Nasıl bir belediye yönetimi?

Ali Rıza Avcan

30 Mart 2014 tarihli yerel seçimlerin üzerinden tamı tamamına 4 yıl, 6 ay, 25 gün geçti. Şayet olağanüstü bir gelişme olmazsa, bugünden başlayarak 5 ay 6 gün sonra; yani, 31 Mart 2019 tarihinde yeni bir seçim yapılarak belediyelerin yeni başkanları ve meclis üyeleri belirlenecek.

İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu gibi, yaklaşan seçimlerde aday olmayacağını duyuran belediye başkanları ise, bugüne kadar yaptıklarını ve oluşturdukları kadroları korumak adına ya kendi yerine geçmesini arzuladığı belediye başkan adaylarını tümüyle anti demokratik bir yöntem olan “kefillik” anlayışı çevresinde kabul ettirmeye çalışıyor ya da kendilerini destekleyen sınıf ve kesimleri bu kısa süre içinde memnun etmek amacıyla bugüne kadar vermedikleri ya da veremedikleri ruhsatları vermeye, kolaylıklar sunmaya; kısacası, taraftarlarını memnun etmeye devam ediyorlar.

Bu anlamda, içinde bulunduğumuz dönem tam anlamıyla Amerikalılar’ın yakıştırmasıyla bir “topal ördek” dönemi… (1)

19102018_10380_0_1_ff32d586b4502133e5b5

Bugüne kadar defalarca Kemeraltı, Basmane ve Kadifekale gibi kentin tarihi merkezini kurtaracağını iddia edip -ne hikmetse- kurtaramayan ya da kurtarmayan belediye başkanlarıyla İzmir Ticaret Odası ve Ege Bölgesi Sanayi Odası gibi meslek odası başkanlarının, kent simsarlarının ve holding ya da şirket sahiplerinin belediye merdivenlerinde sergiledikleri o gözler yaşartıcı “birlik beraberlik” tablosu, milletin namusu ile uğraşmayı seven Mehmet Cengiz’e Mavişehir’de verilen yeni ruhsatlar ya da Folkart’ın Alsancak’taki yeni gökdelen yatırımları ile TARKEM’in Kemeraltı’nda başlattığı yeni hamleler hep bu “topal ördek” olma hallerinin ilgiyle izlenen son örnekleri…

Çünkü, yaklaşan seçimler öncesinde tekrar aday olmayacaklarını açıklayan ya da yeniden belediye başkanı olamayacağı bilinen “kefalet altındaki” belediye başkanların bu tür soygun ve talanları yapabilmesi için iklim her zaman olduğu gibi son derece uygun ve verimli…

Bunun en önemli nedeni de, bu konu ile ilgili kamuoyunun ve sosyal medya figürlerinin gitmek üzere olan belediye başkanlarının şu an neler yaptıklarından daha çok; o makamlara kimlerin geleceği ile ilgili popüler bir merak, dedikodu ve haberlerin peşine düşmüş olması.

Şimdi herkes, İzmir Büyükşehir Belediye Başkanlığı ile diğer ilçe belediye başkanlıklarına kimin aday olacağı ya da aday olanlardan kimlerin seçilebileceği ile ilgili… Bu konuda adeta tansiyonu her geçen gün artan bir seçim toto oynanıyor ve herkes “güvenilir bir kaynaktan aldığı bilgilere göre” kimlerin aday olacağını söyleyerek oyunun içinde yer aldığını ya da haberdar olduğunu kanıtlamaya çalışıyor. 

Oysa kimse, aday olacakların ismi, kişisel özellikleri, bugüne kadar yapıp eyledikleri, kurumsal ve kişisel bağlantılarıyla kim ya da kimler tarafından desteklendiği gibi konular dışında o görevlere seçildikleri takdirde ne yapmak istedikleri, hangi toplumsal / kentsel sorunlara öncelik verecekleri, vaat ettiklerinin toplumsal bir geçerlilik ve yapılabilirliğe sahip olup olmadığı, öne sürdükleri projeleri kimlerle, hangi sürede, ne şekilde ve nasıl bir ekiple gerçekleştirilecekleri, şikayetçi olduğumuz mevcut belediye yönetimlerden ne farklarının olacağı, seçilecek kişilerin iyi bir yönetici olup olmadıkları gibi birincil dereceden önemli konuları düşünmüyor ve bunlarla ilgili soruları aday olanlara ya da olmak isteyenlere sormak istemiyor.

Hatta böylesi bir ortamda karşımıza öylesine ilginç adaylar çıkıyor ki; önce alel acele adaylıklarını açıklayıp, seçildikleri takdirde yapıp eyleyeceklerini ortaya koyan projelerinin daha sonra açıklanacağını büyük bir kolay ve saflıkla söyleme cesaretini bile gösteriyorlar.

Kuşa Bak

Kısacası asıl konuşulup tartışılması gereken “nasıl bir belediye yönetimi” sorusu yerine, “nasıl bir belediye başkanı” ya da “yeni belediye başkanı kim olabilir gibi” ikinci dereceden önemsiz soruların yanıtlarını bulmaya çalışıyorlar.

Yerel yönetimlere yönelik alternatif temel politika ve stratejilerle hedef ve amaçlar dikkate alınmadan sadece adayların isimleri üzerinden sığ bir tartışma ortamının yaratılması; elbette ki, “topal ördek” konumunda olanların karşısına yeni yeni fırsatların çıktığı ve onların da bu fırsatları büyük bir gayretle değerlendirecekleri bilinmelidir.

Çünkü, belki de fırsatçılıktan kaynaklanan bu tür olası soygun ve talanlar nedeniyle kentin başına musallat olabilecek daha yeni ve büyük sorunlar, seçilecek yeni isimler dünyanın en iyi insanı ve yöneticisi bile olsa onların altından kalkamayacakları kadar kötü bir mirasa dönüşebilir. 


(1) “Topal Ördek” – ABD’de 4 yılda bir yapılan başkanlık seçimlerinde, mevcut başkan koltuğu kaybetse bile 6 ay görevde kalır. Devir teslim törenine kadar geçen sürenin sonunda başkanın gitmesi kesindir ama o, hem de temsilciler meclisi ve senato karşı tarafın elindeyken 6 ay süreyle bir ayağının üzerinde durmaya çalışarak görevini yürütür. İşte bu durumda başkana “Topal ördek (Lame Duck)” yakıştırması yapılır.

Yeşil Göller Diyarı

Ali Rıza Avcan

Tanıtımını yapacağım bugünkü kitap, uzunca bir süredir sahafların raflarını meşgul eden 68 yıllık eski bir yayın…

Yazıldığı yıllarda henüz “Unat” soyadını edinmemiş olan Nermin Abadan‘ın, 1950 yılında Hilmi Kitabevi tarafından yayınlanmış ve Şirketi Mürettibiye Basımevi tarafından basılmış olan “Yeşil Göller Diyarı, İsveçde bir tedkik seyahati” isimli kitabı. Naşiri ise İbrahim Hilmi Çığıraçan.

Yeşil Göller Diyarı

Geçtiğimiz hafta sahaf, matbaacı ve araştırmacı sevgili dostum Hakan Kazım Taşkıran‘ın Kızlarağası Hanı’ndaki Tepekule kitaplığını ziyaret ettiğimde kendisi bu değerli kitabı bana armağan etme inceliğini gösterdi.

Çünkü Hakan, bu kitabın yazarı Nermin Abadan‘ın benim çok değer verdiğim bir “hocam” olduğunu, onu ikinci annem gibi sevdiğimi ve İzmir’in İzmirli bu değerli insana vefasızlığı nedeniyle çok kızgın olduğumu; ama buna rağmen Nermin Abadan Unat‘ın sağlığında İzmir’in vefa borcunu ödeyebilmesi için uzunca bir süredir elimden geleni yapmaya çalıştığımı ama henüz başarılı olamadığımı biliyordu.

Ayrıca bu kentte, kendilerine defalarca Nermin Abadan Unat‘la ilgili kitapları verip hatırlatmış olmamıza karşın; açtıkları kadın müzesinde ya da İzmir’in yetiştirdiği kadınlarla ilgili kitaplarda bu büyük değere yer vermeyen , onu anımsamayan; hatta bilmeyen valiler, kaymakamlar, belediye başkanları, hukukçular, Atatürkçüler ve yetiştirdiği binlerce öğrencisi olduğunu da biliyordu…

Resim1

Nermin Abadan Unat atadan babadan İzmirli bir ailenin kızı. Babası İzmir’in Bosna asıllı zengin incir, üzüm ve tütün ihracatçılarından Mustafa Süleymanoviç, amcası Altay Spor Kulübü’nün kurucularından Sabri Süleymanoviç, annesi de Macar Baronesi Elfriede Karwinsky

1996 yılında yazdığı “Kum Saatini İzlerken” kitabı ile 2010 yılında Sedef Kabaş tarafından hazırlanan “Hayatını Seçen Kadın – Hocaların Hocası” kitabında yazıp anlattığına göre, babasını kaybettikten sonra henüz 14 yaşında iken annesi ile birlikte yerleştiği Budapeşte’den Mustafa Kemal Atatürk‘ün Türkiye’deki kız çocuklarını ücretsiz okuttuğunu duyarak Türk elçiliğine gidip babasının Türk olduğunu ve Türkiye’ye gidip okumak istediğini söyleyen, sonrasında da Türk elçiliğinin yardımıyla İzmir’e gelip amcasının yanında İzmir Kız Lisesi’nde okuyan, o yaşlardan bu yana yüreğinde Mustafa Kemal Atatürk sevgisini koruyup çoğaltan bir insan. Nitekim ilk evliliğini yaptığı ülkemizin ünlü bilim insanı Prof. Dr. Yavuz Abadan‘dan olan oğluna Mustafa Kemal adını koyan sıkı bir Kemalist.

İzmir Enternasyonal Fuarı’nın açıldığı 30’lu yıllarda İzmir’e gelen her yabancı heyete bildiği dört dille rehberlik yapan, para kazanıp amcasına yük olmamak için çevresindekilere yabancı dil dersleri veren; o nedenle de İzmir’de “Macar Nermin” adıyla tanınan bir genç kız.

Ardından İstanbul Hukuk Fakültesi’ni bitirdikten sonra Ulus gazetesi yazarlığına başladığı dönemde Yavuz Abadan‘la evlenmesi, o tarihlerdeki adıyla Ankara’daki Siyasal Bilgiler Mektebi’ne giren ilk kadın asistan, ilk kadın doçent ve ilk kadın profesör olması, “halkla ilişkiler“, “göç“, “kadın“, “kamuoyu” ve “siyasal partiler” gibi bir çok kavramı Türkiye ile tanıştıran başarılı bir bilim insanı.

Üniversitede yetiştirdiği binlerce öğrenci, kurduğu ve müdürlüğünü yaptığı Ankara Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu, OECD, ILO ve FAO gibi uluslararası kuruluşlara danışmanlık yaptığı yıllar, parlamentoda kontenjan senatörü olarak çalıştığı 1978-1980 yılları arasındaki dönem, “Türk Toplumunda Kadın“, “Göç ve Gelişme“, “Batı Almanya’daki Türk İşçileri ve Sorunları” gibi kadınları, göçmen işçileri ele alan önemli yayınlar, yüzlerce bilimsel makale, Avrupa Konseyi’nin Kadın-Erkek Eşitliği Komisyonunda Türkiye adına üyelik ve ikinci başkanlık yaptığı 1978-1993 dönemi, Uluslararası Siyaset Bilimi Derneği’nin ikinci başkanlığını yaptığı 1967-1970 arasındaki yıllar, Federal Almanya Cumhurbaşkanı’nın 1978 yılında verdiği yüksek Liyakat (Hohes Verdienst Kreuz) nişanı, yurt içinde ve dışında birçok kurumun, üniversitenin verdiği diğer ödüller, Avrupa’da, Amerika’da birçok üniversitede yaptığı görevler….

Benim 1974-1980 dönemindeki lisans, yüksek lisans ve doktora eğitimim sırasında en güvendiğim ve sevdiğim hocam, 1976 yılında Türkiye’de ilk kez yapılan kamuoyu araştırması sırasında bilimsel bir araştırmanın nasıl yapılacağını öğreten, “sözcükleri “dır” ya da “dir” şeklinde bitirmememi öğütleyen, lisans ödevi olarak “Çocuğun Politik Sosyalizasyonu” isimli Türkiye’de ilk kez yapılmış bir çalışmayı gerçekleştirmemi sağlayan, 2000 yılında İzmir’de düzenlediğimiz “Uluslararası Sivil Toplum Kuruluşları Sempozyumu“nda İzmir Kız Lisesi’nden sıra arkadaşı Prof. Dr. Mübeccel Kıray‘a vereceğimiz plaketi almak amacıyla İzmir’e gelip sahneye çıktığında o eski öğrencisini “nesli tükenmiş öğrenci” olarak tanıtıp yüzümü kızartan “anne yarısı” bir hoca…

O, bugün 97 yaşında koskocaman bir Cumhuriyet çınarı….

O, bugün dipdiri zekasıyla ülkemiz ve dünya hakkında gerçekçi analizler yapıp çözümler üreten bir Cumhuriyet aydını…

Ama ne yazık ki, İzmir ve onun yöneticileri, ona şu yaşına kadar İzmir ve Türkiye için yaptıkları için teşekkür bile etmedi, vefa borcunu ödemek adına bir vesile bile yaratmadı…

380

Bugün onu, 68 yıl önce yazdığı eski bir kitap vesilesiyle anımsadık…

Yarın ise ona değer verdiğimizi göstererek gönlünü alacağımız bir güne uyanmayı umuyoruz…


Yine benim üç yıl hocam olan İlber Ortaylı‘nın 3 Ekim 2010 tarihinde “Türklüğü Seçen Nermin Hoca” başlığıyla Milliyet gazetesinde yazdığı yazıyı aşağıdaki linkten okuyabilirsiniz: http://www.milliyet.com.tr/turklugu-secen-nermin-hoca/ilber-ortayli/pazar/yazardetay/03.10.2010/1296558/default.htm

Başarısız Bir Proje: Kent Konseyleri – 3

Yazı dizimizin son bölümünde ülkemizdeki ve İzmir’deki kent konseylerinin, görevli oldukları alandaki halkı ve onun demokratik, sivil, mesleki örgütlerini kucaklayamadığını ifade ederek bu sorunun ilk nedeninin gerek belediye gerekse kent konseyi yönetiminin “küçük olsun ama benim olsun” şeklinde ifade edilebilecek zihniyeti olduğunu ifade etmeye çalışmıştım.

Bugün ise bu sorunun siyasetle ilgili yönlerini ortaya koyup kent konseylerinin siyaset kurumu karşısındaki konumunu tartışmaya çalışacağım.

karikatur-021

Kent Konseylerinin ‘Siyaset İçre Siyasetten Uzak‘ Halleri…

Evet, kent konseyleri; özellikle de başkan ve yöneticilerinin siyaset karşısındaki tavırları siyasetten uzak oldukları iddiasıyla yaptıkları karmaşık, anlaşılmaz siyasetlerle doludur. Bu durum onların açıkça ‘siyaset içre siyasetten uzak‘ hallerini yansıtmaktadır… 

Tabii ki ‘siyaset‘ derken daha çok ait olunan belediyenin ya da belediye başkanının bağlı olduğu siyasi parti üzerinden şekillenen antidemokratik bir tavırdan söz ediyorum. Belediye başkanı CHP’li ise CHP’ye, AKP’li ise AKP’ye bağlılık şeklinde ortaya çıkan, belediye denetimli bir tutum bu!

Oysa, 1970’li, 80’li yıllarda temsili demokrasinin yetersizliklerini dikkate alan toplumcu belediyecilik anlayışının ‘kent senatosu‘, ‘kent meclisi‘, ‘halk meclisi‘ gibi değişik isimlerle geliştirdiği, mevcut belediye başkanı ve meclislerine alternatif bir yapı olarak ortaya çıkan, daha sonra dışarıdfan ithal ‘yönetişim zihniyeti‘ çerçevesinde Yerel Gündem’21 ve kent konseyi adıyla ‘liberalleşen’ bu yapıların asıl iddiası, belediye yönetiminin bağlı olduğu siyasi parti üzerinden ‘hiyerarşik‘ bir bağlılık değil; tüm siyasi partilere mümkün olduğu kadar eşit mesafede durarak tüm belde halkını kucaklamak, hangi partiden olursa olsun tüm hemşehrilerin bir araya geldiği bir ortaklık yaratmaktır.

O nedenle, kent konseyinin katılımcı ve yöneticileri ayrı ayrı siyasi görüşlerden, partilerden geliyor olsalar da ürettikleri politika ve stratejiler, gerçekleştirdikleri uygulamalar itibariyle her görüş, düşünce, ideoloji ve partiden insanı bir araya getirerek ve bu kolektif bir araya gelişlerin sinerjisini değerlendirerek kentle ilgili konu ve sorunlara yönelik işbirliği ağları oluşturmaları gerekmektedir. 

Bu anlamda, değişik görüş, düşünce, ideoloji ve partilerden gelen kurum ve insanların bir birlik oluşturamadıkları ve bu beraberlik üzerinden kendilerini ifade edemedikleri, bir toplumsal güç olarak kendilerini kent halkına kabul ettiremedikleri sürece bu doğrultuda iyi niyetli, samimi çabalarla yapacakları her girişim ve çabanın da başarıya ulaşması ve sürdürülmesi mümkün olmayacaktır.

Oysa farkındaysanız çoğu kent konseyinde, yasal olarak mümkün olmakla birlikte kent konseylerinin siyaset kurumunu ‘tu kaka’ yapan yanlış tutumu nedeniyle parlamentoya ve belediye meclislerine giren ya da giremeyen değişik siyasal partilerin temsilcileri kent konseyleri düzleminde bir araya gelememekte, parlamentoda ve belediye meclislerindeki beraberliklerini kent konseylerinde sürdürememektedir. 

Oysa bu durum, özellikle parlamentoya ya da belediye meclislerine giremeyen oy oranı düşük küçük siyasi partiler açısından antidemokratik bir yaklaşım ve vahim bir davranıştır.

Kent konseylerine ve yönetimlerine siyasi partilerden gelecek temsilcilerin de katılmasına yönelik her öneri, ülkemizdeki siyasi partilerin ürettiği siyasetin olumsuzlukları teker teker sayılarak ısrarlı bir şekilde reddedilmektedir. Nitekim bu durum, yönerge taslağını hazırladığım İzmir Kent Konseyi yönetimi için de geçerli olmuş, yürütme kurulunda siyasi parti temsilcilerinin de bulunmasına yönelik önerime, siyasi partilerin yürütme kurullarındaki varlığının sakıncalarını anlatılarak karşı çıkılmış, siyasi partilerin zaten kent konseylerine ilgi göstermediklerini, katılmadıklarını ifade edilerek mevcut yanlışlık, yetersizlikler üzerinden kanıtlar geliştirilmeye çalışılmıştır.

Kent konseylerinin siyasi partiler ve onların temsilcileri karşısındaki bu ikiyüzlü tavrı en iyi şekilde İzmir Kent Konseyi ve Kadın Meclisi çalışma yönergelerinde görebiliriz: Yönergelerin hiçbir yasal dayanağı olmayan hükümlerine göre siyasi partilerin yönetici olan temsilcilerinin seçim divanında yer alması mümkün değildir. Bu antidemokratik madde hükmü uygulamada öyle bir hassasiyetle takip edilmektedir ki; geçtiğimiz yıl yapılan kadın meclisi genel kurulunda CHP il yönetiminden bir yöneticinin seçim divanında görev yapmış olması nedeniyle bu divanın gerçekleştirdiği seçimler İzmir Büyükşehir Belediyesi Başhukuk Müşavirliği’nin verdiği yanlış bir mütalaa nedeniyle neredeyse  iptal edilecekti. 

Oysa gerçek bu mudur? Siyasi partiler ve onların siyasetleri kent konseylerinin diğer katılımcılarından farklı olarak kent konseylerine davet edilmeyecek kadar kötü ve sakıncalı mıdır? Siyasi partiler ve onların temsilcileri uzak durulması gereken kurum ve insanlar mıdır? Yoksa bazı partilerin kent konseyi genel kurulu ile yürütme kurulunda bulunması değişik açılardan sakıncalı mıdır?

Diğer yandan gelmesi, katılması istenmeyen bu siyasi partiler gerçekten kent konseylerine ilgisiz midirler, kent konseylerinin karar ve uygulama süreçlerine uzak durup katılmamakta mıdırlar?

Aslında durumun hiç de böyle olmadığını, yolu bir şekilde kent konseylerine düşmüş herkes bilir…

ozgurluk-002

Kent konseyleri her şeyden önce belediye başkanının kendi siyaseti ile bağlı olduğu partinin siyasetine, ardından da yöneticilerinin siyasal tercihlerine ve bağlı oldukların partiler üzerinden şekillendirmek istedikleri siyasi kariyer planlarına bağlıdır…

Öncelikle belediye başkanı kendi siyasetinin egemen olmasını ister, bunun için gerekli müdahalelerde bulunur… Bunu, İzmir’de gördüğümüz gibi kent konseyi başkan adaylarını bizzat kendisi belirleyip ikna etmeye çalışarak yapar… Bunu gerçekleştiremediği takdirde de bürokratları ya da diğer yerel siyasetçiler eliyle yapmak zorunda kalır…

Seçilecek ya da seçilen kent konseyi başkanı kendisine biat ettiğinde sorun yoktur… O andan itibaren kent konseyi başkanına bir belediye yöneticisi gözüyle bakar. Onun, kendisine verdiği görevleri yapmasını bekler sadece… Yaptığı takdirde görevinde kalır ve yoluna devam eder. Yapamadığı takdirde ilk fırsatta değiştirmenin, uzaklaştırmanın yolları aranır, en azından itibarsızlaştırılır… Bu anlamda, seçilip görev yapan kent konseyi başkanı ve yöneticilerinin hiçbir şekilde belediye başkanının siyasetinden ayrı bir siyaset izlemesine izin verilmez; böyle bir şey olduğu takdirde her türlü ilişkinin ve yardımın önü anında kesilir.

Buradaki amaç, kent konseyi yöneticilerinin belediye başkanının kendisi için çizdiği kariyer planına uyumlu, yolu onunla çakışmayan, ona katkıda bulunan siyasi bir ikbale sahip olmasıdır.Bu mümkün olduğunca kent konseyi başkanı ve yöneticilerinin önümüzdeki seçimlerde belediye meclisi üyesi, belediye başkanı; hatta milletvekili olmasına izin verilir, kendilerine bu doğrultuda destek verilip yardımcı olunur. Önemli olan öne ya da arkaya geçmek değil, nerede olursa olsun bağlı kalıp işe yaramaktır…

Kent konseyi başkanı ve yöneticilerinin siyasetle ilişkisinde ortaya çıkan diğer bir durum da, kendi gelecekleri için aralarında oluşturdukları gönüllü birlikteliklerle birbirlerine sahip çıkmaları, birbirlerinin ayağına basmadıkça birbirlerini allayıp pullamaları, bir çıkar grubu olarak kendi reklam ve PR’larını yapmalarıdır.

Oysa, kent konseyleri projesinin gerek ülkemizdeki gerekse İzmir düzlemindeki performansına bakıldığında bu projenin bugüne kadarki uygulamasından geriye kalan bir başarı değil, koskocaman bir başarısızlık olduğu görülecektir. Yapılanlar ise genellikle iskambil evler gibi ilk yerel seçimler sonrasında ortadan kaldırılıp yok varsayılan şeylerdir… O nedenle, her geçen gün birbirlerini parlatıp duran bu küçük grubun övünecekleri ve geriye bırakacakları hiçbir şeyleri bulunmamaktadır.

Evet sonuç olarak, çoğu kent konseyi başkanı ve yöneticisinin bugün şikayet edip uzak durmak istediğini söylediği ‘siyaset‘ kurumu, ne yazık ki kent konseylerinin kurulduğu günden bu yana bizzat kendileri eliyle proje uygulamasının tam göbeğine yerleştirilmiş; o nedenle tüm kent konseyleri merkezi ve yerel iktidarların siyasi bir projesi olarak algılanmış ve o siyasetin dışında kalan kurum ve kitleler açısından uzak durulması gereken ayrı bir mücadele alanı olarak kabul edilmiştir.

Devam Edecek…

Türkiye’nin Son 10 Yılına Sınıfsal Bakış

Güne yine kötü bir haberle başladık…

Uzun bir süredir barış, demokrasi, özgürlük mücadelesi verdikleri için namlunun ağzında olduklarını bildiğimiz arkadaşlarımız, dostlarımız ve yoldaşlarımız; Ege Üniversitesi’nin değerli, üretken ve mücadeleci bilim emekçileri Melek Göregenli, Nilgün Toker, Aslı Davas, Feride Aksu Tanık ve Zerrin Kurtoğlu; ayrıca başka üniversitelerden 20 arkadaşımız daha üniversitelerinden uzaklaştırılmışlar…

;Bu haber kötü olmakla birlikte, bu arkadaşlarımızın kötüyü iyi yapma huylarını bildiğim için gün doğumunun kötü olmakla birlikte, batımında bunun iyiye dönüşeceğine adım gibi eminim…

Onlar, muhakkak ki bundan sonra daha çetin koşullarda ülkemizdeki demokrasi, özgürlük ve barış mücadelesinde daha özgür bir konumda hizmet edip başarılı olacaklardır…

Böylesi durumlara 12 Eylül döneminde hem benim hem de arkadaşlarımın yaşadıkları nedeniyle aşina olmakla birlikte; bugünkü mücadeledeki ‘dayanışma ruhunun’, 12 Eylül döneminin 1402’liklerine göre daha güçlü, daha yaygın olduğunu bildiğim için bu kötü dönemin de kısa süreceğine inanıyorum…

O nedenle, bugün size 12 Eylül döneminin ünlü 1402’liklerinden biri olan; o nedenle çok fazla sıkıntı yaşamakla birlikte üniversitedeki kürsüsüne tekrar dönüp mücadeleyi kaldığı yerden devam ettiren kadim dostum Tülin Öngen‘in ‘Redaksiyon Sınıf Kitapları’ dizisinin ilk kitabı olarak yayınlanan ‘Türkiye’nin Son 10 Yılına Sınıfsal Bakış’ isimli kitabını tanıtmak ve okumanızı önermek istiyorum.

140925102053Kitap, 2015 yılının Kasım ayında Redaksiyon Kitap Yayınları’ndan Gamze Yücesan Özdemir’in ‘Akademik ve Siyasal Olana Sınıfsal Mücadele‘ başlıklı sunuşuyla yayınlandı. 

Sınıf‘, ‘Siyaset’ ve ‘Devlet’ şeklinde bölümlenen kitabın ‘Sınıf’ başlığını taşıyan ilk bölümünde ‘Sınıfsal Bakış Açısı‘, ‘Fiilden Faile’, ‘Taksim’i Tekel İşçilerine Borçluyuz’, ‘26 Mayıs Arifesinde Tutuklulara ve Gardiyanlara Açık Mektup’, ‘Rot Ayarı’, ‘TUSİAD-DİSK Buluşması:Sınıf Mücadelesi ‘Out’, Sınıf İşbirliği ‘İn‘, ‘Düzen Partilerinin Sınıfsal Profili’, ‘Kimlik Siyasetinin Şeceresi’, ‘Kimlik Prangasından Kurtulmak’ ve ‘Türban Fetişizmi’ yazıları yer alıyor.

Siyaset’ başlığını taşıyan ikinci bölümünde ise ‘Marksist Olmak?”, ‘Eski Solcular, Liberal Solcular ve Diğerleri Ne İşe Yarar?’, ‘Leonardo da Vinci Olabilmek’, ‘Tek Kutuplu (Sınıflı) Siyaset’, ‘Burjuva Aklın Paradoksları’, ‘Reel-Politik Akıl, Etik-Politik Akıl’, ‘Milli İrade İdeolojisi’, ‘AKP ve Demokrasi’, ‘Politika Pazarı ve Meta-Politika’, ‘Yüzde Ellinin Sırrı?’, ‘İmparatorun Ölümü’, ‘Burhan Kuzu’ya Açık Mektup’, ‘Şiddet İktidarının Ruhu’, ‘CHP ve Değişim: Maddenin Hareket Kanunları’, ‘CHP ve Değişim: Fırsat mı, Talihsizlik mi?’,

Devlet’ başlığını taşıyan üçüncü ve son bölümünde ise ‘Anayasanın Kralı/Kralın Anayasası’, ‘Modern Leviathan’, ‘Referandum Bahane, Dikta Rejimi Şahane’, ‘Kriz Yönetiminin Krizi’, ‘Yeni Model Olağanüstü Hal Devleti Yolda’, ‘Halk Ayaklanmasından Devrim Doğar mı?’, ‘Devrim Olmayan Devrimler’, ‘Faşizmi Anlama Kılavuzu 1-2-3’, ‘Devlet Krizi 1-2-3’ yazıları yer alıyor.

151110000144

Kitap, Prof. Dr. Tülin Öngen‘in Ocak 2010 ile Haziran 2011 döneminde kaleme aldığı köşe yazılarının bir seçkisidir. 

Tülin Öngen‘in bu kitaptaki faşizm ve devlet biçimi üzerine siyasal analizleri doğrultusunda öngörüleri zaman içinde bir bir gerçekleşti ve halen de gerçekleşiyor. Öngörülerinin zamanla gerçekleşmesi büyük takdirle karşılandığında tavrı her zamanki gibi net ve yalındı. Katıldığı bir sempozyumda bu tavrı şöyle ifade etti: “Bunlar ne benim zekamla ne de kehanet yeteneğimle sadece Marksist kuramın bilgi ve yöntemini doğru kullanmamla ilgiliydi“.

Sayfaları bir bir çevirelim ve Marksist kuramın bilgi ve yöntemi ışığında Tülin Öngen‘in derin, berrak, duru, kapsamlı ve yalın anlatımıyla Türkiye’nin son 10 yılını okuyalım. O’nun şu sözlerini akılda tutarak:

Sınıfsal tercihlerimiz, zihinsel tutumumuzu belirler; örneğin işçi sınıfından yanaysak, mevcut zaafları yerine, yapının ona sunduğu olanaklar üzerine kafa yorarız.

İçinde bulunduğumuz koşulları ve ülkemizin geleceğini daha net bir şekilde anlayabilmek için bundan 5-6 yıl önce yazılmış bu analizleri okumakta yarar var diye düşünüyoruz….

 

 

Mekân ve Siyaset

Bugün size Yapı Kredi Yayınları’nın üç aylık düşünce dergisi Cogito’nun Güz 2016 dönemi için yayınlanan “Mekân ve Siyaset” başlıklı 84. sayısını tanıtmak istiyoruz.

1994 yılından bu yana çoğu kez üç ayda bir, bazı zamanlarda da iki ayda bir yayınlanan Cogito Dergisi konularını genellikle kültür, felsefe ve düşünce konularına ayırıyor. 

Derginin bu sayısı ise “Mekân ve Siyaset” ve “Laikliğe Yeniden Bakış” konularına ayrılmış.

Derginin bu sayısında bireylerin görünmez işlevsel sınırlarla hem kendi sınıfına hapsedilmesinde hem de kolektiviteden uzak tutulmasına merkezi rol oynayan mekanın siyasetle ilişkisine, siyaset kavramsallaştırmalarındaki işlevine ve mekân siyasetine odaklanılıyor. Hayatların, alışkanlıkların, kamuyla etkileşimin düzenlenmesinde merkezi bir rol oynuyor mekân. Lefebvre’nin ifadesiyle, mekân siyaseti diye bir şeyin olmasının nedeni, mekânın siyasal olması, hatta siyasetin ta kendisi olması.

Mekân ve Siyaset” dosyasının odağını anarşist coğrafyacı Simon Springer’la, Marksist coğrafyacı David Harvey’nin coğrafya çalışmalarında yöntem tartışması oluşturuyor. Bu tartışmaya 2016 yılında hayatını kaybeden Doreen Massey’nin radikal demokrasi projesiyle coğrafya çalışmalarındaki eğilimler arasındaki koşutluklar özelinde kimlik, özcülük ve evrenselcilik meselelerini ele aldığı makalesi eşlik ediyor.

Mustafa Dikeç’in siyaseti mekân üzerinden düşündüğü makalesinde siyaset ve mekân arasındaki ilişki Arendt, Laclau ve Mouffe ve Rancière’in siyaset teorileri üzerinden inceleniyor ve mekânın ve mekân mecazlarının bu düşünürlerin siyaset kavramsallaştırmalarında oynadığı rol ele alınıyor.

Bu sayıda ayrıca Laiklik konulu bir mini dosya, Daniel Defert’le Foucault’nun çalışma alışkanlıkları üzerine bir söyleşi ve Fredric Jameson’ın “Diyalektiğin Birleştirici Güçleri” kitabının bir incelemesi yer alıyor.

cvtqo_1wyaadlx8

Size Cogito Dergisi’nin bu sayısı hakkında bilgi vermenin dışında, her bir sayısının ayrı bir değere sahip olduğu bu derginin bugüne kadar çıkmış olan sayılarının hangi konuyla ilgili olduğunu gösteren ufak bir liste de vermek isteriz:

  • 1 – Laiklik
  • 2 – Kirlenen Çağ
  • 3 – Barış ve Savaş
  • 4 – Aşk
  • 5 – Dünya Büyük Bir Mağaza
  • 6-7 – Şiddet
  • 8 – Kent ve Kültürü
  • 9 – Yüz Yılın Psikanalizi
  • 10 – Cogito, Öyleyse Descartes
  • 11 – Zaman: 12’ye 1 var
  • 12 – Çalışmak: Yorar
  • 13 – Yapay Zekâ
  • 14 – Mayıs ‘68
  • 15 – Cumhuriyet: Alkışla Olmaz
  • 16 – Yalan
  • 17 – Bizans
  • 18 – Bir Anatomi Dersi: Ev
  • 19 – Osmanlılar
  • 20 – Deprem
  • 21 – Yerli Malı, Yurdun Malı
  • 22 – Takvim: Zamanın Haritası
  • 23 – Türkiye’nin Yabancıları
  • 24 – Oto-mobil: Bir Röntgen Denemesi
  • 25 – Nietzsche: Kayıp Bir Kıta
  • 26 – Şakanın Sırası Değil
  • 27 – Kriz: Daha Derin, Daha Eski, Daha Yaygın
  • 28 – Arkeoloji: Bir Bilimin Katmanları
  • 29 – Selçuklular
  • 30 – İnternet: Üçüncü Devrim?
  • 31 – Entelektüeller Gerekli mi?
  • 32 – Hayvan: İmge, Simge, Gerçeklik
  • 33 – Wittgenstein: Sessizliğin Grameri
  • 34 – Seçmek
  • 35 – Yeni İstanbul
  • 36 – Adorno: Kitle, Melankoli, Felsefe
  • 37 – Kan, Damardan
  • 38 – Şiir
  • 39 – Avrupa’yı Düşünmek
  • 40 – Ölüm: Bir Topografya
  • 41-42 – Sonsuzluğun Sınırında: I. Kant
  • 43 – Çer-Çöp
  • 44-45 – Ten: Derinden
  • 46 – Ezoterizm
  • 47-48 – Derrida: Yaşamı Yeniden Düşünürken
  • 49 – Freud ve Kültür
  • 50 – Bellek: Öncesiz, Sonrasız
  • 51 – Melankoli
  • 52 – Walter Benjamin
  • 53 – Fantizm: Ya Bizdensin Ya Öteki
  • 54 – Tragedya
  • 55 – İnsan Giyinir
  • 56 – Paul Ricœur
  • 57 – İroni
  • 58 – Feminizm
  • 59 – Turist: Modern Çağın Seyyahı?
  • 60-61 – Darwin Devrimi: Evrim
  • 62 – Kaos ve Karmaşıklık: Düzenli Düzensizlik
  • 63 – Dünya Gözüyle Futbol
  • 64 – Heidegger: Varlığın Çobanı
  • 65-66 – Cinsel Yönelimler ve Queer Kuram
  • 67 – Sivil İtaatsizlik
  • 68-69 – Dostluk
  • 70-71 – Michel Foucault
  • 72 – Tuhaflık ve Yaratıcılık
  • 73 – Tarihyazıcılığı
  • 74 – Siyaset Felsefesi
  • 75 – Nörobilim ve Felsefe
  • 76 – Pierre Bourdieu
  • 77 – Aristoteles
  • 78 – Aristotelesçilik
  • 79 – Cogito Söyleşileri
  • 80 – Felsefede Hayvan Sorusu
  • 81 – Annelik
  • 82 – Gilles Deleuze: Ortadan Başlamak
  • 83 – Tasarım Ne Bekler?
  • 84 – Mekân ve Siyaset.