Sonuç ve Değerlendirme
Mustafa Kemal Atatürk’ün kente önem vermesi, yalnızca biçim kaygılarıyla açıklanamaz. Biçim kaygılarıyla açıklanırsa, eksik değerlendirilmiş olur. Atatürk, kentsel ve kırsal topraklara bir doğal kaynak olarak bakmanın zorunluluğuna inanmış ve bu inancının geçerliliğini Ankara’nın gelişmesinde kanıtlamak istemiştir. Kentlerde ve kırsal alanlarda toprak sahibi olanların, topraklarını kullanırken, yaşadıkları topluma karşı bir toplumsal sorumluluk duygusuna sahip olmaları gereğine parmak basmıştır. Onun kentlerle ilgili olarak yaptıkları ve yapmayı düşündükleri, kısaca, Ankara’nın başkent yapılması, yeşil alanların genişletilmesi, kentsel toprak mülkiyetinin kamu denetiminde olması gibi konuların hepsi, çok önemli toplumsal ve ekonomik konulardır. Atatürk, çağdaş başkentin gelişmesine, çağdaş uygarlığa ulaşmanın bir ön koşulu gözüyle bakmıştır. Kenti çağdaşlaştırmayı, toplumu çağdaşlaştırmanın başlangıcı olarak görmüştür. Öngördüğü kentsel yaşam, bütün bireylerin insan haklarının hepsinden özgürce yararlanacakları, maddi ve manevi kişilik ve değerlerini özgürce geliştirebilecekleri uygar bir kent yaşamıdır.
Gerçekten bozkırdan bir başkent üretilmiştir. Ankara’nın başkent olması, dengeli yerleşme açısından önemli bir olaydır. Ankara istihdamının temel kaynağını başkentlik işlevleri oluşturmaktadır. Yönetimin merkezi birimleri buradadır. Bu nedenle, Ankara bir kamu sektörü ve memur kenti, İstanbul bir özel sektör kenti görünümündedir. Bu durum gelişmekte olan ülkelere özgü tek egemen kent olan İstanbul’un tekliğini ortadan kaldırmıştır. İstanbul başkent olarak kalsaydı, bugün yakınılan dengesizlik, aşırı kentleşme ve konut, gecekondu, trafik sorunları çok daha ağır ve yıkıcı boyutlarda karşımıza gelirdi. Ancak, ülkenin ekonomik sorunlarının özümsenememiş olması, Ankara’yı, Türkiye’nin temel kentsel sorunlarının yaşandığı bir kent yapmıştır. Bugün Ankara, bir üretim temeline dayanmasa da, İstanbul’un yarısına yakın nüfusuyla bir metropoliten kent görünümündedir. Atatürk sonrası dönemlerde uygulanan politikalarla, İstanbul’a karşı edindiği başkent olmanın getirdiği üstünlüğü de kaybetmiştir; kurumlar tek tek İstanbul’a taşınmaktadır.

Ülkemizde, son yıllarda yaşanan toplumsal olaylar, iç ve dış göçler, çarpık kentleşme, sağlık, eğitim, işsizlik, güvenlik ve terör sorunları, tarımsal üretim biçiminden sanayi üretim biçimine dönüş sancılarının sonucudur. Aynı ya da benzer olaylar Batı ülkelerinde yaşanmış ve gerilerde kalmıştır. Toplum yaşayan bir varlıktır. Değişmek, gelişmek zorundadır. Kentsel dünya, sürdürülebilir toplumsal ilkelere dayanmaktadır. “Kırsal kalkınma”da önemli bir işlevi olan köyün, yerinde kalkınmasını, kente ulaşmasını sağlayacak, iletişimini arttıracak etkin bir zemin oluşturulamamıştır. Kenti “rant” alanı olarak görmekten vazgeçilmelidir. Ne yazık ki, bu anlayış, yoğunluk kazanmış, örnekler çoğalmıştır. Cumhuriyet ile oluşturulmuş tarihsel, doğal ve ulusal değerlerin yerine apartmanlar, işhanları, gökdelenler, çarşılar dikilmiş; -o değerleri ülkeye kazandırmış olan Atatürk de olsa- bir değer taşımaktan çıkmıştır. Dolayısıyla, Türkiye, 1923 yılında gerçekleştirdiği geleneksel toplumun büyük dönüşümünün ardından, yeniden kenti ile kırı ile bir bütün olduğunu gören bir toplumsal dönüşüme, yeni bir coşkuya gereksinim duymaktadır.