Şikayetçi olduğun bir sorunu, önce kendi sorumlu olduğun alanda çözmek…

Ali Rıza Avcan

Georges Politzer‘in “Felsefenin Temel İlkeleri” isimli eserini okuduğum lise yıllarından bu yana toplumsal dinamiklerin ve mücadelelerin sınıfların varlığına ve onlar arasındaki emek-sermaye çelişkisine dayandığını kabul eder, bunun dışında kalan ikinci ya da üçüncü dereceden cinsiyet, milliyet, ırk ve kültür gibi unsurların sınıf mücadelesi kadar belirleyici olmadığını bilirim. Bu durumun ortaya çıkmasında, babamın örgütlü bir demiryolu işçisi olmasının; ayrıca, beslenme uzmanı Osman Nuri Koçtürk gibi antiemperyalist isimlerden aldığı sendika eğitimlerinde öğrendiği şeyleri eve gelip bizlere anlatmış olmasının etkili olduğunu düşünüyorum. ABD Marshall yardımı olarak turuncu renkli peynirleri yiyip süt tozundan yapılma sıvıları içtiğimiz ilkokul eğitimi günlerinde, beslenme uzmanı Osman Nuri Koçtürk‘ün anlattığı ABD‘ni temsil eden kurt ya da tilki ile Türkiye‘yi temsilen trene boş boş bakan ineğin yedikleri besinler nedeniyle birbirlerinden ne kadar farklı olduklarına dair benzetmeyi bir La Fointaine masalı gibi babamdan dinlediğimi hiç unutmam.

Bu anlamda, 1989 ve sonrasında Sovyetler Birliği‘nin çözülmeye başlamasıyla birlikte, çevremdeki çoğu sosyalist, devrimci ya da solcunun o hayal kırıklığı içinde ve inançsızlıkla topu taca atarak ‘çevreci‘ ve ‘feminist‘ olmaya karar verdiği ya da ulusal duygularla şovenist kimlik politikalarına savrulduğu dönemlerde de temel belirleyici olanın sınıflar arası mücadele olduğunu savunmuş, vahşi kapitalizme karşı tarihi, arkeolojik, kültürel ve doğal değerlere sahip çıkarak çevreci olmanın ya da cinsiyet, ırk, yaş, engellilik gibi alt mücadele alanlarının sınıf mücadelesinin içinde yer aldığını savunmuşumdur.

Çünkü cinsiyet, çevre ya da kimlikler üzerinden yapılan mücadelelerin, anti kapitalist mücadele anlayışı çerçevesinde sınıf mücadelesi ile ilişkilendirilip çözümlenmediği takdirde kalıcı olmayacağına ve sonuç alınamayacağına, mücadelenin kitlesel olarak bu alanlara aktarılmasının; hatta işçi sendikalarının bile çevreci, feminist vb. hareketlere dahil olmaları önerilerinin aslında neoliberal kapitalist anlayıştan kaynaklandığına ve o nedenle de, sınıfsal bir temeli olmayan hiç bir toplumsal hareketin başarıya ulaşamayacağına inanırım.

Bugün bu çerçevede, uzun yıllardır kadın mücadelesi adıyla ortaya konulan ve yer yer ya da zaman zaman cinsiyetler arasındaki düşmanlık noktasına kadar gidebilen, kadını hem kendi sınıfından hem de aynı mücadele alanı içinde yer alan diğer sınıf, kesim ve gruplardan yalıtan çalışmaların belediyeler; özellikle de büyükşehir belediyeleri düzlemindeki durumunu ortaya koymaya çalışacağım.

Belediyeler yıllardan bu yana kadınların hak mücadelesine destek vermek, kadın cinayetlerine karşı çıkmak, tüm üretim alanlarında kadın işgücünü öne çıkarmak, kadınları her anlamda özgürleştirip bilinçlendirmek, örgütlemek ya da mevcut kadın örgütlenmesini desteklemek için çok farklı düzeylerde çalışmalar yapıp bunları hazırladıkları tüm resmi belgelerde tanıtım malzemesi olarak kullanmaktadırlar: Bu sene şu kadar kadına eğitim verdik, şu kadar kadın merkezi açtık, şu kadar kadını sığınma evlerimizde ağırladık gibi…

Ama yine de, yapılan çalışmaların sonuçlarına baktığımızda onca toplantı, sempozyum, kongre, konferans, çalıştay, atölye, kurs, gezi ve etkinliğe rağmen bir şeyler eksik kalmakta, kadının kendi ayakları üstünde durarak özgürleşmesi, toplum içinde ön plana çıkması mümkün olmamakta, kadın sorunu tanrılarca görevlendirilen kartalın her gece yediği, Kafkas Dağı’nda zincire vurulmuş Prometheus‘un karaciğeri gibi ertesi gün yeniden oluşup büyümekte ve gelişmekte, onca mücadeleye rağmen kadın cinayetleri daha da artmakta, toplumda kadının adı bir türlü geçmemektedir.

Bu durumun nedenini araştırmak için aklımıza gelen birbirinden farklı sorular sorup onların cevaplarını arayabiliriz: Kadın mücadelesi içinde yer alan kadınlar ve onlara destek olan erkekler bütün bu sonuçsuz mücadeleleri yapıp eylerken yoksa kendi vicdanlarını mı rahatlatıyorlar? Büyük umutlarla seçilen kadın yönetici ve temsilcilerin, elde ettikleri iktidarın güç ve etkisiyle -deyim yerindeyse- ‘erkekleşip‘ karşıtına dönüştüğü bir süreçte, karşıtların çelişki ve birliğini dikkate almayanlar yoksa, aynen kapitalizmin krizleri gibi biteviye sürecek bilindik ve sonuçsuz bir yolculuğa mı çıkıyorlar? Bu mücadelenin en kısa sürede neticelenebilecek en basit ve kolay yol, yöntem ve mücadele alanları yok mudur? Örneğin kadınların ve erkeklerin eşitliğine inanmış, kadın haklarını savunan insanlar, özellikle de siyasetçi ve belediye başkanları kadınlardan yana uygulamaları; örneğin, tüm hizmet birimlerinde aynı sayıda kadın ve erkek çalıştırarak kadının üretim içinde yerini güçlendirme projelerini niye önce kendi parti ya da belediyelerinden başlatamazlar, niye önce kendi evlerinin önünü temizleyip başkalarına örnek olmazlar?

İşte ben de bu sorulara net bir yanıt bulabilmek için 2019 tarihli son yerel seçimlerde CHP‘nin eline geçen İstanbul ve Ankara büyükşehir belediyeleriyle 2009 yılından bu yana CHP‘nin yönetiminde olan İzmir Büyükşehir Belediyesi ile bu belediyelere bağlı olarak içme suyu, kanalizasyon ve ulaşım hizmeti veren kurumların 2009-2020 dönemine ait toplam 191 adet faaliyet raporunu inceleyerek son 22 yıl içinde istihdam ettikleri kadınların sayısı ile yıllar itibariyle bu sayılardaki değişimi inceleyerek hem her birinin bu süre içinde kadın çalışan sayısının artması için ne yaptığını ortaya koymaya, hem de bu üç büyükşehir belediyesini birbirleriyle mukayese ederek CHP ile AKP‘nin bu konudaki politika ve uygulamalarındaki benzerlik ve farklılıkları ortaya koymaya çalıştım:

İstanbul, Ankara ve İzmir büyükşehir belediyelerinin 2009-2020 döneminde çalıştırdığı kadın çalışan sayısı nedir ve bu sayılardaki değişimin kadın mücadelesi ile ilişkisi var mıdır ya da bu gelişimin ülkemizdeki kadın mücadelesine etkisi ne olmuştur?

Ama ondan önce bu üç büyükşehir belediyesinin 2020 yılı itibariyle hizmet verdiği nüfusu, hizmet alanının büyüklüğünü ve çalıştırdığı personel sayılarını ortaya koyup, bu sayılara İstanbul‘da İSKİ ve İETT, Ankara‘da ASKİ ve EGO, İzmir‘de İZSU ve ESHOT gibi belediyeye bağlı kurumların dahil odluğunu, belediye şirketlerinde çalışanların sayısı, genellikle “ticari sır” gerekçesiyle açıklanmadığı için İstanbul Büyükşehir Belediyesi‘ne ait 28, Ankara Büyükşehir Belediyesi‘ne ait 16 ve İzmir Büyükşehir Belediyesi‘ne ait 23 şirket personelinin bu verilere dahil olmadığını belirtelim.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi (2020) – Nüfus: 15.462.452, Yüzölçümü: 5.461 Km2, Personel Sayısı: 28.307

Ankara Büyükşehir Belediyesi (2020) – Nüfus: 5.663.322, Yüzölçümü: 25.632 Km2, Personel Sayısı: 15.129

İzmir Büyükşehir Belediyesi (2020) – Nüfus: 4.394.694, Yüzölçümü: 11.891 Km2, Personel Sayısı: 14.985

Bu verilerin biraz daha anlam kazanması için hizmet verilen nüfus ile belediye personel sayılarını birbiri ile mukayese etmeye kalktığımızda; nüfusu en fazla olan İstanbul‘da çalıştırılan personel başına 546, nüfusu İzmir‘e göre daha fazla olup, kapsadığı alan dikkate alındığında daha az personel çalıştıran Ankara‘da çalıştırılan personel başına 374, nüfusu ve hizmet ettiği alan Ankara‘ya göre daha az olan İzmir‘de çalıştırılan personel başına 399 kişi düştüğünü söyleyebiliriz.

Üç büyükşehir belediyesi ile bağlı kurumlarında çalışan personel sayısının 2009-2020 dönemindeki gelişimi ise aşağıdaki çizelgede gösterilmiştir.

Grafikten de göreceğiniz gibi İzmir’e göre daha fazla nüfus ve hizmet alanına sahip Ankara Büyükşehir Belediyesi‘nin çalıştırdığı personel sayısı geçtiğimiz yıllarda neredeyse İzmir‘in yarısına yakın olmakla birlikte sayı son yıllarda, özellikle de 2020 yılında büyük oranda artmış ve 2020 yılı itibariyle neredeyse İzmir‘e yaklaşmıştır.

2009-2020 döneminde İstanbul, Ankara ve İzmir büyükşehir belediyeleri ile bu belediyelere bağlı İETT, İSKİ, EGO, ASKİ, İZSU ve ESHOT genel müdürlükleri gibi kurumlarda memur, sözleşmeli personel, kadrolu işçi, geçici işçi, taşeron işçisi ve sözleşmeli sanatçı gibi değişik statülerde çalışanların sayıları ile bunların cinsiyetler arasındaki dağılımını ve yıllar itibariyle gelişimini aşağıdaki üç ayrı tabloda görebilirsiniz:

İSTANBUL: En iyi durumda olan kadın memur ve sanatçılar bile üretim sürecinin içinde yer almamaktadır.

Büyükşehir Belediye Meclisindeki kadın üye oranının % 17,05, AKP‘li kadın üyelerin kendi grupları içindeki oranının % 19,32, CHP‘li kadın üyelerin kendi grupları içindeki oranının % 15,97 olduğu İstanbul Büyükşehir Belediyesi ile bağlı iki genel müdürlükte (İSKİ, İETT) çalışan kadınların toplam sayısı 2011 yılı endeksi 100 (21.141 çalışan) olarak kabul edildiği takdirde, 2020 yılı itibariyle 134 endeks değeri (28.307) olarak artmış, bu sayı ve değer içindeki kadın çalışan oranının 2010 yılında % 16 iken 2011 yılında % 17, 2012 yılında % 19, 2013 yılında % 19, 2014ve 2015 yıllarında % 18, 2016 yılında % 19, 2017 yılında % 13, 2018 yılında % 19, 2019 ve 2020 yıllarında % 13 olduğu belirlenmiştir.

Kadın çalışanların İstanbul Büyükşehir Belediyesi ile İETT ve İSKİ genel müdürlüklerindeki durumuna ayrı ayrı baktığımızda ise, İstanbul Büyükşehir Belediyesi‘nde memur olarak çalışan kadınların 2010-2020 döneminde % 18 ile % 23 arasında bir paya sahip olduğu, 11 yıllık ortalamanın % 21,28 düzeyinde gerçekleştiği, İETT Genel Müdürlüğü‘nde çalışan kadın memurların 2017-2020 döneminde % 25 oranında bir paya sahip olduğu, İSKİ Genel Müdürlüğü‘nde çalışan kadın memurlara ait oranların 2010-2020 döneminde % 27-32 arasında değiştiği, 11 yıllık ortalamanın ise % 30,19 düzeyinde gerçekleştiği görülmüştür.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi açısından ilginç olan bir diğer durum ise ‘Sözleşmeli Sanatçı” olarak istihdam edilen ve çoğu İstanbul Şehir Tiyatroları‘nda çalışan tiyatrocular arasındaki kadın oranının 2011-2020 dönemi itibariyle % 36-43 arasında değişmesi ve 10 yıllık ortalamanın % 38,8 olarak hesaplanmasıdır.

Bu tabloda İstanbul Büyükşehir Belediyesi açısından en olumsuz durum ise gerek belediyede gerekse iki ayrı genel müdürlükte ‘kadrolu işçi‘ ya da ‘geçici işçi‘ olarak çalıştırılanlar arasındaki kadın oranının son derece düşük çıkmasıdır. Bu oranların 2010-2020 dönemindeki ortalamasının ‘kadrolu işçiler‘ için % 9,28, ‘geçici/taşeron işçiler’ için % 14,20 olarak hesaplanması bu durumun en iyi örneğidir.

ANKARA: Kadın her ad ve düzey itibariyle üretim sürecinin dışındadır.

Büyükşehir Belediye Meclisindeki kadın üye oranının % 8,85, AKP‘li kadın üyelerin kendi grupları içindeki oranının % 11,37, tek bir CHP‘li kadın üyenin kendi grubu içindeki oranının % 3,58 olduğu Ankara Büyükşehir Belediyesi ile bağlı iki genel müdürlükte (ASKİ, İETT) çalışanların toplam sayısı 2010 yılı endeksi 100 (4.250 çalışan) olarak kabul edildiği takdirde 2020 yılı itibariyle 356 endeks değeri (15.129) olarak artmış, bu sayı ve değer içindeki kadın çalışan oranının 2011 yılında % 19 iken 2012 yılında % 20, 2013 ve 2014 yıllarında % 18, 2015 ve 2016 yıllarında % 21, 2017 yılında % 17, 2018 ve 2019 yıllarında % 16, çalışan sayısının bir önceki yıla göre % 164,77 oranında arttığı 2020 yılında da % 14 olduğu belirlenmiştir.

Kadın çalışanların Ankara Büyükşehir Belediyesi ile ASKİ ve EGO genel müdürlüklerindeki durumuna ayrı ayrı baktığımızda ise, Ankara Büyükşehir Belediyesi‘nde memur olarak çalışan kadınların 2011-2020 döneminde % 21 ile % 24 arasında değişen bir paya sahip olduğu, 10 yıllık ortalamanın % 22,8 düzeyinde gerçekleştiği, ‘sözleşmeli personel‘ olarak çalışan kadınların devlet memuru kadınlara göre daha fazla oranda olduğu belirlenmiştir. Buna göre, 2011-2020 döneminde ‘sözleşmeli personel‘ olarak çalışan kadınların oranı % 32 ile % 53 arasında değişmiş ve 2011-2020 dönemindeki ortalama değer % 40 olarak bulunmuştur. Ayrıca tablo üzerinde yapılan incelemeler sonucunda, ASKİ Genel Müdürlüğü‘nde çalışan kadın memurların 2017-2020 döneminde % 18, EGO Genel Müdürlüğü‘nde çalışan kadın memurların faaliyet raporlarının yayınlandığı 2018-2020 döneminde % 14 oranında bir paya sahip olduğu, ASKİ‘de ve EGO‘da ‘sözleşmeli personel” statüsünde çalışan kadınların ise faaliyet raporlarının yayınlandığı 2013, 2017, 2018, 2019 ve 2020 yıllarında % 16 ila % 44’e yaklaşan oranlarda istihdam edildiği görülmüştür.

2009-2020 döneminde Ankara Büyükşehir Belediyesi ile ASKİ ve EGO genel müdürlüklerinde çalışanların cinsiyetlerine göre dağılım ve gelişimi gösteren aşağıdaki tabloda, aynen İstanbul ile ilgili tabloda karşımıza çıktığı gibi; yani, ‘kadrolu işçi‘ ve ‘taşeron işçisi‘ olarak tanımlananlar arasındaki kadın çalışan sayısının azlığıdır ve bu durum kadın hakları açısından önemli bir sorundur. Bu oranın 2011-2020 döneminde Ankara Büyükşehir Belediyesi‘nde % 7-11 aralığında, ASKİ Genel Müdürlüğü‘nde % 4-5 aralığında, EGO Genel Müdürlüğü‘nde de % 4 düzeyinde gerçekleşmesi, kadının üretim içindeki yerini geliştirmek açısından üzerinde ciddi ciddi düşünülüp çözümlenmesi gereken önemli bir sorundur.

İZMİR: Çalışan kadın oranı diğer belediyelere göre daha iyi olsa da kadın, üretim sürecinin dışında tutulmaktadır.

Büyükşehir Belediye Meclisindeki kadın üye oranının % 17,15, AKP‘li kadın üyelerin kendi grupları içindeki oranının % 17,40, CHP‘li kadın üyelerin kendi grupları içindeki oranının % 18,59 olduğu İzmir Büyükşehir Belediyesi ile bağlı iki genel müdürlükte (İZSU, ESHOT) çalışanların toplam sayısı 2009 yılı endeksi 100 (8,700 çalışan) olarak kabul edildiği takdirde 2020 yılı itibariyle 172 endeks değeri (15.129) düzeyinde artmış, 2009-2019 döneminde makul düzeyde olan çalışan sayısı artışı 2020 yılında 209 yılına göre % 72,25, bir önceki yıla göre % 39,87 oranında artarak 14.985’e ulaşmıştır. Bu sayı ve değer içindeki kadın çalışan oranının 2009 yılında % 16 iken 2010 yılında % 20, 2011 yılında % % 18, 2012 yılında % 19, 2013 yılında % 20, 2014 yılında % 19, 2015 yılında % 22, 2016, 2017 ve 2018 yıllarında % 16, 2019 yılında % 17, 2020 yılında da yine % 16 oranında olduğu belirlenmiştir.

Kadın çalışanların İzmir Büyükşehir Belediyesi ile İZSU ve ESHOT genel müdürlüklerindeki durumuna ayrı ayrı baktığımızda ise, İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nde memur olarak çalışan kadınların 2009-2020 döneminde % 24 ile % 30 gibi diğer iki büyükşehir belediyesinde görülmeyen düzeyde bir paya sahip olduğu, 11 yıllık ortalamanın % 30 düzeyinde gerçekleştiği, ‘sözleşmeli personel‘ olarak çalışan kadınlar da aynı durumun, hatta kadın-erkek eşitliğini yansıtacak ideal durumu yansıtırcasına % 50-51 düzeyinde tekrarlandığı (11 yıllık ortalama 51,55) belirlenmiştir.

Ayrıca tablo üzerinde yapılan incelemeler sonucunda, İZSU ve ESHOT genel müdürlüklerinde çalışan kadın memur oranı ile ‘sözleşmeli personel‘ statüsündeki kadınların, İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nde çalışan kadın memurlar ile ‘sözleşmeli personel‘ statüsündeki kadınlar gibi aynı düzeyde (İZSU kadın memur oranı % 27, İZSU sözleşmeli personel’ statüsündeki kadın oranı % 46, ESHOT kadın memur oranı % 22, ESHOT sözleşmeli personel statüsündeki kadın oranı % 38) olduğu görülmüştür.

2009-2020 döneminde İzmir Büyükşehir Belediyesi ile İZSU ve ESHOT genel müdürlüklerinde çalışanların cinsiyetlerine göre dağılım ve gelişimi gösteren aşağıdaki tabloda, aynen İstanbul ve Ankara ile ilgili tablolarda karşımıza çıktığı gibi; yani, ‘kadrolu işçi‘ kategorisi içindeki kadın çalışan oranının hem belediye hem her iki genel müdürlük düzleminde % 0-8 arasında değişen oldukça yetersiz oranı ile “taşeron/şirket işçisi” adıyla çalıştırılan çok fazla sayıdaki işçi kitlesi içindeki kadınların sayı ve oranlarının düzenlenen faaliyet raporlarında belirtilmemiş olması kadın hakları mücadelesi açısından büyük ve önemli bir sorundur.

İstanbul, Ankara ve İzmir büyükşehir belediyelerinde 2009-2021 döneminde çalıştırılan kadın personelin tüm personele oranını ve yıllık gelişimini gösteren yukarıdaki grafikten de anlaşılacağı üzere kadınların belediye içindeki istihdamı İstanbul‘da % 13-19, Ankara‘da % 14-21, İzmir‘de de % 16-22 aralığında olup; çalışan kadın oranı, İstanbul‘un CHP yönetimine geçtiği 2019 yılından sonra % 19’lar düzeyinden % 13’ler düzeyine, Ankara‘nın CHP yönetimine geçtiği 2019 yılından sonra % 17-16’lar düzeyinden % 14 düzeyine indiği, İzmir‘de ise 2015’de sahip olduğu % 22 düzeyinden % 16’lar düzeyine indiği görülecektir. Bu durum, hem kadın çalışanlar hem de kadın haklarını savunduğunu söyleyen CHP açısından ilginç ve vahim bir gelişmeyi ortaya koymaktadır. Böylelikle kadınlar açısından zaten yetersiz olan durum daha da yetersiz hale gelmektedir…

CHP’li belediyeler, kendi parti örgütleri içinde bile % 30 cinsiyet (kadın) kotasına ulaşamadıklarını dikkate aldığımızda, gerçekte % 13-16 aralığında dolaşan kadın çalışan oranını kamuoyunun dikkatinden kaçırmak için zaman zaman üst yönetimde olan ya da belediye meclislerinde görev yapan kadınların daha yüksek olan oranlarını öne çıkarıp bundan kendilerine bir fayda sağlamaya çalışsalar da, % 13-16 düzeyinde dolaşan bu oranlar kadının ekonomik özgürlük ve istihdamına önem verdiği iddialarının ne kadar boş olduğunu ortaya koymaktadır.

‘İçeride’ çalışmak niyeti….

Aslında üst ya da orta düzeyde yönetici kadın sayısının daha fazla olması ve bunun olması gereken bir durummuş gibi öne çıkarılması, yukarıda da sözünü ettiğimiz başka bir sorunlu alanın varlığına işaret etmektedir: Yöneticilerin ya da bizzat kadınların veya onların aile çevresinin ‘içerideki‘ masa başı işleri onlar için daha uygun görmesi… Kadınların dış mekanda yapılan hizmetler yerine iç mekandaki büro işlerine uygun olduklarını varsayan bu anlayış aslında kadın-erkek eşitliğine aykırı korumacı bir zihniyeti yansıtmakta olup; kadının iç mekandaki bürolarda çalıştırılması suretiyle erkekler tarafından sahiplenilip korunması olgusunu ön plana çıkarmaktadır. Hele ki, büroda çalışmak koşulu ya da özlemi ile işe başlayanlar, kent siyasetinde ya da yönetiminde önde gelenlerin karısı, kızı, oğlu, gelini ya da kongre seçimlerinde marjinal değeri olan kıymetli delegeler ise ve bunlar önce işe girmek, işe girdikten sonra da ‘içeride‘ çalışmakla ilgili taleplerini ifade etmişlerse….

Evet, yukarıdaki tablo ve çizelgelerin de ortaya koyduğu gibi, kadınların dış mekan hizmetleri içindeki oranı, iç mekanda çalışan memur, sözleşmeli personel ve sanatçılara göre daha az durumdadır. Her ne kadar park ve bahçe, otobüs, metro, tramvay hizmetlerine alınan bir iki kadın işçi ya da emekçi belediyelerle ilgili reklam ve tanıtımlarda öne çıkarılıp bu hizmetlerde de kadın çalıştırılıyormuş gibi bir algı yaratılmak isteniyorsa da gerçek hiç de öyle değildir.

O nedenle, İstanbul, Ankara ve İzmir büyükşehir belediyelerinin, gerçekleştirdikleri hizmetlerle kent, bölge ve ülke düzlemindeki kadın hakları mücadelesine destek verirken önce kendi çalışanları arasındaki kadın oranlarını arttırmak için çaba göstermesi gerektiğini, bunu başaramadıkları, diğer kişi ve kurumlara iyi bir örnek olamadıkları sürece inandırıcı ve başarılı olamayacaklarını düşünüyorum.

Önce belediyelerdeki kadın çalışan sayısını arttırmak…

Evet, devlet memurları ile ilgili mevzuatta daha fazla kadın memur çalıştırılmasını engelleyen ya da zorlaştıran hükümler olduğunu biliyorum. Ama çoğu açık alanda çalışan kadrolu ya da geçici işçi istihdamında daha fazla kadın işçi çalıştırılmasını, kadınlara pozitif ayrımcılık yapılmasını engelleyen bir hüküm ya da yasal bir düzenleme olmadığı için; ayrıca bu alanlarda zaten memur ve sözleşmeli personelle ilgili alanlardan daha az kadının istihdam edildiği ortada olduğu için bundan sonraki süreçte tüm hizmet alanlarındaki kadın çalışan sayısının arttırılması için özel politika ve stratejiler geliştirilmesini, stratejik planlarla performans programlarına bu durumu net bir şekilde ortaya koyacak hedefler konulmasını, bu hedeflere ulaşılıp ulaşılmadığı ile ilgili izleme, değerlendirme ve müdahale çalışmalarına önem verilmesini öneriyor ve bu hususların takipçisi olacağımızı ifade ediyoruz.

Atatürk’ün Kentleşmeye Bakışı: Örnek Olay, Ankara’nın Kentleşmesi – 3

Sonuç ve Değerlendirme

Mustafa Kemal Atatürk’ün kente önem vermesi, yalnızca biçim kaygılarıyla açıklanamaz. Biçim kaygılarıyla açıklanırsa, eksik değerlendirilmiş olur. Atatürk, kentsel ve kırsal topraklara bir doğal kaynak olarak bakmanın zorunluluğuna inanmış ve bu inancının geçerliliğini Ankara’nın gelişmesinde kanıtlamak istemiştir. Kentlerde ve kırsal alanlarda toprak sahibi olanların, topraklarını kullanırken, yaşadıkları topluma karşı bir toplumsal sorumluluk duygusuna sahip olmaları gereğine parmak basmıştır. Onun kentlerle ilgili olarak yaptıkları ve yapmayı düşündükleri, kısaca, Ankara’nın başkent yapılması, yeşil alanların genişletilmesi, kentsel toprak mülkiyetinin kamu denetiminde olması gibi konuların hepsi, çok önemli toplumsal ve ekonomik konulardır. Atatürk, çağdaş başkentin gelişmesine, çağdaş uygarlığa ulaşmanın bir ön koşulu gözüyle bakmıştır. Kenti çağdaşlaştırmayı, toplumu çağdaşlaştırmanın başlangıcı olarak görmüştür. Öngördüğü kentsel yaşam, bütün bireylerin insan haklarının hepsinden özgürce yararlanacakları, maddi ve manevi kişilik ve değerlerini özgürce geliştirebilecekleri uygar bir kent yaşamıdır.
Gerçekten bozkırdan bir başkent üretilmiştir. Ankara’nın başkent olması, dengeli yerleşme açısından önemli bir olaydır. Ankara istihdamının temel kaynağını başkentlik işlevleri oluşturmaktadır. Yönetimin merkezi birimleri buradadır. Bu nedenle, Ankara bir kamu sektörü ve memur kenti, İstanbul bir özel sektör kenti görünümündedir. Bu durum gelişmekte olan ülkelere özgü tek egemen kent olan İstanbul’un tekliğini ortadan kaldırmıştır. İstanbul başkent olarak kalsaydı, bugün yakınılan dengesizlik, aşırı kentleşme ve konut, gecekondu, trafik sorunları çok daha ağır ve yıkıcı boyutlarda karşımıza gelirdi. Ancak, ülkenin ekonomik sorunlarının özümsenememiş olması, Ankara’yı, Türkiye’nin temel kentsel sorunlarının yaşandığı bir kent yapmıştır. Bugün Ankara, bir üretim temeline dayanmasa da, İstanbul’un yarısına yakın nüfusuyla bir metropoliten kent görünümündedir. Atatürk sonrası dönemlerde uygulanan politikalarla, İstanbul’a karşı edindiği başkent olmanın getirdiği üstünlüğü de kaybetmiştir; kurumlar tek tek İstanbul’a taşınmaktadır.

ankara-imrahor
Ankara, İmrahor – Fotoğraf: Hasan Topal

Ülkemizde, son yıllarda yaşanan toplumsal olaylar, iç ve dış göçler, çarpık kentleşme, sağlık, eğitim, işsizlik, güvenlik ve terör sorunları, tarımsal üretim biçiminden sanayi üretim biçimine dönüş sancılarının sonucudur. Aynı ya da benzer olaylar Batı ülkelerinde yaşanmış ve gerilerde kalmıştır. Toplum yaşayan bir varlıktır. Değişmek, gelişmek zorundadır. Kentsel dünya, sürdürülebilir toplumsal ilkelere dayanmaktadır. “Kırsal kalkınma”da önemli bir işlevi olan köyün, yerinde kalkınmasını, kente ulaşmasını sağlayacak, iletişimini arttıracak etkin bir zemin oluşturulamamıştır. Kenti “rant” alanı olarak görmekten vazgeçilmelidir. Ne yazık ki, bu anlayış, yoğunluk kazanmış, örnekler çoğalmıştır. Cumhuriyet ile oluşturulmuş tarihsel, doğal ve ulusal değerlerin yerine apartmanlar, işhanları, gökdelenler, çarşılar dikilmiş; -o değerleri ülkeye kazandırmış olan Atatürk de olsa- bir değer taşımaktan çıkmıştır. Dolayısıyla, Türkiye, 1923 yılında gerçekleştirdiği geleneksel toplumun büyük dönüşümünün ardından, yeniden kenti ile kırı ile bir bütün olduğunu gören bir toplumsal dönüşüme, yeni bir coşkuya gereksinim duymaktadır.

Atatürk’ün Kentleşmeye Bakışı: Örnek Olay, Ankara’nın Kentleşmesi – 2

3. Örnek Olay: Ankara’nın Kentleşmesi

Ankara, I. Dünya Savaşı yıllarında, ulaşılması ve yaşanması güç, çok bakımsız, yoksulluktan, çevredeki bataklıkların ürettikleri sıtma salgınlarından kırılan bir Anadolu kasabasıydı. Varlıklı kesimin yaşadığı azınlık mahallesini yok eden büyük bir yangın geçirmişti. Yıkıntılarla bir çöküntü alanı görünümündeydi. Kent kalenin çevresinde kümelenmiş dar sokaklı birkaç mahalleden oluşmakta; Kale ile bugünkü Ulus meydanı arasında uzanmaktaydı. Almanlar tarafından yaptırılmış olan bozuk ve dar bir yolla Ulus meydanına bağlanmaktaydı. Birkaç resmi taş binanın dışında dikkat çeken bir yapı yoktu. Evlerin çoğunun damları düz görünümlü ve toprak rengiydi. Kent ağaçtan, yeşilden yoksun çıplak bir bozkırı, gelişmemiş bir köyü andırmaktaydı (Büyük Larousse, 1986a: 107). Mustafa Kemal’in Temsil Heyetiyle birlikte Ankara’ya gelmesi ile 23 Nisan 1920’de Ankara’da T.B.M.M.’si açılmıştır. Böylece, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması yolunda önemli bir adım atılmış ve Meclis’in Türk Kurtuluş Savaşı’nı başarıyla yönetmesi, yeni Türk Devleti’nin kuruluşunu hızlandırmıştır. 1 Kasım 1922’de Hilafet ve Saltanat kaldırılmış; böylece Osmanlı İmparatorluğu ile bağlar kopartılmıştır. Siyasi rejim değiştirilirken, Osmanlı yönetimiyle özdeşleşmiş, kozmopolit yaşantının simgesi, dış etkilere açık bir liman kenti olan eski başkent bırakılmıştır. Ülkenin ortasında, ulusun bütünleşmesini sağlayacak ve yeni yönetimi simgeleyecek olan yeni bir başkent seçilmiştir. Ankara, Kurtuluş Savaşı’nı yapanların, savaşın örgütlenmesi, ulusal tepkinin siyasal örgütlenme biçimine dönüşmesi için hazırladıkları ortam sonucunda; Kurtuluş Savaşı’nın başarıya ulaşmasından sonra “doğal bir başkent” niteliği kazanmıştır (Yavuz, 1980:10). Falih Rıfkı Atay’a göre, Ankara, zaten Milli Kurtuluş Savaşı’nın karargâhıdır ve “Mustafa Kemal sadece Ankara’da kalmaya karar vermiştir” (Atay, 1969:18). Cumhuriyet bu dekor içinde doğmuştur. Ancak, yaşayabilmesi için gerekli koşullardan biri de, başkentin çağdaş gereksinimlere uygun olmasıdır.

Tarihteki başkentlere baktığımızda, onları başkent yapan kararların ardında, bazen belli bir inancın sembolik ya da mekânsal varlığı, bazen güçlü bir kale ya da ticaret yolu, bazen de güçlü bir coğrafyanın varlığı yeterli olarak görülebilir (Vale, 1992:16). Modern başkentler, I. ve II. Dünya Savaşları’ndan sonra ortaya çıkan ulus-devletlerinin inşası sırasında ilan edilen, mevcut ekonomik, sosyal ve politik koşulların zorluğuna rağmen “sıfırdan başlamak” hedefiyle kurulan devrimci başkentlerdir. 20. yüzyıl modern ulus devletlerin kurulmasına sahne olurken, bu durum bir yandan da birçok başkentin kurulmasına neden olmuştur. Başkentler, farklı coğrafyalara, farklı tarihlere ve farklı ideolojilere sahip olsalar da, yüklendikleri misyon ile ülkeleri için çağdaş ve ideolojik birer sembol, sosyal ve politik değişim için birer araç olmak üzere tasarlanmışlardır. Eski rejimin mekânsal imajından, örüntülerinden kurtulmak ve yeni ideolojiyi temsil etmek amacıyla tasarlanırlar. Yeni bir ulusun inşası için birer araçtırlar. Simgesel olarak hem modern ulusun “temsili mekânı”; hem de yeni oluşacak gündelik yaşam örüntülerinin, “kamusal kültürün mekânının temsiliyeti” kurgulanmaktadır (Lefebvre, 1993:23). Modern başkentlerin sembolik rolü, modern ulus devletin gücünü, büyüklüğünü ve sürekliliğini temsil etmekle başlar. Modern ulusalcılığın birer öncüsü olan başkentler, ulusal kimliğin inşası, ulusal ve sosyal birliğin, beraberliğin sağlanması ve sürdürülmesi misyonu ile kurulurlar. Bu hedef, onları ait oldukları coğrafya içinde farklı yapar. Olan tarihten, geçmişten kopmak değil, geçmişin ideolojisinden kopmak, farklı bir bağlamla yeni bir yerellik aramaktır. Yeni bir ideolojik temsiliyet, yeni bir sosyal bağlam demektir. Bu arayış modern başkenti devrimci ve aykırı yapar ve “sıfırdan başlamak” noktasına taşır. Aynı misyonu paylaşan 20. yüzyıl başkentleri, temsil edilen sosyal, kültürel, ekonomik ve politik bağlamda geçmişle bağlarını koparmış, farklı anlamlar, farklı ilişkiler ve yönelimler tanımlamaktadırlar. Modern başkentlerde öne çıkan değer, yeni bir ideolojik temsiliyetin mekânı olmasıdır. Bu bağlamda, farklı ve yeni sosyal, kültürel, ekonomik ve politik söylemler öne çıkar ve başkentlilik kararını şekillendirir. Demokrasinin ve bağımsızlığın sembolü olurlar. Chandigarh ve Brasilia, II. Dünya Savaşı’ndan sonra tasarlanmış başkentlerdir. Canberra ve Ankara da bu bağlamda öncü başkentlerdir. Ulusal ideallerin ve modernleşme projesinin temsili mekânı olmak üzere tasarlanmışlar ve modern kent yaşantısının örgütlenmesi ve ulusal kimliğin inşası hedefiyle sıfırdan başlamışlardır (Uludağ, 2009:25-26). Ankara’nın uluslararası bir başka ünü ise, ilk planlı Başkentlerden biri olmasıdır. O yıllarda, hep Canberra ve Brasilia ile kıyaslanır ve Türklerin yeni başkentinin güzelliğinden ve ihtişamından söz edilirdi (Aydın, 2007).

Türkiye Cumhuriyeti I. Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan ilk ulus-devletlerden olduğu için Ankara’nın başkent olma kararı önemli bir örnektir. Cumhuriyetin kuruluşu ile Ankara’nın ön plana çıkışı aynı zaman dilimine denk gelmektedir: Önce, 3 Ekim 1923’de TBMM’nin oturumunda tek maddelik yasayla, Ankara başkent yapılmış, sonra 29 Ekim’de Cumhuriyet ilan edilmiştir. Ankara’nın Başkent olarak seçilmesi, Ankara için olduğu kadar Türkiye için de yeni bir dönemin başlangıcı olmuştur (Okçuoğlu, 1978; Uçar, 1978). Başkent ilan edilme kararının alınmasıyla Ankara bir anlamda Cumhuriyet’in yeni kurumlarını, dünya görüşünü, yaşam biçimini tüm Türkiye’ye aktarma işlevini de üstlenmiş olacaktır (Keleş ve Duru, 2008:28). Atatürk, bataklık bir arazi üzerinde yerleşmiş bulunan küçük Ankara kasabasından büyük ve çağdaş bir kent yaratmaya kararlıydı (Keleş, 1993a:219). Mustafa Kemal’in bozkırdan bir Başkent yapma isteğinin mantıklı bir çerçevesi vardı. Bu çerçeveyi “eski”ye tabi olmayan yeni Cumhuriyet, yeni bir başkent düşüncesi çiziyordu. Atatürk İstanbul yerine Doğu ve Batıyı ortada birleştiren Ankara’yı başkent olarak daha uygun bulmuştur; eski rejim ve eski başkent, yeni rejim ve yeni bir başkent (Yavuz, 1980:10). Kurtuluş Savaşı ile bağımsızlık kazanılırken, bunun ekonomik bağımsızlık için yeterli olmadığını gören Mustafa Kemal, Anadolu’nun yarı sömürge oluşunun bir simgesi haline gelen İstanbul’u yeni cumhuriyetin başkenti olarak düşünemezdi. Bir İç Anadolu kentinin Başkent seçilmesi 19. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun yarı-sömürge oluşuna bir tepkiden kaynaklanmaktadır (Tekeli, 1982:50). Başkent Ankara modern Türkiye için bir simge, bir yeniliktir. Cumhuriyet ideolojisinin ve modern Türk kentinin sembolü olmuştur. Cumhuriyet burjuvazisi ve bürokrasisi İstanbul’un kozmopolit havasından kurtarılarak ulusalcı bir çizgide, çağdaş yaşam kalıplarını benimsemiş olarak geliştirilmek istenmiştir. Başkent yeni kurulan Cumhuriyet’in ideolojisinin yayılması ve yeni toplumun oluşturulması için bir araç, yeni bir toplumsal yaşamın kurulması ve sürdürülmesi için ise temsili mekân olmuştur (Tekeli, 1998:7). Ankara’yı başkent yapan Atatürk, kentin modern bir çehreye kavuşmasını istiyordu. Ankara’nın başkent olarak Cumhuriyeti temsil edecek nitelikte çağdaş bir kent olması gerekmekteydi: “Artık vatan imar istiyor, zenginlik ve refah istiyor. İlim ve ustalık, yüksek medeniyet, hür fikir ve zihniyet istiyor” (Kültür Bakanlığı, 1992:264). Başkent Ankara, Cumhuriyet ile birlikte Başkentliğin verdiği liderlik işlevlerini stratejik, politik ve sosyo- ekonomik işlevlerle bütünleştirerek ve ülkedeki diğer kentler için “öncü-örnek” bir rol üstlenerek “Modernite” hareketinin sembolü olmuştur.

1920lerin_sonu_bendderesivehacibayram_arkakapak

Bu doğrultuda, başkent Ankara, modern Türkiye’nin ve modern Türk kentinin örneğini oluşturuyordu. Modern Türkiye’nin ve rejimin ideallerinin bir sembolüydü. Bu nedenle, bu misyonu yerine getirebilecek, devrimin büyüklüğü ile doğru orantılı olarak güçlü ve büyük bir Ankara’ya gerek vardı. Ankara’yı uygar Türkiye’nin simgesi yapmak gerekiyordu. Böyle bir kentin gelişigüzel bir gelişme ile elde edilemeyeceği anlaşılınca da planlı imar kavramı doğmuştur (Tankut, 1981:113–114). Ankara’da daha Kurtuluş Savaşı yıllarında hissedilen ve Cumhuriyet döneminde baskınlığını artıran konut sıkıntısı planlı kent özleminin temel nedenidir. Mustafa Kemal’in yakın çevresinde yer alan aydın kuşak savaş yıllarından beri Ankara’da yaşamaktadır. Viyana, Budapeşte, Bükreş, Paris, Cenevre gibi Batı kentlerinin bazılarını görme ihtimali yüksek olan bu ilk aydın kuşak, az gelişmiş Ankara’nın batılı bir kent görüntüsüne dönüşmesini istemektedir (Tankut, 1981:116). Peki bu nasıl olacaktı? Eski Ankara’nın sokakları o kadar kötü durumdaydı ki, yapmak için yıkmanın gerektireceği masraf yeni bir kent kurmaya yetecek ölçüdedir (Yavuz, 1980: 24). Bu harap, küçük kasabanın yeni doğmuş Cumhuriyet’in başkenti olarak, eski başkent İstanbul’la yarışabilecek biçimde imar edilmesi ve Cumhuriyet’in öngördüğü uygar yaşam biçiminin yaratılması rejimin başarısıyla özdeşleşmiştir (Ana Britannica, 1986a:107). Ankara’nın imarı, “yeni vatan, toplum ve devlet” üçlüsünün gerçekleştirilmesi için yapılmış devrimlerden biridir (Tankut, 1981:115). Atatürk devrim niteliğinde bir kararla başkenti İstanbul’dan Ankara’ya götürmekle, Anadolu’nun uzun yıllar geri kalmış bölgelerinin toplumsal ve ekonomik gelişme potansiyelini seferber etmeyi amaçlamaktadır. Ankara, ekonomik etkinlikleri, eğitim ve kültür kurumlarını ülke yüzeyine dengeli bir biçimde yaymayı amaçlayan girişimlerin ilki ve en önemlisiydi. Bütün Ortadoğu’da daha sonra adına “bölge planlaması” denilecek olan ülkenin coğrafi bakımdan bütünleşmesi ve örgütlenmesi yönteminin ilk uygulamasıydı. Yalnız, bölgeler arasındaki gelişme dengesizliklerine ve köylerle kentler arasındaki yaşam düzeyi ayrımlarına ilişkin görüşleri değil, fakat aynı zamanda, toprağı bir doğal kaynak olarak görmesi, planlı çevreye duyduğu yakın ilgi, tarihsel yapıtların ve doğal çevrenin yeşilliğin korunmasına verdiği önem, onu izleyenleri Atatürk’ün gerçekten, çağdaş dünyanın kent sorunlarını yıllarca öncesinden kestirebilecek bir öngörüye sahip bir devlet adamı olduğu inancına götürmüştür (Keleş, 1993b: 219-227).

Genç Cumhuriyetin başkenti olarak Atatürk’ün kişiliği ile bütünleşmiş olan Ankara’nın Cumhuriyeti temsil edecek nitelikte çağdaş bir görünüme kavuşturulması için başlatılan imar etkinliklerinin, kurumsal bir çerçevede yürütülebilmesi amacıyla, 1924 yılında Ankara Şehremaneti Kanunu çıkarılarak kent İstanbul’a benzer bir yönetime kavuşturulmuştur. 1930’da Belediye Kanunu, 1933’da Belediye Bankası ile Yapı ve Yollar Kanunu, 1934’de Tapu Kanunu ve 1939’da Belediye İstimlâk Kanunu çıkarılırken hep Ankara göz önünde bulundurulmuştur. Düzenli bir kentleşmeyi sağlamayı amaçlayan bu yasaların ardında, Ankara’yı çağdaş kent yaşamını Türkiye’ye yansıtacak mekân olarak tasarlama düşüncesi bulunmaktaydı. Ankara’nın Türkiye’nin yerel yönetim ve kentleşme düzenini belki de en çok etkileyen özelliklerinden biri, 1580 sayılı Belediye Kanunu’nun hazırlanmasına öncülük etmesidir (Tönük, 1945; Keleş ve Duru, 2008:29). 1925’te çıkarılan özel bir yasayla, mevcut eski kentin yanında, yeni kentin kurulduğu yaklaşık 400 hektarlık toprağın çok düşük bedellerle kamulaştırılması sağlandı (Ana Britannica, 1986a:219). Bu yasa, konut yapmak amacıyla kamulaştırma getiren ilk yasaydı. Ankara’yı güzelleştirme çalışmaları bunlarla sınırlı kalmamıştır. Atatürk 1500 hektarlık Atatürk Orman Çiftliği toprağını satın alırken, hem kıraç olan kente yeşil bir alan kazandırmayı, hem de kentin belli gıda gereksinimlerini karşılamayı amaçlıyordu. Kentin hızla büyümesi için kente ilk kez elektrik verildi ve imarı için gerekli yapı malzemesini sağlamak amacıyla tuğla, kiremit, kireç, çimento ve kereste fabrikaları kuruldu (Ana Britannica, 1986a:107). Cumhuriyeti kuranlar için başta gelen amaç, Türk kentlerinin demokratik değil, fakat temiz, çağdaş, sağlıklı ve güzel olmalarının sağlanmasıydı. Bu nedenle, yalnız belediye yasasına değil, yerel yönetimlerle ilgili bütün öteki yasalara, bu amaçların gerçekleştirilmesini kolaylaştıracak hükümler konmuştur (Keleş, 1993c:37). Türkiye’de kent planlaması alanında Ankara, II. Dünya Savaşına kadar, bütün ülkeye önderlik yaptı. 20. yüzyılın başında planlı kent olgusu tüm dünyada yeni sayılıyordu. Kent bütününün bir plan disiplini altında gelişmesi fikri 19. yüzyılın ikinci yarısında sanayi çağının bir zorunluluğu olarak benimsenmiştir. Sanayileşmenin yarattığı yeni kentsel nüfus ölçekleri, kent yaşamının yeni hizmet gereksinimleri ve kent toplumunda oluşan yeni ilişkiler, bütüncül plan gereksinimini doğurmuştur. Anadolu’da Batıdakine benzer ilk kent planlaması çalışmaları 19. yüzyılda, Osmanlı İmparatorluğu zamanında başladı. İstanbul başta olmak üzere, kentte yapılaşmayı yönlendirmek için konan imar kuralları, Ebniye Nizamnamesi içinde düzenlenmişti. Avrupa ülkelerindeki imar yasalarıyla aynı tarihlerde gelişen bu yasalar, oradaki kentlerden farklı olarak, bir sanayi kentinin bu tür sorunlarına çözüm bulmak yerine, sokakları arabaların geçmesine olanak vermeyen bir sanayi öncesi kentinin sık sık yangın geçirmesine çözüm getirmeye yönelikti (Büyük Larousse, 1986b:633). Gelişmekte olan ülkelerde yeni bir kent kurmanın ilk örneği Ankara idi. “Yeni kentler” kavramını geliştirmiş bulunan İngiltere’de bu politikanın yasalara girmesi ve gerçekleşmesi 2. Dünya Savaşı sonrasına rastlar (Keleş, 1993a: 224).

Ankara’nın Cumhuriyet dönemi imar tarihi iki tane başarısız plan denemesi ile başlar. Eski kent için 1925 yılında Heussler Firmasına, yeni kent için 1927 yılında Karl Lörch’e imar planları hazırlatıldı. Bunlardan eski kent için hazırlanan plan geri çevrilirken, yeni kent plânı, acil konut gereksinimi nedeniyle hemen uygulanmaya kondu. Ama yerel uygulamalar gittikçe daha bütüncül bir plan yapılmasını zorunlu kılıyordu (Tankut, 1981:118). En ileri şehircilik anlayışı içinde bütüncül plan yapılabilmesi için, 1928’de özel bir yasayla Ankara İmar Müdürlüğü kurulmuştur. Başkenti planlamak üzere aynı yıl müdürlüğün açtığı uluslararası plan yarışmasını Alman şehircilik uzmanı Prof. Dr. Hermann Jansen kazandı (Aydın, 2007). Ankara’nın imar işlerinin yürütülmesi sırasında eski Ankara mı imar edilsin, yoksa yeni bir kent mi kurulsun konusu tartışılmış; eski Ankara’nın imarı yerine, Çankaya ile eski Ankara arasında yeni bir mahalle, -daha doğrusu kent çanak şeklinde olduğu için oluşan bataklıkları kurutarak- yeni bir kent kurmak, gerçekleştirilmesi daha kolay ve kent plancılığı ilkelerine daha uygun bulunmuştur (Yavuz, 1980: 24–25). Bu doğrultuda, Jansen Ankara için hem kentin tarihini göz önünde tutan, hem de düşük yoğunluklu bahçeli evlerin ve geniş yeşil alanların bulunduğu, gösterişli yatırımlardan kaçınan bir plan önermiştir. Plan 1932’de onaylanarak yürürlüğe kondu. Jansen binlerce yıllık tarih ve kültürün izlerini yok etmemiş, Eski şehrin üstüne değil, onu koruyarak hemen yanına bir “yeni şehir” kurulmasını planlamıştı. Toplumsal boyut ve insan ölçeği dikkate alınarak hazırlanan bu planda eski kent merkez niteliğinde bırakılıyor, Çankaya’ya kadar devam eden alan ızgara plan dokusunda düşük yoğunluklu konut alanlarından oluşuyordu. Ticaret merkezi Ulus, yönetim merkezi ise “Yenişehir”di. Önerilen plan eski kent merkezi ile yeni kenti başarılı biçimde ayıran ve kenti kuzey-güney yönünde tasarlanan ana bir eksen ile bağlayan bir tasarımdır. Doğu-batı yönünde tasarlanan ikinci bir eksen ise, üzerinde devlet yapılarının yerleştiği bir eksen olarak görülür (Uludağ, 1998:74). Jansen, 1938’e kadar danışman sıfatıyla planın uygulanmasını izledi ve aynı bakış açısıyla Adana, Gaziantep kent planlarını da yaptı (Ana Britannica, 1986a: 219–220).

hermann-jansen_-67097

Cumhuriyet ideolojisinin simgesi gelişen modern kent hayatı olmakta ve gündelik hayat da bu modernite hedefleri doğrultusunda oluşmaktaydı. Bir yandan, modern ve çağdaş bir yaşantının doğabileceği kentsel mekânlar tasarlanırken, bir yandan da modern Türk vatandaşının gündelik yaşam kalıpları oluşuyordu. Modernleşme projesinin bu ilk büyük kentinin kamusal alanını oluşturmak bir “ulusal davaydı” aslında. Başkent Ankara Atatürk’ün sosyal, kültürel ve politik alanlarda gerçekleştirdiği radikal reformların sosyal alandaki bir uzantısı şeklinde okunabilir (Uludağ, 1998:74). Ankara, ideal kamusal mekânı oluşturmalıydı. Ankara’nın örnek kent olması, yalnızca kentsel-mekânsal anlamda değil, tüm sosyal ve kültürel boyutları ile birlikteydi. Başkentin modern kent peyzajının oluşması da rejimin uygulamaya çalıştığı modernite projesinin bir parçasıdır. Dolayısıyla, Ankara yalnızca yapılan örnekler açısından değil, sembolize ettiği değerler açısından da Cumhuriyet tarihi ve kültürü için çok önemli olmuştur. Yeni sosyal normlarla oluşan kamusal kültürün gelişmesi ve gündelik hayatta yerini alabilmesi için gerekli olan kentsel mekânın kurgulanması, bu modernleşme projesinin en önemli parçasıdır. Öyle ki, kentte yaşantının modernleşmesi gündelik hayatın değişmesiyle gerçekleşebilirdi ki, bu da belki gerçekleşmesi en zor olacak dönüşümdü. Kentsel kamusal alanların, park ve bulvarların tasarımı, kentsel peyzaja hem görsel, hem de eylemsel bir müdahale idi. Rejimin idealindeki kentsel peyzajın kurgulanmasında, kentlinin geleneksel yaşantı kalıplarını değiştiren, yeni bir sosyal bağlam ve yeni alışkanlıklar kazandıran bir kamusal alan örneği oldu. Ankara, Osmanlı imajından kurtulmak hedefi ile ulus-devlet olma sürecinde modern kent peyzajına sahip olmuştur. Bu süreç, rejimin kendi mekânını yaratması, kendini güvence altına alması ve devrimlerin sosyal hayata bir uzantısı olarak okunabilir (Uludağ, 2009).

Başkent” kavramı daha çok siyasal ve yönetimsel merkez için kullanılır. Bu merkezde, ulusal meclis, siyasal partiler ve kamu yönetiminin üst düzey örgütlenmeleri yer alır. Bir kentin “Başkent” olması, o kente kendiliğinden fazladan bir “yük” ve bir “ayrıcalık” verir. Bir kentin başkent olarak bir ülkeyi temsil ediyor olması, ona yönetim ayrıcalığı getirir. Ankara için “Protokol kenti” olarak bu ayrıcalık Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren başlar. Başkentte çalışmanın ayrı bir yeri ve önemi vardır. Birçok yeniliğin merkezi olan Ankara ilk konut yapı kooperatifinin kurulmasına da tanıklık etmiştir. Kentin başkent olarak inşasında yönetim ayrıcalığını simgeleyen yapıların görülmesi doğaldır. Zaten İmar Müdürlüğü ilk olarak Ankara’da kurulmuştur. 1935 yılında üst düzey memurlar tarafından kurulan ve Jansen tarafından yüksek standartlarla planlanan Bahçelievler Yapı Kooperatifi bir ilk olmanın yanı sıra, bahçeli ev anlayışının benimsenmesine de katkı sağlamıştır (Sey, 1998:24-39; Şenyapılı, 2004). Başkentin imarı ve kente gelen bürokratlara konut sağlanmasına yönelik olarak yeni yerleşimlere arsa bulunması, memurlara konut ödeneği verilmesi, kooperatif kurulması ve yapı üretimini özendirici çeşitli yasal düzenlemeler oluşturulması önemli gelişmelerdir (Alkışer ve Yürekli, 2004: 63; Keleş ve Duru, 2008:27-44). Konut gereksiniminin devlet eliyle karşılanmasına yönelik politikalar üretilmiş, bazı kamu kurumlarında lojman modeli benimsenirken, işçi ve memurlara uzun vadede ve düşük taksitli ödemelerle konut olanağı sağlanmıştır. Konut politikalarında düşük maliyetli konutlara öncelik verilmekle birlikte, lüks ve üst gelir gruplarına yönelik konutlar da uygulanmıştır (Alsaç, 1993: 112). 1930-1950 yılları arasında üretilen konutlarda sosyo-ekonomik düzeye göre bölgeleme yapılmış alt-orta ve orta gelir grupları için eski kent, Sıhhiye ve Cebeci; üst ve üst-orta gelir grupları için ise, Yenişehir, Bahçelievler ve Gaziosmanpaşa, Kavaklıdere gibi semtler kullanılmıştır. Bu dönem apartmanlara ilişkin olumsuz bir anlayış hâkimdir (Geray, 2000: 10; Alkışer ve Yürekli, 2004:64).

Bir aydınlanma çağı ürünü olarak başkentin imarıyla amaçlanan, premodern bir insan topluluğunun modern bir topluma dönüşmesi için gerekli yaşam sahnesini yaratmaktır. Bu sahne, hem modern toplum için gerekli fakat önceden var olmayan kurumlara mekân sağlayacak, hem de çağdaş bir yaşamın aktivitelerine sahne olacaktır. Oysa bu kültürel dönüşüm projesi, aynı zamanda fiziksel bir dönüşümü de ivmelemekteydi. İlk olarak yüzeye çıkan sorun öngörülmemiş hızda bir nüfus artışı oldu ve doğal olarak bu artışın toplumsal yaşama sürüklediği diğer birçok önemli sorun beraberinde geldi (Tankut, 1994:23; Fırat, 2001:15). Yönetimde merkeziyetçiliğin kentleşme üzerinde etkili olduğu bilinmektedir. Siyasal kararlarla başkent statüsü verilen kentler, yalnız kendilerinin değil, bulundukları bölgelerin nüfuslarını da artırmışlardır. Ankara ve Brasilia bunun örneklerindendir. Osmanlı döneminde nüfus oranlarında İstanbul ve bazı kıyı kentleri dışında artış olmamıştır. Türkiye Cumhuriyetine miras kalan kentsel çevre genelde az gelişkin, durağan ve iç dinamiklerden yoksun bir nitelik taşır. Ankara’nın başkent olarak seçilmesi, hiç kuşku yok ki, ülkenin tümü hesaba katıldığında, nüfusun dengeli dağılması açısından çok önemli bir adım niteliği taşıyordu (Keleş, 1993a:227). Ülkemizde Cumhuriyetin kuruluşundan II. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar nüfusu artan, imar gören tek kent Ankara’dır. Ankara, başkent olmasının sonucu olarak, Orta Anadolu illerinden ve bütün Türkiye’den yoğun göç almış, sürekli bir büyüme göstermiştir. Bölgenin kentleşmesini de hızlandırmıştır. Önce kent ve konut sorunları Ankara’nın sorunuymuş gibi algılanmış, sonra Ankara’nın orada bulunmasının etkisi bölgeye de yayılmıştır. Ulusal devletin başkenti olması Ankara’ya ülkenin geliştirilecek altyapı ağında merkezi bir konum sağlamıştır. Bir yandan, altyapı sisteminin ona ekonomik üstünlükler sağlayacak biçimde gelişmesine yol açarken, bir yandan da ekonomik etkinliklerin niteliğini belirlemiştir. Atatürk, 1919 yılı sonunda İç Anadolu bozkırlarındaki Ankara’ya geldiğinde 20.000 olan kent nüfusu, ilk genel nüfus sayım yılı olan 1927’de 74.000’e yükselmiştir. Ankara dışında nüfus hareketleri ve kentleşme durmuş gibidir. İstanbul’da nüfus artışından değil; gerilemeden söz edilmektedir. İstanbullular Ankara’nın başkent olmasını, genç Cumhuriyetin kendilerini cezalandırması olarak görmüşlerdir (Yavuz, 1980:13). 1929’da başlayan Dünya Ekonomik Bunalımı’ndan sonra Ankara’nın üstünlüğü daha da göze batar olmuştur. Jansen Planı ile nüfusunun 50 yıl içinde 300.000’e ulaşacağı varsayılmıştı. Gecekondulaşma ve arsa spekülasyonu gibi nedenlerle varsayılanın çok ötesinde gittikçe hızlanan nüfus artışı planı işlemez hale getirmiştir. Nüfusu 1945’de 226.000’e ulaşarak 10 kat artmış, 1955’de 450.000’i bulmuştur (Ana Britannica, 1986b:107–108). Ankara’nın büyümesi 1950’ye değin, Türkiye’nin kentleşme hızının iki katıydı. 1975’e kadar %6 düzeyindeydi. 1950’li yıllardan itibaren 1975 yılına kadar kentleşme, göç ve sanayileşmeyle hızlanmıştır (Güvenç, 1987: 20-21). Jansen Planı’nın kentsel büyümenin gerisinde kalması ve plan dışı gelişmelerle özgün biçimini yitirmesi sonucu 1955’de açılan uluslararası yarışma ile Nihat Yücel ve Raşit Uybadin tarafından yeni bir plan yapılmıştır. Yücel ve Uybadin Planı, Jansen Planına göre daha yüksek yoğunluklu, oldukça homojen dokuda bir kent tasarlıyordu. Bunda da daha sonra değişiklik yapılarak yapıların kat adedi iki misli arttırıldı. Bu plan da 2000 yılında 750.000 nüfus bekliyordu, 1985’de 2 milyonu aşmıştır (Ana Britannica, 1986b:219–220). Yücel-Uybadin Planı da kat artış taleplerine direnemeyerek kısa sürede plan dışı uygulamalarla geçerliğini kaybetmiş ve kentin çok daha yoğun bir yerleşime dönüşmesinin yolunu açmıştır (Altaban, 1998: 41).

Ne yazık ki, artan konut gereksinimi bu planların sıkı bir şekilde uygulanmasını engellemiştir. Ankara 50 yılda 2 milyona yakın nüfuslu bir metropol (anakent) olmuştur (Keleş, 1996:26). Denilebilir ki, Ankara’nın yeni bir kent olarak kendi içindeki planlı gelişmesindeki başarı, başkentin Anadolu’yu geliştiren bir büyüme merkezi olarak oynadığı roldeki kadar büyük değildir. Ankara pek çok sorunla karşılaşmıştır. Bunlar arasından da konut ve gecekondu, kamusal kent hizmetleri, nüfusun hızlı artışı ve arsa spekülasyonu, en önemli sorunlar olarak öne çıkmaktadır (Keleş, 1993a: 224). Ankara ilk gecekondu ile 1934 yılında tanışmıştır (Bilgeç, 1972:59). 1950’ye gelindiğinde Ankara’nın % 22’si, 1980’lerde nüfusun % 72’si gecekonduda yaşıyordu (Geray, 1987). Cumhuriyetin kuruluşuyla başlayan planlama çalışmalarının bugün gelinen noktada, başarıya ulaşmadığı görülmektedir. Gecekonduların önüne geçmek için yapılan düzenlemeler (gecekondu affı vb.) gecekonduları yasallaştırmaktan öteye gidememiştir (Şenyapılı, 1978). Görüldüğü gibi, çağdaşlaşmada öncü rolü oynayan Cumhuriyetin ilk imarlı kenti Ankara’nın imar deneyimi, kentsel toprak kullanımı açısından başarıları ve başarısızlıklarıyla oldukça öğretici bir deneyimdir. Jansen Planı 10 yıl içinde eskimiş ve uygulanamaz hale düşmüştür. Bunun başkentlik niteliği, alınan göç, hizmetlerin fazlalığı gibi çeşitli nedenleri olabilir, ama asıl nedeni, teknik ya da parasal olmaktan çok, cumhuriyet bürokrasisinin kent planlanması yaklaşımının değişmesinde aranmalıdır.

yenisehir

Falih Rıfkı Atay Çankaya adlı kitabında, Jansen’in Atatürk ile yaptığı ilk görüşmeyi şöyle aktarıyor: “Jansen bir sual sordu: Bir şehir planı tatbik edebilecek kadar kuvvetli bir iradeniz var mıdır? Atatürk kızdı. Koca memleketi yedi düvelin elinden kurtarmışız. Bir Ortaçağ saltanatını yıkarak yerine bir Yeniçağ devleti kurmuşuz, bunca devrimler yapmaktayız. Bütün bunları başaran bir rejimin, bir şehir planını tatbik edebilecek kuvvette olup olmadığı nasıl sorulabilirdi? Biraz sertçe cevap verdi. Dikkafalı Prusyalı: Belki sizin hakkınız var, dedi. Biz Almanya’da bile türlü güçlüklere uğruyoruz da, onun için sormuştum” (Atay, 1969:20). Ankara’da kentleşme ile ilgili sorunların gündemi meşgul etmeye başlaması, Başkent olmasıyla başlar. Öyle ki, arsa fiyatlarında hemen bir artışa neden olmuştur (Tekeli, 1985: 91). Elli yıl sonra Ankara gecekondunun ve marjinal kesimin yaygın olduğu bir kent olmuştur. Bunun kent mekanına yansıması da bu tür gecekondulu marjinal kesimli kenttir (Tekeli, 1982:50). Bu durum, Türkiye kentleri için de geçerli olup, Türkiye’deki ve azgelişmiş ülkelerdeki kentleşme sürecinin nasıl işlediği ve neden çözümsüz kaldığı konusuna ışık tutacak niteliktedir. Türkiye’de kentlerin bir “kentleşme” ve aynı zamanda bir “kentlileşme” sorunuyla karşı karşıya kaldığının ilk gözlendiği kent Ankara’dır (Kartal, 1982:151). Ankara, ilk modern kent planına, ilk kamu konutlarına tanıklık ederken, ilk düzensiz kentleşmeye, ilk gecekonduya ilk arsa vurgunculuğuna da ev sahipliği yapmıştır. Bu açıdan Ankara Türkiye Kentleşme yazınına da kaynaklık etmiştir. Her şeyden önce bu, Atatürk’ten sonra Ankara imarının simgesel devrim niteliğine olan inancın yitirilmesinin sonucunda ortaya çıkan bir değişimdir. Ankara kentini kuranların zaman içinde devrimci coşkuları çıkarcı tutkuya dönüşmüştür. Topluma sahip çıkma anlayışı yerini, bireyci çıkarcılığa bırakmıştır (Tankut, 1981: 119). O günden bugüne, imar planları yozlaştırılarak çıkarları olanlarca kullanılmaya çalışılmaktadır. Bugün, ülkemizde kent ve köy arasında yapısal dengesizlikler halen mevcuttur. Başta İstanbul olmak üzere hemen her kentte, kâr elde etmek için toprak rantına yönelmek, geçim kaynağı olmuştur. İç göç, özellikle büyük kentlere yönelerek onların da nüfuslarını normalin çok üstünde artırmakta, kentleşmeyi hızlandırmakta ve çarpıtmaktadır (Canatan, 1995:92-93).

Devam edecek…