Ruhu kaçmış yollar…

Ali Rıza Avcan

Demiryolcu kültürü” ile yetişmiş bir “demiryolcu çocuğu“yum. O nedenle, 18 yaşını bitirene kadar şehirlerarası otobüslere hiç binmedim. Bir demiryolcu işçisinin çocuğu olarak, bana verilen permi ile demiryolunun gittiği her yere ücret ödemeksizin gidip gelebiliyor, sadece önceden yer numarası almak zorunda kalıyordum.

Yaptığım demiryolu yolculukları ile ilgili çocukluk ve gençlik anılarımda bir kompartımana yerleşmiş dört kişilik aile olarak, Doğu’dan gelip tarihi Ankara Garı‘ndan kalkan Bağdat Ekspresi ya da Tatvan Ekspresi ile yapılan Ankara-İstanbul yolculuklarında, Eskişehir‘e her yaklaşmamızda pencerelerden sarkıp Eskişehir simidi, bozası ya da salebi alma telaşının bizi sardığını, kışsa kapalı, yazsa açık vagon penceresinden geçtiğimiz yerlerdeki yerleşimleri, dağları, tepeleri, akarsuları, köprüleri titizlikle izleyip coğrafya kitapları ve atlaslarla öğrendiklerimizle doğrulama hevesimizi, tünellere; özellikle de Ankara-Adana arasındaki, Bağdat Demiryolu Hattı’nı yapan Alman mühendislerle binlerce demiryolu işçisi tarafından 20 yılda açılan toplam 37 adet Toros Tüneli‘nin uzunluğunu sayı sayarak hesapladığımızı, buharlı lokomotiflerin olduğu dönemlerde pencereden sarkarak dışarıya baktığımızda kömür tozu ile kararan ellerimizle yüzümüzün annemin yanına aldığı sabunlu bezlerle sildiğimizi, bulunduğumuz trenle geçtiğimiz yerler arasında kurduğumuz bağlantılar nedeniyle adeta göçmen kuşların hafızasına benzer bir yol belleği oluşturduğumuzu ve aynı yollardan bir kez daha geçtiğimizde belleğimizdeki o bilgilerin teker teker sökülüp döküldüğünü hatırlıyorum.

18 yaşımı doldurup permi hakkımı kaybetmemle birlikte ben de şehirlerarası yolculuklarımı otobüslerle yapar hale gelmiştim. Bindiğim ilk yolculuk ise Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi‘ne ön kaydımı yaptırmak amacıyla Ankara‘dan İzmir‘e yaptığım otobüs yolculuğu idi. Kesin kaydımı daha sonra Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi‘ne yaptırmakla birlikte, ön kaydın yapılması sırasında bana verilen Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi rozetini hala saklarım. Ankara Otobüs Terminali‘nden, İstanbul Haydarpaşa ya da Topkapı Otobüs Terminali‘nden binip Ankara, İstanbul ya da İzmir‘e yaptığım yolculukları; böylelikle bu kez de otobüs yolları güzergahındaki yerleşimleri ve doğayı öğrenmemi ve her bir ayrıntının hafızama kazınmasını sağlamıştı.

1978-1991 döneminde bir denetim elemanı olarak tüm ülkedeki belediyeleri denetlediğim süreçte ise neredeyse tüm ülkedeki yolları ve envai çeşit otobüs firmasını ve kıyıda köşede kalmış yolları tanıma fırsatına sahip oldum. İçinde her türlü müziğin bas bas çalınıp sigaraların fosur fosur içildiği, namaz vakitleriyle iftar ya da sahurda mola verip bizleri yoldan alıkoyan, mazot sıkıntısı nedeniyle zabıta ya da jandarma zoruyla binmek zorunda kaldığım, ayakkabısını çıkaran yolcuları kötü kokuyu takip edip ihbar ettiğimiz, birbirine galiz küfürlerle sataşıp hakaret etmekle birlikte bunu hiçbir şekilde kavgaya dönüştürmeyen Lüleburgazlı, Çorlulu “uygar Romanları daha yakından tanıdığım, yol kenarlarında saatlerce beklediğimiz otobüslerle geçtiğimiz her yolu, o yol üzerindeki her şeyi görme, öğrenme ve hafızama kaydetme şansım oldu. Böylelikle, “memleketimden insan manzaraları” düzeyinde tüm bir Anadolu’yu ve oralarda yaşayan ya da çalışan Anadolu, Ege ve özellikle de Trakya insanını daha iyi tanıyıp öğrenme fırsatına sahip oldum.

Böylelikle yol boyunca gördüklerimi hafızamdaki bilgilerle birlikte değerlendirerek “Malatya’ya yaklaşıyoruz“, “şimdi birazdan Tuz Gölü yakınından geçeceğiz“, “Karacabey’e yaklaşıyoruz, birazdan atları ve haraları görürüz” ya da “önümüzde Susurluk var, oradaki molada ayran içeriz” deme şansım oldu.

Bu çerçevede yaptığım tüm yolculuklarda oturduğum otobüs, araba ya da tren koltuğu ile gözümün önünden geçip giden mekânlar arasında ilişki kurup, o gelip geçici olma hali içinde beynimdeki yol haritası ile kendi varlığımı doğruluyor; böylelikle yolculuk yaptığımı daha iyi kavrayabiliyordum.

Karıştığı bir düello nedeniyle Torino Kalesi’ne hapsedilen ünlü Fransız yazar Xavier de Maistre, 42 gün kaldığı hücresinde bir odada bile yolculuk yapılabileceği düşüncesiyle “Odamda Yolculuk” isimli kitabını yazmış olsa da; ben, yolculuğun kişi ve mekân arasındaki ilişki, zaman ve yer itibariyle değiştiği takdirde yolculuk yapılabileceğine inanıyorum.

O nedenle, 2021 yılının Kasım ayında özel bir araçla yaptığım İzmir-İstanbul-İzmir yolculuğu ile 2022 yılının Temmuz ayında otobüs ve minibüsle yaptığım İzmir-İznik-İzmir yolculuğu sırasında içinden geçip gittiğimiz mekânla ilgili izlenim ve düşüncelerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.

Emek zamanının düzenlenmesi ve kullanımı

Evet, son iki yolculukta diğerlerinden farklı olarak ilk dikkatimi çeken şey, yolların benim bildiğim eski yollar olmadığıydı. Muhakkak ki, kullandığım; daha doğrusu kullanarak tükettiğim otoyollar yeni teknolojilerle yapıldığı için haliyle eski yollardan ya da otoyollardan farklıydı; örneğin, son teknoloji ile donanmış araçlarda navigasyon ekranı denilen araçla, kullandığın aracı eşzamanlı olarak bulunduğun alanın haritası içinde gösterip gidebileceğin değişik güzergahları farklı rota tercihleri içinde kullanmanı sağlayan teknolojiyi emrine sunuyor, yol ve araç güvenliği açısından yeni teknolojik hizmetler veriliyor; ama, çok daha fazla benimsediği dakik olup belirlenen süre sonunda varış noktasına ulaşma çabasıyla başlangıç ve bitiş noktaları arasındaki yolculuk süresini en düşük değere indirmeyi hedefliyor; böylelikle arada kalan her şeyin; yani, önceden bilip tanıdığımız eski hafıza mekânlarını dikkate bile almıyordu. Çünkü yasal hızın maksimum değerlere çıkarıldığı bu yeni otoyollar, toplumsal üretim ve tüketimi arttırmak amacıyla kullanılan sermayenin yeni mekânlarıydı. Daha bilindik bir uygulamayla, yüksek geçiş ücretlerinin araç sahiplerinden ya da devletten tahsil edildiği, itfaiye, ambulans gibi kamusal araçların bile ücret ödemeden geçemediği, üretimdeki emek zamanının yeniden ayarlanmasını sağlayan mekanizmalardan sadece biriydi. O nedenle, yeni yapılan otoyollar çoğu kez yolculuğun algılanıp kavranmasını sağlayan çevredeki bilindik nirengi noktalarının dışından geçiyor, bir yerden bir yere gitmeyi en kısa sürede gerçekleştirerek, yolculuğu, üretim bandındaki işçinin kafasını döndürüp başka bir şeyi görmesini engelleyen hız gibi, başka bir şeyle ilgilenmeye fırsat bırakmayan transit bir geçişe dönüştürüyordu. Anlaşılan o ki, tek amaç maksimum hızla en kısa sürede varış noktasına ulaşmaktı. Nitekim yeni yapılan otoyolların medyadaki tanıtımlarında yolun uzunluğundan çok, bu yolda kaç saat yolculuk yapılacağı öne çıkartılarak tüm yolcular ve araçlar bu tür otoyollara çekilmek isteniyordu. Bu durum, özellikle şehirlerarası otobüs firmaları açısından daha bir önem kazanıyor; böylelikle, benim bir süre önce gerçekleştirdiğim İzmir-Bursa ya da Bursa-İzmir arasındaki yolculukta olduğu gibi, yolculuk süresini 3,5 saate indirmek uğruna içinde tuvaleti bile olmayan otobüslerle mola verilmeden yapılıyor, ancak tanık olduğum şekilde, yolcuların genel talebi ve sonunda hepimizin isyan etmesi nedeniyle ihtiyaç molası vermek zorunda kalınıyordu.

Bu bağlamda, yolculuk süresinin maksimum hızla en kısa süreye indirilmesinin nedeni, Karl Marx‘ın deyişiyle, mekânsal sınırları aşma ve mekânı zaman ile birlikte yok etme çabası içinde, emek zamanının düzenlenip kullanılması isteğinden başka bir anlama gelmiyordu.

Yeni otoyollar: Yok mekânlar

Yeni yollarla ilgili ikinci bir tespitim de, yolun adeta bitmeyen bir hortumun ya da tünelin içinde yolculuk yaptığımızı hissettiren devam edip giden bıktırıcı yanıydı. Evet, sağınızdaki ya da solunuzdaki bariyerler, otoyol yapıları nedeniyle yolun hemen yakınındaki yakın çevre dışında yolun dış çevresindekileri göremiyor, gittiğiniz güzergâhın neresinde olduğunuzu sadece aracınızın navigasyon aracı ya da telefonunuzdaki “haritalar” uygulamasıyla belirliyorsunuz. Kendinizi, adeta bir bilinmezde ya da yok mekânda hareket edip başka bir bilinmeze ya da yok mekâna ulaşmak ister gibi hissediyorsunuz. İşte o nedenle, kısa mesafeler bile gözünüzde bıktırıcı bir uzunluğa sahip oluyor. Bu duruma bir de hep aynı mağaza ve markaların yer aldığı, bir örnek inşa edilmiş “Oksijen” isimli mola yerlerini ilave ettiğinizde, kendinizi karmaşık ve birbirini tekrarlayan bir labirentin içinde yolunu bulmaya çalışan laboratuvar faresi gibi; hatta, Kafka‘nın o meşhur hamamböceği gibi hissetmeye başlıyorsunuz.

Bu durumu bir de, 1 Temmuz 2022 tarihinden sonra otoyollardaki maksimum seyir hızının 120 km/saat hızdan 130-140 km/saat hıza yükseltildiği halini düşündüğümüzde ve insanın yok mekânla ilişkisinin daha sorunlu hale geleceğini, otoyolların sürücüler için hızla geçilen bir tünele ya da yarış pistine dönüşeceğini dikkate aldığımızda, insani olmayan bu hissizlik ve tatminsizlik halinin daha büyük bir sıkıntıya; hatta içinde bulunduğu mekâna yabancılaşmasına yol açacağı düşünülebilir…

Aynen Paul Virilio‘nun “Hız ve Politika” isimli eserinde anlattığı gibi, yeni otoyollardaki arttırılmış hız, savaştaki piyade güçlerinin karşı cephenin top atışı sonrasında, bir sonraki top atışına kadarki kısa sürede hızla koşarak ölüme karşı kazandığı bir zafer gibidir. “Hız en mutlak anlamıyla kazanılmış Zaman’dır., çünkü doğrudan doğruya Ölüm’den çekilip alınan insan zamanı haline gelmiştir.” (1)

Virilio‘ya göre, “yeni küresel haberleşme teknolojisinde öne çıkarılan şey, artık mekan değil, zamandır. Daha doğrusu, “hızlandırılmış zaman”dır. Hızlandırılmış zamanın doğrudan çıktısıysa “hızlandırılmış gerçeklik” olgusunda karşılığını bulmaktadır. Buna bağlı olarak, dünyasal zamanı ve mekanı kavrayışın temelinde, “etkin bir varoluş”tan ziyade, bir “tele-varoluş” eğilimi yatmaktadır. “Tele-varoluş” perspektifinden bakıldığında, modern dönemlere özgü “geçmiş, şimdi ve gelecek” şeklinde belirlenmiş olan üçlü süre sınıflaması, dünyasal hakikati tanımlamaya yetmemektedir. Çünkü modern sonrası bu yeni dönemde, hem yoğunlaştırılmış, hem de hızlandırılmış bir gerçeklik sunumunun etkisi, hız duyumuyla birlikte, dünyasal zaman ve mekanın doğallığını parçalamış, gerçekliği salt bir zaman ve mekan dışılık düzlemine indirgemiştir.” (2)

Bu konunun diğer bilim insanlarınca nasıl ele alındığını, nasıl analiz edildiğini merak ettiğimizde ise mekânla beden arasındaki ilişkiyi mimari açıdan inceleyen Dervişoğlu‘nun, hızın ve teknolojik gelişmelerin yolculuklarla ilgili zihinsel haritalar üzerindeki olumsuz etkisini,

Teknolojik gelişmelerle kazanılan hız, zamansal mesafeleri ortadan kaldırmakla beraber mekân imgesini de küçültmektedir. Artık coğrafi uzaklıkların gerçekliği ortadan kalkmıştır.

Mekânı araçlarla deneyimleyen beden, hız ve yalıtımla, hem çok fazla görselle karşılaşmasıyla hem de hareketli bedeninin edimlerinin azalması nedeniyle mekânı tamamlanmamış algıyla kavramaktadır. Daha yüksek hızla varılan her durumda mekânsal deneyimin değeri aynı şekilde farklılaşmaktadır.” şeklinde yorumladığını (3),

Mekânın aşırı hızla ilişkisini hızlandırılmış trenler üzerinden inceleyen Özaydın Çat‘ın ise, “modern öncesi dönemde bir değer olan zamanın modern dönemde nicelleştiği söylenebilir. Postmodern dönem gelindiğinde ise üretim ve tüketim faaliyetlerine etki eden hız nedeniyle zamanın “kazanılan” ya da “kaybedilen” bir değer haline geldiği söylenebilir.” diyerek, bu sorunu benim gibi hızlandırılmış otoyollar üzerinden değil, yüksek hızlı trenler üzerinden ele alıp; modern zamanlarda bir değer olarak kabul edilen zamanın postmodern zamanlarda üretim ve tüketim faaliyetlerine etki etmesi nedeniyle “kazanılan” ya da “kaybedilen” bir değer haline geldiğini, postmodernizm ile küreselleşmenin etkisi altındaki hızlı bireyinin ise mekan ile kurduğu geçici, yüzeysel ilişki içinde yaşadığı bir “mekân-zaman sıkışması” sorunu olarak tanımladığını görüyoruz (4).

Bilim dünyası bu sorunu, zaman-mekân sıkışması içindeki “tamamlanmamış algı” olarak tanımlamış olsa da, David HarveyPostmodernliğin Durumu” isimli eserinde, bizlerin daha önceki yolculuk deneyimleriyle oluşturduğumuz zihinsel haritaları allak bullak eden bu durumun telafisi için geliştirilen dört ayrı stratejiden söz etmektedir:

1)İlk savunma hattı, yorgun, bitkin, her şeyden usanmış bir sessizliğe çekilmek ve her şeyin ne kadar engin, kavranamaz ve bireysel ya da kolektif kontrolün dışında olduğu türünden ezici bir duygu karşısında boyun eğmektir.

2)İkinci tür tepki, sanki hiçbir engelle karşılaşmadan yokuş aşağı giden bir aracın rahatlığıyla dünyanın karmaşıklığının yadsınması ve son derece basitleştirilmiş retorik önermeler aracılığıyla temsil edilmesi eğilimidir.

3) Üçüncü tür tepki, politik ve entelektüel hayat açısından bir ara kovuk bulma ve bir yandan büyük anlatıları reddederken bir yandan da sınırlı mücadelenin olanaklılığını savunan bir tavır benimseme yönündedir.

4) Dördüncü tür tepki, zaman-mekan sıkışması kaplanın sırtından düşmemek için onu yansıtacak ve umulur ki denetim altına alacak bir dil ve bir imgeler bütünü inşa etmektir.” (5)

Bol miktarda “Oksijen”…

Yeni otoyollarla ilgili üçüncü ve son tespitim ise, yolların kenarına belirli aralıklarla küçük ya da orta büyüklükte bir AVM olarak yerleştirilip 5 yandaş firmadan biri olan Nurol Holding‘e ihale edilen “Oksijen” isimli alışveriş mekânlarıdır. Anadolu Ajansı‘nın 30 Temmuz 2020 tarihli haberine göre bu tesislerden sorumlu Otoyol İşletme ve Bakım A.Ş. Genel Müdürü Alp Gürdil, İstanbul-İzmir otoyolunda sayısı 33’ü bulan bu mekânların yaklaşan Kurban Bayramı tatilinde 250.000 kişi tarafından ziyaret edileceğini söylemekte; böylelikle hedeflenen tüketici kitlesinin kendileri açısından ne kadar önemli olduğunu ortaya koymaktadır.

Aslında böylesi bir durumla ilk kez bundan 5-6 yıl önce yeni yapılmış Ankara Tren Garı‘nda karşılaşmış, çocukluğumun ve gençliğimin geçtiği eski tarihi gar binası yerine yapılan yeni gara gittiğimde o mekânı bir gardan çok büyük bir AVM olarak algılamış ve bu durumu bilet aldığım gişe görevlisiyle paylaşarak onun da aynı görüşte olduğunu görmüştüm. Evet gerçekten de yeni yapılan Ankara Tren Garı AVM’ye benzeyen o koskoca yapı içinde ufak bir yere sıkıştırılmış, geri kalan büyüklüğe ise bol sayıda markalı büyük mağazalar yerleştirilmiş ve hepsi de müşterilerini bekliyordu.

Bu durum otoyol boyunca açılmış “Oksijen” isimli bu tüketim mekanlarının aynı zamanda sermayenin mekânları olduğunu; her ne kadar otoyolda varılacak noktaya maksimum hızla en kısa sürede gitmek asıl hedef olmakla birlikte; yolculuk yapanların kişisel ihtiyaçlarını karşılarken bile alışveriş yapmalarının istendiği anlaşılmaktadır.

Sonuç olarak,

Sermaye trenle, özel araçla ya da şehirlerarası otobüslerle yapılan hızlandırılmış yolculukların mekânı olarak otoyolların yüksek teknolojilerle yapılıp kullanılmasında olduğu gibi, hem toplumsal üretim zamanını yeniden düzenlemeyi, hem de yolculuk sırasındaki tüketimi yeni tür AVM’lerle arttırmayı amaçlayıp örgütlese de; ayrıca, bu konuyla ilgilenen bilim insanları bu sorunun aşılması için bize değişik yöntemleri önerse bile bizim bildiğimiz o eski yollar var olduğu sürece yeni yapılmış paralı otoyollardan gitmeyip parasız o eski yollara keyifle dalıp gitmenin şimdilik mümkün olduğunu düşünüyorum. Aynen İzmir-İstanbul-İzmir yolculuğunu birlikte yaptığım sevgili arkadaşım Feride Adıgüzel‘in -yanlışlıkla yapsa bile- Yalova yakınlarında ruhu kaçmış yeni otoyoldan eski bir yola girip beni çayır çimenle, ağaç, toprak ve gübre kokusuyla, ev ve insanlarla; yani, bir yolu yol yapan o ruhla bir araya getirip mutlu etmesinde olduğu gibi…

………………………………………………………………………………………………………………………………………………..

(1) Paul Virilio, Hız ve Politika, Metis Yayınları, Kasım 1998, İstanbul, s.27

(2) Hüseyin Köse, “Virilio ve Hızlandırılmış Hakikat, Yeni Düşünceler Dergisi, Yıl 1, Sayı 1, Haziran 2005, s.229-238

(3) Dervişoğlu, E. (2008) “Mekân ve Beden İlişkisi: Mekânın ‘Bedenle Kavrayış’ Üzerinden Değerlendirilmesi“, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Teknik Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü, s.50

(4) Özaydın Çat, B. (2015)”Mekân ve Beden İlişkisi: Mekânın ‘Bedenle Kavrayış’ Üzerinden Değerlendirilmesi” Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Teknik Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü, s. XXVII

(5) Harvey, D. (1996) Postmodernliğin Durumu, Metis Yayınları, İstanbul, s.383-384

Okunmasında yarar görülen kaynaklar

1) John Urry, Mekânları Tüketmek, Ayrıntı Yayınları, 2015, İstanbul.

2) David Harvey, Postmodernliğin Durumu, Metis Yayınları, Aralık 2012, İstanbul.

3) Paul Virilio, Hız ve Politika, Metis Yayınları, Kasım 1998, İstanbul.

Bir Hayat Tarzı Olarak Şehir, Mekān, Meydan

Kitabın Adı: Bir Hayat Tarzı Olarak Şehir, Mekān, Meydan

Yazan: Hasan Taşçı

Yayınlayan: Kaknüs Yaınları

1. Basım, 2014 İstanbul

240 sayfa.

Hasan Taşçı – 1868’de Rize’nin Çayeli ilçesinde doğdu. 1991 yılında İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü’nden mezun olduktan sonra, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Çalışma Ekonomisi Anabilim Dalı Sosyal Siyaset Bilim Dalı’ndan “İşletmelerde Personel Eğitiminin Verimliliğe Etkisi” konulu tezle master derecesi aldı. 2012 yılında da “Kent Meydanı Kent Kimliği İlişkisi; Üsküdar Meydanı Örneği” adlı tezle doktora derecesi almıştır.

1990-1995 yılları arasında İlim Yayma Cemiyeti’nde yöneticilik, 1995-2009 yıllarında İGDAŞ’ta yöneticilik ve denetçilik yaptı.

Halen Esenler Belediyesi’nde Kütüphane Müdürlüğü ve Esenler Şehir Düşünce Merkezi tarafından çıkarılmakta olan Şehir ve Düşünce adlı derginin editörlüğünü yapmaktadır. Evli ve dört çocuk sahibidir.

Toplumların hayat biçimlerini etkileyen düşünsel, coğrafi, kültürel sosyolojik ve benzeri şartlar nelerdir ve bunların mekâna yansıyıp onu biçimlendiren boyutları nasıldır? Pek tabiidir ki şehri ya da kentsel mekânı algılayabilmek için bu sorulara cevap aramak gerekmektedir. Şehirlerin, kentsel mekânların ve meydanların varlık ve biçimlerinin o şehirde veya mekânda yaşayanların dünya görüşleriyle, hayat tarzlarıyla doğrudan ilintili olduğu genel kabul gören bir yaklaşımdır. Bir ön kabulle olmamakla birlikte, böyle bir arka planın var olabileceği düşüncesiyle hareket edilecek olursa, şehrin arka planındaki medeniyet olgusunu anlamak ve onu oluşturan toplumsal geçmişi açıklığa kavuşturmak, şehrin kendisinin veya mekânlarının daha iyi algılanabilmesini mümkün kılacaktır.

Medeniyetlerin kendi yaşam biçimleri ile uygarlık seviyelerini yansıtan en karmaşık ve kapsamlı yapı olan şehrin mekânlarını, sosyal, kültürel arka planlar olmadan anlayıp algılayabilmek mümkün değildir. “Mekânın doğasını” anlama çabası olarak adlandırabilecek çalışmalar sayesinde mekânla insan, mekânla toplum, mekânla mekân ve mekânla kentin ruhu arasındaki ilişkiler bütünü kavranabilmiş olunacaktır. Kaldı ki mekânla toplumun ve insanın ilişkisi, bu ikisi üzerinden mekânla mekânın ilişkisi anlamına gelmektedir. İnsanın ve toplumun mekânla ilişkisi ise mekân üzerinden kendileriyle ilişkilerini ifade etmektedir. Bu yönüyle “şehircilik sosyal bir faaliyettir.” “Bir nesne olduğu kadar, bir özne de olan kentin organik ve sembolik yapısı bir cetvel ve bir pergelle anlaşılamaz. Bir bilim olarak şehircilik ‘kentin şiiri ve metafiziğini’ anlayamaz, ayrıca anlamak da istemez.” Söz konusu metafiziği anlamak için ihtiyaç duyulan şey, teknikten daha çok mekânın felsefesi ve teknik donanımlardan daha çok amaçların belirlenerek mekâna dair yapım programının oluşturulmasıdır. Hatta varlığını uzun süre devam ettiren bir kentsel mekân, hızla değişen mimari tarzlara rağmen biçimsel olarak değişmiyorsa burada mimariden daha fazla sosyal ve kültürel yapıdan bahsetmek daha doğru bir yaklaşım olacaktır. Böyle durumlarda mekân veya yapı güncel işlevlerinden ziyade meydana geldiği zaman sürecine göre değerlendirmeye tabi tutulmalıdır. 
(Tanıtım Bülteninden)

Ayrıca okumak için…

http://ruhunakitap.blogspot.com/2016/09/sehir-neydi-mekan-nasld-meydan-nerede.html

0000000605629-1

Postmodern Coğrafyalar

POSTMODERN COĞRAFYALAR: ELEŞTİREL TOPLUMSAL TEORİDE MEKÂNIN YENİDEN İLERİ SÜRÜLMESİ

Özgün Adı: Postmodern Geographies: The Reassertion of Space in Critical Social Theory
Yazar: Edward W. Soja
Çeviren: Yunus Çetin
Dizi Editörü: Bilge Sancı
Editör: Barış Cezar
Yayına Hazırlayan: Bülent Doğan
Kapak Tasarımı: Gülay Tunç
Sayfa Sayısı: 352
Özgün Dili: İngilizce
Basım Tarihi: Haziran 2017 |
Fiyat: 26,00 TL
ISBN: 978-975-570-873-7

Toplumsal bilimlerde “mekân”uzun süre tarihselciliğin gölgesinde kaldı. Düşünürler hep tarihsel olana, süreçlere odaklanıp mekânı yapay, ampirik düşünceye ve diyalektiğe aykırı görürken coğrafyacılar da kendi disiplinlerine saplanıp kaldılar. Postmodern Coğrafyalar’da Edward W. Soja, mekânın eleştirel teoride yeniden boy gösterme sürecini ele alarak, bu süreçteki tartışmaları gözler önüne seriyor. Foucault ve Lefebvre’den Giddens ve castells’e dek yirminci yüzyılın pek çok düşünürünün coğrafya ve kent planlamasına bakışını inceleyen Soja, postmodern dönemin coğrafi veçhesine odaklanarak tarihi mutlaklaştırıp coğrafyayı geri plana iten yaklaşımların kapsamlı bir eleştirisini yapıyor ve eleştirel toplumsal teoriyi mekânı içerecek bir kapasiteyle donatıyor.

Coğrafya disiplininin sınırlarını aşan bu çalışmasında Soja, Marksist coğrafyacıların mekân konusundaki eksiklerini irdelemenin yanı sıra toplumsal mekâna odaklanan kendi diyalektik düşüncesinin de temellerini atıyor.

Mekânın zamanla ilişkisinin kentsel teoriyi ne açılardan derinleştirebileceği ve kent mücadelesinde ne tür perspektifler sunabileceği üzerine düşünenler için.

Soja_Edward

YAZARI HAKKINDA

EDWARD W. SOJA, (1940-2015) doktorasını Syracuse Üniversitesi’nden almış, ilk araştırmalarını Kenya’da şehir planlaması üzerine yapmış ve sonrasında da uzun yıllar California Üniversitesi’nde şehir planlaması profesörü olarak görevini sürdürmüştür. Şehir planlaması, siyasi coğrafya ve kent teorisi alanlarında dünyanın sayılı araştırmacılarından biri olan Soja, başta Los Angeles olmak üzere kent mekânlarının ve toplumlarının postmodern eleştirel analizine odaklanmıştır. Soja mekânsal oluşumlar ve sosyal adalet konusunda önemli çalışmalar yapmış, 2015 yılında coğrafya alanının Nobel’i olarak da bilinen Vautrin Lud Ödülü’ne layık görülmüştür. 

Edward Soja’nın başlıca eserleri şunlardır: Thirdspace: Journeys to Los Angeles and Other Real-and-Imagined Places (1996), Postmetropolis: Critical Studies of Cities and Regions (2000), Seeking Spatial Justice (2010), My Los Angeles: From Urban Restructuring to Regional Urbanization (2014).

İÇİNDEKİLER

Önsöz ve Sönsöz

1. Tarih: Coğrafya: Modernite

2. Mekânsallaştırmalar: Marksist Coğrafya ve Eleştirel Toplumsal Teori

3. Sosyo-mekânsal Diyalektik

4. Kentsel ve Bölgesel Tartışmalar: İlk Tur

5. Yeniden İleri Sürme Girişimleri: Mekânsallaştırılmış Bir Ontolojiye Doğru

6. Mekânsallaştırmalar: Giddens’çı Yaklaşımın Eleştirisi

7. Kentsel ve Bölgesel Yeniden Yapılanmanın Tarihsel Coğrafyası

8. Her Şeyin Bir Araya Geldiği Yer: Los Angeles

9. Los Angeles’ı Parçalarına Ayırmak: Postmodern Bir Coğrafyaya Doğru

KAYNAKÇA

DİZİN

PostmodernCografyalar_KKK

OKUMA PARÇASI

Önsöz ve Sonsöz

Önsöz’le Sonsöz’ü birleştirmek, postmodern coğrafyalar üzerine yazılmış denemelerden oluşan bir kitabı sunmaya (ve noktalamaya) epey uygun bir tercih gibi geliyor. En başından itibaren bir niyetin, daha “yatay” ve farklı bağlantıların kurulabilmesi adına zamanın bildik kiplerini kurcalama ve doğrusal metnin olağan akışını sarsma niyetinin işaretini veriyor. Art arda sıralanarak gelişen anlatılara dayalı bir disiplin, okuru tarihsel biçimde düşünmeye koşulladığı için, metni bir harita gibi, zamansal değil de mekânsal bir mantıkla düğümlenen eşzamanlı ilişkiler ve anlamların bir coğrafyası olarak görmeyi zorlaştırmaktadır. Bense tarihsel anlatıyı mekânsallaştırmayı, durée’ye kalıcı bir eleştirel beşeri coğrafya eklemeyi amaçlıyorum.

Kitaptaki her deneme aynı merkezi temanın farklı bir veçhesini sunuyor: çağdaş toplumsal teori ve analizde eleştirel bir mekânsal perspektifin yeniden yerleştirilmesi. Zaman ve tarih, Batı Marksizminin ve eleştirel beşeri bilimlerin pratik ve teorik bilincinde en az yüz yıldır imtiyazlı bir konuma sahip olmuştur. Tarihin nasıl yapıldığını bilmek, özgürleştirici bilginin ve pratik siyasi bilincin öncelikli kaynağı, toplumsal yaşam ve pratiğin eleştirel yorumunun en önemli değişken taşıyıcısıydı. Ama belki de önemli sonuçları bizden gizleyen zamandan çok mekândır artık. En açıklayıcı taktiksel ve teorik dünyayı sunan edim de “tarihin yapımı”ndan ziyade “coğrafyanın yapımı” olabilir. Postmodern coğrafyaların üzerinde ısrarla durduğu önerme ve taahhüt budur.

Kitapta sunulan denemeler, özü itibarıyla tarihsel bir argümanın metin odaklı gelişimi olarak sırayla okunabilirler elbette. Ne var ki her denemenin merkezinde, katı tarihsel anlatıyı parçalarına ayırıp yeniden oluşturmaya; dilin zamansal hapishanesinden ve eleştirel teorinin esarete dayalı bildik tarihselciliğinden kurtularak, mekânsal bir yorumbilgisine, yani açıklayıcı bir beşeri coğrafyanın sağladığı bilgilere yer açmaya yönelik bir çaba yer almaktadır. Dolayısıyla, eşzamanlılıkları teşhis etmek uğruna yeri geldikçe metnin akışından sık sık sapılmıştır. Zaman ve mekânın, tarih ve coğrafyanın, dönem ve bölgenin, ardışıklık ve eşzamanlılığın birleşimlerinin değerlendirilmesi konusunda eleştirel açıdan daha açıklayıcı yollar yaratan bu sapmalar, anlatıya asıl amaçtan sapmaksızın neredeyse her noktasından dahil olmayı olanaklı kılan yatay şablonlardır. Sonsöz parantezine alınan ve aynı zamanda sonsöz yerine geçen bu önsöz, buradaki bilinçli yeniden dengeleme çabasının oyunbaz işaretlerinin ilkidir.

Tam da zamansal düzeni eğip bükerek kitaba başlamışken, Los Angeles’a dair serbest bir deneme mahiyetinde olan ve kendisinden önce gelenlerle hem bütünleşen hem de onları parçalara ayıran son bölüm, postmodern coğrafyalara yapılacak en iyi girizgâh olarak önerilebilir. “Los Angeles’ı Parçalara Ayırmak” tam anlamıyla postmodern bir peyzajın sorularla yüklü bir okuması, “öteki mekânları” ve gizli saklı coğrafi metinleri açığa çıkarma çabasıdır. Bu deneme, Jorge Luis Borges’in “Alef”i –yani, dünyada her yerin bir arada olduğu tek yeri, eşzamanlılığın ve paradoksun ancak ve ancak olağandışı bir dille tarif edilebilecek sınırsız mekânını– göz kamaştırıcı bir şekilde görmesinden / konumlandırmasından beslenmiştir. Borges’in gözlemleri, postmodern coğrafyaların yorumlanmasında karşılaşılabilecek kimi ikilemlere ışık tutar:

... Ve Alef’i gördüm. … Bir yazar olarak çıkmazım da bu noktada başlıyor. Dil tümüyle bir simgeler dizgesidir, bu dizgenin o dili konuşanlar tarafından kullanılması ortak bir geçmişe dayanır. Ama eğer öyleyse, ben zihnimin bütün çabalarına rağmen tümünü kavrayamadığı sınırsız Alef’i sözcüklere nasıl çevirebilirim… Yapmak istediğim şey gerçekten de olanakdışı. Çünkü sonsuza kadar giden bir dizinin birimlerini sıralamak olanaksız. Ben bir tek dev saniye içinde hem fevkalade hem korkunç olan milyonlarca eylem gördüm; hiçbiri de beni, hepsi mekânda aynı noktayı kapladıkları halde, birbirlerini gölgelememeleri, örtmemeleri kadar etkilemedi. Gözlerimin yakaladığı şey eşzamanlıydı, fakat şimdi yazacaklarım zaman içinde sıralanacak, çünkü dil sıralayıcıdır.

Eleştirel coğrafi betimlemeler içeren, toplumsal yaşamın kuşatıcı ve siyasallaştırılmış mekânsallığını dile getirmeye yönelik her iddialı çaba, benzer bir dilsel çaresizliğe gebedir. Kişinin coğrafyalara baktığı vakit gördüğü şey katı biçimde eşzamanlıdır, ne var ki dil ardışık bir silsileyi zorunlu kılar: iki nesnenin (kelimelerin) tıpatıp aynı mekânı (sayfa üzerinde) kaplamalarını olanaksız kılan, olabilecek en mekânsal dünyevi kısıtlama tarafından sınırları çizilen, cümleye dayalı önermelerin çizgisel bir akışı. Yeniden dermekten, yaratıcı bir biçimde yan yana getirmekten, zamanın hâkimiyetine karşı mekânsalı öne sürmenin ve eklemenin farklı yollarını aramaktan başka elimizden bir şey gelmez. Nihayetinde, postmodern coğrafyaların yorumlaması olsa olsa bir başlangıç teşkil edebilir.

Deneysel nitelikteki son bölüm, günümüz Los Angeles’ının post-Fordist peyzajında sahnelenmekte olan kentsel yeniden yapılandırmanın siyasal iktisadını ana hatlarıyla çizen yoğun bir bölümle desteklenmiştir. Burada, ıslah etmeye yönelik mekânsal “çözümleri” temel alan, postmodern kültürel dokuya bağlı yeni “esnek” sermaye düzenini örneklemek adına daha somut bir bölgesel coğrafya sunulmuştur. Bu esaslı ve yüklü betimin sonrasında/öncesinde, kapitalist şehirlerdeki kentsel biçimlenmelerin gelişimi, kapitalist devlette görülen eşitsiz bölgesel gelişmenin değişken mozaiği ve mekâna dayalı uluslararası işbölümünün muhtelif yeniden düzenlemeleri analize tabi tutularak, kapitalizmin tarihsel coğrafyası daha geniş bir çerçeveye yerleştirilmiştir.

Metnin başka yerlerinde olduğu gibi burada da kapitalist gelişmenin mekânsal ve zamansal ritmine dair bir önkabul vardır: kapitalist toplumların son iki yüz yıldır başarılı bir şekilde ayakta kalmasının meydana getirdiği, dönemselliğin ve mekânsallaştırmanın makro perspektifte birleşimine dair bir önkabul. Yine aynı şekilde buradaki amaç, zamansal ardışıklıkla mekânsal eşzamanlılığın arasındaki zengin karşılıklı etkileşimden doğan eleştirel bakış açısının açılması ve keşfedilmesidir. Postmodern ve post-Fordist coğrafyalar, kapitalist gelişmenin birbirini izleyen devirleriyle bin bir farklı biçimde bağıntı kurabilecek bir dizi mekânsallığın en son ürünleridir. Ayrıca şehirlerin, bölgelerin, devletlerin ve dünya ekonomisinin tarihsel coğrafyalarını yorumlayabilecek açıklayıcı bir mekânsal ve zamansal alt-metin olarak “uzun dalga” teorisini de Ernest Mandel, Eric Hobsbawm, David Gordon gibi isimlerden uyarlıyorum.

Son üç denemenin daha ampirik bir yaklaşım sergileyen mekânsallaştırmaları, modern eleştirel toplumsal teori ve söylemin kapsamlı yeniden yapılandırmasıyla beliren başka postmodern coğrafyaların saptandığı ilk iki bölümde daha farklı biçimlerde ele alınmış ve açıklanmıştır. Michael Foucault, John Berger, Fredric Jameson, Ernest Mandel ve Henri Lefebvre’in fikirlerine başvurarak eleştirel toplumsal teorinin düşünsel tarihini mekân, zaman ve toplumsal varlığın yanı sıra coğrafya, tarih ve toplumun değişken diyalektiklerini kapsayacak şekilde yeniden yazarak geleneksel anlatıyı mekânsallaştırmayı denedim. İlk bölümde, mekânı konu edinen bir yorumbilgisinin ikincil konuma düşürülmesinin izleri, tarihselciliğin on dokuzuncu yüzyıla uzanan köklerine ve ardı sıra gelişen Batı Marksizmiyle eleştirel beşeri bilimlere dek sürülmektedir. Modernite deneyiminde ve modernitenin kavramsallaştırılmasında can alıcı değişimlerin vuku bulduğu bir dönemdir bu. Kapitalist şehirlerin ve bölgelerin makro-tarihsel coğrafyasına dalga dalga yayılan kriz ürünü ritim, eleştirel teorik bilincin tarihinde de yansımasını bulur: böylece –yeniden yapılandırma ve modernizasyonun dört temel aşamasının ilkini temsil eden– devrim çağından bu yana, kapitalizmin değişen siyasal iktisadını hemen hemen aynı yarım yüz yıllık bloklara ayrılmış evrelere bölen, iç içe geçmiş bir eleştirel düşünce “rejimleri” silsilesi sunar.

On dokuzuncu yüzyılın, odak noktasını büyük yankıları olacak 1848-51 olaylarının oluşturduğu orta devresi, rekabete dayalı sınai kapitalizmin klasik çağıydı. Eleştirel düşüncenin izini ister Fransız  sosyalizminin, ister İngiliz siyasal iktisadının, istersek de Alman idealist felsefesinin perspektifinden sürelim; söz konusu dönemde tarihselcilik ve mekânsallık, özgürleştirici bilincin hemen hemen eşit konuma sahip iki kaynağıydı. Bu coğrafyaların yeniden biçimlendirilmesi Avrupa’da ve Kuzey Amerika’da yeni yeni konumlanan burjuva devletleri için önemli bir amaç haline gelmeye başlamışken sınai kapitalizmin özgül coğrafyasına karşı çıkmak ve onun mekânsal ve yerel yapılarına meydan okumak, bu dönemde ortaya çıkan radikal eleştirilerin ve bölgesel toplumsal hareketlerin çok önemli bir niteliğiydi. Ne var ki her durumda da açıkça mekânsal bir nitelik taşıyan (radikal veya liberal) eleştiriler, Paris Komünü’nün düşüşünü izleyen dönemde, zaman ve tarihin devrimci öznelliğine dair daha baskın Avrupa-merkezci savlar tarafından gölgede bırakıldı.

Geriye dönüp incelendiğinde, on dokuzuncu yüzyılın son çeyreği, bir yanda tarihselciliğin yükseldiği, öte yandaysa mekânın eleştirel toplumsal düşünce içerisinde kaybolduğu bir devir olarak görülebilir. Sosyalist eleştiri Marx’ın tarihsel materyalizmi etrafında mevkilenmişti. Comte’çu ve Yeni Kantçı etkiler ise toplumsal felsefeyi yeniden şekillendiriyor, kapitalizmin gelişmesini tarihsel (ve yalnızca tali anlamda coğrafi) bir süreç olarak yorumlamak isteyen yeni “beşeri bilimleri” olanaklı hale getiriyordu. Mekânsallaştırmanın önünü kesen tarihselciliğin bu yükselişi, kapitalizmin ikinci modernizasyonuyla ve bir imparatorluklar ve şirket oligopolleri çağının başlangıcıyla çakışmıştı. Günümüzde daha yeni ayırt edilip incelenmeye başlanan bu tarihselcilik, eleştirel toplumsal söylemin bir nesnesi olarak mekânı öylesine başarılı bir şekilde ketledi, değersizleştirdi ve depolitize etti ki, neredeyse bir asır boyunca özgürleştirici bir mekânsal pratiğin olasılığı bile mevzubahis olamadı.

Rus Devrimi’nden aşağı yukarı 1960’ların sonlarına kadar uzanan bir dönemi içeren kapitalizmin üçüncü modernizasyonu ve onu izleyen Fordizm ve bürokratik devlet yönetimi çağı boyunca, tarihin coğrafya karşısındaki teorik önceliği pek değişmedi. Foucault’nun daha sonra yapacağı tanımıyla, on dokuzuncu yüzyılın zaman ve tarih saplantısı, modern eleştirel düşünceye damgasını vurmaya devam etti. İlk bölüm, Foucault’nun özet niteliğindeki gözlemiyle başlayıp yine onunla sona ermektedir: “Diyalektik olmayan; cansız, sabit ve hareketsiz addedilen mekândı. Buna karşılık yaşamın ta kendisi, bereketli, verimli ve diyalektik olansa zaman.” Coğrafi tahayyülün küçük akarsuları, ana akım Marksizm-Leninizm ve pozitivist toplum bilimleri dışında akmayı sürdürse de, anlaşılmaları güçtü ve etkileri çok sınırlı kaldı.

Ne var ki 1960’ların son yıllarında yaşanan krizlerin tetiklediği dördüncü modernizasyon ile birlikte, bu uzun soluklu modern eleştirel gelenek değişikliğe uğramaya başladı. Hem Batı Marksizmi hem de eleştirel beşeri bilimler, kenetlenmiş merkeziyetlerini kaybederek daha heterojen parçalara bölündüler. Yeni bir yüzyıl sonuna adım adım yaklaşılırken, günümüzün yeniden yapılandırılmış dünyasında filizlenen tehlikeler ve olanaklar üzerinde kontrol sağlamak için yeni başka akımlar kendi aralarında rekabet etmektedir. Postmodernite, postmodernizasyon ve postmodernizm gibi kelimeler, her ne kadar benzeşmez ve daha çok kötüleyici yananlamlara gebe olan ihtilaflı ve çetrefil terimler olsalar da, gerek yaşanan bu kültürel, siyasal ve teorik yeniden yapılanmanın, gerekse bu süreçle birçok yönden ilişkili olan mekânın yeniden ileri sürülmesine yapılan vurgunun en doğru tarifleri gibi görünmektedir.

Bir vakitler bu çok hızlı gelişen “post’a hücum”a kuşkuyla yaklaştığım için “Antipost” adında, yalnızca postmodernizmle değil, post-endüstriyalizmden postyapısalcılığa dek bir dizi “-izmle” de mücadele edecek bir dergi kurmayı düşünmüştüm. Başlıktaki taahhütten de anlaşılacağı üzere, postmodern yaftası ve onun eleştirel düşüncede ve maddi yaşamda yaşanabilecek çığır açıcı değişimleri açıkça muştulayan tınısı, artık daha çok içime siniyor. İçinde bulunduğumuz dönemi, kendilerini postmodernist olarak tanımlayan (fakat aslında anti-modernist demenin daha yakışık alacağı) kimi isimlerin ilan ettiği gibi, tüm ilerici Aydınlanma sonrası düşünceden bütünüyle koparak onun yerini alan bir dönem olarak görmüyorum. Modernitenin baştan aşağı yeniden yapılandırıldığı bir dönemden geçtiğimize inanıyorum daha çok. Postmodern akımların sergilediği genelgeçer yeni muhafazakârlığa ve anlaşılmaz kılıcı tuhaflıklara karşı günümüz solunun takındığı kuşku dolu husumeti de anlamıyor değilim. Ne var ki, postmodernizmi hepten gerici addedecek olursak sayısız fırsatı elimizden kaçıracağımıza da bir o kadar eminim.

Bana göre postmodern solun önündeki en büyük politik görev, kapitalizmin sürmekte olan –çarpıcı ve çoğu zaman de çetrefil nitelikteki– dördüncü modernizasyonunu evvela teşhis etmek, sonra da güçlü bir şekilde yorumlamaktır. Bu kapsamlı yeniden yapılandırmanın, salt modern Marksizmin ve radikal beşeri bilimlerin geleneksel aygıt ve kavrayışlarıyla pratik ve siyasi açıdan anlaşılamayacağı gitgide netleşmektedir. Vaktiyle modern solda saf tutan birçok ismin alelacele yaptıkları gibi, söz konusu aygıt ve kavrayışları elden çıkarmaya lüzum yoktur. Kendisi de daha esnek ve uyarlanabilir bir şekilde yeniden yapılandırılan çağdaş kapitalizmle baş etmek adına, bu aygıt ve kavrayışlar da daha esnek ve uyarlanabilir bir hale getirilmelidir. Sözgelimi Reaganizm ve Thatcherizm gibi gerici postmodern siyasetlere, direniş ve gizemsizleştirmeye dayalı bilgiyle donanmış bir postmodern siyasetle doğrudan doğruya karşı konulmalıdır. Sınıf sömürüsünün, ırk ve toplumsal cinsiyet tahakkümünün, kültürel ve bireysel dışlanmanın ve çevresel bozulmanın yeniden yapılandırılmış araçlarını, günümüzde yeni ve farklı yollarla temsil edip gizleyen aldatıcı ideolojik perdeleri kaldırabilecek bir karşı çıkış olmalıdır bu. Postmodernitenin tehlikeleri ve fırsatlarına dair tartışmalardan vazgeçilmemeli, aksine bu tartışmalar bir araya getirilmelidir; çünkü tehlikede olan, hem tarih hem de coğrafya yapma kabiliyetidir.

Burada radikal bir postmodern politik program oluşturmayı öneriyor değilim. Buna karşılık, sonunda nasıl şekillenirse şekillensin, yürüttüğüm projenin en başından itibaren sürekli olarak mekânsallaştırıldığından emin olmak istiyorum. Önemli hususların mekân aracılığıyla bizden nasıl gizlendiğini, toplumsal yaşamın sözde masum mekânsallığında iktidar ve disiplin ilişkilerinin ne şekilde işlenmiş olduğunu, beşeri coğrafyaların çıkar politikası ve ideolojiye nasıl battığını her an aklımızda tutmalıyız. Dolayısıyla bu dokuz denemenin her biri, bir mekânsallaştırma teşebbüsü ya da yeni bir eleştirel beşeri coğrafya oluşturmak adına düşülen bir derkenar gibi görünebilir; çağdaş politik ve teorik değişimlere göre hizalanmış bir tarihsel ve coğrafi materyalizm olarak okunabilir.

Tarihselciliği –basit bir tarih karşıtlığına düşmeksizin– doğrudan doğruya eleştirmek, eleştirel düşüncenin ve politik eylemin mekânsallaştırılmasına yönelik atılması gereken önemli bir adımdır. İlk dört deneme, Batı Marksizmi ile Modern Coğrafya disiplinleri ve söylemlerinin giderek gelişen karşılaşmalarını katederek, eleştirel toplumsal teoride mekânın bastırılmasının ve sonra yeniden ileri sürülmesinin izini sürmek adına, tarihselciliğin azametli örgüsünü ters yüz etmektedir. Gerek bu karşılaşmanın sonunda ortaya çıkan ve açıkça Marksist bir nitelik gösteren coğrafya, gerekse sonraki teorik tartışmaları güçlü bir biçimde şekillendiren Fransız Marksizmleri üzerinde etraflıca durulmuştur. Çünkü bunlar, mekânın sahiden “önem taşıdığı”, beşeri coğrafyanın tarihsel tahayyül içerisinde topyekûn yitmediği eleştirel bir söylemi, neredeyse kendi başlarına ayakta tutmuşlardır.

3. ve 4. bölümlerde, toplumsal ve mekânsal diyalektiğin, kentsel olanın teorik özelliğinin ve kapitalizmin varlığını sürdürmesinde coğrafi eşitsiz gelişimin hayati rolleri üzerine daha önce yazdıklarıma dönüp bakıyorum. Bu üç tema, temel Marksist kavramları ve analiz yöntemlerini kullanarak, eleştirel toplumsal teoride mekânın yeniden ileri sürülmesi adına önemli birer sıçrama tahtası sağlamıştır. Tek başına ele alındıklarındaysa bu bölümler pek ikna edici bulunmayabilir; çünkü az çok geleneksel bir Marksizmin kullandığı retorik dil aracılığıyla ifade bulan, hemen hemen tamamıyla mantığa başvuran bir ikna yöntemine ve iddialı teorik argümanlara dayanmaktadırlar. Son üç bölüm bu argümanlara daha ampirik ve açıklayıcı bir temel sağlamaya çalışırken, ilk ikisi aynı argümanların tarihsel köklerine ve gelişimine açıklama getirmektedir. Ne var ki 5. ve 6. bölümlerde, teorik tartışmalardan uzaklaşıp ontolojinin daha soyut düzlemine geçerek “geride kalan bağlantılara” eğilen destekleyici ve örnekleyici bir başka yola sapıyorum. Kitabın orta kısmında yer alan bu bölümler, birçok bakımdan bu deneme toplamının ana eksenini oluşturmaktadır. Farklı bir girizgâh yapmak için okumaya bu kısımdan da başlanabilir.

Mekânın yeniden ileri sürülmesi ve postmodern coğrafyaların yorumlanması, somut toplumsal araştırmalarda ve malumata dayalı politik uygulamalarda mekânsal yönteme daha fazla dikkat çekmek adına yapılmış bir çağrıya yanıt veren ampirik bir incelemenin odağı değildir yalnızca. Mekânın yeniden ileri sürülmesi, coğrafyayı
teorik açıdan tarih kadar önemliymiş gibi gösteren yüzeysel bir dilsel mekânsallaştırma, toplumsal teorinin basit bir şekilde ve eğretilemeli olarak yeniden düzenlenmesi de değildir. Mekânı ciddiyetle ele almak, ontoloji dahil soyutlamanın her boyutunda eleştirel düşüncenin ve çözümlemenin çok daha esaslı bir biçimde parçalarına ayrılıp yeniden birleştirilmesini gerektirir. Belki de özellikle ontoloji boyutunda gereklidir bu; çünkü tarihselciliğin mekânsallaştırmayı ortadan kaldıran tahrifleri, en sağlam köklerini varoluşsal tartışmanın işte bu temel boyutunda salmıştır.

5. bölüm yeni bir mekânsal perspektif kazanmış Nicos Poulantzas’ın, Batı Marksizm tarihini belirleyen mekân ve zamana dair yanılsamalar üzerine –Lefebvre’i ve Foucault’yu anımsatacak şekilde– yaptığı kimi gözlemlerle ontolojik bir yapısökümü başlatır. Poulantzas’ın devlet ve toplumun mekânsal “matrisini” üretim ilişkilerinin hem önkoşulu hem de tecessümü olarak, sadece “temsili” bir biçimden ziyade “asli bir maddi çerçeve” biçiminde kavramsallaştırması bilhassa önemlidir. İki süreğen yanılsamanın, Batı’da geçerli mekân görme biçimlerini ve mekânsallığı eşzamanlı (yine o kelime) şekilde hem bir toplumsal ürün (ya da sonuç) hem de toplumsal yaşamda biçimlendirici bir güç (ya da araç) olarak gören üçüncü bir yorumlayıcı coğrafyanın eleştirel incelemesine set çekecek kadar boyunduruk altına aldığını –gerek toplumsal mekânsal diyalektik için gerekse tarihsel-coğrafi bir materyalizm için hayati bir kavrayış– ileri sürmek adına, bu gözlemleri daha da ileri taşıdım.

 

Mekân ve Siyaset

Bugün size Yapı Kredi Yayınları’nın üç aylık düşünce dergisi Cogito’nun Güz 2016 dönemi için yayınlanan “Mekân ve Siyaset” başlıklı 84. sayısını tanıtmak istiyoruz.

1994 yılından bu yana çoğu kez üç ayda bir, bazı zamanlarda da iki ayda bir yayınlanan Cogito Dergisi konularını genellikle kültür, felsefe ve düşünce konularına ayırıyor. 

Derginin bu sayısı ise “Mekân ve Siyaset” ve “Laikliğe Yeniden Bakış” konularına ayrılmış.

Derginin bu sayısında bireylerin görünmez işlevsel sınırlarla hem kendi sınıfına hapsedilmesinde hem de kolektiviteden uzak tutulmasına merkezi rol oynayan mekanın siyasetle ilişkisine, siyaset kavramsallaştırmalarındaki işlevine ve mekân siyasetine odaklanılıyor. Hayatların, alışkanlıkların, kamuyla etkileşimin düzenlenmesinde merkezi bir rol oynuyor mekân. Lefebvre’nin ifadesiyle, mekân siyaseti diye bir şeyin olmasının nedeni, mekânın siyasal olması, hatta siyasetin ta kendisi olması.

Mekân ve Siyaset” dosyasının odağını anarşist coğrafyacı Simon Springer’la, Marksist coğrafyacı David Harvey’nin coğrafya çalışmalarında yöntem tartışması oluşturuyor. Bu tartışmaya 2016 yılında hayatını kaybeden Doreen Massey’nin radikal demokrasi projesiyle coğrafya çalışmalarındaki eğilimler arasındaki koşutluklar özelinde kimlik, özcülük ve evrenselcilik meselelerini ele aldığı makalesi eşlik ediyor.

Mustafa Dikeç’in siyaseti mekân üzerinden düşündüğü makalesinde siyaset ve mekân arasındaki ilişki Arendt, Laclau ve Mouffe ve Rancière’in siyaset teorileri üzerinden inceleniyor ve mekânın ve mekân mecazlarının bu düşünürlerin siyaset kavramsallaştırmalarında oynadığı rol ele alınıyor.

Bu sayıda ayrıca Laiklik konulu bir mini dosya, Daniel Defert’le Foucault’nun çalışma alışkanlıkları üzerine bir söyleşi ve Fredric Jameson’ın “Diyalektiğin Birleştirici Güçleri” kitabının bir incelemesi yer alıyor.

cvtqo_1wyaadlx8

Size Cogito Dergisi’nin bu sayısı hakkında bilgi vermenin dışında, her bir sayısının ayrı bir değere sahip olduğu bu derginin bugüne kadar çıkmış olan sayılarının hangi konuyla ilgili olduğunu gösteren ufak bir liste de vermek isteriz:

  • 1 – Laiklik
  • 2 – Kirlenen Çağ
  • 3 – Barış ve Savaş
  • 4 – Aşk
  • 5 – Dünya Büyük Bir Mağaza
  • 6-7 – Şiddet
  • 8 – Kent ve Kültürü
  • 9 – Yüz Yılın Psikanalizi
  • 10 – Cogito, Öyleyse Descartes
  • 11 – Zaman: 12’ye 1 var
  • 12 – Çalışmak: Yorar
  • 13 – Yapay Zekâ
  • 14 – Mayıs ‘68
  • 15 – Cumhuriyet: Alkışla Olmaz
  • 16 – Yalan
  • 17 – Bizans
  • 18 – Bir Anatomi Dersi: Ev
  • 19 – Osmanlılar
  • 20 – Deprem
  • 21 – Yerli Malı, Yurdun Malı
  • 22 – Takvim: Zamanın Haritası
  • 23 – Türkiye’nin Yabancıları
  • 24 – Oto-mobil: Bir Röntgen Denemesi
  • 25 – Nietzsche: Kayıp Bir Kıta
  • 26 – Şakanın Sırası Değil
  • 27 – Kriz: Daha Derin, Daha Eski, Daha Yaygın
  • 28 – Arkeoloji: Bir Bilimin Katmanları
  • 29 – Selçuklular
  • 30 – İnternet: Üçüncü Devrim?
  • 31 – Entelektüeller Gerekli mi?
  • 32 – Hayvan: İmge, Simge, Gerçeklik
  • 33 – Wittgenstein: Sessizliğin Grameri
  • 34 – Seçmek
  • 35 – Yeni İstanbul
  • 36 – Adorno: Kitle, Melankoli, Felsefe
  • 37 – Kan, Damardan
  • 38 – Şiir
  • 39 – Avrupa’yı Düşünmek
  • 40 – Ölüm: Bir Topografya
  • 41-42 – Sonsuzluğun Sınırında: I. Kant
  • 43 – Çer-Çöp
  • 44-45 – Ten: Derinden
  • 46 – Ezoterizm
  • 47-48 – Derrida: Yaşamı Yeniden Düşünürken
  • 49 – Freud ve Kültür
  • 50 – Bellek: Öncesiz, Sonrasız
  • 51 – Melankoli
  • 52 – Walter Benjamin
  • 53 – Fantizm: Ya Bizdensin Ya Öteki
  • 54 – Tragedya
  • 55 – İnsan Giyinir
  • 56 – Paul Ricœur
  • 57 – İroni
  • 58 – Feminizm
  • 59 – Turist: Modern Çağın Seyyahı?
  • 60-61 – Darwin Devrimi: Evrim
  • 62 – Kaos ve Karmaşıklık: Düzenli Düzensizlik
  • 63 – Dünya Gözüyle Futbol
  • 64 – Heidegger: Varlığın Çobanı
  • 65-66 – Cinsel Yönelimler ve Queer Kuram
  • 67 – Sivil İtaatsizlik
  • 68-69 – Dostluk
  • 70-71 – Michel Foucault
  • 72 – Tuhaflık ve Yaratıcılık
  • 73 – Tarihyazıcılığı
  • 74 – Siyaset Felsefesi
  • 75 – Nörobilim ve Felsefe
  • 76 – Pierre Bourdieu
  • 77 – Aristoteles
  • 78 – Aristotelesçilik
  • 79 – Cogito Söyleşileri
  • 80 – Felsefede Hayvan Sorusu
  • 81 – Annelik
  • 82 – Gilles Deleuze: Ortadan Başlamak
  • 83 – Tasarım Ne Bekler?
  • 84 – Mekân ve Siyaset.