İzmir Yerel Yönetişim Ağı – 9

İzmir Yerel Yönetişim Ağı‘ başlıklı yazı dizimizin bugünkü bölümünde yönetişim zihniyetinin yereldeki temsilcisi olan İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin çok ortaklı TARKEM, Tarihi Kemeraltı İnşaat Yatırım Ticaret Anonim Şirketi’ne ortak olmasını ve bunun olumsuz bir sonucu olarak şirketin yakın zamanda Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF) üzerinden kayyuma devredilmiş olması nedeniyle ortaya çıkan kamu zararının ‘kamu yararı’ ilkesiyle bağlantısını inceleyip tartışacağız.

TARKEM – Tarihi Kemeraltı İnşaat Yatırım Ticaret Anonim Şirketi’nin 26 Kasım 2012 tarihindeki ilk kuruluşunda 20.000.-TL’lık payla ortak olan İzmir Büyükşehir Belediyesi Egeşehir Planlama A.Ş.’ne ait % 0,86 oranındaki pay, şirketin taahhüt edilmiş 2.320.000.-TL’lık sermayesinin yetersizliği nedeniyle devamlı olarak yeni ortaklar ve yeni sermaye payları aranmıştır. Örneğin Ege Bölgesi Sanayi Odası’nın (EBSO) şirkete ortak olması istenmiş ancak sonuç alınmamıştır.

cxinz_3wgaavz6a

Sonuçta 2016 yılında şirketin sermayesi 10.000.000.- TL’sına çıkarılırken İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin 20.000.-TL’lık paya karşılık olan % 0,86 oranın hissesi 3.000.000.-TL’lık paya karşılık olan % 30 oranına çıkarılmış, buna ilave olarak İzmir Büyükşehir Belediyesi Başkanı Aziz Kocaoğlu’nun eşi Türkegül Kocaoğlu’nun % 0,86 oranındaki hissesinin karşılığı olan 86.207.-TL’lık sermaye payı ile şirkete ortak olması sağlanmıştır. Böylelikle, hem geriye kalan 114 ortağın 3 yıldır bir türlü bir araya getiremediği  önce 2.320.000.-TL’lık, daha sonra 10.000.000.-TL’lık sermayenin % 30’luk kısmının kamu kaynaklarından sağlanması garanti edilmiş hem de şirkete İzmir Büyükşehir Belediye Başkanının eşinin ortak olması sağlanarak itibar kazandırılması sağlanmıştır.

2016 yılı başında hayata geçirilen bu hamle ile İzmir Büyükşehir Belediyesi’ne ait olup devamlı zarar eden İzbeton A.Ş., Grand Plaza A.Ş., Ünibel A.Ş., İzelman A.Ş., İzdeniz A.Ş., İzulaş A.Ş., Metro A.Ş:, Ege Şehir Planlaması A.Ş., İzfaş A.Ş., İzbelkom A.Ş. ve İzenerji A.Ş. gibi şirketlere sermayesine % 30 oranında ortak olunan ve kurulduğu tarihten bu yana zarar eden TARKEM, Tarihi Kemeraltı İnşaat Yatırım Ticaret A.Ş. de katılmıştır.

Bunun dışında şirketin kuruluş aşamasında ortak olmayan Konak Belediyesi’ne ait İzbel Limited Şirketi’nin de 86.207.-TL’lık sermaye taahhüdü üzerinden % 0,86 oranında ortak olması; böylelikle Kemeraltı, Basmane ve Kadifekale bölgelerinden sorumlu ilçe belediyesinin de şirkete katılması sağlanmıştır.

TARKEM’in 2016 yılı sonunda Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na (TMSF) devredilmesi ve ardından yönetimine kayyum atanması aşamasında işten el çektirilen yönetim kadrosuna bakıldığında da gerek yönetim kurulunda gerekse koordinasyon ve yürütme kurulunda yetkilendirilmiş bir İzmir Büyükşehir Belediyesi görevlisinin yer almadığı, yürütme kurulu içinde Muzaffer Tunçağ ismine rastlansa da kendisinin Urla ve İzmir Büyükşehir belediyesi meclislerinin üyesi olması dışında İzmir Büyükşehir Belediyesi’ni temsil etme, onun adına hareket etme yetkisine sahip olmadığı görülmektedir.

Şimdi bu durumda, TARKEM A.Ş. 2016 yılı sonunda Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na (TMSF) devredilip yönetimi de yine fon eliyle kayyuma devredildiğine göre kamu kaynaklarından; daha doğrusu bizlerin ödediği vergilerle oluşan belediye bütçesinden alınıp sözkonusu şirkete verilen 3.000.000.-TL’lık sermaye taahhüdünün ve bunun ödenen 741.894.-TL’lık kısmının akıbetini sormak, bu paranın bundan sonra kime ait olduğunu araştırmamız, bu durumun bir kamu zararı olup olmadığını ve ‘İzmir-Tarih, İzmirlilerin Tarih İle İlişkisini Güçlendirme Projesi‘nin önemli bir ortağı olan TARKEM A.Ş.’nin TMSF ve kayyumlar tarafından teslim alınmış olması nedeniyle bu yeni durum karşısında İzmir-Tarih Projesi’nin akıbetini de tartışmamız gerektiğini düşünüyoruz.

tarkemde-kayyum-duzeltmesi_7272_dhaphoto4

Öte yandan sözkonusu şirket bir Kanun Hükmünde Kararname ile Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na (TMSF) devredilip yönetimi de aynı fon tarafından kayyuma verildiği halde TARKEM’e ait güncel Twitter hesabında çeşitli kamu yöneticilerini ziyaret ederek TARKEM’i ve İzmir Tarih Projesi’ni tanıtan eski yöneticilerinin ‘başkan‘ ya da ‘başkan vekili‘ olarak tanımlanmalarının da ne anlama geldiğini çözmüş değiliz.

Devam Edecek…

İzmir Yerel Yönetişim Ağı – 8

Yazı dizimizin bugünkü bölümünde,

  • İzmir Büyükşehir ve Konak belediyeleri,
  • İzmirli sermaye ve rant grupları ile
  • İzmirli sermaye ve rant çevrelerinin kurduğu dernek ve vakıflar

Şeklindeki üçlü bir yapılanma olarak formüle edilen ‘İzmir Yerel Yönetişim Ağı’nın içinde yer alan TARKEM A.Ş. ve benzeri özel kurumlardan söz etmek istiyoruz.

İzmir Yerel Yönetişim Ağı’nın içinde yer alan TARKEM A.Ş. ve onun benzeri çok ortaklı kurumlar genellikle, ihtiyaç duyulan büyük sermayenin fazla sayıdaki katılımcının taahhüt edeceği küçük paylarla oluşturulmasındaki kolaylık ve olası risklerin bu çok fazla sayıdaki ortak arasında paylaştırılarak dağıtılması nedeniyle tercih edilmektedir.

Bir dönemler Güçbirliği, EGS, Tarişbank, Kipa, İzair, Şarpa, ENDA gibi birbirini izleyen, bir kısmı büyüyüp İstanbul sermayesine ya da uluslararası sermayeye satılan, bir kısmı da başarısızlığı nedeniyle yok olan çok ortaklı bu girişimleri genellikle iş, sanat, kültür, bilim, sermaye ya da rant çevrelerince bilinen, tanınan ve kendilerine güvenilen, çoğu kez kanaat önderi olarak tanımlanan kişiler ya da bu tür kişilerin oluşturduğu ufak gruplar kurmuştur.

tarkem-004

Ege’nin çok ortaklı ünlü şirketi Kipa’nın kuruluş aşamasındaki bu isimler Metin Akpınar ve Ahmet Piriştina, İzAir’in kuruluşunda Ekrem Demirtaş, TARKEM’in kuruluşunda da Prof. Dr. İlhan Tekeli ve Uğur Yüce gibi herkesin bildiği, tanıdığı, kültür, sanat, bilim ve iş dünyası gibi alanlarındaki çalışmalarıyla ünlenmiş toplumsal saygınlığa sahip kişiler olmuştur.

Ege Sanayici ve İşadamları Derneği (ESİAD) Yüksek İstişare Kurulu Başkanlık Kurulu Üyesi Kemal Çolakoğlu, 15 Eylül 2010 tarihinde Doğan Haber Ajansı’ndan sevgili arkadaşımız Burcu Taner’e verdiği mülakatta çok ortaklı yatırım modelinin artık görevini yerine getirdiğini, bugün için yenilerinin kurulacağını düşünmediğini ve böylesi girişimleri doğru bulmadığını belirtmiş olsa da kendisinin Kalkınma Bakanlığı’na bağlı İzmir Kalkınma Ajansı (İZKA) Kalkınma Kurulu Başkanı olarak görev yaptığı dönemde, İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu tarafından İzmir Kalkınma Kurulu’na alternatif olarak oluşturulan İzmir Ekonomik Kalkınma ve Koordinasyon Kurulu’nda (İEKKK) görev yapan ve çoğunluğunu ENDA Holding’in ortak ve yöneticilerinden oluşan küçük bir grup (Uğur Yüce, İlhan Tekeli, Sıtkı Şükürer, Muzaffer Tunçağ), İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin aşağı yukarı aynı tarihlerde kamuoyuna duyurduğu ‘İzmir-Tarih, İzmirlilerin Tarih İle İlişkisini Güçlendirme Projesi’nde İzmir Büyükşehir ve Konak belediyeleriyle birlikte çalışmak üzere 112 ortaklı TARKEM, Tarihi Kemeraltı İnşaat Yatırım ve Ticaret Anonim Şirketi’ni kurmuştur.

Demek ki, İZKA İzmir Kalkınma Kurulu Başkanı Kemal Çolakoğlu’nun 2010 yılında beyan ettiği fikrin aksine İzmir’de halen çok ortaklı bir şirketin kurulabileceğine, bu ortakların arasına İzmir Büyükşehir ile Konak Belediyelerinin dahil edilmesi durumunda oluşturulan ortaklığın daha güçlü olacağına inanan bir kısım sermayedar, rantiye ve iş adamı bulunmaktadır.

Bu sermayedar, rantiye ve iş adamı grubu, işin içine, o konularda görevli, yetkili ve sorumlu devlet kuruluşlarıyla belediyeler dahil her siyasal partiden, toplumsal ölçekte güçlü kesimlerden gelen kişi, kurum ve şirketlerin dahil etmesi durumunda bütün kapıların kendilerine açılacağına, her sorunu kolaylıkla çözebileceklerine inanmaktadırlar çünkü…

26 Kasım 2012 tarihinde kurulan 2.320.000.-TL’lık kuruluş sermayesine sahip TARKEM, Tarihi Kemeraltı İnşaat Yatırım ve Ticaret Anonim Şirketi’nin o tarihlerdeki toplam 112 ortağına baktığımızda ince hesaplarla dokunan çok güçlü bir yapıyı yakından görmüş oluruz…

  • Şirketin İzmir Büyükşehir Belediyesi’nden gelen eski ya da yeni başkan danışmanları İlhan Tekeli, Mehmet Emin Dursun Ünal ve Serhan Ada,
  • Konak Belediyesi’nden gelen Belediye Başkanı Hakan Tartan,
  • CHP’den gelen ve CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na yakınlığı ile tanınan, daha sonra CHP Tunceli milletvekili olan Gürsel Erol ve İzmir Esnaf ve Sanatkârlar Odaları Birliği’nin eski başkanı ve eski İzmir milletvekili Mehmet Ali Susam,
  • İktidar cephesiyle o tarihlerde ‘Hizmet Hareketi’ olarak nitelenen Cemaat çevresinden gelen; Bekir Pakdemirli, Mustafa Latif Topbaş’ın yönetim kurulu başkanı olduğu BİM Holding A.Ş., İzmir Milletvekili İlknur Denizli, Türkiye Futbol Federasyonu eski başkanı Mahmut Özgener ve Küçükbay Grubu Yönetim Kurulu Başkanı Ahmet Küçükbay,
  • ENDA Holding A.Ş.’den gelen Ahmet Metin Tarhan, Ahmet Rona Yırcalı, Dalyan Ahmet Ersin, Enis Özsaruhan, Hüseyin Metin Tuncay, Murat Demirer, Önder Dağıstan, Samim Sivri, Şükrü Kayabaşı ve Uğur Yüce olduğu görülecektir.

tarkem-001Bu kadar fazla sayıdaki güçlü isme, şirketin kuruluşundan bir ay sonra 17 Aralık 2012 tarihinde, TARKEM, Tarihi Kemeraltı İnşaat Yatırım ve Ticaret Anonim Şirketi’nin kamuoyundaki sempatisini oluşturmak amacıyla adeta şirketin yan kuruluşu olarak kurulan İzmir Kent Değerlerini Koruma ve Geliştirme Derneği’nin ad ve soyadları aşağıda belirtilen asil ve fahri üyelerini dahil ettiğimizde bu geniş koalisyonun daha da genişleyen güçlü, yenilmez yapısı daha bir net ortaya çıkacaktır:

  • Kemeraltı’ndaki Havralar Bölgesi’nde yer alan birçok havranın sahibi olan İzmir Musevi Cemaati’nden Cemaat Başkanı Jak Sigura ve Cemaat Vakfı Başkanı Jak Kaya ile Nesim Bencoya ve Sara Pardo,
  • İzmir üniversitelerinden Ege, Dokuz Eylül, Gediz, Yaşar, İzmir üniversiteleri rektörlerinin yanı sıra dekanlar ve akademisyenler,
  • CHP’den İzmir İl Başkan Yardımcısı Ülkümen Rodoplu,
  • İzmir İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü’nden İl Kültür ve Turizm Müdürünün yanında Kemeraltı, Basmane ve Kadifekale bölgelerindeki tarihi, doğal ve kentsel sit alanları ile kültürel değerlerden sorumlu olan, onlar hakkında kararlar alan İzmir 1 No’lu Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu Başkanı ve Müdürü,
  • İzmir Büyükşehir Belediyesi’nden meclis üyesi Muzaffer Tunçağ ve Tarihsel Çevre ve Kültür Varlıkları Şube Müdürü,
  • Tarihi Kemeraltı Esnaf Derneği Yönetim Kurulu Başkanı,
  • İzmir Esnaf ve Sanatkârlar Odaları Birliği temsilcisi,
  • TMMOB İzmir İl Koordinasyon Kurulu Başkanı ve
  • TMMOB İzmir Mimarlar Odası Yönetim Kurulu Başkanı.

Şimdi onca resmi, özel ve sivil kurumda, kuruluşta, holdingde, şirkette ve benzerlerinde ortak ya da yönetici olup arkasına kamu gücünü alarak görev yapan bu kadar fazla ve güçlü insanın belirli bir amaç için bir araya geldiğinde tüm kapıların onlara açılmayacağını, her istediklerini yaptıramayacaklarını söyleme cüretini kim gösterebilir ki? Sahi böyle bir güç, böyle bir yenilmez armada karşısında kim karşı durup; “Hayır” deme; hatta “Belki” deme cesaretini bulabilir kendinde? Kim?

Ayrıca bu kadar kalabalık arasında, halk; yani İzmirli dışında kim unutulmuş, ortaklar listesine yazılmamış olabilir? Kim?

İzmir Yerel Yönetişim Ağı – 7

İzmir Yerel Yönetişim Ağı‘ başlıklı yazı dizimizin bugünkü konusu, 8 Haziran 2010 tarihinde kurulup o günden bu yana faaliyette olan İzmir Kent Konseyi.

İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin web sayfasında yayınlanan “İzmir Kent Konseyi Kuruluş Çalışmaları Devam Ediyor” başlıklı ve 29 Mayıs 2010 tarihli haberi şu şekilde: 

Yerel seçimler öncesinde, 2009-2014 dönemini “katılımcı demokrasiye dönüşüm dönemi” olarak planlayan ve bunun ilk adımını İzmir Ekonomik Kalkınma ve Koordinasyon Kurulu’nu oluşturarak atan İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu, 8 Haziran 2010 tarihinde de Kent Konseyi’nin çalışmalarına başlayacağını açıkladı.

İsmet İnönü Kültür Merkezi’nde yapılan Kent Konseyi 1. Olağan Genel Kurul hazırlık toplantısında konuşan Başkan Aziz Kocaoğlu, “Bu meclisler yönetime seçtiği kişiye sahip çıkarak ona pozitif enerji verecek, doğru yönlendirerek ve eleştirerek yöneticinin çizgisini hiç bozmadan yürümesini sağlayacak. Denetleyecek; başarılı olması, kaynakları doğru kullanması, projelerin öncelik sıralamasını doğru belirlemesi için yönlendirecek. Hep  birlikte kenti daha yaşanılası hale getireceğiz” diye konuştu.

izmir-kent-konseyinin-kurulusu-8-6-2010

Evet, gördüğünüz gibi bu konuşmanın yapıldığı tarihlerde İzmir yerelinde yönetişim odaklı bir ağ ilişkisinin kurulması aşamasının daha henüz başındayız. Çünkü,

6 Temmuz 2009 tarihinde İzmir Ekonomik Kalkınma ve Koordinasyon Kurulu (İEKKK) oluşturuluyor.

14 Eylül 2009 tarihinde Prof. Dr. İlhan Tekeli, başkan danışmanı olarak atanıyor.

24 Ekim 2009 tarihinde Prof. Dr. İlhan Tekeli ile Serhan Ada’nın moderatörlüğündeki İzmir Kültür Çalıştayı toplanıyor ve

8 Haziran 2010 tarihinde de, 2001 yılından bu yana faaliyette olan İzmir Yerel Gündem 21, İzmir Kent Konseyi olarak kabuk değiştiriyor.

Bütün bu atama, toplanma ve kuruluş işlemleri aslında birbiriyle ilgili ve içiçe…  

Bu oluşumun mimarı da, ‘yönetişim‘ zihniyetini 1989 tarihli Dünya Bankası raporundan bu yana savunup hararetle öneren ve oluşumu için değişik kurum ve ortamlarda girişimlerde bulunan Prof. Dr. İlhan Tekeli…

Prof. Dr. İlhan Tekeli, 1999 tarihinde yazdığı ‘Modernite Aşılırken Siyaset‘ (*) isimli kitabının ‘Yönetim Kavramı Yanısıra Yönetişim Kavramının Gelişmesinin Nedenleri Üzerine‘ başlıklı son bölümünde; yönetişim anlayışının post-modern toplumdaki yerini ve işlevini anlatarak ‘yönetim‘den ‘yönetişim‘e geçişin kolay ve kısa sürede gerçekleştirilecek bir olgu olmadığını, uzun bir toplumsal öğrenme sürecinin gerekli olduğunu ve bunun için sosyal öğrenmeye elverişli yapıların oluşturulması gerekliliğinin altını çiziyor.

izmir-kent-konseyi-005

İşte tam da bu gereklilik çerçevesinde ve kendisinin görevlendirilmesinin hemen sonrasında İzmir yerelindeki sosyal öğrenmeyi sağlayacak yapılar teker teker oluşturulmaya başlanıyor: Önce ‘İzmir Yerel Yönetişim Ağı‘nın merkezi olan İzmir Ekonomik Kalkınma ve Koordinasyon Kurulu (İEKKK) oluşturuluyor. Ardından ‘yönetişim’ mekanizmasının diğer bir kurulu; İzmir Kent Konseyi oluşturularak sistemin sermaye ve sivil toplum kuruluşlarıyla ilişkisi kurulmaya çalışılıyor. Bunun ardından da bu sistemi harekete geçirip çalıştıracak büyük projelerin tartışıldığı İzmir Kültür Çalıştayı yapılıyor.

Ancak bu arada, ‘yönetişim‘ zihniyetine aykırı, ‘yönetişim‘ ağının bugün İzmir’de iyi çalışmayışının temel nedeni olan temel, büyük bir yanlışlık yapılıyor:

Çünkü, 1989 tarihli ilk Dünya Bankası raporuyla ortaya atılıp daha sonraki tarihlerde yayınlanan raporlarla gelişip olgunlaşmaya başlayan ‘yönetişim‘ zihniyetine göre, ‘iyi bir yönetişim‘in sağlanması ancak kamunun özel sektör ve sivil toplumla bir araya gelip oluşturacağı bir üçlü sistemin oluşması ile mümkün olduğu halde, incelediğimiz İzmir örneğinde önce özel sektör kurum, kuruluş ve temsilcileri İzmir Kent Konseyi’nin kuruluşu beklenmeden İzmir Ekonomik Kalkınma ve Koordinasyon Kurulu’nda (İEKKK) bir araya getiriliyor ve İzmir Kent Konseyi’nin kuruluşu sonrasında bu konsey içine alınmayarak ayrı bir karar organı olarak yoluna devam ediyor. Hem de tüm sekreterlik ve iletişim hizmetlerinin İzmir Büyükşehir Belediyesi’nce yapılmasına karşın.

Böylelikle İzmir’deki gerçek sivil toplum ortam ve ilişkilerinen uzak; ancak özel sermayenin kendi dernek, vakıf ve federasyonlarının ‘sivil toplum‘ adı altında yer aldığı bir ortamda özel sermaye ile birlikte kent hakkında önemli kararlar verecek, en azından bu konularda konsensus sağlayacak bir ‘patronlar kulübü‘ yaratılıyor ve İzmir Kent Konseyi’nin bu kurul içinde yer almasına bile tahammül edilmiyor.

Bu durum, İzmir Kent Konseyi özelinde kamu/belediye-özel sektör-sivil toplum beraberliğinde oluşturulması beklenen ‘iyi yönetişim‘ fırsatının daha baştan sakatlanarak kaçırılması anlamına da geliyor.

izmir-kent-konseyi-004Yönetişim‘ uygulamasında yaşanan bu vahim kırılmanın diğer önemli bir sonucu ise, kentle ilgili tüm önemli, öncelikli ve büyük proje, yatırım, konu ve sorunların, ağırlığını özel sektör kurum ve temsilcilerinin oluşturduğu İzmir Ekonomik Kalkınma ve Koordinasyon Kurulu’na (İEKKK), bunun dışında kalan ve çoğu toplumsal kimlikle ilgili ikinci, üçüncü dereceden konu ve sorunların ise İzmir Kent Konseyi’nin faaliyet alanına bırakılması, İzmir Ekonomik Kalkınma ve Koordinasyon Kurulu’na (İEKKK) bırakılan önemli, öncelikli ve büyük proje, yatırım, konu ve sorunlar hakkında İzmir Kent Konseyi’nin ayrıca fikir oluşturmasına, bu proje, yatırım, konu ve sorunlara müdahale etmesine daha izin verilmemesi oluyor.

O nedenle, bugün İzmir’le ilgili büyük, önemli, öncelikli yatırım, proje, konu ve sorunlar hakkında İzmir Kent Konseyi değil; çoğunluğunu özel sektör kurum ve temsilcilerinin oluşturduğu İzmir Ekonomik Kalkınma ve Koordinasyon Kurulu (İEKKK) karar vermekte ve İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin ‘Yeni Kültürpark Projesi‘ ya da ‘Tramvay Projeleri‘ gibi İzmir halkı tarafından doğru bulunmayan ya da desteklenmeyen çoğu proje ve yatırımları bu kurul tarafından büyük bir arzu ve hevesle desteklenmektedir.

Bu durum açıkça ‘yönetişim‘ zihniyeti ile ilgili tüm önermelere, onu savunanların söylediklerine aykırı bir kurgu, ‘yönetişim‘ zihniyetinin temelinde olan ‘katılım‘, ‘saydamlık‘, ‘hesap verebilirlik‘, ‘uzlaşma‘ ve ‘yerindenlik‘ gibi ilkelere de uymayan; ayrıca İzmir Kent Konseyi’ne zarar veren, onun çalışmalarını olumsuz etkileyen bir durumdur.

İşte o nedenle şimdi ve tam da bu noktada, ‘yönetişim‘ zihniyetine de aykırı bir şekilde kurgulanan bu sürecin başından bu yana uzun yıllardır ‘yönetişim‘ zihniyetinin savunuculuğunu yapan saygın ve bilgili bir ‘hoca‘ olmasına karşın yapılan uygulamaların ‘yönetişim‘le ilgili olmadığını, yapılanların ya da yapılmak istenenlerin ‘yönetişim‘ zihniyetine de aykırı, klasik bir özel sektörden yana iktidar alanı yaratma, kentin rantını özel sermayeye teslim etme çabası olduğunu söylemek istiyoruz…  

İşte o nedenle, başarılı olmak için sadece birilerinin bu işleri çok bilmesinin değil; aynı zamanda o konularda daha önce çalışıp başarılı olma gibi deneyimli, birikimli ve referans sahibi olma gibi özelliklere sahip olması gerektiğini de düşünüyoruz…

Kısacası, İzmir’e yarardan çok zarar veren bu tür çetrefilli işleri kurgulayan, uygulayan ve savunanlarda teori ve pratiğin birbirini sorgulayan ve bütünleyen diyalektik bütünlüğünü arıyor ve savunuyoruz…

(*) Modernite Aşılırken Siyaset, İlhan Tekeli, İmge Yayınları, 1. Baskı Şubat 1999, Ankara

Devam Edecek…

İzmir Yerel Yönetişim Ağı – 6

Yazımızın bugünkü konusu da İzmir Akdeniz Akademisi (İZMEDA).

2012 yılında kurulan İzmir Akdeniz Akademisi’nin (İZMEDA) üstlendiği görevler, bugüne kadar gerçekleştirdiği işler ve yapamadıkları…

İzmir Akdeniz Akademisi (İZMEDA) bugünkü haliyle İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu’nun danışmanı Prof. Dr. İlhan Tekeli’nin okulu ya da şirketi gibi… Hele ki kurucu onursal başkanlardan bir diğeri Prof. Dr. Halil İnalcık’ın ölümünden sonra… Gerçi rahmetli ustanın ‘adı var kendi yok‘ denilebilecek mevcudiyeti döneminde bile asıl ‘bani‘nin, yani kurucunun İlhan Tekeli olduğu da kesin bir olgu… O nedenle bu kurumun aktörleri de kurulduğu günden bu yana İlhan Tekeli tarafından belirleniyor… Bir iki değerli bilim insanı inat edip orada olmaya ve kalmaya devam etmek istese dahi bunu bir türlü beceremiyorlar… Çünkü hoca ve müridleri buna kesinlikle izin vermiyorlar… İzin verseler bile bu durum bir iki toplantıyla, sempozyumla sınırlı kalıyor ve gerisi gelmiyor.. Akademinin bilim ya da danışma kurulunda görev yapmaları ya da yönetici görevler üstlenmeleri mümkün olmuyor… O nedenle de İzmir Akdeniz Akademisi (İZMEDA) 2012-2016 dönemindeki performansı ile ‘sen-ben-bizim oğlan‘ anlayışının hayata geçtiği güzel örneklerden biri olma vasfını -ne yazık ki- koruyor…

izmeda-bina-01

Çünkü asıl işlevi kendi başına etkinlikler, çalışmalar yaparak varlığını gerçekleştirmek değil… Asıl işlevi kenti; yani İzmir’i ‘İzmir Yerel Yönetişim Ağı‘ üzerinden saran büyük belediye projelerine entelektüel altlık sağlamak, onları bilimsel olarak desteklemek… O büyük projelerin kabulü için gerekli olan yerel, ulusal ve uluslararası  akademik desteği oluşturmak… Uluslararası finans dünyasının hibe ve kredilerinin gelişini kolaylaştıracak bir görev üstlenmek… O nedenle de, çatlak sese neden olabilecek farklı isimlere orada yer yok… Orada sadece birbirine güvenen, usta-çırak ilişkisiyle somutlanan elitist bir yaklaşımla bir araya gelip kümelenen birbirini tanıyan, bilen ve güvenen yakınlara, akrabalara, aynı soy ismini taşıyanlara yer var…

Bunun en güzel kanıtını da, İzmir Akdeniz Akademisi’nde (İZMEDA) belediye görevlisi olarak çalışanların yaptıkları işlerle ilgisi olmayan eğitim ve deneyimlerinden yakalamak mümkün… 

İzmir Akdeniz Akademisi’nin (İZMEDA) kuruluş ve çalışmalarında yaşanan diğer bir tuhaflık da, bu kurumun rahmetli Ahmet Piriştina zamanında Tarih Vakfı’nın önerisi ve İzmirli tarihçiler Sabri Yetkin, Fikret Yılmaz ve Erkan Serçe‘nin değerli katkılarıyla kurulan Ahmet Piriştina Kent Arşivi Müzesi (APİKAM) karşısındaki konumudur.

İzmir Kent Arşivi ve Müzesi, dönemin İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı rahmetli Ahmet Piriştina’nın 1999 yılındaki seçimlere girerken hazırladığı bildirgede, yapmayı taahhüt ettiği projeler arasında yer almaktaydı. Bildirgenin sunuş bölümünde bu konuyu, ‘Tarihsel ve geleneksel değerleri titizlikle korumak ve değerlendirmek; kent arşivini çağdaş yöntemlerle bir belgelikte derlemek’ sözleriyle dile getirmiştir. Bu kapsamda, arşiv ve müzenin bilimsel kriterlere göre yapılandırılma projesi, 2000 yılında başlatılmış ve yer olarak da, 1932 yılında inşa edilen İzmir İtfaiyesi Merkez Binası seçilmiştir. Böylesi önemli bir projeye duyulan ihtiyaç, rahmetli Başkan Ahmet Piriştina’nın 8 Şubat 2002 tarihinde itfaiye binasının restorasyonunun başlangıç töreninde yaptığı şu konuşmadan anlaşılmaktadır:

“İzmir’in tarihsel ve kültürel yapısıyla uyum sağlanamadığı takdirde, İzmirli olabilmek de mümkün olamadığından; kentli kimliği ve kentlilik bilinci yaratmak için kurumlar oluşturmak ivedi bir ihtiyaç haline gelmektedir. Kentli bilincinin oluşturulması ile hatırlama ve geçmiş bilgisi arasında güçlü bir ilişki bulunmaktadır. İzmir’in yaşadığı tarihsel serüveni canlı tutacak, tarihi yapı ve mekanların tanınılırlığını artıracak, tarih içinde İzmir’deki yaşamın değişim dinamiklerini ortaya koyacak çalışmalar, geçmişle bugün arasında kurulacak tarihsel bir köprü oluşumuna ön ayak olacaktır. Böylelikle değişimin doğal ve sindirilebilir bir seyir izlemesi mümkün olacağından, İzmir’i bağlamından koparan ve geçmişine yabancılaştıran bir dönüşümün tahripkâr etkisinden koruyabilmenin ön koşulu sağlanabilecektir. Tahmin edileceği üzere, söz konusu ön koşul; yaşadığı kenti tanıyan, bilinçli ve aidiyet bağı güçlü olan İzmirlilerdir. İşte kent arşivleri ve müzeleri bu bağlamda anlam kazanmaktadır.”

İzmir Kent Arşivi ve Müzesi’nin (APİKAM) kuruluş amacı başlangıçta “tarihsel ve geleneksel değerleri titizlikle korumak ve değerlendirmek; kent arşivini çağdaş yöntemlerle bir belgelikte derlemek”olarak ifade edilmekle birlikte; bu kurumun aradan geçen süre içinde şimdiki İzmir Akdeniz Akademisi’nin (İZMEDA) amaç ve hedefleriyle donatılarak daha da zenginleştirilip güçlendirilmesi pekala mümkündü. Ama ne yazık ki, büyük emeklerle kurulan bu kurum özellikle Aziz Kocaoğlu’nun hizmet döneminde yılda bir ya da iki sergi düzenleyen, belediyeye ait kitapları yayınlayan bir yapıya dönüştürülmüş ve giderek hem anlam hem de boyut itibariyle küçültülmüş, önemsizleştirilmiştir.

Oysa, İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin 2010-2017 ve 2015-2019 dönemi stratejik planlarına bakıldığında İzmir Kent Müzesi ve Arşivi’nin (APİKAM) her yıl bir uluslararası bir proje yapması öngörüldüğü halde, bu hedef hiçbir yılda gerçekleştirilmemiş, üstüne üstlük son yıllarda profesyonel bir yönetim kadrosu yerine başkan danışmanlarından birine teslim edilen pasif bir konuma getirilmiştir.

İzmir Kent Müzesi ve Arşivi’nin (APİKAM) 2000-2016 dönemindeki ihmali karşılığında onun alternatifi olabilecek bir İzmir Akdeniz Akademisi’nin (İZMEDA) kurulmuş olması bu anlamda yanlış ve gereksiz bir tasarruf olmuştur.  Nitekim bu husus, kentle ilgili her düzeydeki çalışma ve etkinlikte yer aldığını bildiğimiz Doç. Dr. Emel Kayın‘ın Arkitera Dergisi’nde yayınlanan “İzmir Kentinin 21. Yüzyıl Başındaki Dönüşümü ve Yeniden Dönüşümü” başlıklı yazısında; “bu kapsamda her ortamda üretilen bilgiyi bir araya getirmek, arşiv oluşturmak, sergi, sempozyum, çalıştay düzenlemek, kitap-dergi yayımlamak üzere kurulan Kent Arşivi ve Müzesi ile İzmir Kent Kitaplığı’nın yeni dönemde atıl bırakıldığı ve farklı çalışmalar yapmak üzere yeni kurulan ve elitist bir çizgi belirleyen İzmir Akdeniz Akademisi’nin ön planda olduğu görülür.” (*) şeklinde ifade edilmiştir.

0034_restorasyonun-baslamasi-toreni

Evet, İzmir’le ilgili her düzeydeki bilginin derlenmesi, saklanması ve bu bilgiler çerçevesinde oluşan düşüncelerin tartışılarak kentin geleceğine yönelik açılımlarda değerlendirilmesi mümkündür ve doğrudur… Ancak bunun, kentin katılımcı geleneğini dikkate almayan ‘elitist‘ bir anlayışla ve buna uygun mevcut kurumları dikkate almayan bir tutumla yapılması kentin geleceğinin tasavvuru açısından beyhude, gereksiz ve zaman kaybettirici bir savurganlıktır…

Nitekim İzmir Akdeniz Akademisi (İZMEDA) ‘elitist‘lerinin İzmir’deki her şeyi yeniden keşfedercesine yaptıkları eylemlerle dolu geçmiş performansları da bunu kanıtlamaktadır.

(*) İzmir Kentinin 21. Yüzyıl Başındaki Dönüşümü ve Yeniden Dönüşümü 

Devam Edecek… 

 

İzmir Yerel Yönetişim Ağı – 5

Yazı dizimizin bu bölümünde, ‘İzmir Yerel Yönetişim Ağı‘nın önemli bir odağı olarak kurulan İzmir Akdeniz Akademisi’ni (İZMEDA) ele alarak kurulduğu tarihten bu yana yaptıklarını, ‘İzmir Yerel Yönetişim Ağı‘ içindeki işlevini ve bugüne kadar yaptıklarını inceleyip değerlendirmeye çalışacağız.

İzmir Akdeniz Akademisi (İZMEDA) ile ilgili web sayfasında bu kurumun kuruluş nedenişu şekilde anlatılmakta:

İzmirli ve İzmir’e gönül vermiş bilim, sanat ve kültür insanlarının katılımıyla 24 Ekim 2009 tarihinde İzmir Büyükşehir Belediyesi öncülüğünde gerçekleştirilen İzmir Kültür Çalıştayı’nda, İzmir için yeni bir gelişme vizyonu saptandı. Bu vizyonun üçayağı bulunmaktaydı. Bunlardan birincisi İzmir’in geleceğinde daha ileri bir noktaya gidebilmesi için yenilik ve tasarım kenti haline getirilmesi, ikincisi bu vizyonu yurt dışına açık ve Akdeniz kentleri ile kurduğu ağ ilişkilerinden yararlanarak geliştirmesi, üçüncüsü ise bu vizyonun demokratik ve katılımcı pratikler içinde sağlamasıydı. İzmir Büyükşehir Belediyesi, Kültür Çalıştayı’nda belirlenen bu vizyonun ve ‘Akdeniz’in Kültür, Sanat ve Tasarım Kenti İzmir’ hedefinin yaşama geçmesini sağlayacak birim olarak, 12 Mart 2012 tarihinde İzmir Akdeniz Akademisi’ni oluşturmuştur.

Akademi, İzmir vizyonunu yaşama geçirmek için paydaşlarıyla birlikte çalışırken, İzmir’in dünyaya açılma stratejisinin geliştirilmesine de katkıda bulunarak kente ve ülkeye yeni ufuklar açacaktır.

İzmir tarihinin bir Akdeniz kenti olması perspektifiyle yeniden ele alınması;  İzmir’in tasarım ve yenilikçilik kenti olmasına ilişkin strateji, organik tarım ve ekolojik bir yerleşme tasarımı ile İzmir’in Akdeniz’in kültürel hareketliliğine katkıda bulunan kentler ve kültürel girişimlerle etkileşim içinde bir ‘Akdeniz Kültür Ağı’nın oluşmasında öncü bir rol oynaması Akdeniz Akademisi’nin temel öncelikleridir.

İzmir Akdeniz Akademisi’nin (İZMEDA) tanıtımıyla ilgili bu açıklamada da belirtildiği gibi temel vizyon, İzmir kentinin ‘Akdeniz Kültür Ağı‘nın önemli ve öncü bir aktörü olmasıdır.

Bu düşünce, esasen kurumun fikir babası olan Prof. Dr. İlhan Tekeli’nin 2000’li yıllardan bu yana ifade ettiği temel bir düşüncenin sonucudur. Prof. Dr. İlhan Tekeli, 2000 yılında İzmir’in kuruluşunun 5000. yılı nedeniyle düzenlediğimiz toplantılar dizisinde yaptığı bir konuşmada İzmir’in ufkunu Batı’ya döndürdüğü, Batı ile ilişkilerini geliştirdiği her çağ ve koşulda gelişip büyüdüğünü, geriye, art alanı olan Anadolu’ya, Doğu’ya döndürdüğünde de küçülüp önemsizleştiğini ifade etmiş; o nedenle, kentin gelişmesinin ancak Batı ile, Akdeniz Dünyası ile ilişkilerini geliştirdiği takdirde mümkün olabileceğini savunmuştur.

Nitekim, İzmir Akdeniz Akademisi’nin (İZMEDA) 27-28 Kasım 2014 tarihleri arasında düzenlediği ‘Akdeniz Tarihi, Kültürü ve Siyaseti’ (Çoğulluğu ve Farklılığı İçeren Bir Birlik Özlemi) Sempozyumunda temel olarak bu konu üzerinde durulmuş; Prof. İlhan Tekeli’nin ‘İzmir Tarihinin İçine Yerleştirebileceği Bir Akdeniz Üst Anlatısı Üzerine’ başlıklı final bildirisi ile İzmir’e böyle bir misyon yüklenmeye çalışılmıştır.

İzmir’e Akdeniz üzerinden bir vizyon çizme işinin, hem Avrupa uygarlığının bir alt bölge hegemonya tasarımı olan ‘Akdeniz İçin Birlik Projesi’ ile olası ilişkisini, hem de Antik Dönem’den bu yana İzmir’i İzmir yapan temel olgunun Akdeniz’den çok, ardındaki Ege Bölgesi’yle önündeki Ege Denizi’nin merkezi olduğu gerçeğinin gözardı edilmesine dayandığı; böylelikle Ege Bölgesi’nin iç dinamiklerinden çok dış dinamiklerine bağlı bir ilişkilendirme, eklemlenme siyasetinin kurgulanmak istendiği söylenebilir.

Bu konu, dizi yazımızın dışında kalmakla birlikte, İzmir Akdeniz Akademisi’nin (İZMEDA) kuruluş nedeninin ideolojik, siyasi ve uluslararası ilişkiler bağlamında ayrıca incelenmeye değer olduğunu da belirtmeden geçmememiz gerekir.

İzmir Büyükşehir Belediyesi’ne bir şube müdürlüğü aracılığıyla bağlı olan İzmir Akdeniz Akademisi’nin (İZMEDA) 14 maddeden oluşan bir yönetmeliği bulunmaktadır.

organizasyonsemasi

İzmir Akdeniz Akademisi Yönetmeliği‘ne göre akademi yönetimi Yönetim Kurulu’na bağlı Tasarım, Kültür Sanat, Ekoloji ve Tarih koordinatörlerinden oluşmaktadır. Her bir koordinatörlüğün de ayrı bir danışma kurulu bulunmaktadır. Akdeniz Akademisi Bilim Kurulu ile Kurucu Onursal Başkanlar ise doğrudan doğruya Yönetim Kuruluna bağlıdır. Yönetim Kurulu ile koordinatörlükler arasındaki yönetim ilişkileri Akdeniz Akademisi Şube Müdürü, eşgüdüm ise Genel Koordinatör tarafından sağlanmaktadır.

Akdeniz Akademisi Bilim Kurulu rahmetli Prof. Dr. Halil İnalcık, Prof. Dr. İlhan Tekeli, Prof. Dr. Zeki Arıkan, Prof. Dr. Tevfik Balcıoğlu, Prof. Dr. Ayşe Filibeli, Prof. Dr. Uygur Kocabaşoğlu, Doç. Dr. Alp Yücel Kaya, Doç. Dr. Güzel Yücel Gier, Yrd. Doç. Dr. Can Özcan‘dan oluşuyor.

Yönetim Kurulu ise İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu, Prof. Dr. İlhan Tekeli, Prof. Dr. Tevfik Balcıoğlu, Ali Süha Sabuktay, Serpil Baran ve Behiye Fügen Selvitopu‘dan oluşuyor.

Daha geniş bir grubu oluşturan Danışma Kurulu ise bilindik isimlerle karşımıza çıkıyor: Ali Naili Kubalı, Ayhan Baran, Aytül Büyüksaraç, Deniz Taner, Ekrem Demirtaş, Ender Yorgancılar, Ertuğrul Apakan, Filiz Eczacıbaşı, Gülgün Ünal, Işılay Saygın, Işınsu Kestelli, İdil Yiğitbaşı, Muzaffer Tunçağ, Rıfat Serdaroğlu, Samim Sivri, Seda Kaya, Sema Pekdaş, Türkan Miçooğulları, Uğur Yüce, Ülkü Bayındır, Yılmaz Karakoyunlu ve Zeynep Öziş.

Evet, bu isimleri bir yerlerden hatırlıyorsunuz…

Hem de yazı dizimizin ilk bölümlerinde adı geçen İzmir Ekonomik Kalkınma ve Koordinasyon Kurulu’ndan (İEKKK)… İzmir Ekonomik Kalkınma ve Koordinasyon Kurulu’nun (İEKKK) üyeleri olarak…

Böylelikle, İzmir Akdeniz Akademisi’nin (İZMEDA) yönetiminde yer alan hayattaki toplam 34 isimden 17’si, yani % 50’si aynı zamanda İzmir Ekonomik Kalkınma ve Koordinasyon Kurulu’nda (İEKKK) da görev yaptığını anlıyoruz. 1379312121

Bu isimler değişik alanlarda, farklı uzmanlık konularında o kadar iyi yetişmişler ki; hem ekonomik kalkınma ve onu koordinasyonu hem de tarih, tasarım, ekoloji, kültür ve sanat gibi birbirinden farklı alanlarda kendilerine danışılacak kadar bilgililer… Onların dışında danışılacak, fikri alınacak kimseler; uzmanlar, akademisyenler, bilim insanları yok bu İzmir’de… Hep bir arada olan, birbirinden kopamayan, nasıl davranacaklarını önceden bilen, bu anlamda birbirlerine güvenen bir avuç insan… Onlar İzmir’i çok seviyorlar, İzmir için çalışıyorlar ve İzmir için işlerini güçlerini bırakıp her yerde var oluyorlar…. Bunu da sırf İzmir’i çok sevdikleri için yapıyorlar….

Tabii bu arada daha bir ilginç bir sonuç da ortaya çıkıyor: İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu bu tür organizasyonlarda ne hikmetse hep Konak Belediye Başkanı Sema Pekdaş‘ı kayırıp diğer belediye başkanlarını çağırmayı da hep unutuyor…

Devam Edecek…

İzmir Yerel Yönetişim Ağı – 4

İzmir Büyükşehir Belediyesi, İzmir Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı İzmir Kent Konseyi, İzmir Ekonomik Kalkınma ve Koordinasyon Kurulu ve İzmir Akdeniz Akademisi, İzmir Büyükşehir Belediyesi ile Konak Belediyesi’nin ortak olduğu TARKEM A.Ş., Kalkınma Bakanlığı’na bağlı İzmir Kalkınma Kurulu ve Konak Belediyesi’nin işbirliği ile oluşturulan İzmir Yerel Yönetişim Ağı’nın en önemli kurumu ve merkezi İzmir Ekonomik Kalkınma ve Koordinasyon Kurulu’dur.

2009 yılında Kalkınma Bakanlığı’na ve İzmir Valiliği’ne bağlı İzmir Kalkınma Kurulu’nun siyasi bir alternatifi olarak gayri resmi bir şekilde oluşturulan ve katılımcıları itibariyle bir tür ‘patronlar kulübü‘ olan bu kurul, o tarihten bu yana İzmir’le ilgili önemli ve büyük yatırım ve projeleri konuşup değerlendirmektedir. 

İzmir Ekonomik Kalkınma ve Koordinasyon Kurulu’nun (İEKKK) görüşüp karara bağladığı önemli projelerden biri de İzmir Büyükşehir Belediyesi’ne ait ‘Yeni Kültürpark Projesi‘dir.

İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından geliştirilen ‘Yeni Kültürpark Projesi‘nin ilk ortaya atıldığı 2014 yılında bu projenin fikir altyapısını oluşturmak için meslek odalarının, sivil toplum kuruluşlarının, iş ve yatım dünyasıyla akademisyenlerin düşünceleri alınmakla birlikte 2014-2016 döneminde bunlardan sadece İzmir Ekonomik Kalkınma ve Koordinasyon Kurulu’nun (İEKKK) görüşü, önerileri alınmış ve proje bu görüş, düşünce, öneri ve eleştiriler çerçevesinde şekillendirilerek Koruma Kurulu’na teslim edilmiştir. O nedenle 2016 yılı yaz aylarından bu yana gelişen toplumsal muhalefete karşı çıkıp belediyeye ve belediyenin projesine sahip çıkan çevreler hep İzmir Ekonomik Kalkınma ve Koordinasyon Kurulu’nun (İEKKK) üyesi olan İzmir Ticaret Odası (İZTO), Ege Genç İş Adamları Derneği (EGİAD), Ege Sanayici ve İşadamları Derneği (ESİAD), İzmir Sanayici ve İş Adamları Derneği (İZSİAD) gibi kuruluşlar olmuşlardır.

O nedenle, 1 Numaralı Koruma Kurulu’na verilen projenin hazırlık sürecinde meslek odalarının, sivil toplum kuruluşlarının, halkın, İzmirli’nin görüşleri, önerileri alınmamıştır.

İzmir Ekonomik Kalkınma ve Koordinasyon Kurulu’nun (İEKKK) üyesi olan bu kuruluşların projesinin şekillenmesi sürecindeki ilk çabalarını 2014 yılından itibaren izlememiz mümkündür.

iekkk-021

Bu çabanın ilk adımı İzmir Ticaret Odası (İZTO) tarafından 2014 yılının Temmuz ayında hazırlanan ‘İzmir Ticaret Odası’nın Kültürpark İle İlgili Görüşleri‘ isimli raporudur.

İzmir Ticaret Odası Şehircilik, Planlama ve İnşaat Müdürlüğü tarafından hazırlanan ve toplam olarak başlık dahil üç sayfadan oluşan kısa raporda temel olarak şu talepler sıralanmaktadır:

* Temel prensip olarak, Kültürpark ismine yakışır bir biçimde kültür, sanat, rekreasyon, spor, eğlence-gazino, yeme-içme, müze ve kongre vb kültürel ve sosyal amaçlarla kullanılan bir park haline getirilmelidir.

* Kongre Merkezi mutlaka yapılmalı, 5000-2500-1000 kişi kapasiteli salonları olmalıdır. Kongre Merkezini desteleyecek çevre otellerin sayısı arttırılmalıdır.

* Kongre Merkezi’nin zemin katları kitap, hediyelik eşya, tasarım eserlerin satıldığı nitelikli bir kültür ürünleri satış yeri olarak düzenlenmelidir.

* Kültürpark’ın adı “Kültür ve Kongre Parkı” olmalıdır.

* Kültürpark’ın çevre duvarları kaldırılmalı, parkın özgürlüğe kavuşması ve özgür park vurgusu sağlanmalıdır.

* Çevre duvarı yıkılmakla birlikte fuarın 26 Ağustos, Lozan, Montrö Cumhuriyet kapıları mevcut kapıların yerine yapılacak etkileyici anıtsal mimari ve heykeltıraşlık örnekleri ile yaşatılmalı; kullanıcı/ziyaretçilerin fotoğraf çektirmeyi/çekmeyi arzu edecekleri simge yapılar olmalıdır.

* İsmet İnönü Sanat Merkezi’nin dış cephesi mimari bir sanat eseri şeklinde tasarlanarak yenilenmeli, içerisi modern bir yapıya kavuşturulmalıdır.

* Atlas Pavyonu, gençlik aktivitelerinin de yapıldığı çok amaçlı salon haline getirilmelidir.

* Alanın büyük bir kısmı ziyaretçinin giremeyeceği bahçe peyzajı içinde kalmaktadır. Kültürpark, botanik parka dönüşmemeli, nitelikli peyzaj düzenlenmesine gidilmelidir.

Peyzaj düzenlemesinde dünyada ün yapmış kent parkları örnek alınmalıdır.

* Kültürpark içinde akvaryum ve deniz ilişkisi olmalı, peyzajın bir parçası haline getirilmelidir.

* Eski fuar hollerinin yıkıldıktan sonra boş alan miktarı artmış, bir kısmı yeşil alana dönüştürülmüş ancak önemli bir kısmı da kilit taşı-kaldırım şeklinde düzenlenmiştir. Alan içerisinde kilit taşı, beton ve asfalt kullanımdan mümkün olduğunca kaçınılmalıdır.

* Halk arasında “Fuar” olarak akla gelen Kültürpark, kültür ve sanatla akıllarda yer etmeli, zihinlerde algısal dönüşüm sağlanmalıdır.

* Lozan Kapısı-Cumhuriyet Kapısı aksını geçiş koridoru olarak kullanan yayalar ve otoparka araç bırakanlar dışında bu alanın kullanıcısı neredeyse yoktur. Bu durum yürüme ve dinleme dışında fonksiyonsuzluk yaratmaktadır.

* Kültürparka getirilecek fonksiyonlar, kent ile bağını güçlendirilmeli, kullanıcı/yararlanıcı profili yükseltilmeli ve kullanılan park olmalıdır.

* Bu alan ve çevresi, konser, kültürel ve sosyal etkinliklerin merkezi olmalı, yeme-içme birimleri ile donatılmalıdır.

* Halka ve son kullanıcıya yönelik fuarlar ve sergiler ile ilgili seçici olunmalı, Kültürpark’ın imajına, kullanım kararlarına ve fonksiyonlarına zarar vermemelidir.

* Kültürpark, halka ait bir yer olmalı ve tamamen halkın kullanımına terk edilmelidir.

* Kültürpark Yönetim Birimi binası dışında Belediyenin birimleri İZFAŞ’da dahil olmak üzere Kültürpark’tan taşınmalıdır.

* Lunapark çeşitlendirilerek faaliyetini sürdürmelidir.

* Gazino ve yeme-içme üniteleri mevcut haliyle aktif bir şekilde kullanılamamaktadır. İşletmelerin konsepti değiştirilmeli, kalite standartları arttırılmalıdır.

Bu raporda yer alan taleplerle İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından hazırlanıp Koruma Kurulu’na sunulan projenin önerdiği hususların büyük ölçüde örtüştüğü görülecektir. Nitekim taleplerle proje öneri arasındaki bu büyük benzerlik nedeniyle İzmir Ticaret Odası, projenin Kültürpark’taki Pakistan Pavyonu’nda sergilendiği süreçte tüm üyelerine bir yazı göndererek üyelerinin sözkonusu pavyonu ziyaret etmelerini isteyerek projeyi beğenmelerini talep etmiş, üyeleri üzerinde baskı kurarak oda yöneticilerinin çıkarları doğrultusunda davranmalarını istemiştir.

Kültürpark üzerine yapılan başka bir çalışma ise, hem başkanı hem üyeleri İzmir Ekonomik Kalkınma ve Koordinasyon Kurulu’nda (İEKKK) yer alan Ege Genç İş Adamları Derneği’nden (EGİAD) gelmiştir.

Kültürpark Geliştirme Çalışması’ adını taşıyan ve EGİAD Yönetim Kurulu Başkanı Seda Kaya’nın sunuş yazısı ile kamuoyuna açıklanan bu 45 sayfalık raporun EGİAD bünyesindeki özel bir araştırma grubu tarafından hazırlandığı ifade edilmekle birlikte; bu rapordaki bilgilerin kimler tarafından hangi bilimsel kaynaklardan temin edildiği belli değildir. Bu nedenle de genellikle Türkiye Sanayici ve İş Adamları Derneği (TÜSİAD) tarafından düzenlenen raporlardan alışık olduğumuz araştırma ve incelemeyi yapan ekibin açıklanması ve bilimsel kaynakların belirtilmesi gibi kurumsal yaklaşımın, bir benzerlik sağlama çabası olarak bu raporda dikkate alınmadığı söylenebilir. 

Kültürpark Geliştirme Çalışması‘ başlığını taşıyan bu raporda Kültürpark’la ilgili önerilerin hemen arkasından dünyadaki benzerleri (Stanley Park-Vancouver, Kanada; Central Park-New York, ABD; Hyde Park-Londra, İngiltere; City Park-New Orleans, ABD; İngiliz Bahçesi-Münih, Almanya; Golden Gate Park-San Francisco, ABD; Phoenix Park-Dublin, İrlanda; Lincoln Park-Chicago, ABD; Griffith Park-Los Angeles, ABD; Royal Botanic Gardens-Melbourne, Avustralya; St. James’s Park-Londra, İngiltere; Vondelpark-Amsterdam, Hollanda; Balboa Park-San Diego, ABD) ile ilgili bilgilere yer verildiği; ancak Kültürpark’ın yapımı sırasında örnek alındığını bildiğimiz ve bugün halen dünyadaki birçok parka örnek olan Moskova’daki Gorki Park’ın dikkate alınmadığı görülmektedir.

Kent Stratejileri Merkezi‘ isimli Facebook grubunun ‘Dosyalar‘ bölümüne eklediğimiz bu raporun incelenmesinden de anlaşılacağı üzere; Egeli genç iş adamlarının temel isteği Kültürpark’ın bir ticaret alanı olarak değerlendirilmesi ile ilgilidir. Temel kaygıları Kültürpark içinde yapacakları ticaret üzerinden nasıl daha fazla para kazanacakları ile ilgilidir. İşte bu nedenle de gerek İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin hazırladığı projeyi hem de İzmir Ticaret Odası’nın taleplerini hararetli bir şekilde desteklemekte, kendilerinden bekleneni fazlasıyla yerine getirmektedirler.

13078_20150130094739_erc_5405

Özet olarak, İzmir Ekonomik Kalkınma ve Koordinasyon Kurulu (İEKKK) ve bu kurulun üyesi olan bu kurum, kuruluş ve kişiler, İzmir’deki ve Kültürpark özelindeki bireysel ve grupsal çıkarlarını bu kurul üzerinden nasıl savunacakları konusunda bize çok güzel bir örnek vermişler; kentin ve yaşamın başka alanlarında bir türlü bir araya gelmeyen sermaye çevrelerinin kentin rantı söz konusu olduğunda nasıl güçlü bir çıkar grubuna dönüşerek birbirlerini canhıraş nasıl desteklediklerini dosta düşmana göstermişlerdir.

Devam Edecek…

İzmir Yerel Yönetişim Ağı – 1

Bugünden başlayarak, 2009 yılından bu yana bir dantel, bir oya hassasiyetiyle dokunan “İzmir Yerel Yönetişim Ağı“nı biraz daha yakından incelemeye, bu ağ içinde yer alan aktörleri, bunların kimliklerini, işlevlerini, bu ağ içinde “pişirilen aş” niteliğindeki büyük kentsel projeleri ve bu ağda yer alan aktörlerin kimlerle işbirliği yaptığını inceleyip öğrenmeye başlayacağız…

Böylelikle, 2009-2016 sürecinde İzmir’e giydirilmeye çalışılan “yönetişimci yapıyı” yakından tanıma, anlama ve gelecekteki olası hamle ve işbirliklerini belirleme şansımız olacak…

Sevgili arkadaşımız Doç. Dr. Emel Kayın‘ın Arkitera Dergisi’nde yayınlanan “İzmir Kentinin 21. Yüzyıl Başındaki Dönüşümü ve Yeniden Dönüşümü” başlıklı yazısında da belirttiği gibi, belediye yönetimininin başında rahmetli Ahmet Piriştina‘nın olduğu 1999-2004 dönemi, İzmir için değeri şimdi çok daha fazla anlaşılan bir “Altın Çağ” gibiydi… 

İzmir Yerel Gündem’21 oluşumunun her ay yapılan toplantılarında güncel kent konu ve sorunlarının ele alınması, bu sorunların belediye başkanının da bizzat bulunduğu oturumlarda masanın üstüne getirilip tartışılması, bu konularla ilgili çözüm önerilerinin raporlanıp yayınlanması, Türkiye’de ilk kez “1. İzmir Sivil Toplum Kuruluşları Fuarı” ile “Uluslararası Sivil Toplum Kuruluşları Sempozyumu“nun düzenlenmesi, ülkemizdeki sosyoloji biliminin duayeni ve değerli bir İzmirli olduğu için övündüğümüz rahmetli Prof. Dr. Mübeccel Belik Kıray‘a İzmir’in vefa duygusunun sunulması, İzmir’in deprem senaryosu olan Radius’un hep birlikte hazırlanması…. Bütün bunlar kentteki gerçek ve aktif katılımın tavan yaptığı, bu harekata kentteki tüm meslek odalarının, sivil toplum kuruluşlarının ve bireylerin kentle ilgili her konuda fikir oluşturup ifade edebildiği dönemlerdi…

stk-fuari-03

Velhasıl, 1999-2004 dönemi İzmir ve İzmir’in sivil yaşamı açısından güzel ve örnek gösterilecek bir dönemdi…

Rahmetli Ahmet Piriştina’nın vefat ettiği 15 Haziran 2004’ü izleyen dönem ise Bornova’dan kalkıp merkeze gelen yeni belediye başkanı Aziz Kocaoğlu‘nun işi öğrenmeye çalıştığı, o nedenle herkese ve her işe olumlu yaklaştığı, kentteki her kesimle iyi ilişkiler kurmaya özen gösterdiği, yollarda rastlaştığımızda yüzünün gülümsediğini hatırladığımız bir geçiş dönemiydi…

O dönemde, şahsen içinde olduğumuz Kemeraltı yenileme projelerinde kendisiyle birlikte çalışma fırsatını yakaladık… İyi niyetini, samimiyetini gördük…  Ancak bu iyi niyet ve samimiyet ne yazık ki hedeflenenlerin gerçekleşmesine yetmedi… Kemeraltı bir türlü yaya bölgesine dönüşemedi, açılan yarışmaların sonucu olarak üstü örtülemedi, Kemeraltı’nın tümü güvenliği sağlayacak şekilde aydınlatılamadı, MOBESE kameralarıyla donatılamadı…

Bütün bunlar  bir şeylerin yolunda gitmediğini gösteriyordu… O nedenle de belediye kadrolarındaki görevlilerin yerleri sık sık değiştiriliyor, bir grubun diğer bir gruba galebe çaldığı, grupların kendi aralarında çatıştığı söylentileri dolaşıyordu… Tabii ki bu arada belediye kadrolarına yeni akrabaların katılmasına da devam ediliyor, Ahmet Piriştina döneminin önemli isimleri birer birer belediyeden ayrılıyordu…

Bu karmaşık dönemin sonunda, yıllardır “yönetişim” kavramını savunup hararetli bir şekilde öneren, 1999 yılında yayınladığı “Modernite Aşılırken Siyaset” isimli kitabıyla “yönetişim” kavramının adeta öncülüğünü yapan Prof. Dr. İlhan Tekeli‘nin başkan danışmanı olarak görevlendirildiğini öğrendik… Tarihlerin 14 Eylül 2009’u gösterdiği andan itibaren Prof. Dr. İlhan Tekeli artık İzmir Büyükşehir Belediye Başkan Danışmanı olarak çalışmaya başlamıştı… 

Prof. Dr. İlhan Tekeli İstanbul Teknik Üniversitesi İnşaat Mühendisliği bölümünden mezun bir inşaat mühendisiydi. Daha sonra ODTÜ ve Pennsylvania Üniversitesi’nde şehir ve bölge planlama alanında yüksek lisans, İstanbul Teknik Üniversitesi’nde şehircilik alanında doktora yapmıştı. 1970’den bu yana ODTÜ Şehir ve Bölge Planlama Bölümü’nde öğretim üyesi olarak çalışmaktaydı. Bir dönem Ekonomik ve Toplumsal Tarih Vakfı’nın başkanlığını yapmıştı. Bölge ve şehir plancısı; ayrıca bir sosyolog ve plancı olarak kitap, makale ve bildiri düzeyinde çok fazla yayını bulunmaktaydı. Konusunun uzmanı bir “Hoca” olarak gerek öğrencilerinin gerekse etkilediği kitlenin saygısını görüyor, onun her söylediğinin doğru, isabetli ve geçerli olduğuna inanılıyordu. O nedenle, kendisinin İzmir Büyükşehir Belediye Başkanının danışmanı olarak atanmasının – her ne kadar uzun yıllar İzmir’den uzak kalıp İzmir’le ilgilenmemiş olmasına karşın- kent açısından bir kazanım olduğu düşünülüyordu.

Ancak, Prof. Dr. İlhan Tekeli‘nin İzmir Büyükşehir Belediye Başkan Danışmanı olarak atandığı tarihten iki ay önce; yani 6 Temmuz 2009 tarihinde ilk toplantısını yapan önemli bir kurul sessiz sedasız çalışmaya başlamıştı. Bu kurulun tam adı İzmir Ekonomik Kalkınma ve Koordinasyon Kurulu‘ydu. Amacı, İzmir’deki ekonomik kalkınmayı sağlayıp eşgüdümünü oluşturmaktı.

İzmir Ekonomik Kalkınma ve Koordinasyon Kurulu’nun manifestosu niteliğindeki “Yerel Ekonomik Kalkınma Kavramı, Gelişimi, Türkiye ve Dünya’dan Örnekler” başlıklı sunumu yazan Doç. Dr. Mehmet Ufuk Tutan, bu kurulun, “sivil toplum kuruluşları öncülüğünde yerelden bölgeye, bölgeden ulusala ve küresele doğru ilerleyen özgün bir yerel kalkınma modeli” olduğunu ifade etmekteydi.

Oysa yasal ve fiili olarak İzmir’in ekonomik kalkınmasından sorumlu Kalkınma Bakanlığı’na bağlı İzmir Kalkınma Ajansı’nın da bir Kalkınma Kurulu bulunmaktaydı. Bu kurul da aynen İzmir Ekonomik Kalkınma ve Koordinasyon Kurulu (İEKKK) gibi bakanlıkların il müdürleriyle üniversite rektörlerinden, kaymakamlarla ticaret ve sanayi odası temsilcilerinden, sermaye sahibi iş insanlarıyla onların sivil örgütlerinden oluşmaktaydı.

İzmir Kalkınma Kurulu’nun 2013-2017 dönemi için belirlenmiş olan toplam üye sayısı 97 olup elimizdeki son resmi kayıtlara göre kurul başkanı Plasmet A.Ş. Yönetim Kurulu Başkanı Kemal Çolakoğlu, Başkan Vekili İzmir Teknoloji Geliştirme Bölgesi A.Ş. Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa Güden, Katip Üyeleri ise Yeni Oluşum Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Günseli Esma Türkoğlu ve Ege Genç İş Adamları Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Seda Kaya‘dır. 

İzmir Ekonomik Kalkınma Kurulu’nun 97 üyesinden 22’si (% 22,70) kamuya, 23’ü (% 23,71) özel sektöre, 25’i (% 25,77) özel sektöre ait sivil toplum kuruluşlarına, 15’i (% 15,46) meslek kuruluşlarına, 8’i (% 8,24) üniversitelere, 1’i (% 1,03) kooperatiflere, 1’i (% 1,03) sendikalara, 1’i (% 1,03) İzmir Büyükşehir Belediyesi’ne, 1’i (% 1,03) de Konak Belediyesi’ne aittir. Bu durumda İzmir Kalkınma Kurulu üyeliklerinin, “yönetişim” zihniyetinin bir sonucu olarak, % 33’ünün kamu kuruluşları (merkezi yönetim, yerel yönetimler ve üniversiteler), % 39,17’sinin özel sektör ve onun meslek kuruluşları, geriye kalan % 27,83’ünün de özel sektörün kurduğu sivil toplum kuruluşları arasında paylaştırıldığını görebiliriz.

15 Temmuz 2016 sonrasındaki süreçte bu kurulda yer alan birçok isim tutuklanmış ya da görevden uzaklaştırılmış olmakla ve bu kurullar tüm Türkiye’de Kalkınma Bakanlığı’ndan gelen bir emirle kapatılmış olmakla birlikte faaliyetlerine son verildiği 2016 yılına kadar (İZKA) İzmir Kalkınma Ajansı’na bağlı İzmir Kalkınma Kurulu’nun özel sektörden gelen kurul üyeleri arasında Kavuklar A.Ş. Yönetim Kurulu Başkanı Abdullah Kavuk, İzmir Özel Fatih Koleji Genel Müdürü Ali Rıza Doğanata, Folkart Yapı A.Ş. Genel Müdür Yardımcısı Ayetullah Mutlu, Küçükbay Yağ ve Deterjan Sanayii A.Ş. Mali İşler Koordinatörü İbrahim Dönmez, Şifa Üniversitesi Rektörü Mehmet Ateş, Gediz Üniversitesi Rektörü Seyfullah Çevik gibi isimlerin yanında İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin kurduğu İzmir Ekonomik Kalkınma ve Koordinasyon Kurulu’nda (İEKKK) da görev yapan Ege Genç İş Adamları Derneği (EGİAD) Yönetim Kurulu Başkanı Seda Kaya‘ya ve Enda Enerji A.Ş. Yönetim Kurulu Üyesi Uğur Yüce‘ye de rastlamak mümkün. Yani bazı iş insanları ve onların kurumları hem İzmir Kalkınma Kurulu’nda hem de İzmir Ekonomik Kalkınma ve Koordinasyon Kurulu’nda görev almayı kendileri açısından daha karlı bulmuşlar, o nedenle her iki kurulda da yer almayı “İzmir’i sevdikleri” (!) için doğru bulmuşlardır.

Peki, şimdi de şu soruyu sorabiliriz: İzmir Büyükşehir Belediyesi, İzmir’in kalkınması ve bu kalkınmanın eşgüdümü için yasal dayanağı olan ve fiilen işleyen bir İzmir Kalkınma Kurulu olmasına karşın, ikinci bir kalkınma ve koordinasyon kurulu kurmaya neden ihtiyaç duymuştur. Bunun nedeni sadece İzmir’in “daha iyi kalkınmasını” (!) sağlamak mıdır; yoksa mevcut İzmir Kalkınma Kurulu’nun karşısına kendisine ait başka bir kalkınma kurulunu çıkararak ikinci bir siyasi alternatif yaratmak mıdır?

Tabii ki 13 Temmuz 2009 tarihinde İzmir Büyükşehir Belediye başkan danışmanı olarak atanan Doç. Dr. Mehmet Ufuk Tutan tarafından kaleme alınan manifestoda buna ilişkin bir gerekçe yer almamakla birlikte; asıl amacın Belediye’nin yönetim ve güdümünde olan bir kurul eliyle daha kolay hareket edilebilecek kalkınma ile ilgili ikinci bir iktidar alanının yaratılması olduğu görülmektedir.

s548250

Nitekim, yasal dayanağı olmadığı için ayrı bir yönerge ile şekillendirilen bu kurulun, 2009 sonrasında üyeliğe aldığı kişiler, yaptığı toplantılar, bu toplantılarda ele aldığı konular ve kendi içindeki örgütlenme şekli de hep bu düşüncenin varlığını ortaya koymuş; adeta hükümete ya da iktidara ait bir kurulun karşısına kendi kurulunu çıkarma düşüncesinin kanıtları olarak değerlendirilmiştir.

Devam Edecek 

Hiç bir şey tesadüf değil aslında…

Ali Rıza Avcan

Son yıllarda İzmir’deki birçok şey ters gitmeye başladı…

Önce belediye içi dinamiklerden kaynaklanıp üst düzey belediye yöneticilerinin tutuklanması ile başlayan bir dava sürecini yaşadık… Halen sonuçlanmayan bu süreç içinde eski siyasi güç ve etkisini kaybedip iktidarla daha uyumlu daha esnek bir belediye yapısının ortaya çıktığını gördük…

Ardından bu süreci yaşayan belediye kadrolarının ayrılması, işten uzaklaştırılması ya da emekli olmasıyla belediye yönetici kadrolarının değiştiğini, daha iyi iş yapacağı gerekçesiyle diğer illerden İzmir’i tanımayan bürokratların ekip olarak ithal edildiğini ve onların da çok kısa bir sürede tüm yönetim basamaklarını hızla tırmanarak en üst makamlara yerleştiğini gördük…

Bu sürede belediye başkanı danışmanlarının değiştiğini, bölge ve şehir planlama konusunda isim yapmış hocaların danışman olarak belediyede etkili olduğunu izledik…

Ama o tarihlerden bu yana İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin ürettiği büyük ölçekli proje ve uygulamaların, İzmir kamuoyunu memnun etmediğini, bu projelerin memnuniyetsizlik yarattığını da gördük… Ya da proje olarak yürütülen birçok çalışmadan İzmir kamuoyunun haberinin bile olmadığını fark ettik…

aziz-kocaoglu-02

2009-2016 döneminde bu yeni kadronun üretip vitrine koyduğu ‘İzmir-Tarih’, ‘İzmir-Deniz’, ‘Konak ve Karşıyaka Tramvayları’, ‘İzmir Ulaşımında Devrim’, ‘İzmirim Kart’, ‘Yamanlar Katı Atık Bertaraf Tesisi’ gibi büyük projeler hep böyle, kamuoyunda tepkiye neden olan, eleştirilen projeler oldu… Diğer yandan ayrı bir ekip tarafından üretilen ‘Yarımada’, ‘Gediz-Bakırçay’ veya ‘Büyük Menderes Havzası’ strateji çalışmaları ise çoğu İzmirli’nin bilmediği ya da ne işe yaradığını çözemediği çalışmalardı…

Oysa bütün bu projeler, araya ‘yönetişim’, ‘tasarım’, ‘katılım’, ‘inovasyon’ gibi sözcüklerin tüketilmesi suretiyle belediyenin tanıtımında kullanılıyor; belediyenin önemli işler yaptığı ve başardığı gibi bir algı yaratılıyordu…

İzmir kamuoyunun, İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin bu büyük projeleri ile ilgili ilk örgütlü ve büyük tepkisi, son günlerini saydığımız 2016 yılı yaz aylarında gündeme giren ‘Yeni Kültürpark Projesi’ ile ortaya çıktı…

Sayısı 21.000’e ulaşan İzmirli, ‘Kültürpark’a Dokunma!’ diyerek bir araya geliyor ve bu projenin Kültürpark’ın mevcut dokusuna zarar vereceği düşüncesiyle projenin uygulamadan kaldırılmasını istiyordu… Bu itiraza meslek odaları, sivil toplum kuruluşları, kent konseyleri de destek verdi… Böylelikle sesi İzmir dışından bile duyulan bir itiraz, İzmir gündeminin başına yerleşti… Belediye ise daha önce hiçbir projesinde ihtiyaç duymadığı ölçüde büyük bir halkla ilişkiler kampanyası düzenleyerek, büyük paralar harcayarak, elindeki tüm imkânları, insanları, makamları ve güçleri kullanarak buna karşı çıkmaya çalıştı…

Konu şimdi Koruma Kurulu’nun gündeminde olduğu için tüm taraflar kurulun vereceği kararı bekliyorlar…

Şimdi isterseniz bu bekleme döneminde kendimize dönüp şu soruyu soralım:

İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin son yıllarda kâh kendi başına, kâh İzmirli ya da İstanbullu sermaye çevreleriyle bir araya gelerek uygulama soktuğu büyük projelerde ne hatalar var ya da ne eksiklikler var ki; bunları İzmirli’ye kabul ettirmede zorluk çekiyor? Bu projeler, adı söylendiğinde kahır ekseriyetin ceketlerini ilikleyip saygı gösterdikleri hocalar tarafından kurgulandığı ve savunulduğu halde bu projeler, siyasi taraftarlar dışında niye geniş toplum kesimleri tarafından kabul görmüyor? Bu projeler İzmir’in tanınmış kent simsarları ya da iktidar destekli inşaat şirketleri tarafından desteklendiği halde İzmirli bu projelere niye şüpheyle bakıyor ve yüksek bir sesle “hayır” diyor?

Gelin isterseniz, hem bunun nedenini öğrenmek hem de bu tespit üzerinden çözüm üretmek için bu soruya hep birlikte yanıt vermeye çalışalım…

Bence, bu soruların temelinde çağdaş kapitalizmin ve onun fikriyatını oluşturan neo-liberal anlayışın sihirli bir sözcük olarak önümüze koyduğu ‘yönetişim’ kavramı yatıyor.

Thatcher ya da Özal’la simgeleşen 1980’li yılların özelleştirmeci politikalarının hemen ardından Dünya Bankası, OECD, İMF, Avrupa Birliği, Avrupa Merkez Bankası, FED, Birleşmiş Milletler, UNDP ve Unesco gibi uluslararası kuruluşlar tarafından ortaya atılıp geliştirilen ‘yönetişim’ zihniyeti, yeni bir siyasi iktidar aracı olarak halka ya da millete dayalı kamu yönetimi yerine devletin özel sektörle ve sivil toplumla işbirliği yapmasını, özel sektörün ve sivil toplumun önünü açmasını, onlara rehber olmasını öneriyor. Bunun için de ‘yönetişim’ zihniyetinin bileşeni olan ‘katılımcılık’, ‘şeffaflık’, ‘hesap verebilirlik’ ve ‘yerindenlik’ gibi kavramları kullanarak daha demokrat olduğunu kanıtlamaya çalışıyor. Böylelikle ulusal devletin ve ulusal egemenliğin ortadan kaldırılarak yerelin bağımsız kuruluşlar, kalkınma ajansları, kent konseyleri ve şirketleşmiş belediyeler eliyle uluslararası sisteme eklemlenmesini arzuluyor.

aztr232

İzmir, bu süreci; yani yönetişim zihniyetinin bu topraklarda yerleşmesini, bir ‘İzmir Yerel Yönetişim Sistemi’nin kurulması sürecini 2009 yılından bu yana yaşıyor:

2009 tarihli İzmir Kültür Çalıştayı, 2011 tarihli İzmir Tasarım Çalıştayı ve 2013 tarihli İzmir Ekoloji Forumu, bu sürecin entelektüel anlamda tasarlanıp kabul gördüğü çıkış noktaları olmuştur.

Ardından İzmir Ekonomik Kalkınma ve Koordinasyon Kurulu, İzmir Kent Konseyi (İEKKK), İzmir Akdeniz Akademisi (İZMEDA) ve TARKEM gibi yönetişim mekanizmasının dişlileri olarak kabul ettiğimiz örgütlerin kuruluşuna geçilmiştir.

Bu kuruluşlar içinde yer alan İzmir Ekonomik Kalkınma ve Koordinasyon Kurulu (İEKKK) hem siyasi anlamda iktidar denetimindeki İzmir Kalkınma Ajansı ve Kalkınma Kurulu’na alternatif olması hem de üye yapısı ve 2009-2016 dönemindeki performansıyla bu sistemin merkez üssü olduğunu göstermiştir.

İzmir Kent Konseyi ise bileşenlerinden biri olan özel sermaye temsilcilerinin İEKKK’na kaydırılması nedeniyle hem ‘yönetişim’ anlayışı hem de faaliyetleri açısından zayıflamış, 2015 yılı sonunda başkanlığına istenmeyen kişilerin seçilmesi nedeniyle tümüyle gözden düşmüştür.

İdeolojik altyapısı ve mekanizması bu şekilde kurgulanan ‘İzmir Yerel Yönetişim Sistemini’ harekete geçiren şey ise, kent merkezinden başlayıp tüm İzmir’i kapsayan stratejik çalışmalar, büyük boyutlu projeler ve yatırımlar olmuştur. Bu anlamda bölgesel stratejik çalışmalarla büyük boyutlu proje ve yatırımların bu sistemi besleyen, hatta tekrar tekrar üretip gelişmesini sağlayan temel besinlere dönüştüğünü söyleyebiliriz.

İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin girişimiyle bir ‘patronlar kulübü’ olarak kurulan İzmir Ekonomik Kalkınma ve Koordinasyon Kurulu (İEKK), bu sistemin merkez üssü olarak kentle ilgili tüm konuları, büyük projeleri görüşerek, şekillendirerek ve projelerin taraflarını belirleyerek bu sistemin projeler üzerinden çalışmasını sağlamaktadır.

basg2132131

Bu kurulun bilgisi, görgüsü ve gözetimi altında çoğu başkan danışmanı Prof. Dr. İlhan Tekeli ve ekibi tarafından hazırlanan ‘İzmir-Tarih, İzmirlilerin Tarih İle İlişkisini Geliştirme Projesi’, ‘İzmir-Deniz, İzmirlilerin Deniz İle İlişkisini Geliştirme Projesi’, ‘Yeni Kültürpark Projesi’ gibi büyük projeler, ‘Yarımada Sürdürülebilir Kalkınma Stratejisi’, ‘Gediz-Bakırçay Havzası Sürdürülebilir Kalkınma Stratejisi’, ‘Küçük Menderes Havzası Sürdürülebilir Kalkınma ve Yaşam Stratejisi’ gibi stratejik planlama çalışmaları bu süreç içinde gerçek, aktif ve kucaklayıcı bir katılıma önem vermemeleri ve genellikle başlangıçta öngörülen senaryonun kabulü ile sonuçlandığından İzmir halkının, daha doğru bir deyimle kamusal yararı yerine, üniversiteler tarafından desteklenen bu patronlar kulübünün talep ve beklentilerini karşılamıştır.

Amaç ise, İzmirli ya da başka yerli sermayeye yerel yönetimlerin elindeki kamu yetki ve mallarını kullanarak daha fazla rant, daha fazla kâr, daha fazla sermaye yaratmaktır…

Yeni Kültürpark Projesi’ de, işte bu mekanizmanın çalışması için tasarlanıp üretilen bir projedir. Böylelikle kamunun elinde bulunan bir kamusal alan, hem bu alanda gerçekleştirilecek kamusal yatırımla hem de yakınındaki başka bir özel yatırımla ilişkilendirilerek kentin tam da ortasında, Basmane-Çankaya tarihi bölgesindeki yeni bir mutenalaştırma harekâtının merkez üssü yapılmak istenmektedir.

Bu harekâtta başkan danışmanı olan hocaların, meclis üyelerinin, ilçe belediye başkanlarının, serbest çalışan bazı mimarların, bu işle ilgili üniversitelerin, EGİAD, İZSİAD gibi özel sektör derneklerinin, CHP il başkanının desteği yanında hem İzmir sermayesinin hem de İstanbul, Ankara sermayesi ile iktidarın temsilcisi olan Folkart’ın desteği, hatta işbirliği sağlanmış; böylelikle ‘Kültürpark’a Dokunma!’ diyen halkın karşısına sermaye yanlısı koskocaman bir cephenin örülmesi sağlanmıştır…

Bu anlamda, 2016 yılı armağanı olarak karşımıza çıkarılan ‘Yeni Kültürpark Projesi’nin bu ‘yönetişim’ zihniyeti çerçevesinde, İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin kamu mallarıyla yasal yetkilerini arkasına alan sermaye gruplarıyla onların sivil toplum örgütlerinin geliştirdikleri bir proje olarak algılamamız gerekir.

Nitekim yaz ayları içinde sosyal medyada bu grupların önde gelen temsilcileriyle yaptığımız yazışmalar da bu durumu net bir şekilde ortaya koymuştur.

Böylelikle bir kent parkı olarak kabul ettiğimiz Kültürpark’ın hemen yanındaki devasa bir Folkart gökdeleni ile birlikte Basmane-Çankaya-Oteller Bölgesi’ndeki ikinci bir mutenalaştırma (soylulaştırma) harekâtının merkez üssü olacağını öğrendik.

Böylelikle bu bölgede Kültürpark ve Folkart gökdeleni üzerinden başlatılan mutenalaştırma (soylulaştırma) harekâtının, bu bölgenin kuzeyindeki Kemeraltı-Basmane-Kadifekale bölgesi için yine İzmir Büyükşehir ve Konak Belediyeleriyle İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin % 30 oranında hissedar olduğu TARKEM A.Ş. isimli çok ortaklı özel şirket eliyle gerçekleştirilecek diğer bir mutanelaştırma (soylulaştırma) harekâtı ile birleşeceğini; böylelikle İzmir kentinin tam da ortasındaki çok büyük tarihi bir bölgenin yakın bir gelecekte İzmir olmaktan çıkacağını; başka bir deyişle tanınmayacak hale geleceğini anladık.

Üstüne üstlük Kadifekale’den bile daha yüksek olacak o devasa gökdelene İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin taşınacağını da hayretle karşılayarak…

Lokman Hekim’in Yeni İksiri: “Yönetişim”

Kapitalizmin çağdaş versiyonunda yeni bir siyasal iktidar modeli olarak önerilen sihirli bir sözcük var. Bu sözcük, her derde, her soruna deva olduğu söylenen “Yönetişim”….

Bize ballandıra ballandıra anlatılışına göre bu “Yönetişim” sözcüğü öyle bir deva ki, kamu yönetimine özel sektörün ve sivil toplumun ortak olması sayesinde devlet eskisine göre daha demokratik, daha katılımcı, daha şeffaf, daha hesap verebilir oluyor.. Böylelikle artık demokrasi, haklar ve özgürlükler için mücadele etmemize filan gerek kalmıyor… Her şeyi, her sorunu konuşarak, diyalog kurarak, uzlaşarak çözebiliyoruz… Bu haliyle adeta kendisine yüce hikmetler verilen Lokman Hekim’in ölümsüzlük iksirinin ya da Büyük İskender’in koskoca Gordion düğümünü çözüp attığı efsanevi kılıcının gücüne sahip…

Bu sözcük, kavram ya da zihniyet öyle bir güce sahip ki, şu aralar İzmir’de kamu yararı için hazırlandığı söylenen tüm yerel ve büyük projeler “yönetişim” anlayışıyla hazırlanıyor…. Bu uğurda yapılanların tümü bizim iyiliğimiz için yapılmakla birlikte (!) biz bunun farkında değiliz ve kıymetini bilmiyoruz… Katılmadığımız, uzak kaldığımız “mış gibi yapılan” bir oyunun izleyicileri olarak açılış törenlerini, şova dönüşen çalıştayları, toplantıları izlemekle yetiniyoruz… Sırf “yönetişim” denilen bu sihirli, her derde deva sözcük için…

“Yönetişim” denilen şey sahiden böyle bir güce, böyle bir etkiye sahip midir? Gelin isterseniz bunu yönetişimi kendine dert edinmiş bir bilim insanının inceleme ve araştırmalarından öğrenmeye çalışalım… Bunu da Akdeniz Üniversitesi İİBF İşletme Bölümü Araştırma Görevlisi Janset Özen Aytemur‘un kaleminden öğrenelim:

gordian-knot-and-pain_0

Yönetişim Zihniyeti: Türkiye’de Üst Kurullar ve Siyasal İktidarın Dönüşümü (*)

2004 yılında Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi Anabilim Dalı’nda kabul edilen bir doktora tezi olan ve daha sonra az sayıda değişiklikle 2005 yılında kitaplaştırılan Yönetişim Zihniyeti: Türkiye’de Üst Kurullar ve Siyasal İktidarın Dönüşümü isimli çalışmasının temel iddiasını, yazar Sonay Bayramoğlu şu cümlelerle ifade etmektedir:

“Yönetişim teorisi ve uygulamaları, çeşitli mekanizmalar aracılığıyla egemen sınıf dışındaki tüm emekçi sınıfları dışlamak suretiyle toplumların geleceğini sermaye sınıfının çıplak egemenliğine mutlak olarak teslim eden bir siyasal iktidar modelidir” (s.419).

Sonuç bölümünde dile getirilen bu cümle, çalışmanın genel çerçevesine şeklini veren yaklaşımı tüm netliğiyle ortaya koymakta ve yazarın izini sürdüğü savları eksiksiz biçimde içermektedir. Bu temel iddiayı biraz daha açmak gerekirse, öncelikle vurgulanan nokta, “yönetimi, devlet dışı aktörleri kapsayacak şekilde, yani birlikte yönetme anlamında değiştirme iddiasını ileri süren bir kavram olan” (s.27) yönetişimin (governance) yeni bir siyasal iktidar modeli olduğudur. Bu iktidar modelinin dokusunu, uluslararası sermaye ağının doğrudan etkisi altındaki ulusal sermaye sınıfının, kar ve rekabet öncelikleri gözetilecek şekilde piyasanın önündeki tüm engellerin kaldırılmasına yönelik talebi belirlemektedir. Bu talebin başat belirleyici güç oluşu, sözü edilen yeni siyasal iktidar biçiminin “doğası gereği demokratik değil oligarşik bir niteliğe sahip olduğunun” (s.24) bir göstergesidir. Çünkü, yeni iktidar modelinin içsel dinamikleri, “başta işçi sınıfı olmak üzere emekçi grup ve kategorileri (avantajsız konumdaki etnik gruplar, göçmenler, mülteciler, vb.) bölüşüm ilişkilerine etki edebilecek güç kanallarından dışlamaktadır” (s.20). Emekçi çoğunluğun sessizleştirilmesi anlamına gelen bu dışlama girişimine Türkiye’de 1999 yılından bu yana benimsetilmesine uğraşılan ‘ekonominin siyasetten arındırılması gerektiği’ temel tezi ile meşruiyet kazandırılmaya çalışılmaktadır.

Yukarıdaki giriş paragrafı ile ana argümanları yansıtılmaya çalışılan kitap, Türkiye için, ‘devletin işlevi’, ‘devlet-sermaye-sivil toplum ilişkileri’‘ulusal sermayenin niteliği’, ‘emekçi sınıfın yeni konumlanış biçimleri’‘uluslararası sermayenin ve kuruluşların etki alanındaki genişleme’, ‘mücadele alanlarının daralması/genişlemesi’ vb. birbiriyle yakından (veya neden-sonuç ilişkileri açısından birebir) ilişkili pek çok konu üzerindeki sis perdesini aralamamıza yardımcı olacak açıklayıcı bir çerçeve sunmaktadır. Yaklaşımın açıklayıcılığı, çözümlemenin odağına yönetişim adı verilen bu yeni siyasal iktidarın ‘niteliğini’ yerleştirmesinde ve bu niteliğe etki eden tüm unsurları deşifre etme arayışında saklıdır.

Siyasal düzlemde meşruiyeti günden güne artan yönetişim modelinde, aslında birtakım çirkin detayları güzelleştirme işlevi gören ‘filtreler’ kullanıldığını ortaya koymayı hedefleyen bir çalışmanın, eleştirel bir çalışma stratejisi izlemesi gerektiği açıktır. Yazar Bayramoğlu, “ilgili alanyazında mevcut yönetişim kuramları ile eleştirel bir hesaplaşmaya kalkışılacaksa ya da daha ölçülü bir ifade ile, bu kuramlarla yetinilmeyecekse”, yönetişim modelinin unsurlarına ayrıştırılması ve her bir unsur için ayrıntılı denilebilecek bir betimleyici çalışma tarzının izlenmesi gerektiğini vurgulamaktadır (s.22). Konunun kuramsal ve yöntembilimsel uzantılarının ortaya konmasını amaçlayan bu ayrıntılı betimleme isteği, çalışma planında birinci bölümün “yönetişim modelinin inşası ve gelişimine” ayrılması sonucunu doğurmuştur.

Birinci bölümün giriş kısmında, ‘demokratikleşme’, ‘küçük devlet’‘piyasa dostu devlet’ benzeri kavramlarla akrabalığı olan yönetişim kavramının ne tür bir anlam içeriği ile ön plana çıktığı ve hızla benimsendiği açıklanmaya çalışılmaktadır. Yazara göre yönetişim kavramı, “siyasal düzenlemenin her ölçeğini (yerel, ulusal, bölgesel, küresel) ve her birimini (topluluk, kurum, devlet, ulusötesi oluşumlar) kapsayan bir adlandırma olması nedeniyle, kullanımı itibariyle son derece esnek, içeriği itibariyle de aynı ölçüde kaygan ve değişken bir kavramdır” (s.28). İzleyen paragraflarda, yönetişim kavramının kısa zamanda hızla kat ettiği yol, 1989’da sosyalist bloğun çöküşü ve 1970’lerin ortalarından itibaren kapitalist devletin içine girdiği kriz ile şekillenen avantajlı bir tarihsel dönemde ortaya çıkışına ve 1980’lere damgasını vuran olumsuz devlet algılayışlarına referansla açıklanmaktadır. Olumsuz devlet algılayışlarını, gerek sermaye sınıfı lehine konumlanmada, gerekse bir meşruiyet kaynağı şeklinde kullanarak “tarafsız ve saf, teknik bir öneri gibi” görünmede kullanan yönetişim yaklaşımının, söylem düzeyinde “tarafsız, siyasi ve ideolojik olmayan bir özellik sergilediği”, oysa söylemindeki sözde yeniliklere rağmen bütünüyle ideolojik bir içeriğe sahip olduğu düşüncesi, bölümün girişinde önemle vurgulanmaktadır.

Yazarın, yönetişimin ‘ne olduğunu’ açıklarken başvurduğu bir dizi kavram sözü edilen ideolojik içeriğin ipuçlarını vermektedir: Örgütler, kurumlar ya da aktörler arasındaki bir eşgüdümleme biçimi olarak yönetişim, karşılıklı bağımlılık kavramına vurgu yapmaktadır; ilişki ağı (network) biçimindeki yönetişim eşitlerarası bir ilişkidir ve “devlet ve toplum arasındaki ilişkiyi eşitlerarası ve karşılıklı bir ilişki olarak görmekte”, “yöneten ve yönetilen karşıtlığı biçimindeki bir devlet-toplum karşıtlığını reddederken”bunun yerine birlikte yönetimi benimsemektedir (s.31). Yönetişime göre toplumun örgütlenmesi öz örgütlenme ile gerçekleşmeli, yani toplum kendi kendini örgütlemelidir. Öne çıkardığı anlamlardan biri hükümet olmadan yönetmedir. Bu yeni yönetim biçimi “bürokrasideki hiyerarşi yerine eşitlerarası ilişkiyi, yöneten-yönetilen ayrımı yerine de birlikte yönetme ilkesini öne çıkarmaktadır” (s.33). Yazar, devletin rolünü yeniden tanımlamaya girişen ve toplumsal karşıtlıkları yok sayan bu kavramlarla ifade bulan yönetişim anlayışı ile benimsetilmeye çalışılan zihniyeti şu cümlelerle ifade etmektedir:

“Yönetişim, bir yandan devletin değişen rolü ve biçimini anlatırken, bir yandan da bu değişimi sağlayacak mekanizmaları ve yeni kurallar bütününü gösteren bir kavramdır. Uluslararası kuruluşlar, siyaset (politics) ile siyasayı (policy) çok kesin bir biçimde birbirinden kopardığı için, devlet aygıtının işleyiş biçimi, karar alma mekanizmaları, kamu politikasına dair herşey, bir tür mühendislik işi olarak gösterilmektedir. Bu çerçevede, özelleştirme, ademi merkezileşme, kamu hizmetlerinin piyasalaştırılması, kamu yönetiminin şirket gibi yönetilmesi, düzenleme, denetim gibi değişimler de siyasa alanına ait olarak kabul edilmektedir”(s.33).

“…….siyaset ile siyasa (policy) arasında çektikleri kalın set sayesinde, devletin neredeyse tüm faaliyet alanları ‘siyasa alanı’ biçiminde tanımlanmış, siyaset ise sadece rejime ilişkin bir kavram olarak sunulmuştur. Böylece siyasa alanı, bölüşüm ilişkilerinin yapı ve süreçlerini kapsamasına ve bu nedenle de siyasal bir alan olmasına rağmen, bir tür teknik mühendislik alanı gibi takdim edilerek, sınıflar mücadelesinin
etkilerinden yalıtılmaya çalışılmıştır” (s.36).

28582783-beyaz-kelime-etiket-bulutu-icinde-yonetisim-ve-uyum

Yukarıda aktarmaya çalıştığımız ayrıntılı kavramsal açıklamalarla başlayan birinci bölüm, yönetişim modelinin inşası ve gelişimi sürecinin anlatıldığı üç alt başlık ile devam etmektedir: Modelin yaygınlaşmasında belirleyici rol üstlenen aktörlerin tek tek incelendiği “Uluslararası Kuruluşlara Yolculuk: Negatif Devlet Anlayışından Girişimci Devlete” başlıklı bölüm ve küresel bir iktidar modeli arayışlarının deşifre edildiği “Küresel Yönetişim Modeli” ve farklı disiplinlere göre yönetişim yaklaşımları ve bunların kuramsal temellerinin incelendiği “Yönetişim: Projeden Kurama” başlıklı
bölümler.

Dünya Bankası, OECD, Birleşmiş Milletler ve Avrupa Birliği gibi belli başlı uluslararası kuruluşların, Düzenleyici Reform Raporu (1997), Yönetişim Komisyonu Raporu (1995), Milenyum Deklarasyonu (2000) vb. yönetişimle ilgili raporlarının yönetişim modelinin düşünsel gelişimindeki belirleyici etkisi vurgulanmaktadır. Aynı kuruluşların yalnızca modelin geliştirilmesinde değil, uygulanmasında da öncü rolü üstlendikleri gerçeği, UNDP’nin (Birleşmiş Milletler Kalkınma programı) Yerel Gündem 21 Programı, OECD’nin Düzenleyici Reform Programı ve DB’nin uyarlama kredileri ile örneklendirilmektedir. IMF, DTÖ, 7’ler grubu, Dünya Ekonomik Forumu, BM-Küresel Sözleşme (Global Compact), Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) ve Uluslararası Ticaret Odası (ICC) gibi küresel iktidar tasarımında etkili olan diğer kurumlar da çalışmaları, bağlantıları, anlaşmaları yoluyla yönetişim kavramının gelişmesi ve benimsenmesi sürecindeki rolleri açısından okuyucuya hatırlatılmaktadır.

İzleyen sayfalarda “modelin inşasında yetkin bir usta” olarak nitelenen Dünya Bankası, düzenleyici reformlar ile “modelin devlet aygıtının teknik inşasındaki rolünün” anlatıldığı OECD, “modele meşruiyet kazandırmadaki” etkisi ile BM ve “modelin ulusüstü görünümünü” örnekleyen Avrupa Birliği, geliştirdikleri yönetişim modelleri çerçevesinde tek tek ele alınmaktadır. Ortaya koydukları yönetişim modellerinin karşılaştırılmasında kullanılan temel çözümleme soruları şunlardır: Bu kuruluşların geliştirdikleri yönetişim modelleri arasında bir farklılıktan söz edilebilir mi? Aralarındaki farklılıklar, bir bütünün işlevsel parçaları şeklinde midir, yoksa kendi iç bütünlükleri olan çelişkili modeller şeklinde midir? Bu kuruluşlar yönetişim modellerini hangi kanallarla uygulamaktadır? Bu kanallar ya da araçlar, bir ülkenin siyasal yapısında hangi tür kurumsal değişiklikleri öngörmektedir? (s.40). Bu sorular
ekseninde yazarın ulaştığı sonuçlar şu şekilde özetlenebilir:

• Dünya Bankası raporları, reform paketleri ve kredilerinin (zorlayıcı) ön koşulları yoluyla, yönetişim ile ekonomi ve siyaset düzlemleri arasında net ayırım yapılması; tüm siyasa oluşturma süreçlerinin teknik bir konu olarak görülmesi; yönetim süreçlerinin piyasa ve sivil toplum aktörleri ile devlet temsilcileri arasındaki paylaşımının hedeflenmesi (s.45); kamu yönetiminin şirket yönetimi esasına göre yeniden yapılandırılması; piyasanın önündeki bilgiye ulaşma engellerini ortadan kaldıran şeffaflık ve hesapverebilirlik mekanizmalarının hukuki açıdan güvenceye alınması (s.47), “piyasa için devlet” yaklaşımının benimsenmesi; sivil toplumun daha çok özel sektörün ve piyasa mekanizmalarının geliştirilmesi yoluyla güçlendirilmesi (s.49); yurttaşlık kategorisinin yerini kamu hizmetlerini tüketen “müşteri” ve “tüketici” kategorilerine bırakması (s.53) sağlanmıştır.

• OECD, “düzenleyici reform” ve “düzenleyici etki analizi” adında iki araç ile iktisadi olanın siyasal olandan özerkleşmesini; siyasi iktidarın etki alanından, kaynak tahsisi ve bölüşümle ilgili karar verme yetkisinin çekip alınmasını (s.67); siyasal karar alma süreçlerinin teknik bir muhasebe hesabına indirgenmesini; yasamanın yasa yapma yetkisinin zayıflatılmasını (s.68); temel karakteri düzenleyicilik olan yeni bir iktidar biçimi şeklindeki yönetişimin benimsenmesini (s.71) sağlamıştır.

• Birleşmiş Milletler’in “Yerel Gündem 21 Projeleri”, Küresel Komşuluk Raporu”ve “Milenyum Deklarasyonu” yoluyla, yönetişim kavramının kentsel mekanlarda geniş toplum kesimleri içinde yaygın biçimde tanınması ve olağanlaşma elde etmesi (s.72); siyasal özgürlük ve insan hakları ile ayrımcılığın ortadan kaldırılması gibi konuları da yönetişim anlayışına dahil eden “demokratik yönetişim” teriminin gündeme gelmesi (s.73); sivil toplum ve özel sektörün, iktidarın ademi merkezileşme yoluyla yerel yönetimlere devrinde kritik bir önem kazanması; devletin “kolaylaştırıcı” bir figüran tarzına bürünmesi (s.75); hizmetlerin ya da idari işlevlerin taşerona verilmesinin, kuralsızlaşma veya tamamen özelleştirme biçiminde gerçekleşmesine neden olan ademi merkezileşme anlayışının yerleşmesi (s.76) sağlanmıştır.

• Avrupa Birliği, Avrupa Yönetişimi Raporu ile, açıklık, katılım, hesap verebilirlik, etkinlik ve tutarlılık şeklinde tanımladığı beş yönetişim ilkesinin üye ülkelerdeki yönetimin tüm düzeylerine –global, Avrupa, ulusal, bölgesel ve yerel- uygulanmasını amaçlamıştır; düzenleyici aygıt olarak, bu yöndeki işlev ve çerçevenin göreli olarak en gelişmiş ve en kapsamlı oluşumudur (s.76-77).

“Uluslararası kuruluşların yönetişim yaklaşımları arasında, farklılıklardan çok benzerlikler ön plandadır” (s.151). “1989’dan bugüne yönetişim uygulamalarının her zaman “küresel” bir sahibi olmuştur. Devletlerarası ilişkiler sisteminin uluslararası kurumları olarak etkinlik gösteren DB, UNDP, OECD gibi kuruluşlar yönetişim kavramı ile sadece dünyaya yeni bir şekil vermekle kalmamışlar; aynı zamanda kendilerini de küresel kapitalizmin uluslarötesi düzenleyici kuruluşları olma yönünde dönüştürmüşlerdir” (s.77).

Uluslararası kuruluşların yönetişimin yaygınlaştırılmasındaki belirleyici rolleri net bir şekilde ortaya konduktan sonra, birinci bölümün ilerleyen sayfalarında odaklanılan soru, bu düzeyde bir uluslararası oydaşmanın, “küresel ölçekte bir siyasal iktidar yapısının oluşumuna işaret edip etmediği”dir. Küresel yönetişimin yapılandırılması süreci, uluslararası oluşumların ulusal egemenliklere nüfuz etmesi yoluyla şekillenmektedir.

Uluslararası kuruluşlar açısından yeni küresel iktidar biçiminin şekillendirilmesinde en güçlü aktör olmak, süregiden bir rekabet konusudur. Yazar Bayramoğlu, çalışmasının bu aşamasında, Birleşmiş Milletler ve Dünya Ticaret Örgütü’nün benimsenmesini teşvik ettiği bir dizi uygulamada olası bir küresel iktidar modelinin izini sürmekte; “küresel yönetişimin kurucu ilkesi” olarak tanımladığı ve insan hakları gibi dokunulmaz bir statüye oturtulmasına çalışıldığını belirttiği “ticaret hakkı” kavramının üzerinde önemle durmaktadır.

Çalışmanın birinci bölümü, yönetişim modelinin geliştirilmesinde köklü etkileri olan “Yeni Kurumcu İktisat Okulu”nun temel varsayımlarının aktarılması ve “iyi yönetişim”, “özerklik olarak yönetişim”, “şirket yönetişimi”, “ilişki ağı olarak yönetişim” gibi yönetişim türlerinin açıklanması ile sonlanmaktadır. Yazar, aynı zamanda yönetişim yaklaşımın temel önermelerini de özetleyerek okuyucuya sunmaya çalıştığı ana kavramsal bilgileri netleştirmektedir. Yönetişimin temel önermeleri şunlardır: (a) Ekonomi, kural ve kurumlarıyla siyasetten arındırmalıdır; (b) Kamu yönetimi piyasa kurallarına göre düzenlenmelidir; (c) Devletlerarası ilişkilerde, bağımlılık ilkesi yerini karşılıklı bağımlılığa bırakmıştır; (d) Yerelleşme, küreselleşmenin ikiz hareketidir; (e) Kalkınma ve yönetişim arasında pozitif ve doğrusal bir ilişki bulunmaktadır (s.114-115).

Bayramoğlu, “yönetişim kavramının siyaset kuramı içindeki yeri nedir?” sorusuna yanıt aradığı ikinci bölümdeki eleştirel kuramlaştırma girişimini “emek ve sermaye arasındaki güç ilişkilerini sermaye sınıfı lehine, toplumsal ilişkilerin bütün ölçeklerinde yeniden düzenleyen bir siyasal iktidar biçiminin kavramlaştırılması” şeklinde tanımlamaktadır (s.153). Bu kavramlaştırma çabasının sınıf çözümlemesini temel aldığı açıktır. Yazar, böylesine zorlu bir çabaya girme ihtiyacı duyma nedenini, çabanın zorluğundan kaynaklı kaygılarını ve olası eksiklikleri şu cümlelerle aktarmaktadır:

“[Konunun kuramsal ve yöntembilimsel çağrışımları deşifre edildiği ölçüde] bu çalışmanın üstlenmesi gereken çetin sorunlar ve görevler de belirginleşmeye başladı. Öncelikle, konunun işaret ettiği son derece zengin kuramsal bağlamlara kapılıp, somut durumun çözümlemesini ihmal etmek işten bile değildi. Aynı şekilde, son derece hacimli bir alan yazınına sahip bir alanda, somutluğun detaylarında pusulasız kalmış bir yolculukla yetinmek de mümkündü. Her iki eğilimden kaçınmaya her aşamada azami bir çaba gösterildi; konunun içeriden eleştirel bir kuramını geliştirmek için bu çaba zorunluydu. Ne var ki, bu yöndeki bir tercih iddialı sayılabilecek bir görevle bizi karşı karşıya bıraktı: Çalışma, kendi kavramsal çerçevesini kendisi geliştirmek durumundaydı.

Bu çalışmanın kuramsal açıdan bir orijinalliği varsa, o da girişilen kavramsal çerçeve denemesinde aranmalıdır. Bu deneme kendi sınırlarının farkındadır ve geliştirilmeye muhtaçtır” (s.414). 

Söz konusu kavramsal çerçeve, yeni bir iktidar biçimi olarak ele alınan yönetişimin yapı ve süreçlerini ortaya koymak üzere geliştirilmiştir. Çalışmanın kuramsal çerçevesi, “sermayenin merkezileşme ve yoğunlaşma eğilimi” şeklindeki Marksist ekonomi politiğin temel unsurları üzerinde şekillendirilmiştir. Yönetişim modelinde “rekabet ve tercih”, “birlikte yönetme”, “eşitlerarası ilişki” vb. kavramlar, devlet-toplum ikiliğini, hiyerarşik örgütlenmeleri ve yöneten-yönetilen ilişkilerini perdelemek üzere kullanılmaktadır. Yönetişim yaklaşımı, piyasa ilişkilerinden türetilmiş bu kavramlarla devletin de bir piyasa aktörü olarak yapılandırılmasının önünü açmaktadır. Yazar bu bölümde, yönetişimin, “devletin bir firma gibi örgütlenmesi” ve “sadece piyasanın önünü açan ve ona destek olan bir aygıt olmaktan çıkıp, piyasadaki aktörlerle eşit ilişki kuran ve piyasanın kurallarıyla davranan bir aygıta dönüşmesi gerektiği” savunularını vurgulamaktadır (s.155). Devletin piyasa aktörü imiş gibi örgütlenmesinin en kritik sonucu devletin demokratik niteliği ile ilgilidir. Yönetişimin, “devletin firma gibi örgütlenmesi”, “firma gibi yapılanan bir devlet ile kalkınma ve demokratikleşme arasında doğrusal ve pozitif bir ilişki kurulması” ve “ekonominin siyasetten arındırılması” yönündeki savları ile ilgili ayrıntılı yorumlara ve açıklamalara yer verilen bu bölümde (s.158-177) yazar, bu üç temel savın ortaya koyduğu “karanlık” tabloyu şu şekilde ifade etmektedir:

“Devlet örgütlenmesi, en kısa tanımıyla, iktidar ilişkisinin tanzimi ve artığın bölüşümü üzerine hüküm süren bir sınıflar mücadelesi alanıdır. ……… Yönetişim modeli ise devleti bir firma gibi yeniden yapılandırarak, bölüşüm ilişkilerini ‘siyasetten arındırmayı’ amaçlamaktadır. Bunun anlamı, devlet örgütlenmesinin sınıflar mücadelesinin etkisine kapatılması, dolayısıyla da siyasetin toplumsal içeriğinin budanmasıdır. Devletin demokratik niteliğinin sorgulanmasını gerektiren bu sonuç, aynı zamanda bu çalışmanın en temel iddiasını meydana getirmektedir” (s.155-156).

Yönetişimin kuramsal çerçevesini oluşturmada, yazar, iki kavram çiftine başvurmaktadır: İlki, ölçek-alan kavramlarıdır; iktidar biçimi olarak yönetişimin, demokrasi sorunsalı ekseninde incelenmesinde kullanılan “siyasal iktidar ölçeği” ve “iktidar alanı” ayrımına işaret etmektedir. Siyasal iktidar ölçeği ulus devlet, ulus altı ve ulus üstü şeklindeki üçlü çözümleme düzeyini; siyasal iktidar alanı ise demokrasinin temsili, doğrudan ve demokrasi dışı pratiklerini ifade etmektedir. Çözümlemede iktidar ölçeğinde ele alınan eğilim “siyasal erkin merkezileşmesi”, iktidar alanı ölçeğinde ise “siyasal erkin yoğunlaşması”dır (s.195). Yeni siyasal iktidar modelinin, yani yönetişimin oluşum süreci çok merkezli ya da ademi merkeziyetçi bir
merkezileşmeyi ve kuralsızlaşan bir yoğunlaşmayı ifade etmektedir (s.197).

İkinci bölümün izleyen sayfalarında “siyasal iktidarın dönüşümü”, siyasal iktidarın ademi merkezileşmesi” ve “siyasal iktidarın yoğunlaşması” alt başlıkları ile ayrıntılı olarak ortaya konan kuramsal çerçevenin ana hatlarını oluşturan çözümlemeler, yazar tarafından şu cümlelerle özetlenmektedir (s.197):

“[Ademi merkeziyetçi bir merkezileşme] bakımından, çözümleme düzeyi ulus devlet ölçeğine çekildiğinde, siyasal erkin ademi merkezileşmesi şeklinde görülen sürecin ulus altı ve ulus üstü ölçeklerde bir merkezileşmeye denk düştüğü görülecektir. [Kuralsızlaşan yoğunlaşma] bakımından ise siyasal iktidarın ulus ölçeğindeki kural ve kurumları çözülür ve bu anlamda bir kuralsızlaşma yaşanırken, sınırlı ya da sektörel temeldeki siyasa alanlarında ortaya çıkan düzenleyici aygıtlar, yasama, yürütme, denetleme ve kimi durumlarda yargılama erklerini bünyelerinde birleştirmek suretiyle, siyasal iktidarın yoğunlaşmasına ivme kazandırmaktadır. Dolayısıyla yönetişim, kendi iddiasının tersine, siyasal iktidarın ulus dışı ölçeklerde merkezileştiği ve dışlayıcı karakteri ile yoğunlaştığı yeni bir iktidar biçiminin ifadesinden başka bir şey değildir”(s.197).

Çalışmanın üçüncü bölümünde yazar, ikinci bölümde sunulan kuramsal çerçevenin “ademi merkezileşme” ve “yoğunlaşma” kavramlarını kullanarak, yönetişim modelinin Türkiye’de siyasal iktidar biçimi üzerinde yaptığı etkiyi ortaya koymaya çalışmaktadır. Bu şekilde, Türkiye’de devlet aygıtının yeniden yapılandırılması süreci çözümlenmekte ve “reform” kavramı altında gerçekleştirilen uygulamalar deşifre edilmektedir.

“Yönetişim modeli ile Türkiye’de nasıl bir iktidar biçimi yerleşmektedir?” sorusuna cevap aranırken, “reformlar”ın devlet örgütlenmesini iki yönlü bir hareketle dönüştürdüğü tespiti yapılmaktadır. İlk dönüşüm hareketi, iktidarın yeni iktidar odaklarına devri ile merkezsizleştirilmesidir. Yerel Yönetimler Reformu ve Kamu Yönetimi Reformu bu hareketin tipik örnekleridir. İkinci dönüşüm hareketi ise, iktidarın “üst kurullar” olarak bilinen bağımsız kurumlar yoluyla “yoğunlaşmasıdır” (s.239-240). Yazar, bu noktada, çalışmanın çözümleme alanını iktidarın yeni yoğunlaşma alanları olarak belirlemekte ve yönetişimin Türkiye’de ortaya çıkardığı yeni iktidar biçiminin izini “bağımsız düzenleyici kurumlar” üzerinden sürmektedir. Yazar, yönetişimin tüm mekanizmalarını kapsamasa da, “bağımsız düzenleyici kurumların devletin dönüşümünde belirleyici oldukları” ve “bu yapıların siyasal alanı dönüştürme kabiliyetleri olduğu” yönündeki tespitlerine dayanarak söz konusu kurumları çözümlemesinin merkezine aldığını belirtmektedir (s.241).

Üçüncü bölümün ilk alt başlığı “Bağımsız Düzenleyici Kurumlar: Karşılaştırmalı bir Çözümleme” şeklindedir. Bu başlık altında, kurumlarla ilgili incelemelerde karşılaşılan metodolojik sorunlara değinilmekte; tekil olarak incelendiğinde kökeni 19. yüzyılın sonlarındaki Amerika’ya kadar uzanan düzenleyici kurumların tarihsel gelişimi incelenerek son on yıllık süreçte küresel bir olgu/fenomen olarak ele alınmaları gerektiği ortaya konmakta ve bu kurumların meşruiyetini sağlayan gerekçeler açıklanmaya çalışılmaktadır. Bu başlık altında sunulan bilgiler, Almanya, Britanya, Belçika, Brezilya, Fransa, Hollanda, İrlanda, İspanya, İtalya, Kanada, Polonya, Türkiye ve Yunanistan’daki bağımsız düzenleyici kurum örneklerinin, “yetkileri”, “örgüt yapıları”, “hükümetle ilişkileri” ve “parlamento ile ilişkileri” açısından karşılaştırıldığı anlamlı bir incelemenin sonuçlarının da eklenmesiyle tamamlanmıştır.

Üçüncü bölümün “Türkiye’de Bağımsız Düzenleyici Kurumlar” alt başlığı kapsamında öncelikle 1999 yılında “egemen sınıfın yönetme biçimi ve iktidar tarzında ortaya çıkan” dönüşümün tarihsel arka planını açıklamak üzere 12 Eylül darbesi ve 24 Ocak kararları ile başlayan neoliberal dönem ele alınmakta, ardından da 1999 yılında IMF ile imzalanan İstikrar Programı çerçevesinde başlatılan “yeniden yapılanma” süreci irdelenmektedir. İlerleyen sayfalarda “Bağımsız Düzenleyici Kurumların Ekonomi Politiği” başlığı altında Türkiye’de kurulan bazı BDK’lar (Rekabet Kurumu, Kamu İhale Kurumu, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu, Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu, Şeker Kurumu ve Telekomünikasyon Kurumu) tek tek mercek altına yatırılmaktadır. Çalışmanın bu bölümünde yararlanılan kaynaklar 1999 yılından itibaren uluslararası kuruluşlarla imzalanan anlaşmalar ve bu kuruluşların raporları, gazete ve dergiler, BDK’ların kuruluş kanunları, yıllık faaliyet raporları, kurul kararları, kurul üyelerinin atama kararnameleri, TBMM tutanakları ve kurumlarla ilgili ikincil kaynaklardır (s.301). Genel özellikleri, benzerlik ve farklılıkları ile geleneksel bürokratik yapılanmadan ayrılan yanları üzerinde ayrıntılı biçimde durulması, yönetişim modelinin Türkiye’de yeni siyasal iktidar alanını nasıl inşa ettiğini gözler önüne sermektedir. Yazar BDK’ların genel özellikleri ile ilgili tespitlerini şu cümlelerle ifade etmektedir:

“Bağımsız düzenleyici kurumların ekonomiyi siyasetten arındırma işlevleri, en özlü ifadesiyle, bölüşüm ilişkilerini sınıflar mücadelesinin etkilerinden arındırma anlamına gelmektedir. Bu ise demokrasinin kurum ve kurallarından bağımsız olarak işleyen yeni bir siyasal iktidar alanını işaret eder. Bağımsız düzenleyici kurumlar, yapısı itibariyle, yeni siyasal iktidar alanının temel aktörleri olarak görülebilir. Parlamento, hükümet ve bürokrasiden devredilen yetkilerle donatılan bu kurumlar, güçlerini birtakım başka araçlarla gün geçtikçe pekiştirmektedir. ………..Düzenlenen sektörle ilgili olarak politika oluşturma ve yasa yapma işlevi de büyük ölçüde bu kurumlara devredilmiş görünmektedir.

Bağımsız düzenleyici kurumları, klasik bürokrasinin içindeki yeni bir oluşum şeklinde görmek yanıltıcı olacaktır. Bu kurumlar, demokratik bir devlet bürokrasisinin dışındaki bir yapılanmadır” (s.416). 

“Bağımsız düzenleyici kurumların, özerklik, şeffaflık, hesapverebilirlik gibi ilkelerle anılıyor olmasının, kurumların gerçekliği ile bir ilgisi bulunmamaktadır. Bağımsız düzenleyici kurumlar için tüm bu ilkelerin sınırını “ticari sır”kavramı çizmektedir”(s.417).

kiletisim0133i

Üçüncü bölümde son olarak “Bağımsız Düzenleyici Kurumların Antropolojisi” alt başlığı altında, Türkiye’deki BDK’ların, kuruluş süreçleri açısından uluslararası örnekleri ile eşbiçimli özellikler sergilemelerine karşılık kendilerine özgü yanlarının bulunup bulunmadığı sorusu üzerinde durulmaktadır. Kurumların ortak özgün yönleri, çalışanlar, örgüt kuralları ve yöneticilerinin toplumsal kökenleri gibi kriterlerle ele alınmaya çalışılmaktadır. Bu aşamada benimsenen araştırma türü “keşfedici araştırma”dır. Araştırma çerçevesinde, bağımsız düzenleyici kurumların başkanları, kurul üyeleri ve kurum uzmanları ile derinlemesine görüşmelerin yapılması, kurullara ait her türlü dokümanın; kararlar, tebliğler ve basın
açıklamalarının incelenmesi ve kurum bünyesinde gözlemlerde bulunulması yoluna gidilmiştir (s.384). Yapılan mülakatlarla kurumların özerklik, denetim, istihdam ve karar alma mekanizmaları şeklinde gruplandırılan yapısal özellikleri incelenmiş ve üçüncü bölüm, BDK’lar döneminde siyasal yapıda ortaya çıkan dönüşümü ortaya koyan bir alt başlıkla tamamlanmıştır. Yazarın bu başlık altında yer verdiği önemli yorumları şunlardır: 

“Yönetişim modeli, kamu bürokrasisi ile burjuvazi arasındaki ilişkiyi, ‘toplumsal ortaklık’ statüsünde açık ve yasal bir hale getirmiştir. Bu durum, geleneksel bürokratik yapılanmanın sermaye sınıfı ile açık ve meşru bir ilişkiye izin vermeyen yapısından büyük bir kopuş anlamına gelmektedir. Yönetişim modeli için, bürokrasinin eski biçimi, işlevsiz olmak bir yana açık bir tehdit niteliği de taşımaktadır. Ulus olarak ortaklaşa paylaşılan varlıkları genel çıkar doğrultusunda sevk ve idare etmek gibi bir işlev ile (geleneksel bürokrasi), firmaların kar ve rekabet önceliklerine tabi bir pozisyonu sürdürmek (yönetişim bürokrasisi) arasındaki fark, mukayese kabul etmez niteliktedir. Tabi olunan pozisyonun açık bir sermaye stratejisi olması, sermayenin de kozmopolit bir karakter taşıyor olması, kamu bürokrasisi içinde, küresel aidiyeti teşvik eden bir sonuç doğurmuştur. Ulusuna dışsallaşan bürokrasi, küresel elit oluşumuna içselleşmektedir” (s.411).

Bayramoğlu’nun ilgi uyandırıcı benzer yorumları ile tamamladığı çalışması, titiz ve zahmetli bir araştırmanın ürünü olmanın yanısıra, alanyazında bir ilk olma özelliğini de taşımaktadır. Pek çok disiplin içinde farklı, fakat yer yer de birbirini kesen kavramlaştırmalarla tartışılan yönetişim konusunun bu denli sistematik ve anlaşılır biçimde sunulması, yazarın konuyla ilgili yetkinliğinin ve araştırmacı özeninin iyi bir kanıtıdır. Ancak, tüm bunların ötesinde çalışmanın hayranlık uyandıran ve övgüyü hak eden en önemli yanı, mevcut meşruiyet kazanmış yönetişim yaklaşımları ile hesaplaşan eleştirel bir kuramsal denemeye cesaretle girişmiş olması ve buna paralel sürekli bir yapısöküm ve deşifre etme refleksi ile kaleme alınmasıdır. Araştırmanın, Türkiye’de, temel özelliği emekçi sınıfları siyasal alandan yalıtmak olan yeni bir iktidar modelinin yaratıldığı mevcut sürecin anlaşılmasında son derece önemli bulgular ortaya koyması, şüphesiz en önemli katkısıdır.

(*) Akdeniz Üniversitesi İ.İ.B.F. İşletme Bölümü Araştırma Görevlisi Janset Özen Aytemur, Akdeniz İ.İ.B.F. Dergisi (10) 2005, 264-273 

Kent ya Halkındır ya da Sermayenin; Ortası Yok ! – 1

Ali Rıza Avcan

Güzel İzmir Gazetesi olarak, sermaye ile gericilik arasına sıkıştırılan kentimizi sahiplenmek, İzmir’in kendisine biçilen bu gömleğe sığmayacağını, sığmaması gerektiğini göstermek için yola çıktık. Bu mücadeleyi paylaşan, uzun süredir kent üzerine düşünen, çalışan, öneren bir isim de, Ali Rıza Avcan. Kent Stratejileri Merkezi adıyla ülkemizdeki birçok değerli ismin yazılarını bir halk kürsüsü anlayışıyla paylaştığı ortak kullanımlı bir bloğu olan ve yine aynı ismi taşıyan bir Facebook grubunda önemli ve değerli bir birikime imza atan Avcan’la, Kültürpark Projesi’nin ne anlama geldiğini konuştuk.

Sayın Avcan, geçen sayımızda “Kültürpark’ı sermayeye kar etmeyeceğiz” manşetiyle konuya giriş yapmıştık. İzmir’in “Yeni Kültürpark Projesi” adlı bir sorunu var. Ve İzmir’de “Kültürpark’ıma dokunma diyen” önemli bir kitle de var. Sohbete buradan girecek olursak… Sizce nedir “Yeni Kültürpark Projesi” ve neden bu projeye karşı mücadele etmek gerekir?

Kültürpark Projesi“, aslında içine Kemeraltı, Basmane, Kadifekale ve Çankaya bölgelerini de alan İzmir’in tarihi kent merkezi için, İzmir ve İstanbul sermaye çevrelerinin birlikte geliştirdiği bir “soylulaştırma” (mutenalaştırma) projesinin ikinci adımıdır. Bildiğiniz gibi bu soylulaştırma projesinin ilk adımı, bundan dört yıl önce İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin İzmir’in sermaye çevreleriyle birlikte oluşturduğu “İzmir-Tarih Projesi” ve TARKEM isimli şirketle atılmıştır. İzmir-Tarih Projesi ile Kemeraltı, özellikle de Havralar Bölgesi’nde TARKEM eliyle bir soylulaştırma girişiminde bulunulmuş, şimdi de bu girişimin ikinci adımı atılarak Basmane ve Çankaya bölgeleri bu alana eklenmiştir.

Bu ikinci adımla, “Basmane Çukuru” adıyla ünlenen alanda Folkart ve İzmir Büyükşehir Belediyesi işbirliği ile İzmir’in en yüksek binası unvanını alacak 70 katlı bir gökdelen dikilecek, İzmir Büyükşehir Belediyesi Konak Meydanı’ndaki binasını terk ederek bu binaya taşınacak, Konak Belediyesi 9 Eylül Meydanı çevresindeki iki binasını terk ederek Tepecik’te yaptıracağı binaya taşınacaktır.

boykot-7

İZMİR’İN YÜZÜ TANINMAZ OLACAK

Folkart, Yönetim Kurulu Başkanı Mesut Sancak’ın Akşam Gazetesi’ne verdiği 17 Temmuz 2016 tarihli demece göre, Folkart’ın yapacağı bu binada 10.000 metrekarelik bir çarşı, rezidans ve ofislerle sosyal alanlar yer alacak, “İzmir Fuar alanıyla birleşecek birbirinin devamı olacak bir proje planlıyoruz” ifadesi çerçevesinde bina bir şekilde Kültürpark alanıyla ilişkilendirilecektir.

İzmir Büyükşehir Belediyesi bu demeç hakkında bir düzeltme yapmadı. Yapılacak 70 katlı binanın içinde, İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin merkez birimleri de yer alacağı için, bu bina ile Kültürpark’a yapılacak olan, mülkiyeti yine İzmir Büyükşehir Belediyesi’ne ait kültür merkezi arasında, aradaki caddenin üstünden veya altından bir bağlantının sağlanması konuya belediye açısından bakan kamuoyu tarafından normal karşılanabilir.

Kültürpark Projesi“yle Folkart’ın yapacağı 70 katlık binanın oluşturacağı bu yeni mekânsal bütünlüğün, bölgedeki soylulaştırma çalışmalarının başlangıcı olacağı, bunun ardından gelecek ikinci bir hamlenin de çevredeki eski, yıpranmış binalarla ilgili olacağı kolaylıkla tahmin edilebilir.

Böylelikle 5-10 yıl içinde “İzmir-Tarih Projesi” ile soylulaştırılacak Kemeraltı Bölgesi’ne ek olarak Kültürpark Projesi ile başlatılan diğer bir soylulaştırma projesi sonucunda Basmane, Oteller Bölgesi, Çankaya’daki Elektronikçiler Çarşısı tanınmaz hale gelecek, bölgede yaşayan yoksul halk ve mülteciler kentin başka bölgelerine gönderilecek, kentin bu eski bölgesi yeni yüzüyle yeni müşterilerini ağırlamaya başlayacaktır.

TARİHİ KENT MERKEZİNDE RANT YÖNETİMİ

Öyle anlaşılıyor ki, İzmir’de sermaye gruplarının inşa ettiği ve kenti adeta işgal ettiği projeler, pek de birbirinden bağımsız değil, ortada bir network-ağ olduğunu görmek mümkün, ne dersiniz?

Bu anlamda İzmir’deki hiçbir proje ya da girişimin birbiri ile ilgisiz olduğu, birbirinden bağımsız olduğu söylenemez. Çünkü İzmirli, İstanbullu ya da yabancı sermayenin tüm projeleri, tüm girişimleri, özellikle de rant odaklı yatırımları birleşik kaplar örneği hep birbiriyle ilişkilidir bu kentte.

İzmir’in tarihi kent merkezinin güneyindeki rantı yönetecek İzmir-Tarih Projesi ile kuzeyindeki rantı yönetecek Yeni “Kültürpark Projesi“nin uzunca bir süredir İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu’nun danışmanlığını yapan Prof. Dr. İlhan Tekeli tarafından tasarlanmış olması da, bu ilişkiyi ve amacı açık şekilde ortaya koymaktadır. Hatta bu ilişki öyle bir noktaya ulaşmıştır ki, Prof. Dr. İlhan Tekeli projeyi hazırlayıp sunmakla yetinmemiş, “İzmir-Tarih Projesi” kapsamında Havralar Bölgesi’ndeki soylulaştırma çalışmalarını gerçekleştirmek amacıyla projenin halka duyurulduğu tarihte kurulan ve o tarihten bu yana sadece “İzmir-Tarih Projesi” kapsamındaki işlerle uğraşıp başka bir ticari faaliyeti bulunmayan TARKEM isimli şirkete de ortak olmuştur.

İzmir’in tarihi kent merkezini kuzeyden ve güneyden kuşatan bir iki soylulaştırma projesinin tasarımcısı aynı kurum ve kişiler olmakla birlikte uygulayıcısı olacak sermaye çevreleri coğrafi olarak farklıdır. Bölgenin güneyini kapsayan “İzmir-Tarih Projesi“nin finansörü ve ana uygulayıcısı, çoğunluğunu İzmirliler’in oluşturduğu İzmir sermayesinin temsilcisi olarak ortaya çıkan TARKEM, kuzeyini kapsayan Yeni Kültürpark Projesi’nin finansörü ve ana uygulayıcısı ise İstanbul sermayesinin temsilcisi olarak sahneye çıkan Folkart’tır.

Aslında bu şirketlerin ya da sermaye çevrelerinin ayrı olması bizi yanıltmamalıdır. Çünkü İzmir sermayesi hacim, yoğunluk ve etkinlik açısından hiçbir zaman İstanbul sermayesinin önüne geçmemekle birlikte büyütüp İstanbul’a teslim etmek ya da İstanbul sermayesinin bir alt taşeronu olarak eklemlenip pastadan dilim almak konusunda oldukça bilgili ve deneyimlidir. Nitekim İzmirliler’in İstanbul sermayesine karşı bir kahramanlık, bir savunma efsanesi olarak temellendirilip ortaya çıkardıkları TARKEM’de bile İzmir-İstanbul işbirliğinin durumu ortaklık yapılanmasında net bir şekilde ortaya çıkmaktadır.

kulturpark-02

NEOLİBERAL İDEOLOJİNİN ‘YÖNETİŞİM’İ

İzmir Büyükşehir Belediyesi ve ona destek veren kurumlar, bu kotardıkları işleri genellikle ve yoğunlukla “yönetişim” kodlamasıyla sunuyorlar, “yönetişim” kavramını ve bunu tamamlayan kavram setlerini kullanıyorlar…

İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından 2009 yılından beri ortaya konulan “İzmir Akdeniz Akademisi”, “İzmir-Tarih Projesi”, “İzmir-Deniz Projesi” ve “Kültürpark Projesi” gibi tüm büyük projelerin püf noktası, neoliberal ideolojinin ve çağdaş kapitalizmin 1989 tarihli Dünya Bankası raporu ile ortaya atıp geliştirdiği ve zaman içinde çağdaş bir siyasal iktidar modeli olarak tüm ülkelere önerip yerleştirmeye çalıştığı “yönetişim” kavramında yatmaktadır. Uzun yıllardır bu modelin savunuculuğunu yapan Prof. Dr. İlhan Tekeli, İzmir Büyükşehir ya da Konak belediyelerinin kendilerine verilen görevleri yeterince yapamadıklarını ileri sürerek yerel düzeydeki bu kamu kurumlarının yanına özel sermayeyi ve sivil toplum kuruluşlarını ilave etmeye çalışarak yerel yönetimler-özel sektör-STK’lar şeklinde üçlü bir yapı oluşturmaya çalışmaktadır. Yerel yönetimlerin rehberliğinde hareket edecek bu üçlü sacayağına zaman zaman üniversiteler de dahil edilmekte, STK’lar boyutunda da genellikle isminin sonu “siad” ya da “giad”la biten patron dernekleri, konfederasyonları ya da onların oluşturduğu dernekler, vakıflar çağrılmaktadır.

Ancak bir yandan bütün bunlar yapılırken diğer yandan da “yönetişim” anlayışının mantığına aykırı olarak hükümet denetimindeki İzmir Kalkınma Kurulu’na bir alternatif olacak şekilde, İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu tarafından 2009 yılında oluşturulan ve o günden bu yana her ay düzenli olarak toplanan 120 üyeli İzmir Ekonomik Kalkınma ve Koordinasyon Kurulu (İEKKK), üyelerinin % 99’unun sermaye temsilcilerinden oluşması nedeniyle bir “patronlar kulübü” olarak çalışmakta; kenti doğrudan ilgilendiren “Fuar İzmir Projesi”, “Alsancak Limanı Projesi” ve “Kültürpark Projesi” gibi büyük, önemli birçok proje burada görüşülüp tartışılmakta ve İzmir sermayesi içinde uzlaşma sağlanmaktadır. Nitekim çoğu proje yeterli bir katılımla görüşülüp tartışılmadı dediğimizde bu kurulda yer alan işadamı ya da sermayedarlar, projelerin sivil toplum tarafından tartışıldığını, katılımın sağlandığını iddia edebilmekte, hatta “bir itiraz etmiştik, itirazımız üzerine projede önemli değişiklikler yapıldı” diyerek projeleri aslanlar gibi savunabilmektedir.

Devam edecek…