapılanması ile ilgili hukuki ilke, değer ve teamüllere aykırı bir durumdur. Ortada o ülkeyi yönetmekle görevli merkezi bir yönetim ve onun birimleri dururken, çıkıp bir büyükşehir belediyesinin bu işi yapmaya kalkması, ülke yönetimi ile temel hukuk kurallarına aykırı, “de facto” bir durum yaratmaktan başka bir şey olmayacaktır. Şayet yarın öbür gün, CHP‘nin merkezi yönetimi eline geçirdiği bir dönemde, muhalif bir büyükşehir belediye başkanının merkezi yönetime sormadan ya da onu dikkate almadan aynı şekilde davranması durumunda taraflar birbirlerine ne şekilde tepki verecektir?

O nedenle, bu konuda ülke yönetimine aday olması mümkün olmayan bir belediye ve onun başkanı yerine, kendini o göreve aday gören bir siyasi partinin; tartışmamıza konu olan olay itibariyle, örneğin Cumhuriyet Halk Partisi‘nin İzmir‘de alternatif bir kongre düzenleyerek ülkeyi yönetecek bir siyasi parti kimliğiyle yeni bir 100 yıla dair iktisat politikalarını belirlemesi, yapılabilecek en makul ve doğru hareket olacaktır.

İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin gelecek 100 yılın iktisat politikalarını belirlemek için seçtiği meslek grupları bugünkü toplumun bütününü temsil etmemektedir.

Ülkenin gelecek 100 yılda uygulayacağı iktisat politikalarını tartışıp öneriler geliştirirken, 100 yıl önce dünya ve ülke gündemine egemen olup sınıflar arası işbirliğini savunan korporatist anlayışla sadece işçi, çiftçi, sanayici, tüccar ve esnafları ele alıp onların talepleri üzerinden bir iktisat programı belirlemek, bugünün koşullarında ne ölçüde doğru ve anlamlıdır? Sadece belirli kesimleri dikkate alarak ortaya çıkacak öneriler “ortak aklı” oluşturur mu? Yoksa 2023 Türkiyesi’nde tüm iş, sektör, meslek ve menfaat gruplarıyla toplumsal sınıfları ve onların arasındaki ilişki ve etkileşimi dikkate alan daha ilerici, yenilikçi ve kapsayıcı yöntemlere mi başvurmak gerekir?

Geride şayet sayıları milyonlara varan küskün bir işsizler ordusu, tarım dışına itilmiş topraksız köylüler, 2022 yılı verilerine göre 13 milyon 722 bin adet işçi, memur ve Bağ-Kur emeklisi, 2020 yılı verilerine göre 8 milyon 812 bin adet mühendis, mimar, plancı, muhasebeci, avukat ve hekim gibi serbest çalışanlar, sendikaların örgütleyemediği milyonlarca işçi ve emekçi, henüz örgütlü olmayan mevsimlik tarım işçileri varsa herkesin görüş, düşünce ve önerisi alınmış olmaz; aksine, sadece ve sadece örgütlenmiş belirli kesimlerin görüşleri alınıp onların o herkesi kucaklamayan önerileri üzerinden yola çıkmış olursunuz.

İşte bütün bu nedenlerle, İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin en kısa sürede 1920’li, 1930’lu yılların o eski korporatist anlayışından vazgeçerek, toplumdaki tüm grup, kesim, topluluk ve sınıfları, aralarındaki bağlantıları ve bunların kesişim noktalarıyla karşılıklı etkileşimlerini de dikkate alarak katılımcı ve çoğulcu demokrasi boyutunda kucaklayan farklı, yeni, ve yaratıcı bir yaklaşımı benimsemesi gerekmektedir.

Gelelim, İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin üç ayrı toplantıda bir araya getirdiği 150 çiftçi kuruluşunun “ilkeler” ve “kararlar” başlığı altında ifade ettiği “Çiftçi Buluşması Deklarasyonu” metninin incelenip değerlendirilmesine:

İzmir Büyükşehir Belediyesi’nce belirlenen çiftçi kurumlarının aldığı ilke ve kararlar, ülke tarımının mevcut birçok sorun ve ihtiyacını kapsamamaktadır.

Ama isterseniz ondan önce 17 Şubat-4 Mart 1923 tarihli Türkiye (İzmir) İktisat Kongresi‘nde çiftçi temsilcisi olarak bir araya gelenlerin, ayan sıfatıyla 17. yüzyıldan bu yana başta Manisa, Akşehir ve çevresinden başlamak üzere tüm Ege Bölgesi’nde hakimiyet kuran Karaosmanoğulları ailesinden gelip Çiftçi Grubu Reisi seçilen Manisa temsilcisi Karaosmanzade Kani Bey‘in başkanlığında görüşüp oyladığı “Çiftçi Grubu’nun İktisadi Esasları” başlıklı metinden söz edelim.

Söz konusu metin, mümkün olduğu kadar günümüz Türkçesi’ne uyarlayıp yazıma eklediğim linkteki metni incelediğinizde de göreceğiniz gibi, “Reji Meselesi”, “Ziraat ve Maarif Meselesi”, “Asayiş Meselesi”, “Aşar Meselesi”, “Ziraat Bankası ve İtibarı-ı Zirai Meseleler”, “Yollar Meselesi”, “Orman Meselesi”, “Ziraatte Hayvanat Meselesi”, “Çiftçiliğe Ait Bazı Maddeler” ve “Ziraatte Makine Meselesi” başlıklı 10 ayrı bölümde yer alan toplam 83 talepten ve bu taleplerin oylanmasıyla ortaya çıkan sonuçlardan oluşmaktadır.

Kongreye katılıp bu kararları alanların tam bir listesi elimizde olmamakla birlikte, kongre öncesinde İktisat Vekaleti‘nce yayınlanan risale ve genelgelere göre her bir kazadan gönderilecek toplam 8 temsilcinin 3’ünün çiftçi olması ve kongreye toplam 1.135 temsilci katılmış olması hesabına göre “Çiftçi Grubu” olarak tanımlanıp bu kararları alıp oylayanların toplam sayısının 425-426 civarında olması gerekir. Ama o dönemdeki günlük gazetelere baktığımızda, kazalar itibariyle seçilen temsilcilerin hiç de bu kurala uymadığını, bazı kazalarda 8’den az ya da fazla temsilci seçildiğini, bazı kazalarda da çiftçilik yapmayanların çiftçi olarak gönderildiğini görürüz. Örneğin Mersin Milletvekili Yusuf Ziya Bey‘in Mersin‘den, İstanbul Emirgan Numune Mektebi muallimi Asım Sungur Bey‘in Çorum Sungurlu‘dan, Cumhuriyet Gazetesi sahibi Yunus Nadi‘nin Çiftçiler Derneği üyesi olarak Ankara‘dan çiftçi temsilcisi olarak gönderilmiş olması bu karışıklığın en iyi örnekleri olarak gösterilebilir. Ayrıca bu durumun diğer işçi, tüccar ve esnaf grubu üyeleri içinde geçerli olduğunu söyleyebiliriz.

1923 tarihi Türkiye (İzmir) İktisat Kongresi‘ne “murahhas” olarak katılanların tümünü gösteren bir liste bugüne kadar yayınlanmamış olsa da, Afet İnan‘ın “İzmir İktisat Kongresi” isimli kitabı ile Gündüz Ökçün‘ün “Türkiye İktisat Kongresi, Haberler-Belgeler-Yorumlar” isimli kitaplarındaki isimleri teker teker tarayarak oluşturduğumuz ve 1.135 katılımcının % 23,70’ini oluşturan 81 ayrı yerleşim merkezinden gelen toplam 269 kişilik liste, tüm eksiklik ve yanlışlarının mazur görülmesi dileğiyle PDF formatında yazımıza eklenmiştir.

10 Ağustos-4 Kasım 2022 tarihleri arasındaki üç ayrı toplantı sonucunda ortaya çıkan ve yazımıza bir link halinde eklediğimiz “Çiftçi Buluşması Deklarasyonu” ise, 15 ilke ile “Tarımsal Gen Kaynaklarının Korunması ve Geliştirilmesi”, “Ürün Planlaması ve Sulama”, “Üreticinin Örgütlenmesi”, “Gıda Üretim Alanlarının Korunması”, “Satış ve Pazarlama”, “Tarımsal Lojistik”, “Tarımda Eğitim ve İnovasyon” ve “Kırsal Turizm” başlıklı 8 ayrı bölümde yer alan toplam 57 taahhütten oluşmaktadır. “Çiğli Buluşması Deklarasyonu“nun hazırlığında katkısı olanların sayısı belediye haberlerinde 150 olarak verilmiş olmakla birlikte bunların hangi çiftçi kuruluşları olduğunu yazılı olarak sormuş olmamıza karşın, katılımcı kuruluş ve temsilcilerinin isimlerini bugüne kadar öğrenemedik. Tabii ki şahsen tanıdığımız 5-6 kurum ve temsilcisi dışında…

Söz konusu toplantılarla ilgili görsellerde -muhtemelen son toplantıda- gözümüze çarpan Cumhuriyet Halk Partisi‘nin tarım konusundaki çalışmalarında ön plana çıkan Bursa Milletvekili ve ziraat mühendisi Orhan Sarıbal‘ın bu çalışmalara davet edildiğini; böylelikle, bu toplantılarda alınan kararlarla Cumhuriyet Halk Partisi‘nin tarım politikaları arasında bir bağlantı kurulmak istendiği anlaşılmaktadır.

Ama diğer yandan da, Deniz Baykal‘ın CHP genel başkanı olduğu 2008 yılında son şeklini alan CHP Parti Programı‘ndaki tarımla ilgili değerlendirme ve vaatlerin, son yıllarda önce İzmir Büyükşehir Belediye başkanları Aziz Kocaoğlu ve Tunç Soyer tarafından ortaya atılan “Tarımda İzmir Modeli” ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin tarım danışmanı TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası eski başkanı ve CHP eski milletvekili Doç. Dr. Gökhan Günaydın‘ın ortaya attığı “Tarımda İstanbul Yaklaşımı” ya da başka bir yaklaşım çerçevesinde dikkate alınarak günümüz koşullarına uygun olarak güncellenmediğini de unutmamamız gerekiyor.

1923 tarihli “Çiftçi Grubu’nun İktisadi Esasları” ile 2023 tarihli “Çiftçi Buluşması Deklarasyonu” metnini yazım dili açısından karşılaştırdığımızda, 1923 tarihli ilk belgedeki hususların bir talep olarak yazılıp tüm grupların oylaması ile bir karara dönüştürüldüğünü, 2022 tarihli ikinci belgedeki hususların ise geleceğe yönelik bir taahhüt ya da vaat şeklinde ifade edildiği görülecektir.

2023 tarihli “Çiftçi Buluşması Deklarasyonu“ndaki toplam 20 madde halinde belirlediğimiz eksiklik ve yanlışlıklarını teker teker anlatmaya kalktığımızda;

“Yerli ve milli” olmak ya da olmamak…

1. Söze, “geleceğin Türkiyesi’nin tarım politikaları, bilim ve üstün kamu yararı doğrultusunda çiftçi ve üreticiden yanadır” diyerek başlamak varken; AKP jargonundan çalınan “yerli ve milli olmak” söylemiyle başlamak, başta sermaye olmak üzere emek, teknoloji ve bilginin dünya ölçeğinde istediği şekilde dolaştığı bir zamanda, yabancı ülke, şirket ve kişilerin ülkemizde tarım toprağı alarak sektörün bir tarafı haline dönüştüğü ve bir tarım aktörü olarak onlarla birlikte çalışıp “Terra Madre” isimli bir İtalyan markasına bu ülkenin kadim topraklarında yer aradığınız bir zamanda, popülist söylemlerden medet ummaktan başka bir şey değildir. Zira bu cümlenin gerisinden gelen hiçbir ilke ve karar, ülke tarımının “yerli ve milli” olmasını sağlayacak politika, strateji, uygulama ve faaliyetleri kapsamamakta, bunun nasıl yapılacağını açıklamamaktadır.

O nedenle, ülke tarımının durumunu bilimsel yöntemlerle doğru ve net bir şekilde ortaya koyup sorun ve ihtiyaçlarını belirlenmeden; yani, ele alınan konunun “mevcut durum analizi” yapılmadan, nedenler yerine sadece arzuları dikkate alan bu ve buna benzer çalışmalarla bir yere varılamayacağı bilinmelidir.

“Kırsalda doğan her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı” diye bir şey…

2. Çiftçi Buluşması Deklarasyonu“nun 2. maddesindeki, “geleceğin Türkiyesi’nin tarım politikası, kırsalda doğan her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşına onurlu, nitelikli ve evrensel değerlere erişebildiği bir yaşam hakkı tanır” ifadesi, şayet Ulusal Kurtuluş Savaşı‘nın hemen ertesindeki Türkiye (İzmir) İktisat Kongresi‘nin sonuç bildirisine yazılmış olsaydı, o günlerde yaşanan savaşın, zaferin ve zorlukların getirdiği heyecanla bir anlam ya da haklılık kazanırdı. Çünkü o zaman ülke toprakları üzerindeki egemenliğimizi kaybetmiş ve onu yeniden kazanmak için savaşıyorduk. Ama o egemenliği kazanışımızdan tam tamamına 100 yıl sonra, yaşam hakkı açısından kırsalda doğanları, doğmamış olanlardan ayıran; örneğin kırsalda doğmamış benim gibi insanları ya da savaşların, açlıkların ve diktatörlüklerin zorlamasıyla gönüllü ya da zorunlu olarak ülkemize göç eden göçmen, mülteci ve sığınmacıların ücret karşılığında Torbalı‘daki ya da Kemalpaşa‘daki meyve bahçelerine girip toprağı belledikleri, meyve topladıkları ya da Gürcistan ya da Ermenistan‘dan gelen geçici tarım işçilerinin çay ve fındık bahçelerine girip ücret karşılığında çalıştıkları zaman onları o onurlu, nitelikli ve evrensel değerlere erişebilir yaşam hakkından yoksun mu kılacağız acaba diye düşünmekten kendimi alamıyorum.

O nedenle, bence tarım alanında çalışan tüm insanları ve hatta doğanın devamını sağlayan bitki tohumlarını bile 1789 Fransız İhtilali‘nin ürünü olan “milliyetçi” ya da “milli olmak” düşüncesiyle birbirinden ayıranların bu ayrımcı politikayı çıkıp bizlere açıklaması gerekir diye düşünüyorum….

Tüm iktisat politikalarını endüstriyel bir sürece bağlamak…

3. Hazırlanan “Çiftçi Buluşması Deklarasyonu“nda, önümüzdeki yeni bir yüz yılla ilgili tarımsal iktisat politikalarının, neoliberal kapitalist sistemin son icatlarından biri olarak piyasaya sürülen; ama, aslında tüm ekonomik kaynakları hunharca yok edip yağmalayan kapitalizmin, atık üretimi ile ilgili endüstriyel bir süreci sürdürülebilir hale getirmek amacıyla ortaya koyduğu “döngüsel ekonomi” kavramı üzerinden izah edilmeye çalışıldığı görülmektedir.

Tarım topraklarının adaletsiz dağılımı ile topraksız köyü sorununu görmemek ya da görmek istememek…

4. Türk tarımının en önemli sorunu olan tarım topraklarının adaletsiz dağılımı ve bunun doğal bir sonucu olarak ortaya çıkan topraksız köylü olgusuna, buna ilişkin toprak ve tarım reformu hedeflerine, aynen, 7, 8, 9, 10 ve 11. ulusal kalkınma planlarında yapıldığı gibi bu bildirgede de yer almadığı, ülkemizde sanki böyle bir temel sorun, ihtiyaç ve talep yokmuş gibi davranıldığı görülmektedir.

Tarım örgütlenmesinde sendikaları unutmamak…

5. Söz konusu sonuç bildirgesinde tarımda örgütlenme bağlamında kooperatif ve üst birliklerinden söz edilirken tarım emeğinin örgütlenmesini sağlayan sendikalaşmadan söz edilmemesi Türk-İş ve Hak-İş bünyesinde yer alan tarım ve orman işçileri sendikaları ile Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu kapsamında çiftçilerin çıkarlarını ulusal ve uluslararası kurumlara, şirketlere karşı korumak amacıyla Üzüm Üreticileri Sendikası (Üzüm-Sen), Tütün Üreticileri Sendikası (Tütün-Sen), Fındık Üreticileri Sendikası (Fındık-Sen), Ayçiçeği Üreticileri Sendikası (Ayçiçek-Sen), Hububat Üreticileri Sendikası (Hububat-Sen), Zeytin Üreticileri Sendikası (Zeytin-Sen) ve Çay Üreticileri Sendikası (Çay-Sen) olmak üzere ürün bazında örgütlenen yedi sendikanın dikkate alınmaması, sendikalaşmanın ayrı bir örgütlenme alternatifi olarak yok sayılması anlamına gelir.

O nedenle, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı‘nca yayınlanan 2022 Temmuz istatistiklerine göre Türkiye’de avcılık, balıkçılık, tarım ve ormancılık işkolunda çalışan 183.903 işçiden % 20,53’ünü; yani 37.741 işçinin örgütlü olduğu tarım işçileri sendikalarının tarım örgütlenmesinde dikkate alınması gerekir.

Topraksız yoksul tarım işçiliğinin nedenlerinden biri olan sözleşmeli tarımı unutmak…

6. Tarımda yoksullaşması ile çiftçinin ve küçük üreticinin tarım işçisine dönüşmesinin en temel yöntemlerinden biri olan “sözleşmeli tarım“dan tek bir söz edilmeyişi ve buna dair bir amaç ya da hedefin belirlenmeyişi de körler-sağırlar oyununun en iyi örneklerinden biri olmuştur. Daha önce bu konuda net politikalar izleyen TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası‘nın sessiz kalması da anlamlı bir durumdur.

Tarımdaki yabancı sermaye ile yerli firmalarla işbirliği yapan ulus-ötesi yabancı gübre, ilaç, tohum tekellerini unutmak…

7. Ülke tarımındaki yabancı sermaye yatırımları ile gübre, zirai ilaç ve tohum gibi alanlarda faaliyet gösteren ya da yerli firmalarla işbirliği içinde çalışan, büyüklük ve siyasi güç itibariyle ülke politikalarını etkileyip yönlendiren, çoğu kez endüstriyel tarımı destekleyen yabancı ya da ulus-ötesi tekeller konusundaki iktisat politikalarının ne olacağı, bunların ülke tarımını olumsuz etkileyen uygulamaları hakkında neler yapılacağı da unutulan ya da unutturulmak istenen konulardan biri olsa gerek…

Suyun sürdürülebilirliği kadar ticari bir meta olmaması gerektiğini de unutmamak….

8. Düzenlenen deklarasyonda suyun akılcı kullanımına dair birçok politika bulunmasına rağmen hem tarımda hem de diğer alanlarda kullanılan müştereğimiz suyun ticari bir meta haline gelmesi konusunda sessiz kalınması da anlamlıdır.

Tarımın kurumsallaşması ile ilgili vaatlerdeki savrukluk…

9. Ülkemizin önümüzdeki 100 yılı içinde tarımsal iktisadi politikaları çerçevesinde kurulacağı vaat edilen 10 adet tarımsal kurumun içinde halen mevcut olanların; örneğin kurulacağı vaat edilen Milli Su Konseyi‘nin görevlerini yapan bir Türkiye Su Enstitüsü örgütünün var olduğu; ayrıca, Türkiye‘deki bitki, hayvan, su ürünleri ve mikroorganizma genetik kaynaklarına ait araştırmalarla koruma faaliyetleri Tarım ve Orman Bakanlığı‘na bağlı Tarla Bitkileri Tarımsal Araştırmalar ve Politikalar Genel Müdürlüğü‘ne bağlı araştırma merkezi, enstitü, laboratuvar ve gen bankaları düzleminde yapıldığı halde aynı bildirinin “Tarımsal Gen Kaynaklarının Korunması ve Geliştirilmesi” başlıklı bölümünün 2. maddesinde “yerel tür, çeşit ve ırkların korunması için ülke düzeyi ve farklı coğrafi bölgelerde Tarımsal Gen Kaynaklarını Araştırma ve Geliştirme Merkezleri“nin ve bunun bir tekrarı niteliğinde olmak üzere, aynı metnin “Tarımda Eğitim ve İnovasyon” başlıklı bölümünün 4. maddesinde “tarımsal gen kaynaklarını korumak ve geliştirmek için bir yıl içinde Türkiye Tarım Genetiği Laboratuvarının kurulacağı” vaat edilmiştir.

Anlaşılan odur ki, bu kararların temelini oluşturacak Türkiye tarımı ile ilgili inceleme, araştırma ve mevcut durum analizi çalışmaları toplantı öncesinde yeterince yapılmadığı ve karar verecek olan temsilcilere dağıtılmadığı ve temsilcilerin ülkemizdeki tarım sistemini yeterince bilmediği anlaşıldığı için ortaya böylesine yanlış vaatler çıkmıştır.

Vaatlerin yerine getirilmesi ilgili vadeler, işin gerçeği ile uyuşmayacak kadar afakidir…

10. Verilen bazı vaatlerdeki gerçekleşme sürelerinin ülke gerçeklerine uymayacak şekilde afaki olduğu görülmektedir. Türkiye’deki tüm ilçelerdeki yerel tohum, hayvan , süs ve peyzaj bitkileri ile ilgili tür, çeşit ve ırk tespitlerinin tespit tarihinden itibaren bir yıl içinde yerinde koruma altına alınması, kır kent gelişme bölgelerinin bir yıl içinde belirlenmesi, her ilde en geç iki yıl içinde bir uygulamalı tarım lisesi kurulması, Türkiye Fidan Laboratuvarı‘nın bir yıl içinde kurulması bu gibi kararlara örnektir. Anlaşılan o ki, bu kararları verenler şimdiye kadar böylesi kurum ve kuruluşların oluşumunda görev almamışlar, bu konuda tecrübe sahibi olmamışlardır.

Yapılan vaatlerde, bozulup darmaduman edilmiş tarım sisteminin eski normal düzeyine getirilebileceği bir rehabilitasyon döneminin öngörülmediği anlaşılmaktadır…

11. Ülkemizdeki mevcut tarım sisteminin mevcut durumu, tarımdan anlamayan insanları bile kaygılandırırken ve mevcut AKP iktidarlarının tarım sisteminde kalıcı hasarlar bıraktığı bilinirken herhangi bir iktidar değişikliğinde sanki bunların hiçbiri olmamış gibi yola kalındığı yerden devam edileceğini düşünmek ya tarımı bilmemektir ya da tüm somut gerçeklere rağmen pembe bulutların üstünde gitme alışkanlığından vazgeçmemektir…

Tarım, hayvancılık ve balıkçılık ürünlerinin satış ve pazarlamasında dikkate alınmayan noktalar…

12. Tarım ürünlerinin satış ve pazarlamasında önemli bir durak olarak nitelediğimiz ve ürünlerin tüketiciye ulaşması açısından çeşitli sorunları barındıran sebze, meyve ve balık gibi ürünlerle ilgili toptancı halleri ile ilçe belediyeleri tarafından açılan semt ve üretici pazarlarının; ayrıca son günlerde sık sık gündeme gelen büyük alışveriş merkezlerini (AVM) unutmak, bunlarla ilgili tarımsal politikalar belirlememek de büyük bir eksiklik olarak değerlendirilmelidir.

Mevcut tarım sistemini değiştirirken bir risk ya da tehlike olarak karşımıza çıkabilecek siyasi, ekonomik ve hukuki engelleri dikkate alıyor muyuz?

13. Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Bankası (WB), Amerikan Merkez Bankası (FED), Avrupa Merkez Bankası (ECB), Dünya Sağlık Örgütü (WHO), Dünya Ticaret Örgütü (WTO), uluslararası banka, fon, kalkınma ajansı gibi kapitalizmin küresel örgütleriyle imzalanan sözleşme ve anlaşmalarla kurulan bağlayıcı ilişkiler ve bunun 5488 ve 5553 sayılı Tarım ve Tohumculuk Kanunları gibi ülke mevzuatına yansıyan yönleriyle ortaya çıkan yeni tür kapitülasyonların nasıl çözümleneceğine dair vaatlerin unutulduğu ya da unutulmasa bile bu yeni bağlılık türünden yana bir tavır sergilendiği anlaşılmaktadır.

Ülkemizin sulama ile ilgili politika ve uygulamaları anlatıldığı gibi mi?

14. TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası‘nın 7. maddedeki sulama ile ilgili şerhi yerinde ve doğru bir müdahaledir. Metindeki anlatım merkezi yönetimin sulama ilgili politika ve uygulamalarını yansıtmamakta, aşırı sulama konusunda yapılanları göz ardı etmektedir.

Belediyelerin, ülkemizin tarım politikası içindeki yeri ve fonksiyonu net bir şekilde gösterilmelidir…

15. Ülkemizdeki tarımsal faaliyetlerin asıl sorumlusu, Tarım ve Orman Bakanlığı ve bağlı kuruluşları olduğuna göre, hazırlanan deklarasyonda belediyelerin bu yapılanma içindeki yer, fonksiyon ve görev paylaşımlarını net şekilde gösteren önerilerde bulunulmalıdır.

Tarımla ilgili tanım, kavram ve anlayışlardaki farklılıklar

16. Çiftçi Buluşması Deklarasyonu“nun bazı bölümlerinde tarımsal faaliyetlerin doğasına aykırı benzetmeler ya da yanlış tanımlamalar yapıldığı görülmektedir. Deklarasyonun 10. maddesinde buğdayın her bölgede farklı mevsimlerde ekilip biçilmesi ile ilgili bölgesel farklılıkların bir “çeşitlilik” olarak tanımlanması buna örnektir. Türkiye gibi büyük ülkelerde birbirinden uzaktaki farklı bölge, havza ve yerlerdeki tarım ürünlerinin hem fiziki coğrafyanın farklılığı hem de iklimin etkisi ile farklı mevsimlerde hasat edilmesi o ülkedeki “biyolojik çeşitlilik” kavramını çağrıştıran çeşitliliği değil, farklı tarım bölgelerinin varlığını gösterir.

Hazırlanan metinler, ülkemizin bundan sonraki 100 yıllık iktisat politikaları ile ilgili olup İzmir İktisat Kongresi‘nin kendi özel tarihinde önemli bir yere sahip olacağından, kullanılacak sözcüklerin seçiminde tarımın kendine ait dil, sözcük ve kavramlarının kullanılması konusunda daha hassas olunması, olgu, olay ve vakaların doğru sözcük ve kavramlarla tanımlanıp ifade edilmesi uygun olacaktır.

Tarımın finansmanı ve özellikle de Ziraat Bankası’nın uygulamaları niye unutulur ki?

17. 1923 tarihli ilk İzmir İktisat Kongresi’nde bile Ziraat Bankası uygulamaları hakkında şikayetler ve haklı talepler bulunmakla birlikte; tarımı finanse edip krediler veren bankaların; özellikle de bu alanda görevli olan Ziraat Bankası’nın tarımın ya da tarım dışı faaliyetlerin finansmanı konusundaki yanlış ve partizan uygulamalarından söz edilerek talepte bulunulmamış olması, ikinci yüz yıllık dönemde uygulanacak banka ve finans politikalarını belirlemek açısından büyük bir eksiklik olmuştur.

Tarıma dayalı organize sanayi bölgeleri ne ölçüde yararlı ki, bu konuda vaatte bulunuluyor?

18. Ülkemizdeki bugüne kadarki uygulamaları açısından, kurulduğu doğal çevre ve kaynaklarla yakın çevrede yaşayan insan yerleşimleri açısından büyük sorunlara neden olduğu anlaşılan; ayrıca, bu bölgelerde sıklıkla uygulanan sözleşmeli tarım yöntemi ile çevredeki çiftçilerin yoksullaşıp tarım işçisine dönüşmesini sağlayan ve bu özelliği nedeniyle endüstriyel tarımın gelişme odaklarından biri olarak kabul edilen tarıma dayalı ihtisas organize sanayi bölgeleri konusu yeterince tartışılıp değerlendirilmeden, bu bölgelerin bir çözüm olarak önerilmesi, küçük çiftçiyi koruduğunu, sözleşmeli tarıma karşı çıktığını söyleyip bu kararın altına imza atanlar açısından yanlış bir davranış olmuştur.

Büyükşehir belediyeleri kapsamındaki köy-kent ayrımı ile ilgili yanlışlıklar unutuldu mu?

19. 2012 tarihli 6360 sayılı kanunla büyükşehir belediyesi sınırları içinde mahalleye dönüştürülen köylerle mahalleye dönüştürülen bu köylerin daha sonra 7254 sayılı kanunla “kırsal mahalle” ya da “kırsal yerleşik alan” olarak tanımlanması ile ortaya çıkan sorunun, ülkemizin önümüzdeki 100 yıllık tarımsal iktisat politikalarının belirlendiği böylesine önemli bir belgede dikkate alınmaması, buna dair bir politika vaadinde bulunulmaması büyük bir eksiklik oluşturmuştur.

Tarım üniversitesi kurulması ile ilgili vaadin deklarasyondan kaldırılmış olması doğru bir müdahaledir.

20. İzmir İktisat Kongresi ile ilgili http://www.iktisatkongresi.org isimli İnternet sitesinde, “Çiftçi Grubu Deklarasyonu“nun hazırlanması sırasında bir tarım üniversitesi kurulmasından söz edilmemiş olsa da; toplantılara katılan arkadaşlarımdan aldığım bilgilere göre, bu konu ile ilgili bir vaadin katılımcıların genel olarak karşı çıkması nedeniyle deklarasyon metninden çıkarıldığını öğrendim.

Evet bu müdahale de konusu ve gerekçesi itibariyle doğru, yerinde bir müdahale olmuş; böylelikle mevcut ziraat fakülteleri dışında hesapsız kitapsız bir şekilde popülist bir söylemle yeni bir üniversitenin açılması hayali engellenmiş, bugünkü koşullarda iş bulmakta zorlanan ziraat mühendislerine yenilerinin eklenmesinin yolu kapatılmıştır.

Gelecek yazımızda İşçi Grubu adıyla bir araya gelen sendika temsilcileriyle uzmanların hazırladığı “İşçi Grubu Deklarasyonu”nu inceleyip değerlendirmek dileğiyle…

Devam Edecek….

Yazının ilk bölümü:

İzmir İktisat Kongresi (1)

Yararlanılan Kaynaklar

A. Gündüz Ökçün, İzmir İktisat Kongresi, 1923-İzmir, Haberler-Belgeler-Yorumlar, Bütün Eserleri 4, Sermaye Piyasası Kurulu, Yayın No: 59, 4. Baskı, Ankara-1997.

Afet İnan, İzmir İktisat Kongresi, 17 Şubat-4 Mart 1923, Türk Tarih Kurumu, 3. Baskı, Ankara 2020.

İzmir İktisat Kongresi, 17 Şubat-4 MArt 1923, İzmir Büyükşehir Belediyesi Kent Kitaplığı, İzmir, Haziran 2001.

Kazım Karabekir, İktisat Esaslarımız (Hatır ve Zabıtlarıyla 1923 İzmir İktisat Kongresi), Emre Yayınları, 2001.

Özal Çiçek, “Türkiye Tarımında Sendikalaşma Mücadelesi: Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu Örneklemi“, Institutions National İdentity, Power and Governance in the 21. Century/Proceeding Book, ss.35-54

Serdar Şahinkaya, “Türkiye İçin Seçenek Var… İzmir İktisat Kongresi 1923-2006″, Mülkiye Dergisi C: XXX, Sayı: 250, s.191-196.

Gürol Ergin, “Cumhuriyet’ten Geleceğe Türkiye Topraklarının Mülkiyet Yapısı“, Toprak Mülkiyeti Sempozyum Bildirileri, Memleket Yayınları, Haziran 2010, Ankara, ss.64-72.

Ruşen Keleş, Ayşegül Mengi, Türkiye’de Kırsal Kalkınma Politikaları, İmge Yayınları, 1. Baskı, Kasım 2022, Ankara.

Taner Timur, Türk Devrimi ve Sonrası, İmge Yayınları, 2018 Ankara.

Şenay Balbay, Adem Sarıhan, Edip Avşar, “Dünya’da ve Türkiye’de Döngüsel Ekonomi/Endüstriyel Sürdürülebilirlik Yaklaşımı“, Avrupa Bilim ve Teknoloji Dergisi, Sayı 27, Kasım 2021, s.557-569

İzmir İktisat Kongresi (1)

Ali Rıza Avcan

Önümüzdeki 17 Şubat-4 Mart 2023 tarihleri arasında İzmir’de tam 100 yıl önce aynı tarihlerde yapılmış olan Türkiye (İzmir) İktisat Kongresi‘nin 100. yılı birtakım etkinliklerle kutlanacak. Aldığımız bilgilere göre, kutlama için biri İzmir Valiliği, diğeri de İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından ayrı ayrı iki ayrı program uygulanacak. Böylelikle son yıllarda sık sık olduğu gibi, merkezi yönetimle yerel yönetimin temsilcileri hepimiz için önemli olan bu tarihi olayda ayrı ayrı toplanıp bir araya gelmeyi beceremeyecekler.

Bilindiği gibi, ilki 17 Şubat-4 Mart 1923 tarihlerinde arasında yapılan Türkiye (İzmir) İktisat Kongresi daha sonraki yıllarda, ikincisi 12 Eylül faşist dikta rejimi dönemine isabet etmek suretiyle 3, 4 ve 5. kez, İzmir İktisat Kongresi adıyla Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) ve Kalkınma Bakanlığı tarafından 2-7 Kasım 1981, 4-7 Haziran 1992, 5-9 Mayıs 2004 ve 30 Ekim-1 Kasım 2013 tarihlerinde İzmir‘de yapılmış ve her bir toplantıda yapılan konuşmalar, alınan kararlarla adeta suya yazılar yazılmıştı.

İzmir Valiliği, kendi kutlama programı için, 100 yıl önce kongrenin yapıldığı yerde olmasına rağmen büyük bir değerbilmezlikle yıkılan Hamparzum Hanı‘nın beton bir kopyasını yapmak için kolları sıvamış durumda ve ihale yapmaksızın; ayrıca, inşaat ruhsatı almaksızın -tam da bugünkü hukuk tanımayan kamu yönetiminin somut bir örneği olarak- yandaş bir müteahhide, dışı kötü bir “kopya“, içi ise aslına uygun olmayan betonarme bir yapıyı yaptırmakla meşgul.

İzmir Büyükşehir Belediyesi ise her toplantı karesinde karşımıza çıkan başkan danışmanı Güven Eken’in işin içinde olduğu bir süreçte, yeni kurulan İzmir Planlama Ajansı‘nın (İPA) verdiği sekretarya hizmetleri çerçevesinde “İkinci Yüzyılın Kongresi” adıyla bir programı uygulamaya koydu. Bu programa göre, İzmir Tarihi Havagazı Fabrikası‘nda yapılan 10 Ağustos 2022 tarihli Çiftçi Grubu Birinci Ön Buluşması, İzmir Tarımı Geliştirme Merkezi (İZTAM)‘da yapılan 5 Ekim 2022 tarihli Çiftçi Grubu Teknik Çalıştayı ve Ödemiş‘in Ovakent Tütün Deposu‘nda yapılan 4 Kasım 2022 tarihli Çiftçi Buluşması‘nda bir araya gelen toplam 150 çiftçi kuruluşu ile CHP Genel Başkan Başdanışmanı ve Bursa Milletvekili Orhan Sarıbal‘ın katılımıyla “Çiftçi Buluşması Deklarasyonu” adını taşıyan 15 ilke ile 8 bölümde yer alan 57 adet karardan oluşan bir metni, TMMOB ile TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası‘nın üç ayrı konudaki şerhi ile birlikte imzalanarak kamuoyuna duyuruldu.

Diğer yandan, 10 Ağustos 2022 tarihinde Tarihi Havagazı Fabrikası‘nda yapılan İşçi Grubu Birinci Ön Buluşması, 5 Ekim 2022 tarihinde İzmir Tarımı Geliştirme Merkezi (İZTAM)’da yapılan İşçi Grubu Teknik Çalıştayı ile 17 Kasım 2022 tarihinde İzmir Tarihi Havagazı Fabrikası‘nda yapılan İşçi Buluşması‘nda bir araya gelen ve aralarında Birleşik Kamu-İş, DİSK, HAK-İŞ, KESK ve TÜRK-İŞ‘în bileşeni 50’den fazla sendika ile iki bağımsız sendika temsilcisinin, “İş Güvencesi ve Sendikal Örgütlenme“, “Çalışma Yaşamı“, “İstihdam ve Sosyal Politika” ve “İş Kollarına İlişkin Düzenlemeler” başlığı altında tartıştıkları konularla ilgili kararların, “Sonuç Bildirgesi” adını taşıyan 14 maddeden oluşan bir metinde bir araya getirildi ve İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer tarafından kamuoyuna duyuruldu.

23 Ağustos 2022 tarihinde Tarihi Havagazı Fabrikası‘nda yapılan Sanayici, Tüccar ve Esnaf Grubu Birinci Buluşması, 5 Ekim 2022 tarihinde İzmir Tarımı Geliştirme Merkezi (İZTAM)‘da yapılan Sanayici, Tüccar ve Esnaf Grubu Teknik Çalıştayı ve 1 Aralık 2022 tarihinde Swissotel Büyük Efes‘in konferans salonunda yapılan Sanayici, Tüccar ve Esnaf Buluşması‘nda “Dijitalleşme ve Veri Yönetimi“, “Planlama“, “Doğayla Uyum“, “Demografik Hareketlerin Yönetimi“, “Eğitim“, “Kapasite Geliştirme“, “Düşünce Sermayesi ve Yeni Meslekler“, “Yeni Nesil Rekabetçilik“, “Girişimcilik“, “Uluslararası Ağlar ve Turizm” ve “Enerji” gibi birbirinden farklı birçok konu tartışılarak 25 ilke belirlendi ve bu ilkeler İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer tarafından kamuoyuna duyuruldu.

Şu ana kadar hangi kurum ve kişilerin bu toplantılara davet edildiği ve bunlardan hangilerinin bu davete icabet ettiği hususunun ne olarak bilinmediği bu dokuz ayrı toplantı sonucunda ortaya çıkan bildirgelerdeki ilke ve kararlar, ilan edilen programa göre Ocak 2023’de “demokrasi“, “doğa“, “tarih” ve “inovasyon” konulu dört ayrı uzman buluşması çerçevesinde tartışılarak sahadan gelen görüşler, yeni ekonomik kavramlar ve akademik bilgilerle sentezlenecek.

İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin 30 Kasım 2022 tarihli haberi ile de “İkinci Yüzyılın İktisat Kongresi” organizasyonunun ana sporlarının Türkiye İş Bankası, Arkas Holding ve Yaşar Holding olduğunu öğrendik.

Biz ise bugünden itibaren, 17 Şubat-4 Mart 1923 tarihleri arasında İzmir‘de yapılan Türkiye (İzmir) İktisat Kongresi ile tarihi gerçekleri hatırlattıktan sonra bu kongrenin 100. yılında İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nce hazırlanan bir program çerçevesinde 150 çiftçi kuruluşu, 50 işçi sendikası ve 135 sanayici, tüccar ve esnaf temsilcisi tarafından hazırlandığı söylenen toplam 55 ilke ve karardan oluşan bildirgelerin, bugünkü Türkiye gerçeği ile ne derece uyuştuğunu, hangi grupların hangi konuları ele alıp hangi konuları ele almadığını ortaya koyup bir anlamda Ocak 2023’de yapılacak uzman buluşmasına yardımcı olmaya çalışacağız.

100 yıl önce neler yapılmış, neler yaşanmıştı?

Türkiye (İzmir) İktisat Kongresi, daha doğrusu bu kongre ile Lozan Antlaşması arasındaki neden-sonuç ilişkisi, özel yaşamımın iki önemli noktasında karşıma çıkan bir konu olmuştur. Bu konu ilk önce sevgili hocam Prof. Dr. Taner Timur‘un “Türk Devrim Tarihi” isimli dersin yazılı sınav sorusu, daha sonra da üniversiteyi bitirdiğimde katıldığım ilk müfettişlik sınavında sözlü sınav sorusu olarak karşıma çıkmış, aradan bir iki yıl geçtikten sonra da, değerlendirme kurulu üyesi olarak görev yaptığım bir başka müfettişlik sınavında da soruların arasına katıp yazılan cevapları değerlendirdiğim bir konudur.

Bu anlamda 17 Şubat-4 Mart 1923 tarihleri arasında İzmir‘de yapılan Türkiye (İzmir) İktisat Kongresi, Ulusal Kurtuluş Savaşı sonrasında İsviçre‘nin Lozan kentinde, İsmet İnönü başkanlığındaki Türk heyeti ile bir araya gelen emperyalist ülke temsilcilerinin, Türkiye‘nin gelecekte kapitalist sistem içinde yer alıp almayacağı ile ilgili kaygıları nedeniyle kilitlenip ara verilen görüşmelerin devamını sağlamak amacıyla yapılan; böylelikle, Türkiye‘nin gelecekte devlet ve özel sektörün katılımı ile oluşturulacak karma ekonomi modeli ile kapitalist sistem içinde kalacağının ilan edilmesi suretiyle kilitlenen görüşmelerin devamını sağlayan, bu arada da çiftçi, işçi, tüccar ve sanayi grubunun korporatist bir yaklaşımla yeni ekonomik düzenden ne beklediğini ortaya koyan bir kongre, savaş sonrasındaki Türkiye ekonomisi açısından önemli bir dönüm noktasıdır.

Nitekim sevgili hocam Taner Timur‘un, “Türk Devrimi ve Sonrası” isimli kitabında da belirttiği gibi, Batılılara kurulacak rejimin geleceği konusunda teminat vermek isteyen Ankara Hükümeti, 30 Ağustos 1922 sonrasında sol hareketleri kesin olarak tasfiye etmiş, diğer yandan da Lozan görüşmeleri ile aynı tarihlerde başlayan Moskova‘daki Dördüncü Komintern toplantısında bu tasfiye hareketinin kınanmasına karar verilmiş, böylelikle SSCB ile araya mesafe koyulduğu gösterilmiştir. (s.43)

Türkiye (İzmir) İktisat Kongresi, dönemin İktisat Vekili Mahmut Esat Bozkurt‘un çabaları ile düzenlenmiş, ilk kez 5 Ocak 1923 tarihli gazetelerdeki haberlerle duyurulan kongre, bakanın 13 Şubat 1923 tarihinde verdiği demeçle açıklık kazanmış; böylelikle, İzmir‘de toplanması uygun görülen kongreye çiftçi, tüccar, sanayi erbabı ve işçiler ile bütün şirket, banka, borsa ve diğer iktisadi kurumların davet edileceği anlaşılmıştı.

Kongre 17 Şubat-4 Mart 1923 tarihleri arasında 1.135 temsilcinin katılımıyla İzmir‘de ve Hamparzum‘un üzüm-incir işletmesi adıyla bilinen binasında yapılmıştır.

Kongrenin İzmir’de yapılmış olması, Anadolu’da kapitalizmin en fazla geliştiği bölgenin Ege Bölgesi ve İzmir‘in de onun merkezi olmasıdır. İzmir ve çevresindeki zirai ve ticari faaliyetleri yürüten Rum, Ermeni ve Yahudi gibi azınlıklarla Levantenlerin emperyalist ülkelere verilmiş kapitülasyonlar çerçevesinde, İngiliz, Fransız, İtalyan ve Amerikan sermayesi ile kurdukları güçlü ilişkiler ve bu ilişkilerin geleceğinin ne yöne evrileceği; ayrıca, kenti terk edenlerin geride bıraktıkları malların bilinmeyen akıbeti, daha doğrusu Lozan görüşmelerini tıkayan Türkiye‘nin bundan böyle SSCB‘nin mi, yoksa kapitalist batı sisteminin mi yanında duracağı sorusuna verilmiş en anlamlı cevap olduğu düşünülebilir.

Nitekim kongrenin hangi binada yapılacağı konusunda bile Karataş‘ta bulunan İttihat ve Terakki Mektebi yerine önceleri Guiffraylara, daha sonra Aram Hamparzum ve Bakırcıyan ailesine ait olup 17 Şubat 1923 tarihinde kimin mülkiyetinde olduğu kesin olarak bilinmeyen tütün ve incir işletmesi binasının seçilmiş olması bile anlamlı olabilir.

17 Şubat-4 Mart 1923 tarihleri arasında yapılan Türkiye (İzmir) İktisat Kongresi‘ne işçi, çiftçi, tüccar ve sanayi grubu üyesi olarak katılan toplam 1.135 delegenin, kongre kapsamında yaptıkları oturum ve görüşmeler sonucunda üzerinde uzlaşıp “Misak-ı İktisadi Esasları” adıyla açıkladıkları, daha doğrusu Lozan‘da bekleyen İngiliz, Fransız ve Amerikalılarla diğer emperyalist ülke temsilcilerine duyurdukları ilke/taahhüt listesi şu şekilde sıralanmıştır.

MİSAK-I İKTİSADİ ESASLARI

İzmir: 17 Şubat (1339 – 1923) açıldığı gün, Saat : 10

Bütün Türkiye’nin Ziraat, Sanayi, Ticaret ve İşçi zümrelerinden müntehab (seçilmiş) bin yüz otuz beş murahhasın (temsilcinin) iştirakiyle İzmir’de in’ikad eden (toplanan) ilk Türkiye İktisat Kongresi’nin müttefikan (oybirliğiyle) tesbit ve kabul ettiği (Misak-ı İktisadi) esaslarıdır:

Madde 1. Türkiye, milli hudutları dahilinde, lekesiz bir istiklâl ile dünyanın sulh ve terakki (ilerleme) unsurlarından biridir.

Madde 2. Türkiye halkı milli hakimiyetini, kanı ve canı pahasına elde ettiğinden, hiç bir şeye feda etmez ve milli hakimiyete müstenid (dayalı) olan meclis ve hükümetine daima zahirdir (açıktır).

Madde 3. Türkiye halkı, tahribat yapmaz; imar eder. Bütün mesai iktisaden memleketi yükseltmek gayesine matûftur (yönelmiştir).

Madde 4. Türkiye halkı sarfettiği (tükettiği) eşyayı mümkün mertebe kendi yetiştirir. Çok çalışır; vakitte, servette ve ithalâtta israftan kaçar. Milli istihsâli (üretimi) için icabında (gerektiğinde) geceli gündüzlü çalışmak şiârıdır (ülküsüdür).

Madde 5. Türkiye halkı, servet itibariyle bir altın hazinesi üzerinde oturduğuna vakıftır. Ormanlarını evladı gibi sever, bunun için ağaç bayramları yapar; yeniden orman yetiştirir. Madenleri kendi milli istihsâli (üretimi) için işletir ve servetlerini herkesten fazla tanımağa çalışır.

Madde 6. Hırsızlık, yalancılık, riya ve tenbellik en büyük düşmanımız; taassubdan (bağnazlıktan) uzak dindarâne (dindarca) bir salâbet (dayanıklılık) her şeyde esasımızdır. Her zaman faydalı yenilikleri severek alırız. Türkiye halkı mukaddesatına (kutsal inanç ve davranışlarına), topraklarına, şahıslarına ve mallarına karşı yapılan düşman fesad (hile) ve propagandalarından nefret eder ve daima bunlarla mücadeleyi bir vazife bilir.

Madde 7. Türkler, irfân (bilme) ve marifet (beceriklilik) aşığıdır. Türk, her yerde hayatını kazanabilecek şekilde yetişir; fakat herşeyden evvel memleketin malıdır. Maarife (eğitime) verdiği kutsiyet dolayısiyle (Mevlüd-i şerif) kandil gününü, aynı zamanda kitab (kitap) bayramı olarak tes’id eder (kutlar).

Madde 8. Birçok harbler ve zaruretlerden dolayı eksilen nüfusumuzun fazlalaşması ile beraber sıhhatlerimizin, hayatlarımızın korunması en birinci emelimizdir. Türk, mikroptan, pis havadan, salgından ve pislikten çekinir. Bol ve saf hava, bol güneş ve temizliği sever. Ecdâd (atalar) mirası olan binicilik, nişancılık, avcılık, denizcilik gibi bedeni terbiyenin yapılmasına çalışır. Hayvanlarına da aynı dikkat ve ehemmiyeti göstermekle beraber, cinslerini düzeltir ve miktarlarını çoğaltır.

Madde 9. Türk, dinine, milliyetine, toprağına, hayatına ve müessesatına (kurumlarına) düşman olmayan milletlere daima dosttur; ecnebi sermayesine aleyhdar (karşı) değildir. Ancak kendi yurdunda kendi lisanına ve kanununa uymayan müesseselerle (kurumlarla) münasebette bulunmaz. Türk ilim ve sanat yeniliklerini nerede olursa olsun, doğrudan doğruya alır ve her türlü münasebette (ilişkide) fazla mutavassıt (aracılık) istemez.

Madde 10. Türk açık alın ile serbestçe çalışmayı sever; işlerde inhisar (tekel) istemez.

Madde 11. Türkler, hangi sınıf ve meslekte olursa olsunlar, candan sevişirler. Meslek, zümre itibariyle el ele vererek birlikler, memleketini ve birbirlerini tanımak, anlaşmak için seyahatler ve birleşmeler yaparlar.

Madde 12. Türk kadını ve kocası, çocukları iktisadi misaka (anlaşmaya) göre yetiştirir.

Kapandığı gün, 4 Mart 1339, Saat: 11.15

Yüz yıl önce yaşadığımız kentte yapılan bu önemli kongre ile ilgili olarak bugün yapabileceğim en esaslı eleştiri, bu süre içinde Mülkiye‘den sevgili hocam ve dekanım Prof. Dr. Ahmet Gündüz Ökçün‘ün 1968 yılında yaptığı çalışma dışında hiçbir üniversite, tarihçi, tarih kurumu ya da resmi, özel veya sivil kurumun bu kongre ile ilgili kapsamlı bir araştırma yapmayışı ya da yaptırmayışı, İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin bile 2001 yılında Afet İnan‘ın 1982 yılında Türk Tarih Kurumu tarafından yayınlanan “İzmir İktisat Kongresi” isimli kitabını “İzmir İktisat Kongresi 17 Şubat-4 Mart 1923” ismiyle neredeyse tıpkıbasım olarak yayınlaması, 9 Eylül İzmir’in Kurtuluşu ya da kongrenin yapılışının 100. yılına rastlayan 2022 veya 2023 yıllarında bile böyle bir araştırmaya gerek duyulmayışı; bu nedenle de, kongre sonrasında Ankara‘ya gönderilen bir tomar kongre belgesinin halen bulunamayışı ve kongreye katılan 1.135 kişinin bulundukları işçi, çiftçi, tüccar ve sanayici gruplarındaki konumlarını analiz edip sınıfsal konumlarını değerlendirebileceğimiz tüm delege listesinin elimizde olmayışıdır.

Devam edecek…

………………………………………………………….

17 Şubat-4 Mart 1923 tarihli Türkiye (İzmir) İktisat Kongresi ile ilgili okuyabileceğiniz kitaplar:

1. A. Gündüz Ökçün, Türkiye İktisat Kongresi, Haberler-Belgeler-Yorumlar, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayını, Ankara-1968.

2. A. Afet İnan, İzmir İktisat Kongresi 17 Şubat-4 Mart 1923, Türk Tarih Kurumu, 3. Baskı, Ankara-2020.

3. İzmir İktisat Kongresi 17 Şubat-4 Mart 1923, İzmir Büyükşehir Belediyesi Kültür Yayını, Haziran 2001, İzmir.

4. Kazım Karabekir, İktisat Esaslarımız (Hatır ve Zabıtlarıyla) 1923 İzmir İktisat Kongresi.

5. Taner Timur, Türk Devrimi ve Sonrası, Doğan Yayınevi, Ankara-1971.

İzmir Ekonomik Kalkınma ve Koordinasyon Kurulu (İEKKK), İzmir’in kalkınmasında ne ölçüde etkili ve başarılı?

Ali Rıza Avcan

Belediye Başkan Danışmanı Prof. Dr. İlhan Tekeli‘nin çabasıyla oluşturulan “İzmir Yönetişim Ağı“nın önemli bir parçası olarak, İzmir Büyükşehir Belediyesi eski başkanı Aziz Kocaoğlu tarafından 6 Temmuz 2009 tarihinde kurulan İzmir Ekonomik Kalkınma ve Koordinasyon Kurulu (İEKKK), kuruluşundan bu yana geçen 13 yıl 5 aylık çalışma süresi sonrasında şu an itibariyle nerede? Kuruluşunda ifade edilen amacına ulaştı mı ve bugünkü durumu itibariyle İzmir‘in kalkınmasında ve bu kalkınmanın koordine edilmesinde başarılı mı; yoksa, başarısız mı oldu?

Bu tür can alıcı sorulara doğru cevaplar verebilmek için, İzmir Ekonomik Kalkınma ve Koordinasyon Kurulu‘nun çalışabilmesi için İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından düzenlenen “İzmir Ekonomik Koordinasyon Kurulu Çalışma Esasları” başlıklı düzenlemeye bakmamız gerekiyor.

Söz konusu düzenlemenin “Amaç” başlığını taşıyan 1. maddesine göre, İzmir Ekonomik Kalkınma ve Koordinasyon Kurulu, İzmir‘in ekonomik yönden kalkınmasına, ulusal ve uluslararası düzeyde etkinliğinin artırılmasına yönelik ortak akıl geliştirmek ve kentin icra kuruluşu olan İzmir Büyükşehir Belediyesi‘ne istişari düzeyde katkıda bulunmak amacıyla kurulmuş.

Aynı düzenlemenin 4 ve 5. maddelerine göre, İzmir Büyükşehir Belediye Başkanlığı‘nın koordinatörlüğünde; İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin (Başkan ve Genel Sekreteri), İzmir ilindeki kamu kurumlarının, üniversitelerin , özel sektör ve sivil toplum kuruluşlarının temsilcilerinden ve İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı tarafından belirlenmiş kişilerden oluşan İzmir Ekonomik Kalkınma ve Koordinasyon Kurulu‘nun görev ve çalışma alanları şu şekilde belirlenmiş:

1. İzmir’in ekonomik yönden kalkınmasına katkıda bulunacak, ulusal ve uluslararası düzeyde etkinliğinin artırılmasına yönelik fikir, plan ve proje önerilerinde bulunmak, İzmir’in güncel öncelikleri ve sürdürülebilir kalkınmasına ilişkin konularda ortak akıl geliştirmek,

2. İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin mevcut ve planlanan proje ve uygulamalarının geliştirilmesine yönelik önerilerde bulunmak,

3. İl düzeyinde yürütülen projelerin öncelikler doğrultusunda uygulanması ve koordineli bir şekilde yürütülmesi konusunda görüş ve önerilerde bulunmak, destek olmak,

4. Kurulu yönetmek üzere iki yılda bir “Kurul Başkanı” seçmek,

5. Genel görüşülecek konulara ilişkin gerekli hazırlıkları yapmak ve alınan kararların yürütülmesini ve takibini sağlamak üzere Kurul Başkanı’nın önerisi ve Büyükşehir Belediye Başkanı’nın ön onayı ile oluşturulacak çalışma grubu üyelerini seçmek,

6. Belirlenmiş olan esaslara göre yeni üye katılımlarına karar vermek.

Ancak bu kurulun resmi bir kurul değil, tamamıyla İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı’nın inisiyatifi ila kurulmuş sivil bir oluşum, daha doğrusu platform olduğunu belirtmemiz gerekiyor. Ancak yapısı resmi olmamakla birlikte, yüzlerce kişiyi bir araya getiren bu sivil platformun, kuruluş amacını ortaya koyan duyurusunda da belirtildiği gibi İzmir’e, İzmirliye ve İzmir kamuoyuna 2009 yılından bu yana verilmiş bir sözü var: İzmir’in ekonomik/sürdürülebilir kalkınmasına katkıda bulunmak.

Çünkü diğer yandan İzmir’in bölgesel ve ulusal düzeyde kalkınmasından sorumlu olan asıl resmi kuruluş olarak bir İzmir Kalkınma Ajansı (İZKA) var ve bu ajans içinde görev yapan kamu görevlileri, kamu kurulları var. 2006 yılında kurulan ve o tarihten bu yana 16 yıldır hizmet veren İzmir Kalkınma Ajansı‘nın içinde bir kurul başkanı, sekiz kişilik bir yönetim kurulu ve elli kişilik bir kalkınma kurulu bulunmakta.

İzmir Kalkınma Ajansı, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’na bağlı böylesi bir yapılanma ile İzmir’in kalkınmasından yerel düzlemde görevli, sorumlu ve yetkili tek resmi kuruluştur.

İzmir Ekonomik Kalkınma ve Koordinasyon Kurulu ise, İzmir’in kalkınmasından sorumlu İzmir Kalkınma Ajansı‘na ve diğer resmi kuruluşlara yardımcı olmak üzere kurulup gönüllüğü kabul etmiş sivil bir oluşum.

İzmir Ekonomik Kalkınma ve Koordinasyon Kurulu, Devlet-Sivil Toplum-Özel Sektör üçlemesi olarak anlatılan “iyi yönetişim” zihniyetinin, bu ilişki ve işbirliğinden koparılmış bir parçası olarak İzmir Kent Konseyi içinde yer alması gerektiği halde, barındırdığı üniversiteler ve özel sektör kuruluşları ile İzmir’deki “iyi yönetişim” kurallarını bozan, ondan ayrı düşen bir yapılanma karakterini taşıyor. O nedenle de, sadece belediye cephesi ile bazı sivil toplum örgütlerini barındıran İzmir Kent Konseyi‘nden koparılarak özel sektör kurum, kuruluş ve kişilerinden oluşan ayrı bir grup yaratılmış olması, kentle ilgili büyük ve önemli projelerin ortak akıl amacıyla İzmir Kent Konseyi yerine İzmir Ekonomik Kalkınma ve Koordinasyon Kurulu‘na getirilip tartışılması nedenleriyle kamuoyu algısında yaratılan şekliyle bir “patronlar kulübü” olarak eleştiriliyor, asıl yerinin “iyi yönetişim” anlayışı çerçevesinde İzmir Kent Konseyi olduğu ifade ediliyor.

İzmir Ekonomik Kalkınma ve Koordinasyon Kurulu faaliyette bulunduğu 13 yıl 5 aylık süre içinde ve çalışma süreleri birbirinden farklı 11 kurul başkanı zamanında her ay toplam 109 toplantı yapmış ve 2022 yılı Nisan ayından bu yana toplanmamış gözüküyor.

İzmir Ekonomik Kalkınma ve Koordinasyon Kurulu‘nu, kuruluşundan bu yana titizlikle takip eden biri olarak, bu kurulda ilk günden bugüne başkan ve üye olarak toplam 250 kişinin görev yaptığını, 20 Haziran 2022 tarihli toplam 143 kişilik üye listesinin yakın zamanda İzmir Büyükşehir Belediye Başkanlığı‘nca listeye yeni kişilerin eklenmesi suretiyle değiştirilmesi sonrasında çoğu üyenin liste dışında bırakıldığını ve böylelikle toplam üye sayısının 82’ye indirildiği görülmektedir.

İzmir Ekonomik Kalkınma ve Koordinasyon Kurulu‘nda baştan bu yana iş insanları, şirket ve holding sahipleri ve bunların kurdukları dernekler çoğunlukta olmakta, kurulda diğer sendika, meslek odası, kooperatif ve üniversite temsilcilerine de yer verilmekle birlikte temel ağırlığın sermayeden yana olduğu, belediyenin bu temsilcilerle İzmir Kent Konseyi bünyesinde muhatap olmak yerine onları teker teker seçerek oluşturduğu böylesi bir “patronlar kulübü” ile çalışmayı tercih ettiği, tüm kurul başkanlarının onlardan seçildiği görülmektedir.

Bu anlamda söz konusu kurulda 2 adet işçi sendikası konfederasyon temsilcisiyle 2 adet TMMOB‘ne bağlı oda temsilcisinin bulunması, “bulunmuş olmak için bulundurulan“, temsil ettikleri geniş kitle ile kalkınma içindeki yerlerini dikkate almayan bir anlayışa dayanmaktadır. Nitekim yeni düzenlenen 82 kişilik listede kendisi, şirketi, holdingi ya da yöneticisi olduğu iş dünyası derneği düzeyinde üye olanların sayısı en iyiniyetli tespitle 45’e; yani katılımcıların % 54,88’e ulaşmaktadır. Diğer katılımcıların dahil oldukları gruplara göre dağılımı ise şu şekildedir: Belediyeciler: 5 kişi, % 6,10 – Üniversite rektörleri: 9 kişi – % 10,98 – Kamu görevlileri: 1 kişi, % 1,22 – Meslek Odası temsilcileri 5 kişi, % 6,10 – Sendikacılar: 2 kişi, % 2,28, Kooperatifçiler: 3 kişi, % 3,66 – Dernek ve vakıf yöneticileri: 6 kişi, % 7,32 – Spor kulübü başkanları: 4 kişi, % 4,88, Akademisyenler: 1 kişi, % 1,22 ve Danışmanlar: 1 kişi, % 1,22.

Şimdi bu durumda İzmir‘in, Ege Bölgesi‘nin ve ülkemizin ulusal kalkınması anlamında sahip oldukları güç, önem ve öncelik itibariyle doğru, dengeli ve adil bir dağılım yapılmadan oluşturulan bir kurulun nasıl olup da “ortak akıl” yaratacağı, nasıl olup da toplumun tümü adına kalkınmadan yana fikir ve proje geliştireceği, mevcut projeler için düşünceler üreteceği sorulabilir.

Hele ki, Kurul’a şimdiye katılmış 250, şu an üye olan 82 kişi arasında yer alan 6 kişinin (Prof. Dr. Bedriye Tunçsiper, Zekeriya Mutlu, Prof. Dr. Saffet Köse, Yusuf Baran, Kamil Porsuk ve Osman Öztürk) aynı zamanda İzmir Kalkınma Ajansı‘nın Kalkınma Kurulu üyesi olduklarını bildiğimizde…

Ama bütün bunlardan önce, 6 Temmuz 2009 tarihinde kurulup faaliyette olduğu 13 yıl 5 aylık süre içinde toplam 250 kişinin katılımıyla 109 kez bir araya gelen İzmir Ekonomik Kalkınma ve Koordinasyon Kurulu‘nun İzmir’in kalkınması adına, kalkınma için ortak akıl geliştirme adına, İzmir’in kalkınmasının asıl sorumlusu İzmir Kalkınma Ajansı ile arasında etkili bir koordinasyon geliştirmek adına neler yaptığı, İzmir’in kalkınmasında nasıl bir paya sahip olduğudur? Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 2018 yılında gerçekleştirdiği Zeytin Dalı Harekatı‘nı bile destekleyen Kurul’un bunun dışında asıl görevi ile ilgili olarak neler yaptığı bilinmelidir. Daha kısa ve net bir soruyla, bu kurul İzmir’in kalkınması ve koordinasyonunda ne işe yaramaktadır? İzmir bu kurul olmadan kalkınamamakta mıdır? Birinin ya da birilerinin çıkıp bize bu konularda doğru, sağlam, inandırıcı bilgiler vermesi, “biz bu konuda şunu, şunu, şunu yaparak şu ölçüde yararlı olduk, biz olmasaydık bu gelişme olmazdı, işte o nedenle bize gerek var” diye beni ya da bizleri inandırması gerekiyor. Yoksa oraya toplaşan bu beyler, bayanlar başka bir şeye mi yarıyor, örneğin yerel iktidarı yönetip yönlendirmede bu görev mi üstleniyorlar? onu anlatması gerekiyor…

Örneğin, hazırladığı veriler doğru ya da yanlış da olsa, Türkiye İstatistik Kurumu‘nun 2010-2019 döneminde, Birleşmiş Milletler Örgütü‘nün sürdürülebilir denilen kalkınma hareketinin ölçülebilmesi için geliştirdiği “Sürdürülebilir Kalkınma Göstergeleri“ni kullanarak bize Türkiye’nin kalkınması ya da kalkınmaması konusunda bir fikir verdiğini görüyor ve bu verilerin Ege Bölgesi ya da İzmir özelinde de geçerli olup olmadığını, örneğin bu kurul sayesinde tarımın daha fazla geliştiğini, İzmir’de yaşayan nüfusun yaşam kalitesinin arttığını, insanların daha iyi beslenmeye başladığını hazırlanan verilerle kanıtlanmasını istiyorum.

İşte tam da bu noktada, İzmir’deki her topluluk ya da etkinlikte var olmak için çırpınan, kapıdan kovsan bile bacadan girmeye çalışan birinin çıkıp bana yine öküz altında buzağı arıyor diyeceğini tahmin ediyorum. Oysa öküz altında buzağı aramak bence iyi, hayırlı bir şeydir… Hele ki kimin elinin kimin cebinde olduğunun bilinemediği İzmir gibi bir kentte… Bence şimdiye kadar bir öküz ya da buzağıyı elleyememiş kişiler; öküz, iğdiş edilmiş bir erkek sığır olarak buzağı sahibi olamasa da bolluğu, bereketi ve geleceği simgeleyen buzağının anlamını, temsil ettiği şeyleri bilmezler, bilemezler. Ben kendilerine bu konuda da şans diliyor ve İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer‘in onu da -mahzun bırakıp üzmemesi için- İzmir Ekonomik Kalkınma ve Koordinasyon Kurulu‘na üye yapmasını rica ediyorum.

Evet, öküz altında buzağı arayıp 2009’dan bu yana şehirlerin anası İzmir’de doğup anasını arayan bir buzağının, yani onu besleyip büyütecek bir kalkınma hamlesinin olup olmadığını ve şayet böylesi bir hamle, böylesi olumlu bir gelişme varsa, İzmir Ekonomik Kalkınma ve Koordinasyon Kurulu‘nun bu güzel gelişmedeki payını, etkisini, rolünü öğrenmek istiyorum. Böylelikle İzmir Ekonomik Kalkınma ve Koordinasyon Kurulu‘nun aradan geçen 13 yıl 5 aylık süre içinde varlık nedeninin oluşup oluşmadığını ortaya koyup bir müjde olarak İzmirlilerle paylaşmak istiyorum.

Unutmayalım ki, kurduğumuz her örgüt, her kurum ya da kuruluş ortaya atılmış ciddi bir iddianın somut örnekleridir. Bu anlamda, şayet kalkınmadan ve onun koordinasyonundan söz edip bunun için, bize anlatılan tüm “iyi yönetişim” kurallarını dikkate almadan özel bir “patronlar kulübü” kurup “kabul günü” mantığıyla suya sabuna dokunmayan işler yapmayı sürdürmek istiyorsak, bu hareketimizin yararlı olduğunu, başarılı olduğunu, etkili olduğunu göstermek zorunda kalırız. Aksi takdirde kendimizi ve kentimizi, yalıçapkınları yerine kargaların bile güldüğü bir durumda bulur, İzmir’e en büyük kötülüğü yaparız.

İmece ve dayanışmanın ticarileşmesi: Paylaşım ekonomisi

Ali Rıza Avcan

Paylaşım ekonomisi”, Rekabet Kurumu‘nun İnternet sayfasında “bir malın veya hizmetin sahibi tarafından ücretli veya ücretsiz olarak bir çevrimiçi platform üzerinden paylaşılması temeline dayanan bir ekonomi sistemidir. Paylaşım ekonomisi malların satın alınması yerine kiralanması veya paylaşılmasını ifade etmektedir. Paylaşım ekonomisinde mal sahibi, ev, araba, bisiklet vb. gibi kullanmadığı bir malı geçici bir süreliğine başka bir kişiye kiralar. Paylaşım işleminin yapıldığı çevrimiçi platformlar kişilerin birbirlerine güven duyabilmesi adına genellikle bir puanlama ve eleştiri sistemine sahiptir.” şeklinde tanımlanmaktadır. (1)

İzmir Kalkınma Ajansı ise “paylaşım ekonomisi” yanında “Dayanışma Ekonomisi” ya da “İşbirlikçi Ekonomi” gibi kavramları kullanmaktadır. (2)

Kapitalizmin, mal ya da hizmetlerin tüketimi aşamasında ortaya çıkan daralmaları aşmak amacıyla geliştirdiği bu iş modelinin adı, “paylaşım“, “dayanışma” ve “işbirliği” gibi kapitalizm karşıtlarını bile etkileyip ikna edebilecek tılsımlı güce sahip sözcüklerle ifade edildiği için, bizlerde olumlu çağrışımlar yapmakla birlikte; “paylaşmak“, “dayanışma içinde olmak” ya da “işbirliği yapmak” suretiyle yararlanılan mal ya da hizmetlerin özünü oluşturan mülkiyet hakkı kullanıcının eline geçmemekte, yine eskisi gibi emek-sermaye çelişkisi içinde sermaye sahibinin elinde kalmaktadır. Paylaştığı, işbirliği yaptığı ya da dayanışma içine girip gerektiğinde istediği kadar ve istediği şekilde kullandırıp, istemediği takdirde kullandırmadığı mal ya da hizmetler, onun elinde atıl kalan ya da az kullanılanı mal ya da hizmetlerdir. O nedenle, sermaye sahibinin mülkiyetini elinde bulundurduğu mal ya da hizmetlerin kullanılmayan atıl kısmını bir iş modeli içinde başkalarına kullandırmasının gerçek anlamda “paylaşmakla“, “dayanışma içinde olmakla” ya da “işbirliği yapmakla” alakası bulunmamaktadır. Çünkü buradaki amaç, atıl kalanın ya da az kullanılanın ücretsiz kullanımı değil, ondan elde edilen faydanın maksimum düzeye çıkarılarak en fazla faydanın/kazancın sağlanması arzusudur. (3)

Bu bilgi çerçevesinde bu iş modelinin akla ilk gelen örnekleri ise geçtiğimiz yıllarda büyük tartışmalara konu olup mahkeme kararlarıyla engellenen ÜBER uygulaması ile özel konutların otel gibi kullanılmasını mümkün kılan Airnbn uygulaması, kentlerdeki e-scooter ya da bisikletlerin ortak kullanımını esas alan girişimler, tohum takasları ve açık sistem yazılımlarının kullanımı gibi birbirinden farklı alanlardır. Bu alanların ne kadar fazla ve farklı olduğu Vikipedi‘nin aşağıdaki linkinden incelenebilir. (4)

İzmir Büyükşehir Belediyesi, 15 Kasım 2022 tarihinde Paylaşım Ekonomisi Derneği (PAYDER) ile birlikte Ahmed Adnan Saygun Kültür ve Sanat Merkezi‘nde 1. Uluslararası Paylaşım Ekonomisi Zirvesi‘ni düzenledi. Bu etkinliğe İzmir Büyükşehir Belediyesi dışında ayrıca belediye şirketlerinden Nilüfer Çınarlı Mutlu‘nun yönetim kurulu başkanı, İyi Parti’nin kurucular kurulu ve genel idare kurulu üyesi olan Nihal Ağca‘nın da genel müdürü olduğu İnovasyon ve Teknoloji A.Ş. ile Erhan Bey‘in yönetim kurulu başkanı, 2019 yerel seçimlerinde CHP‘den Tire Belediye Başkan adayı olan Burak Alp Ersen‘in de genel müdür olarak görev yaptığı İzelman A.Ş. katkıda bulundu.

Zirvenin açış konuşmasını yapan İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer, paylaşım ekonomisinin temeli temeli imeceye, yani çok insanın ortak akılla hareket etmesine dayanıyor diyerek, paylaşma ile bereket arasında ilişki kurarak bereketin paylaştıkça arttığını belirtirken; zirvenin ikinci açılış konuşmasını yapan Paylaşım Ekonomisi Derneği (PAYDER) yönetim kurulu başkanı M. İbrahim Aybar, konuşmasında “bugün bizler paylaşmanın daha çok ekonomik değer yaratan tarafına bakacağız” diyerek, adeta zirveye konu olan paylaşım eyleminin, imece ya da bereket ile pek de alakası olmadığını ortaya koymuş.

Belediyenin bu konu ile ilgili 11 ve 15 Kasım 2022 tarihli haber bültenlerine göre, söz konusu zirvede demokratik, şeffaf, çevreye duyarlı ve israfı reddeden yeni gelişme fırsatları çerçevesinde paylaşım ekonomisi üzerinde konuşmalar yapılarak paylaşım ekonomisi alanında dünyadaki başarılı ulaşım paylaşımı örnekleri verilerek bu alandaki yeni gelişmeler aktarılmış.

Zirve programına İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer ile Paylaşım Ekonomisi Derneği (PAYDER) yönetim kurulu başkanı M. İbrahim Aybar‘ın açılış konuşmalarından sonra gazeteci Emin Çapa, EKAR isimli taşımacılık şirketinin sahibi Vilhelm Hedberg, TÜSEV Onursal başkanı Prof. Dr. Üstün Ergüder, PAYDER yönetim kurulu üyesi Gökhan Turan, NTN Partners isimli şirketin yönetim kurulu başkanı İbrahim Ateş, SHERPA & DAM Start-Up Studio kurucusu Yakup Bayrak, Renault Group Türkiye CEO‘su Hakan Doğu, gazeteci Hakan Çelik, İZELMAN A.Ş. genel müdürü Burak Alp Ersen, Otoplan ve Yoyo yönetim kurulu başkanı Mürşit Unat, İYTE rektörü Prof. Dr. Yusuf Baran, i-Wallet kurucu ortağı Harun Soylu, SC&P kurucu ortağı Faika Ergüder, DCEY kurucuları Eda Franci ve Seda Aksoy, DCEY COO‘su Ekin Köseoğlu konuşmalar yapmışlar.

Zirvede konuşulan 8 ayrı konunun başlıkları ise şu şekilde belirlenmiş:

“Paylaşım ekonomisini neden önemsemeliyiz?”, “Ulaşım paylaşımında yeni gelişmeler”, “Türkiye’de hayırseverliğin gelişimi”, “Paylaşım ekonomisinde hukuki ve sosyal altyapı nasıl olmalı?”, “NFT ve Blackchain neler getiriyor?”, “Paylaşım ekonomisinde elektrikli mobilite”, “Ulaşımda Taşıt Paylaşımı” ve “Paylaşım ekonomisinde dijital yapılanma”, “Paylaşım ekonomisinde Luxury Fashion”.

Kuruluşu 23 Mart 2022, ilk genel kurulu 20 Temmuz 2022 tarihinde yapılan (PAYDER) Paylaşım Ekonomisi Derneği‘nin İnternetteki web sayfasına (https://paylasimekonomisidernegi.org) baktığımızda ise;

Zirvenin konuşmacıları arasında yer alan İZELMAN A.Ş. genel müdürü Burak Alp Ersen ile SC&P şirketinin kurucu ortağı olan Faika Ergüder‘in PAYDER yönetim kurulu üyesi oldukları,

📍Paylaşım Ekonomisi Derneği‘nin bugünkü tarih itibariyle toplam 16 üyesinin bulunduğu,

📍 Söz konusu dernek tarafından 20 Mayıs 2022 tarihinde Almanya‘nın Berlin kentinde, 30 Ağustos 2022 tarihinde Avustralya‘nın Sydney ve 17 Ekim 2022 tarihinde Birleşik Arap Emirlikleri‘nin Dubai kentinde yapılacağı önceden duyurulan uluslararası toplantılarının belirtilen tarihlerde yapılmadığı,

📍 15 Kasım 2022 tarihinde İzmir‘de yapılan zirve ile ilgili belediye haberlerinde sözü edilmeyen diğer paydaşların ise, dernek başkanı M. İbrahim Aybar‘ın yönetim kurulu başkanı olduğu Vesiile Paylaşım Ekonomisi Çözümleri Yönetim Danışmanlığı A.Ş. ile PAYDER Başkan Yardımcısı Emre Ayyıldız‘a ait Moov Dijital Ulaşım Çözümleri A.Ş. ve Görkem Aybar‘ın ajans başkanlığını yaptığı Artbar Ajans/GK Yapım, Turizm, Sanayi ve Dış Ticaret Ltd. Şti. olduğu görülmektedir.

Konuşmacıları tek tek ele alıp irdelediğimizde ise;

📍 PAYDER yönetim kurulu başkanı olan M. İbrahim Aybar‘ın Ekim 2000-Ağustos 2016 döneminde Renault Mais A.Ş. genel müdürü, Ağustos 2016-Ocak 2017 döneminde de Renault Mais A.Ş. yönetim kurulu başkanı olarak görev yaptığı, emekli olması sonrasında Vesiile Paylaşım Ekonomisi Çözümleri Yönetim Danışmanlığı A.Ş.‘ni kurduğu,

📍 PAYDER yönetim kurulu üyesi olan Faika Egüder’in Seagull Crow & Partners şirketinde kurucu ortak ve başkan olduğu, 2019 yılının Ekim ayından bu yana Vesiile A.Ş.‘de kurucu ortak olduğu,

📍 Dubai‘de faaliyet gösteren Vilhelm Hedberg‘in Ortadoğu’nun ilk kişisel hareketlilik şirketi EKAR’ın sahibi olduğu,

📍 Gökhan Turan‘ın Forum Makina isimli bir şirketin sahibi, İbrahim Ateş‘in NTN Partners isimli bir hukuk şirketinin yönetim kurulu başkanı, Yakup Bayrak‘ın 2010 yılında kurulan DAM Start-Up isimli şirketin kurucusu olduğu, Docar isimli oto kiralama şirketini kuran Mürşit Unat‘ın halen Otoyol, Yoyo ve 2Plan şirketlerinin yönetim kurulu başkanı olarak görev yaptığı, Harun Soylu‘nun ise bir ödeme sistemleri şirketi olan i-Wallet‘in kurucusu olduğu anlaşılmaktadır.

Yaptığımız araştırmalarla ortaya koyduğumuz bütün bu bilgi ve verilerin bütüncül bir bakışla yorumlanması sonucunda, söz konusu zirveyi PAYDER isimli bir dernek aracılığıyla, İzmir Büyükşehir Belediyesi ve şirketlerinin katkılarıyla örgütleyen bu girişimin arkasında, Renault Mais ya da Renault Group olarak adlandırılan Fransız otomotiv tekelinin paylaşım ekonomisi adı verilen satış modeli ile ülkemizde ve özel olarak İzmir‘de belediye aracılığıyla ne gibi kazançlar temin edebileceği ile ilgili ticari kaygılar olduğu söyleyebiliriz.

Özünü ve odağını, toplu ulaşımda paylaşıma konu olabilecek elektrikli ya da elektriksiz taşıt araçları üreten bir Fransız otomotiv devinin oluşturduğu böylesi bir yeni kurulmuş derneğin ya da başka bir deyişle, paylaşım ekonomisi lobisinin, daha ilk etkinliğinde, kalkıp İzmir Büyükşehir Belediyesi ile birlikte bir paylaşım ekonomisi zirvesi düzenlemesinin hikmet-i sebebi ise, yakın bir zamanda bu dernekle İzmir Büyükşehir Belediyesi arasında imzalanması muhtemel bir işbirliği protokolü ile ortaya çıkacak UBER benzeri paylaşımlı bir ulaşım sisteminin gündeme gelmesi ihtimali olabilir…. Hele ki işin içinde İZELMAN ve onun genel müdürü, eski siyasetçi ve PAYDER üyesi Alp Burak Ersen gibi biri varsa…

O nedenle, yakın bir zamanda İzmir Büyükşehir Belediye Meclisi‘ne belediyenin bu dernekle ve bu derneğin arkasındaki irili ufaklı firmalarla işbirliği yapması için bir protokol teklifi gelecek ve bu protokol çerçevesinde dernek üyesi iş adamlarının kazancına kazanç katması düşünülen yeni bir toplu ulaşım paylaşım sistemi gündeme gelecektir… İşte o nedenle bekleyip görelim derim…

– – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – –

(1) https://www.rekabet.gov.tr/tr/Sayfa/Yayinlar/rekabet-terimleri-sozlugu/terimler-listesi?icerik=7d42f16b-4861-428a-b14d-0b521c95c4f9#:~:text=Paylaşım%20ekonomisi%2C%20bir%20malın%20veya,kiralanması%20veya%20paylaşılmasını%20ifade%20etmektedir.

(2) https://kalkinmasozlugu.izka.org.tr/?p=554

(3) Yaprak, B., Ercan, S. (2021) “Kapitalizmin Sözde Ölümü: Paylaşım Ekonomisine Eleştirel Bir Bakış“, Düşünce ve Toplum Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı: 5, Aralık 2021, ss.92-121.

(4) https://en.wikipedia.org/wiki/Sharing_economy#Types_of_sharing

Bedava sirke baldan tatlıdır…

Ali Rıza Avcan

Seyahat etmek güzel şeydir… Hele ki bedava olanı, parası bir başkasının ya da bir resmi, özel ya da sivil kurumun, kuruluşun cebinden çıkanı, daha da bir güzeldir…

Bugünkü yazımız da, bu tür bedavaya gelen, parası başkasının cebinden çıkan yurtdışı yolculuklarla ilgili olacak… Bilgi, görgü edinmek, iş görüşmesi yapmak, bilimsel, teknik araştırma ve uygulamalar yapmak, toplantılara katılmak amacıyla yapılan seyahatler…

Bu tür yurtdışı seyahatleri ele alıp mercek altına koyacağımız kurum ise İzmir Büyükşehir Belediyesi olacak…

Çünkü 31 Mart 2019 tarihinden bu yana İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı olarak görev yapan Tunç Soyer, 2009-2019 döneminde yaptığı Seferihisar Belediye Başkanlığı sırasında oldukça fazla sayıda yurtdışı yolculuk yapan, Seferihisar‘da kalmayı pek sevmeyen bir belediye başkanı olarak tanınıyor, biliniyor…

Şimdi şu sıralarda da, İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı olarak sürdürdüğü görevi nedeniyle aynı alışkanlığını devam ettirdiği, çoğu görevini bu merakı nedeniyle süresi içinde layıkıyla yapmadığı, temel belediye hizmeti olarak kabul edilen görevleri yapmadığı söyleniyor… İşte o nedenle, gerek kendisinin, gerekse çevresindeki belediye görevlilerinin 1 Nisan 2019-21 Kasım 2022 hizmet döneminde hangi nedenle yurtdışındaki hangi ülke ve şehirlere gittiklerini belirlemeye çalıştık ve o nedenle de, aynı dönemde yurtdışı seyahatlere onay veren toplam 4.924 adet belediye meclisi karar özetini tek tek inceleyerek bir veri seti oluşturmaya çalıştık.

Ama ondan önce, sizlere belediyelerdeki yurtdışı seyahatlerle ilgili olarak tanık olduğum iki örnek olayı anlatarak konuya giriş yapmak isterim.

İlk olay, 1991 yılında İstanbul‘daki Marmara ve Boğazları Belediyeleri Birliği‘nde eğitim danışmanı olarak çalıştığım dönemle ilgili. O dönem birliğe üye olan ya da olmayan belediye başkanlarını bir hafta süre ile Kuzey Kıbrıs‘ın Girne kentine götürmek için hazırlıklar yapıyoruz. Ben eğitime katılacak olanların sayısını, eğitimi yapacağımız Asil Nadir‘e ait yeni açılan Jasmine Court Hotel‘in eğitim salonundaki koltukların sayısına göre ayarlamaya çalışırken, birliğin müdürlük görevini yapan Devlet Konakçı‘nın, daha önceki eğitimlerden edindiği tecrübe çerçevesinde, gelenlerin büyük bir bir kısmının eğitimine katılmayıp başka işlerle uğraşacağını söylemesi üzerine kontenjanı arttırarak gerçek durumdan yavaş yavaş haberdar olmaya başlıyorum. Bunun üzerine Girne‘ye ülkemizdeki tüm büyükşehir, il, ilçe ve belde belediyelerinden gelen toplam 67 belediye başkanını götürüyoruz.

Uçakla yapılan yolculuk sırasında her bir belediye başkanının, cüzdanındaki deste deste dolarları bir diğerini göstermeye başladığında durumu daha net bir şekilde anlamaya başlıyorum. Nitekim eğitimdeki en kalabalık katılımı, Kuzey Kıbrıs Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş‘la Türkiye’nin Kıbrıs Büyükelçisi Cahit Bayar‘ın katıldığı açılış oturumunda sağlıyoruz ve ondan sonraki tüm oturumlarda katılım devamlı olarak düşüyor, salonlar sürekli olarak boşalıyor.

Çünkü çoğumuzun tanıdığı o anlı şanlı belediye başkanları cüzdanlarındaki dolarlarla Girne‘nin ünlü kumarhanelerinden, eğlence mekanlarından çıkmaz hale geliyorlar. Hatta Adana‘nın büyük bir ilçesinin belediye başkanlığını yapan tanınmış bir şahsı, sadece Kıbrıs‘a giderken ve Türkiye‘ye dönerken uçakta görüyorum. Söylenti, bu süre içinde Kuzey Kıbrıs‘taki ikinci karısını ziyaret ettiği şeklinde…

İşte o zaman anlamaya başlamıştım ki, eğitim amacıyla yapıldığı söylenen yurtiçi ve dışı seyahatlerin neden rağbet gördüğünü ve seyahat acentelerine dönüşen belediye birliklerinin bu konudaki misyonlarını…

Nitekim bu tür organizasyonları yapan kuruluşlar, götürdükleri belediye başkanları ile görevlilerinin zaaflarını dikkate alarak Paris‘e gidiliyorsa erotik kankan danslarının yapıldığı Moulin Rouge‘u, Amsterdam‘a ya da Hamburg‘a gidiliyorsa kırmızı fenerli sokakları, Los Angeles‘e gidiliyorsa kumarhaneleri, Moskova‘ya gidiliyorsa Kremlin Meydanı‘nı ve Nazım‘ın mezarını, Güneydoğu Asya ülkelerine, örneğin Tayvan’a ya da Kamboçya‘ya gidiliyorsa seks ticaretinin yapıldığı mekanları, saunaları ilave ederek gezdirdikleri konukların merak, heves ve ihtiyaçlarını gidermeye çalışırlar.

Size anlatacağım ikinci olay ise daha yakın tarihli… 2018 yılında kurucu başkanlığını yaptığım Yaya Derneği‘nin ilk genel kurulundayız. Genel kurul sonucunda oluşan yeni yönetim kuruluna giren ve İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin Ulaşım Planlama Dairesi‘ndeki görevi nedeniyle sık sık yurtdışı seyahatler yapan bir arkadaşımızın o seyahatlerin oluşturduğu alışkanlıkla sorduğu ilk sorusu şu olmuştu: “Yaya Derneği’nin yurtdışı seyahatleri hakkında da bir karar alalım mı?” Oysa o tarihlerde, Yaya Derneği‘nin bırakın yurtdışı seyahatleri finanse edecek bir bütçesi, bir sonraki dernek kirasını ödeyecek hali yoktu…

Gelelim İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer ile çevresindeki üst düzey belediye yönetici ve çalışanlarının, 1 Nisan 2019-22 Kasım 2022 dönemini kapsayan 1.331 günlük sürede yaptıkları yurtdışı seyahatlerin hacmine ve trafiğine…

Yasal düzenlemelere göre, bu tür yurtdışı seyahatleri, seyahat öncesinde ya da sonrasında belediye meclisinin gündemine getirilip onaylanmadığı takdirde yapılamıyor ve yolculuk masrafları ödenmiyor. O nedenle, belediye meclis kararlarının üst sıralarında bu onaya ilişkin kararları rahatlıkla görebiliyoruz. Yaptığımız ayrıntılı çalışmada toplam 4.924 adet belediye meclisi karar özetini ayrıntılı bir şekilde incelemekle birlikte; gözümüzden kaçan kararlar olabileceği kaygısıyla, verdiğimiz rakamların düşük bir olasılıkla maddi hata barındırabileceğini de baştan düşünüp ifade etmek isterim.

Ayrıca çoğu yurtdışı seyahatin masrafları, belediye bütçesinden karşılanmakla birlikte bazı seyahatlerle ilgili harcamaların, ihaleyi alan ya da alması muhtemel firmalarca karşılandığını görüyoruz. Bu çerçevede hiçbir firma, hayır amacıyla bir yurtdışı seyahatin maliyetini karşılamayıp bu maliyetleri yaptığı işin maliyetine dahil edeceği için bu tür seyahatlerle ilgili harcamaların da aslında, iş ya da fiyat artışı gibi yöntemlerle dolaylı bir şekilde belediye bütçesinden çıktığını da kabul etmemiz gerekiyor.

Yaptığımız ayrıntılı incelemeler sonucunda, 1 Nisan 2019-22 Kasım 2022 döneminde gerçekleştirilen yurtdışı seyahatlere katılan 273 kişinin, toplam 2.670 gün görevli olarak yurtdışında bulunduğunu belirledik.

Covit-19 Pandemisi ve Samos Depremi nedeniyle yurtdışı seyahatlerin hacmi ve trafiği azalıyor; ama, ya sonrası?

Bu seyahatlerin yıllara dağılımı ise şu şekildeydi:

📌 1 Nisan-31 Aralık 2019 döneminde 64 seyahate katılan 105 kişi,

📌 2020 yılında 24 seyahate katılan 45 kişi,

📌 2021 yılında 15 seyahate katılan 37 kişi,

📌 1 Ocak-22 Kasım 2022 döneminde 67 seyahate katılan 86 kişi,

Görüldüğü gibi hizmetin ilk yılında 64 seyahate ulaşan sayı Covit-19 Pandemisi ve 30 Ekim 2020 tarihli Samos Depremi‘nin İzmir‘de yarattığı yıkım nedeniyle 2020 yılında 24’e, 2021 yılında da 15’e düşüyor.

Ancak hastalıkların ve deprem felaketinin öneminin azalması ile birlikte yurtdışı seyahatlerin sayısı ve katılımcı sayısı yeniden 2019 düzeyini yakalıyor. Anlaşılan o ki, bu sayılar 2023 ve 2024 yıllarında daha da artacak gibi gözüküyor…

Bu verilerin hemen arkasından iki ayrı konuda bilgi edinemediğimi belirtmek isterim.

Birincisi, İzmir Büyükşehir Belediyesi‘ne bağlı dışında ESHOT ve İZULAŞ genel müdürlükleri ile belediye şirketi olarak tanımlanan sermayesinin % 50’sinden fazlası belediyeye ait olan İZFAŞ, İzmir Metro A.Ş., Grand Plaza A.Ş. gibi belediye şirketleriyle belediye hissesinin % 50’den az olduğu TARKEM, TETUSA A.Ş. gibi şirketler üzerinden yapılan yurtdışı seyahatlerin, bu alandaki verilerin şeffaf olmayışı; hatta ticari sır sayılması nedeniyle bu sayılara dahil edilemeyişidir.

İkincisi ise 7-17 Eylül 2019 tarihleri arasında itfaiye personelinin Rusya‘nın Saratov kentinde katıldığı uluslararası yarışmalarla 8-15 Mayıs 2022 tarihleri arasında İzmir Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatrosu sanatçılarıyla görevlilerinin Kıbrıs Turnesi ile ilgili meclis kararlarında bu seyahatlere kaç kişinin katıldığı belirtilmediği için, onları bu verilere dahil edemeyişimizle ilgilidir.

Gelelim hangi makamlardaki kişilerin hangi sürelerle yurtdışı seyahat yaptığına:

İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer ile 70 belediye meclis üyesinin, genel sekreterin, 4 genel sekreter yardımcısının, 4 başkan danışmanının, 2 Cittaslow görevlisinin, “başkan asistanı” adı verilen bir görevlinin, Dış İlişkiler ve Turizm Dairesi Başkanı‘yla diğer belediye çalışanlarının bu süre içinde kaç kez seyahat yaptığını, bu seyahatlerde kaç günü yurtdışında geçirdiğini ve bunun toplam 2.670 günlük yurtdışı seyahat süresi içindeki oranını aşağıdaki tabloda görebilirsiniz.

Yukarıdaki tablonun incelenmesinden de anlaşılacağı üzere 01 Nisan 2019-22 Kasım 2022 dönemi içindeki toplam 1.331 günde;

✈️ Belediye Başkanı Tunç Soyer‘in toplam 144 günü; yani görev süresinin % 10,82’sini yurtdışında geçirdiği, İzmir Büyükşehir Belediyesi’ne ait 2.670 günlük toplam yurtdışı seyahat süresinin ise % 5,44’üne sahip olduğu görülmektedir.

Bu arada, kendisinin AKP iktidarı tarafından yurtiçi seyahatleri bile titizlikle izlenen ve bu seyahatler sırasında ne yapıp eylediği sıkı bir şekilde takip edilip raporlanan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu‘na göre, takip edilmeyişi ve görüntülerinin kayıt altına alınmayışı ya da bu seyahatlerin basında İstanbul boyutunda dile getirilmeyişi nedeniyle şanslı olduğunu söyleyebilirim.

✈️Diğer 165 belediye meclis üyesine göre daha şanslı (!) oldukları anlaşılan 70 belediye meclisi üyesinin 2.670 günlük toplam yurtdışı seyahat süresinin % 16,70’i oranında yurtdışı seyahat yaptığı, Saadet Çağlın, Ayşegül Altuğ, Fırat Eroğlu, Murat Öncel, İzel Zenginobuz Derinsu, Burhan Suat Çağlayan, Çile Özkul, Onur Yiğit ve Hüsnü Boztepe gibi meclis üyelerinin birden fazla; hatta iki, üç kez yurtdışı seyahatler yaptığı, son zamanlarda bir görev nedeniyle yurtdışına çıkan belediye görevlilerine 3’er, 4’er kişilik gruplar halinde, gidiş amacıyla alakası olmaksızın belediye meclisi üyelerinin katılması suretiyle adeta dönem sonuna kadar tüm belediye meclisi üyelerinin en az bir kez yurtdışına çıkışını sağlayan bir programın uygulandığı anlaşılmaktadır.

İzmir Büyükşehir Belediye Meclisi üyelerinin yurtdışı seyahatlerini bu vesileyle ele alıp incelerken, İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer‘in 2022 yılının Temmuz ayında Bosna Hersek‘in Saraybosna kentinde gerçekleşmiş Srebrenitsa Katliamı‘nı anmak amacıyla tüm belediye meclisi üyelerinin 3-4 gün süreyle Saraybosna‘ya gitmesi için verdiği teklifin, önce belediye meclisince kabul edilmesine karşın; kamuoyundan gelen sert tepkiler nedeniyle geri çekilerek onun yerine 3-4 kişilik küçük bir heyetin gönderilmesi ile yetinildiğini de hatırlamamız gerekiyor.

✈️Eski Genel Sekreter Buğra Gökçe‘nin, Belediye Başkanı Tunç Soyer‘in sık sık yurtdışına çıkması nedeniyle 4 günlük yurtdışı seyahat süresi dışında İzmir‘de kaldığı için kendisine “en az yurtdışı seyahati yapan belediye bürokratı” unvanının verilebileceği,

✈️2.670 günlük toplam yurtdışı seyahat süresi içinde % 0,90’lık seyahat oranı ile yer alan dört genel sekreter yardımcısından Eser Atak‘ın diğer iki genel sekreter yardımcısına göre daha fazla yurtdışına çıktığı,

✈️Yurtdışı seyahat yapma hakkını en fazla kullananların ise başkan danışmanları olduğu, bunların içinde zirveyi gören danışmanın ise belediyenin “dışişleri bakanı” olarak nitelenen Onur Kadir Eryüce olduğu, bu görevlinin tek başına 2.670 günlük toplam seyahat süresi içinde yaptığı 25 seyahatle 164 gün yurtdışında kalarak en fazla dış seyahat yapan belediye görevlileri listesinde, Belediye Başkanı Tunç Soyer‘i ikinci sırada bırakarak zirveye yerleştiği görülmektedir. Diğer başkan danışmanlarının ise Onur Kadir Eryüce kadar şanslı olmadığı anlaşılmaktadır.

Ancak yine de, dört başkan danışmanının toplam seyahat süresinin, belediye başkanının seyahat süresini geçmesi gerçeğini dikkate aldığımızda; bu 4 danışmanının onca belediye çalışanının yurtdışı seyahat yaptığı bir kurumda toplam yurtdışı seyahat süresinin % 9,44’ü oranında bir ağırlığa sahip olması, bu danışmanların sahip oldukları bilgi, birikim, deneyim, beceri ve yetenek itibariyle “danışılan kişi” olmaktan çok, kendisinden iş beklenen ve bu nedenle yurt dışında iş takibi yapan, belediye başkanı için oradaki ortamı hazırlayan elçilik ya da konsolosluk görevlileri gibi çalıştırıldığını göstermektedir.

✈️Diğer bir grup ise, benzeri büyükşehir belediyelerinde görmediğimiz ve çoğu kez İZELMAN şirketinin ücretli elemanı olarak istihdam edilip belediyedeki ilgili ya da ilgisiz birimlerde “koordinatör” gibi yasal dayanağı olmayan unvanlarla çalıştırılan “Cittaslow görevlileri” ile resmi kayıtlarda ESHOT Özel Kalem Müdürü olarak gözükmekle birlikte kendini “Başkan Asistanı” olarak tanıtan görevliden oluşmaktadır. Bu bağlamda, “Başkan Asistanı” adıyla belediye başkanına oldukça yakın bir konumda çalışan Kerem Ziya Yangöz, son yıllarda devamlı olarak Tunç Soyer‘le yaptığı 70 günlük yurtdışı seyahati sayesinde, 2.450 günlük toplam yurtdışı seyahat süresi içinde tek başına % 2,63 gibi bir ağırlığa sahiptir.

✈️Daire başkanları arasındaki dağılım ise Dış İlişkiler ve Turizm Daire Başkanı lehine dengesiz bir durum göstermektedir. Bu durum bir yandan, “belediyenin dış ilişkileriyle turizmden sorumlu daire başkanının sık sık yurtdışı seyahat yapması beklenen, doğal bir şeydir” düşüncesini desteklemekle birlikte; belediyelerin yurtdışı ilişkileri, sadece bu birim üzerinden değil bunun dışında kalan diğer hizmet birimlerini ilgilendiren konuları da kapsadığından, 2.670 günlük toplam yurtdışı seyahat süresi içinde bir daire başkanı yaptığı yurtdışı seyahatleriyle % 2,10 oranında bir ağırlığa sahipken, geriye kalan daire başkanının çok daha yurt dışına çıkmış olması da ortada adaletli bir dağılımın olmadığını göstermektedir.

Nitekim 2020-2022 döneminde, İzmir Akdeniz Akademisi Şube Müdürlüğü ile UNESCO Dünya Mirası Daimi ve Geçici Listelerindeki yerlerle ilgili birçok görev, asıl olarak konuyla yakından ilgili daire başkanlıklarına verilmesi gerektiği halde, Dış İlişkiler ve Turizm Dairesi Başkanlığı‘na verilmiş olması nedeniyle, bu daire başkanlığı ile diğer daire başkanlığı arasında görev, yetki ve sorumluluk, bütçe ve stratejik plan kaynakları açısından bir adaletsizliğin yaratıldığı da görülmektedir.

✈️Şube Müdürleri, koordinatörler, uzmanlar, mühendisler, mimarlar, teknisyenler ve, teknikerlerden oluşan 210 kişilik belediye yönetici ve çalışanları grubunda ise her yıl düzenli olarak yurtdışı seyahat yapan; hatta, bu konuda üst yönetimdeki görevlilerin seyahat sürelerini aşan çalışanlara rastlanmaktadır. Bu görevlilerin kimler oldukları ise yazımıza eklediğimiz Excel dosyaların incelenmesi suretiyle anlaşılabilir. Böylesi bir durumun nedeni ise yurtdışı ile bağlantılı metro, tramvay ve hafif raylı sistem gibi büyük projelerde görevli olanların gerek belediye bütçesinden, gerekse işi yapan müteahhit firmaların davetiyle düzenli olarak yurtdışına gitme avantajını kullanmaları olarak yorumlanabilir.

Sonuç olarak;

İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer‘in yurtdışı seyahatleri konusunda kamuoyunda belirgin ve rahatsız edici bir durum olmakla birlikte; kendisine yardımcı olmak için sık sık yurtdışı seyahatlere çıkan başkan danışmanlarına, “başkan asistanı“na, Cittaslow görevlilerine ve Dış İlişkiler ve Turizm Dairesi Başkanı‘na ait seyahat sürelerini bu sürelere eklediğimizde, toplam 1.331 günlük hizmet süresi itibariyle ortaya çıkan ve bir yılı aşan toplam 548 günlük sürenin, 2.670 günlük toplam seyahat süresinin % 20,59’unu oluşturduğunu görürüz ve böylelikle Tunç Soyer‘in, İzmir Büyükşehir Belediyesi‘ndeki 1.331 günlük hizmet süresinde, her ne kadar Seferihisar Belediyesi‘ndeki seyahatlerine göre daha az seyahat etmekle birlikte, diğer büyükşehir belediye başkanlarına göre yurtdışı seyahat yapmayı daha fazla seven “gezgin” bir belediye başkanı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Ayrıca, yakın zamanda yayınlanan İzmir Büyükşehir Belediyesi 2021 Yılı Sayıştay Denetim Raporu‘nda toplam 13.638 olarak verilen toplam personel sayısını dikkate aldığımızda, yurtdışı seyahat yapamayan binlerce görevlinin, bu şanslı azınlık karşısına eşit fırsata sahip olamadıklarını, bu azınlığa sağlanan ayrıcalığın onlara verilmediğini ve somut bir ayrımcılık kurbanı olduklarını söyleyebiliriz. Hele ki belediyenin yurtdışı seyahatlere kimlerin katılabileceğini gösteren hizmetin gereğini dikkate alan, adil ve eşitlikçi bir hukuki düzenlemeye sahip olmadığını fark ettiğimizde…

Son olarak söylenebilecek tek söz ise, yurtdışı seyahatlere gönderilenlerin gönderildikleri yer, süre ve görevler itibariyle kendilerine verilen bu fırsattan yararlanıp yararlanmadığını ortaya koyan; kısacası, gidenin belediyenin bu seyahatten beklediği faydayı alıp almadığını gösterecek, yine önceden hazırlanmış verimliliği, eşitliği ve işin gereğini dikkate alan kriterlerle belirlenmiş bir ölçme-değerlendirme sistemine sahip olmayışı nedeniyle; “verimlilik“, “etkinlik” ve “tasarruflu davranma” gibi ilkeler dikkate alınmaksızın bugüne kadar yapılan ve bundan sonra yapılacak yurtdışı seyahatlerin İzmir Büyükşehir Belediyesi ile İzmir‘e ve biz İzmirlilere ne ölçüde fayda sağladığının dikkate alınmayışıdır. İzmir Büyükşehir Belediyesi yönetimince şimdiye kadar böylesi bir ihtiyaç hissedilmemiş olsa da, elimizde olup kullanabileceğimiz tek koz, kayırarak ya da kayırmadan yurtdışına seyahatlere katılan, başta belediye başkanı olmak üzere tüm belediye personelinin bu seyahatler sonucunda edindikleri bilgi ve tecrübeleri, bu bilgi ve tecrübelerin bizlere sundukları belediye hizmetlerine ne ölçüde yansıdığını ya da yansımadığını ortaya koyacak ve bir sonraki mahalli seçimlerdeki tercihlerimizi belirleyecek olan bu konulardaki “memnuniyetimiz” ya da “memnuniyetsizliğimizdir“… Yeter ki, bu memnuniyeti ya da memnuniyetsizliği seçim günü geldiğinde unutmayıp hatırlayalım…

Doğal ve Tarihi Çevrenin Korunması: Sorunlar ve Olası Çözümler (*)

Gönül Tankut (*)

Türkiye’nin doğal ve tarihi çevresini yitirmesi, yoksulluk kadar büyük bir problemdir. Buna karşın yaygın koruma ne bir kriz ne de bir trajedidir. Tersine ileriye yönelik bir meydan okuyuştur.

Türkiye coğrafyasında gerek kapsamlılığı gerekse etkinliği açısından çok önemli iki veri vardır. Bu iki veriyi, planlamanın hiçbir ölçeğinde gözardı etme olanağı yoktur. Bu verilerden bir tanesi negatiftir ve ona karşı korunmamız gerekir. Diğeri ise pozitif olup onu da bizlere karşı korumak zorunluluğu vardır. Birinci veri risk duyarlılığı; ikincisi ise doğal ve kültürel mirastır. Risk planlaması ise başka bir tartışmanın konusudur. Burada ele alacağımız konu doğal ve tarihi çevrenin sorunları ve olası çözümleridir.

21. yüzyılda ülkelerin doğal ve tarihi çevrelerini koruma becerisi ve başarısı sadece doğal ve kültürel zenginlik olarak değil, aynı zamanda siyasal bir güç ve prestij kaynağı olarak öne çıkmaktadır. Bu kültür değerlerinin yansıma düzlemleri de kuşkusuz kentler olacaktır. Sahip olduğu kültürel ve doğal varlıklarının değeri ve kapsamı düşünülürse, Türkiye’nin tarihi ve doğal çevreyi koruma konusunda sağlayabileceği başarı uygarlık yarışındaki en önemli ve değerli gücü olacaktır.

Korumanın Üst Politikaları

Ülkemizde nedense en yaşamsal konularda bile “üst politika” üretmek geleneği oluşmamıştır.

Sözkonusu politikaların üst olma ilkesi, ülkenin bütününün yararına olması ve de siyasal zorlamalarla rastgele değiştirilememesindedir. Koruma, anayasamızda “sosyal haklar” başlığının altında yer almaktadır. Gerçekten korunmuş bir çevrede yaşamak hem sosyal bir hak hem de sosyal bir sorumluluktur. Bu sorumluluğun yerine getirilmesi ile kamu yararı gibi temel bir veri de güvenceye alınmış olacaktır.

Oysa geçmişte ne yaşanmıştır? Doğal ve tarihi çevreyi koruma toplumsal dinamiklere erişememiş ve kamu vicdanınca özümlenememiştir.

Doğal ve Tarihi Çevreyi Korumanın Üst Politikalarına Işık Tutacak Görüşler

Bu başlık altında pek çok fikir yürütülebilir, üst politikaların sayısı da zaman içinde artabilir.
Burada sadece politikasızlığın korumaya zarar vermekte olduğu birkaç örnek üzerinde durulacaktır.

1) Projelendirilmiş ya da henüz fikir düzeyindeki ya da uygulamanın başındaki büyük baraj
sistemlerinin çevre duyarlılığının sağlanması ve çok önemli kültür mirasının olabildiğince su altında kalmaması için bir üst politika gerekmektedir.

Bilindiği gibi elektrik üretmek ve de kuru tarımı sulu tarıma döndürmek üzere seçilen enerji kaynağı baraj sistemi ile sağlanmaktadır. Bu eylemin kararına yıllarca önce varılmış olup, uygulamada da epey yol alınmıştır. Ancak daha önceden hazırlanan projelerde sadece mühendislik koşulları maksimize edilerek çevresel ve sosyal veriler gözardı edilmiştir. Şöyle ki; su altında kalarak yok edilecek kültür mirası ile, yerinden edilen köy insanlarının ne olacağı pek düşünülmemiştir. Nitekim, ortaya çıkan yaygın sorunların şimdi çözümlenmesi için büyük çabalar sarf edilmekte olup, başarı güvencesi de yoktur (Hasankeyf örneği gibi).

Demek ki baraj konumları seçilirken yapısal sorunların yanısıra kültürel veriler ile sosyal değerlerin korunması da optimize edilmiş olmalıydı.

2) Kuzey ve güney sahillerimizin doldurulması uygulamalarına son verilmesi ve ulaşım sorunlarının planlı ve doğal çevreye duyarlı bir yaklaşımla ele alınması gerekmektedir.

Ülkemizin kilometrelerce uzanan sahillerinde doğal sahil çizgisinin uzunluğu gün geçtikçe azalmaktadır. Bu ise üç yönden çok zararlıdır. Çünkü sahillerin doldurulması ne fonksiyonel ne de ekonomiktir. İlk fırtına ile dolgular yıkılmakta olup sadece otoyol için ikinci bir izin genişletilmesiyle sorun çözülememektedir. Ayrıca çevre ile uyumlu başka çözümler de vardır. Oysa ileriye yönelik bir ulaşım üst politikası var olmadığından hâlâ demiryolu ve denizyolu ulaşımı kullanım dışı bırakılmaktadır.

3) Tarım topraklan başka kullanımlara, örneğin yapılaşmaya açılmaktadır. Denilebilir ki şu anda ülkemizde tarım sektörü can çekişmektedir. Yerli ürünlerin yerini yabancılar almıştır. Bütün bu olumsuz verilerin nedeni de akıllı bir politikanın olmamasıdır.

4) Ormanların (ekonomik kalkınma söylemi ile) fabrika, (eğitimin kutsallığı söylemi ile) vakıf üniversitesi ve benzeri bahanelerle tüketilemez olmasının kesinleşmesini sağlayacak politikalar da yoktur. Bilindiği gibi Koç Üniversitesi’ne böyle bir İmtiyaz verilmesi ve onların da bunu kabullenmesi çok kötü bir örnek oluşturmaktadır.

5) Turizmin, doğal sit içinde yer almasının yarardan çok zarar sağladığı gözardı edilmemelidir.

İkinci derece doğal sit içerisinde yapılaşma yasak olmasına rağmen turizme izin verilebilmektedir. Ancak sonuç olarak hem kamunun malı olan sahil işgal edilmiş olmakta hem de sahilin ekolojik değerleri zarar görmektedir.

6) Tarımda, turizmde ve yapılaşma alanlarında enerji kullanımında ekolojik yaklaşımlar özendirilmelidir.

Genelde ülkemizde ekolojik yaklaşımlar yeterince vurgulanmış değildir. Şöyle ki, alternatif enerjinin kullanımı bir üst politika ile henüz yönlendirilmemektedir.

7) Koruma için (doğal ya da tarihi çevre için) gerçek akçalı kaynaklar yoktur.

Korumanın disiplinli bir gelişmeye döndürülmesi için finansman sorununun çözülmesi gerekir.

8) Çevreye zararlı olan nükleer enerji santrallerinin enerji sorununu çözmede bir öncelik olmaktan çıkarılması zorunludur (Akkuyu deneyimi önemli bir veridir).

9) Koruma mevzuatının imar, çevre ve turizm ile ilgili yönlerinin bütünleştirilmesi gerekecektir, böylece koruma çok başlılıktan kurtarılacaktır.

Yukarıdaki örnekler devlet düzeyindeki politikalar olmalı, bunların değişen iktidarlarca desteklenmemesi söz konusu olmamalıdır.

Üst Politikaların Uygulanabilirliğini Destekleyecek Alt Birimlerin İşlevselliğine İlişkin Görüşler

1) Yasa gücündeki Bakanlar Kurulu Kararnameleri’nin daha isabetli ve çevreye duyarlı olmasının sağlanması (Bu kararnameler bazen yasalara da ters düşebilmektedir).

2) Taşınmaz sahiplerinin rant baskısını gidermek İçin “imar hakkı transferi” ilkesinin geliştirilerek uygulanması.

3) Kentsel sitlerin yaşayan şehrin bir parçası olduğu gerçeğinin unutulmaması ve çevre standartlarının ve belediye hizmetlerinin gözardı edilmemesi.

4) Kurulların yeniden yapılandırılarak doğru ve gerçekçi kararlar üretmeye özendirilmesi ve kurum kararlarının yükseltilerek güçlendirilmesi.

5) Ören yerlerinin korunması, kazı ve yüzey araştırmalarının plan ve program çerçevesinde ele alınması ve buluntuların sistematik olarak yayınlanması.

6) Kentsel arkeolojinin kentsel gelişme ile optimize edilerek ve kentliler için sergilenerek kentsel kimliğin güçlendirilmesi.

7) Sivil toplum örgütlerinin tarihi ve doğal çevrenin korunmasında sadece yanlış müdahalelere tepki göstererek değil, onları sürekli izleyerek ve sorunların çözümlerine katkıda bulunarak destek vermesinin sağlanması.

8) Belediye başkanlarına koruma olgusunun sadece seçmenlerin oyunu kaybetme korusuyla değil, kent ve kentliler için kamu yararı sağlamakta bir fırsat olarak benimsetilmesi.

9) Kent yönetimi ve işletmeciliğinin kentlilerin de katılımını özendirecek bir anlayış içerisinde yürütülmesi.

10) Korumada merkez ve yerel yönetim ortaklığı, kamu ve özel işbirliği ve her aşamada kentli katılımının sağlanması.

11) Koruma alanlarında yaşayan kişilerin konuya çok yönlü sahip çıkarak hatta gönüllü denetçi rolünü üstlenmesi.

12) Koruma planlarının bugünkü halleriyle uygulamaya yönelik yöntem ve verileri içermemesi sorununun aşılması.

13) Koruma sürecinde olabilirlik sınırlarının doğru belirlenmesi.

14) Koruma sorunsalının zaman içerisinde gelişen ufkuna ayak uydurulması.

Sonuç

Doğal ve tarihi çevrenin korunmasında üzerinde durulması gereken konu, korumanın olabilirliğinin artırılması gereğidir. Bu olabilirlik korumanın hem ekonomik hem de siyasal olabilirliğinin ve yapılabilirliğinin bilinmesi olarak anlaşılmalıdır. Örnek olarak tarihi konut birimlerinin belirli oranda konut sunumuna katılması, hem konut eksiğini bir ölçüde hafifletecek hem de yaygın korumayı ekonomik kılacaktır. Olabilirlik ve yapılabilirlik, korumanın gerçekleşmesinin yerel dinamiklerle donatılmış olmasına bağlıdır. Yani verilen kararların arkasında geniş yelpazeli bir oydaşmanın varlığına gerek vardır. Başka bir deyişle bu eylemde sosyal kapital çok önemlidir.

Siyasal olabilirlik ve yapılabilirlik, sürdürülebilir bir koruma modelinin güvencesidir. Şöyle ki, kentlerimizin doğal ve tarihi çevre verilerine duyarlı kesimlerinde ekolojik sürecin olası zararlarını en aza indiren, buna karşın kişilerin ekonomik ve sosyal gelişme beklentilerini engellemeyen bir koruma planlaması söz konusudur.

Türkiye’nin doğal ve tarihi çevresini yitirmesi, yoksulluk kadar büyük bir problemdir. Buna karşın yaygın koruma ne bir kriz ne de bir trajedidir. Tersine ileriye yönelik bir meydan okuyuştur. 21. yüzyılda ülkemizin hak ettiği saygınlığı kazanmak ve onu sürdürebilmek için ne kaderci ne de çıkarcı yaklaşımlar çözüm olabilir. Burada söz konusu olan problem çözücü bir biçimde sorunları göğüslemektir. Bu amaca erişmek için de vakit kaybetmeden bir koruma kültürü ve bunu etkin kılacak bir koruma diplomasisi oluşturmak zorunlu görünmektedir.

(*) Prof. Dr., ODTÜ Şehir ve Bölge Planlama Bölümü