Ekşi Sözlük, genellikle argo dilde geçerli olan “kitapsız” sözcüğünü kurallara uymayan, beklentileri karşılamayan ya da Tevrat, İncil, Kur’an gibi kitaplı peygamberlere inanmayan kişiler için kullanıldığını, bu sözcüğü hakaret amacıyla kullanan kişilerin hayatlarında sadece tek bir kitaba sarılmasının da ilginç bir ironi olduğunu söylüyor.
Diğer yandan da geçmişte sanatçı Ahmet Kaya‘ya yaptıkları ve müzik tarzı nedeniyle pek de sevmediğim , sevemediğim iktidar yandaşı pop müziği yorumcusu Serdar Ortaç‘ın pek de bilinmeyen 2019 yapımı “Kitapsız” şarkısında ise sevgilisine ilgi göstermeyip onu yalnız bırakan “vicdansız” kişi olarak anılıyor.
“Çok zamandır yalnızım, yalnız
Kaç yıl oldu, sayamadım günleri
Gel yeter bana, gel be kitapsız
İstesem de yine senin olamam
Yine de gel be kitapsız“
“Kitapsız olmakla” suçlanıp itham edilmek!
Bu arada yakın zamanda, İzmir‘de faaliyet gösterip benim için yok hükmünde önemsiz bir sahafın saldırı ve hakaretlerine maruz kaldığımda, yüzüme söylenen “İzmir’de kimse seni tanımıyor“, “sen İzmir için önemsiz birisin” gibi kendinden menkul tanımlamalar dışında asıl hoşuma giden itham ise ise “bir kitabın bile yok!” haykırışıydı.
Kendisine benim için hiçbir bir önemi olmadığını söylediğim o şahıs anlaşılan o ki, “bir kitabın bile yok!” suçlamasını, kitap sahibi olmayı önemsemeyen beni üzmek, aşağılamak; hatta, hakaret etmek amacıyla yapıyordu; ama, bilmiyordu ki, ben uzunca bir süredir başta sevgili hocam Prof. Dr. Alpaslan Işıklı‘nın “Özyönetim” adlı kitabı ile Kevin Hogan‘ın “Gizli İkna Teknikleri” gibi kitabını tecrübe edinmek amacıyla düzenleyip düzeltmiş, 2001 yılında Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi tarafından yayınlanan “Bir İletişim Yöntemi Olarak Oyun” isimli kolektif kitapla TÖB_DER‘in Yeni Toplum dergisinde ve bir kısım mesleki dergide makaleleri yayınlanmış bir yazar olmakla birlikte kendi adıma tek bir kitap çıkarmamış ve çevremde tüm yeteneksizliğine rağmen adeta yumurtlar gibi niteliksiz kitap çıkaranları ve bunların sayısının her geçen gün arttığını görünce, “iyi ki kitap yazmamışım” ya da “böyle bir ortamda kitap yazmak istemem” diyerek kitaplarda yazmak istediklerimi günlük yaşamın pratiğinde konuşarak, uygulayıp yaparak ve yaşama geçirerek gerçekleştirmeyi doğru buluyorum.
“Kitapsız” olmak nasıl bir duygu?
Geçen haftaki yazımın konusu olan 5. İzmir Kitap Fuarı ya da diğer adıyla İZKİTAP Fest‘in devam ettiği, fuara giden binlerce İzmirli okurun yine binlerce kitabı kitapçılar ve sahaflardan almak yerine yayınevlerinden satın alıp, kendisine tahsis edilen masada “acaba kaç kişi gelip kitap alacak?” endişesiyle bekleyen yazara imzalattığı, yazarların ve yazar olmayanların ağızlar dolusu konuştuğu şu günlerde ise benim gibi ömründe bir kitap olsun yazmayı becerememiş, adını bir kitabın üstünde görememiş ya da kendisine yapılan birçok teklifi reddetmiş veya sessiz kalıp geçiştirmiş bir fani olarak, “kitapsız” sözcüğü Tevrat, İncil, Kur’an gibi tek bir kitabı olmayan, bu nedenle de “kitapsız peygamber” olarak anılanları aklıma getirip beni cesaretlendirir.
Bu durum, en iyi şekilde yine Ekşi Sözlük‘ün “Kitapsız peygamberler” sayfasında bedwetter isimli yazarın dilinden şu şekilde ifade edilmiştir:
“kendilerine kitap verilmeyen peygamberlerdir. – git anlat onlara benim nasıl biri olduğumu. akıllı olsunlar, yakarım hepsini. – kitap mitap bişey yok mu? – yok. herkese kitap mı vericez. git aynen böyle söyle sen. – inanmazlarsa? – bi kaç atraksiyon yaparsın. asa verdik eline işte. yap şovunu. yılan mılan yap, takıl işte. yine yola gelmezlerse ben icabına bakarım.“
Neden kitap sahibi olmak istemiyorum?
Gerçek durum, esprili dille anlatılan bu diyaloğa benzemese de bence,
En beğendiğim ve değer verdiğim öykücülerden Yalçın Tosun‘un bile şimdilerde modaya ayak uydurup açmaya çalıştığı yaratıcı yazarlık kurslarının ve buralardan mezun olan zanaatkâr yazarların mantar gibi çoğalıp ortalığa saçıldığı,
“Kitabınızı getirin editörlüğünü yapıp basalım” diyen yayınevlerinin türediği,
Seri üretimle ortaya çıkan bu kötü zanaatkâr yazarların kötü kitaplarına yüzlerce, binlerce lira ödeyip okuyamadığımız,
Yeni çıkarılacak kitabın piyasaya çıkmadan önce yazarı, yayınevi ve yazarın fanları tarafından adeta bir satış-pazarlama nesnesine dönüştürüldüğü; hatta, kitabı piyasaya çıkmadan önce ayırtma usulünün icat edildiği,
Yapı Kredi Yayınları gibi büyük yayınevlerinin bile çevirmenlerine haksızlıklar yapıp yapay zeka ile çevrilmiş kötü baskıları piyasaya sürdüğü,
Yayınevlerinin yazarlara telif ücreti ödemek yerine basılan kitaptan 10-20 tane vererek yaratıcılığı ve emeği istismar ettiği,
Yeni çıkan kitaplar için yayınevlerinin ödül lobileriyle işbirliği yaptığı ve bu işbirliği çerçevesinde kötü kitapların ödüle boğulduğu bir ortamda;
Kitapsız olmak, onca kitaplı ademoğlu ya da kızı arasında kitapsız olma vasfı ile ön plana çıkmak belki de en iyisidir, en doğrusudur derim…
Tabii ki yazın dünyasının tüm alanlarında yazarının sanatkarlığı, yaratıcılığı, bilgi, görgü, deneyim ve üstün zekası ile yazılmış usta işi kitapları dışarda bırakmak koşuluyla…
Sözlüklere baktığımızda “fuar” sözcüğünün, “ticareti geliştirmek amacıyla belirli bir süre için kurulan pazar“, “festival” sözcüğünün de “genellikle yerel bir topluluk tarafından belirlenmiş ve geleneksel olmuş gün ve tarihlerde kutlanan, yapıldığı yörenin imgesi hâline gelmiş etkinlikler bütünü” olarak tanımlandığını görürüz.
Bu iki ayrı tanımı birbiri ile mukayese ettiğimizde ise, “fuar” (İng: fair) sözcüğü ile “festival” (İng: fest) sözcüğü arasındaki temel farkın, ticaretten; yani, para kazanma niyetinden kaynaklandığını, fuarların genellikle alışveriş yapıp para kazanmak için, festivallerin de genellikle belirli bir olayı kutlayıp anmak ya da eğlenmek amacıyla yapıldığını anlarız.
Ancak tüm kavram, olgu ve tanımların bilerek ve isteyerek birbirine karıştırıldığı, yalanların gerçekmiş gibi gösterildiği günümüzün “Post truth“; yani, “gerçek ötesi” ortamında sözcükleri birbirinden ayıran böylesine ince ayrımlar dikkate alınmadığı ve birbirinden farklı etkinliklere hep aynı ya da benzer isimlerin verildiğini, bu tür ayrımların ıskalandığını gördüğümüz için “fuar” ile “festival” arasındaki kesin ayrımı ısrarla vurgulayıp, dilimize Batılı dillerden gelen bu iki ayrı etkinlik türünü kesin çizgileriyle birbirinden ayırmak isterim.
“Fuar mı; yoksa, “festival” mi?
Yapılan etkinlik fuar mı yoksa festival mi; yoksa, her ikisi de mi?
Yazımın başına yerleştirdiğim afişte yazılı olan ifadelerden de anlaşılacağı üzere, önümüzdeki 18-27 Nisan 2025 tarihleri arasında kitap yayıncılarının ticaret yapıp para kazanması amacıyla Kültürpark‘ta yapılacak olan etkinlikle ilgili İnternet sayfasına baktığımızda bu organizasyona hem “İzmir Kitap Fuarı“, hem de “İZKİTAP Fest” adının verildiğini, kitap fuarcılığı gibi geniş ve derin bilgi birikimi gerektiren bir konuda üç yıllık deneyime sahip acemi bir organizasyon şirketinin, yayınevlerinin kitapçıları devreden çıkararak tüketiciye ulaşıp daha fazla para kazanması amacıyla gerçekleştirilen ve bu nedenle yayıncılarla kitap satıcıları arasında haksız rekabet ortamı yaratan ticari faaliyetleri gizlemek istercesine “fuar” sözcüğünün yanında “festival” sözcüğünü kullandığını görürüz.
Oysa yapılan faaliyet, çoğu İzmir dışından gelen yayıncıların, sattıkları kitapları kendilerinden aldıkları kitapçılara rağmen doğrudan daha fazla kitap satıp daha fazla para kazanmalarını amaçlayan haksız bir ticari faaliyettir ve bu nedenle de bu işin ticaret alanı olmayan Kültürpark‘ta yapılması doğru değildir.
Kurucu’nun ağzından; Yeni Asır Gazetesi, 15 Ağustos 1972
Kültürpark’ta ticaret yapmak, satılacak nesne kitap da olsa Kültürpark’ın kuruluş amacına aykırıdır…
İzmir 1 Numaralı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu’nca 2. Derece Doğal ve Tarihi Sit Alanı olarak tescillenen Kültürpark‘ın temel işlevi, 1925 tarihli Danger-Prost Planı ile 16 Mayıs 1955 tarihli ve 1/2000 ölçekli imar planında “Park/Yeşil Alan“, 4 Ocak 1973 tarihli İzmir Metropoliten Alan Büyükşehir Bütünü Nazım İmar Planı’nda ”Tabi Ormanlar, Ağaçlandırılmış Alanlar, Ağaçlandırılacak Alanlar” olarak tanımlanmakla birlikte; bu durum 24.01.1985 tarihinde onaylanan 1/1000 ölçekli Alsancak İmar Planı’nda, ”Özel projesine göre uygulanacaktır” plan notu ile birlikte ”Fuar Alanı” olarak değiştirilmiş ve ondan sonraki tarihlerde Kültürpark‘a hep ticari bir faaliyet alanı olarak bakılmıştır.
Ancak Kültürpark‘taki ticari alanların arttırılmasını öngören 2015 tarihli Kültürpark Projesi’nin yaşama geçirilmemesi amacıyla Kültürpark Platformu‘nun o tarihten bu yana sürdürdüğü 10 yıllık mücadele ekseninde, Gaziemir‘deki Fuar İzmir‘in 25 Mart 2015 tarihinde açılışı ile birlikte Kültürpark‘taki tüm fuarcılık etkinliklerinin Fuar İzmir‘e taşınarak alanın her türlü ticari faaliyetten arındırılması ve parkın yapılış amaçlarına uygun olarak sadece bir kent parkı olarak düzenlenip kullanılması öne çıktığı için, ticari olmayan her türlü kültür, sanat, spor vb. etkinliğinin mevcut yeşil alanın kullanım kapasitesini dikkate alarak Kültürpark‘ta yapılmasını, İzmir Uluslararası Fuarı, İzmir Mermer Fuarı ve İzmir Kitap Fuarı gibi geniş kalabalıklara hizmet eden her türlü ticari etkinliğin Gaziemir‘deki Fuar İzmir‘de yapılmasını istiyor ve henüz onay aşamasında olan Kültürpark Koruma Amaçlı İmar Planı‘ndaki temel işlevin sadece “yeşil alan” ya da “kent parkı” olarak değiştirilmesini talep ediyoruz.
Belediye başkanı olmak isteyen ve vazgeçilemeyen siyasetçi bir fuar organizatörü…
İzmir Kitap Fuarı’nı ya da İZKİTAP Fest’i kim düzenliyor?
İzmir Kitap Fuarı ya da İZKİTAP Fest adıyla düzenlenen 10 günlük etkinliği, 5 Ocak 2024 tarihinde Gaziemir‘deki Fuar İzmir adresinde kurulan, 18 Nisan 2025 tarihine göre oda sicil numarası 230567, ticaret sicil numarası 252502 olan 1 yıl 3 ay 13 günlük Tactfair Organizasyon A.Ş. düzenliyor. Şirket daha sonra adresini Gaziemir‘den Bayraklı‘ya taşımış. Kurulur kurulmaz 26 Ekim-3 Kasım 2024 tarihleri arasındaki 4. İzmir Kitap Fuarı‘nı düzenleyen şirketin % 100 hisseye sahip tek ortağı Manisa, Yunusemre ilçesinde ikamet eden Didem Simsaroğlu, sermaye tutarı ise 1 Milyon lira.
Böylesi bir durum karşısında, kurulduğu günden bu yana İzmir kitap fuarlarının organizasyonunu üstlenen Tactfair Organizasyon‘un tek ortağı Didem Simsaroğlu‘nun, ilk üç fuarı düzenleyen S.N.S. Fuarcılık Organizasyon Ltd.‘in eski ortağı Saruhan Simsaroğlu‘nun yeni eşi olduğu, 2022 yılından bu yana yapılan kitap fuarı organizasyonlarını iki ayrı şirket üzerinden alıp gerçekleştirme konusundaki tek kilit kişinin Saruhan Simsaroğlu olarak ortaya çıktığı ve İZFAŞ‘ın 2025 yılı fuar ve etkinlik takvimine göre, İzmir kitap fuarlarınıüstlenme konusunda hayli “şanslı” olan bu şirketin, 17-26 Ekim 2025 tarihlerinde de 6. İzmir Kitap Fuarı‘nı düzenleyeceği anlaşılmaktadır.
Alt markalarla ve yayıncı olmayanlarla sayısı şişirilen katılımcı sayısı…
5. İzmir Kitap Fuarı ile ilgili https://www.kitapizmir.com/ isimli İnternet adresindeki bilgilere göre 18-27 Nisan 2025 tarihleri arasında 10 gün süreyle devam edecek fuara/festivale çoğunluğu İstanbul olmak üzere yurdun değişik bölgelerden gelen toplam 217 yayınevi katılacak.
Söz konusu fuara kimlerin katılacağını gösteren listeyi aşağıdaki linkten indirebilirsiniz:
5. İzmir Kitap Fuarı‘na yurt genelinde toplam 217 yayınevinin katılacağı duyurulmakla birlikte listeye biraz daha dikkatli baktığımızda, aralarında ISBN yayıncı kodu sahibi olmayan ve yayıncılık faaliyeti yapmayan yabancı dil eğitim merkezlerinin, plak ve poster satıcılarının, sahafların, oyun seti satıcılarının ya da büyük yayınevlerinin çok fazla sayıdaki alt markalarına yer verildiğini, böylelikle söz konusu fuara sanki çok fazla sayıda yayınevi katılıyormuş gibi yanıltıcı bir algının yaratıldığını görürüz.
Yine aynı İnternet sayfasının verdiği bilgiye göre fuara katılan yayınevlerinden 33’ünün katkısı ile Kültürpark içindeki üstü açık üç mekânda (uzun havuz etkinlik alanı, ahşap sahne ve Menekşe altı etkinlik alanı) 114 konuşmacının katılımı ile toplam 98 söyleşi ya da sunumun yapılacağını öğreniyoruz.
Bu konuşma ve söyleşilerin programına ise aşağıdaki linkten ulaşabilirsiniz:
Hazırlanıp duyurulan programa göre, bu 98 söyleşi ya da sunumdan 4’ü (% 4,09) 18 Nisan, 18’i (% 18,37) 19 Nisan, 14’ü (% 14,29) 20 Nisan, 5’i (% 5,11) 21 Nisan, 3’ü (% 3,07) 22 Nisan, 8’i (% 8,17) 23 Nisan, 4’ü (% 4,09) 24 Nisan, 4’ü (% 4,09) 25 Nisan, 24’ü (% 24,49) 26 Nisan ve 14’ü (% 14,23) de 27 Nisan tarihinde; yani, çoğu konuşma ve söyleşinin daha çok ziyaretçinin geleceği düşünülen Cumartesi ve Pazar günlerinde yapılacağı anlaşılmaktadır.
33 Yayınevi tarafından, yazarlarının ya da kitaplarının tanıtımı amacıyla üstlenilen söyleşilerin 17’si (% 17,35) İstanbul merkezli Yeni İnsan, 10’u (% 10,21) İstanbul merkezli Destek, 8’i (% 8,17) İzmir merkezli Sakin Kitap, 6’sı (% 6,13) İzmir Büyükşehir Belediyesi Kent Kitaplığı, 5’i (% 5,11) İstanbul merkezli Doğan Kitap, 4’ü (% 4,09) İstanbul merkezli Doğu Batı, 4’ü (% 4,09) İstanbul merkezli Kronik Yayınları‘na ayrılmış, geriye kalan 26 yayınevi ise arda kalan 44 toplantı ya da söyleşiyi kendi aralarında 1, 2 ya da 3 toplantı yaparak paylaşmış görülmektedir.
Diğer dikkat çeken bir şey de Erkan Serçe, Övün Selim Martin, Elif Burcu Özkan, Mehmet Ateş, Erman Gören, Özlem Yıldırım ve Hülya G. Poyraz gibi bazı yazarların fuar süresince bir kez değil, farklı yayınevleri adına birden fazla konuşma yapacak olmalarıdır.
Anlaşılan o ki, 18-27 Nisan 2025 tarihleri arasında Kültürpark‘ın açık alanlarındaki üç ayrı noktada yapılacak 98 ayrı konuşma ya da söyleşide 114 adet konuşmacı, çoğu kez tek; ama, bazen hızlarını alamayarak 2, hatta 3 konuşma ya da söyleşi yapacak ve bu etkinliklerde büyük bir iştahla konuşup hem kendilerinin hem de yayınevlerinin reklamını yaparak hem yayınevlerinin daha karlı çıkması hem de kendi kitaplarının daha fazla satması için uğraşıp duracak…
“Çocuk ve Sanat” teması ile ilgisi olmayan ezici çoğunluk…
5. İzmir Kitap Fuarı‘nın ana teması, “çocuk ve sanat” olarak belirlenmiş olmakla birlikte fuara katılan 217 yayınevinden kaçının bu konu ile ilgili kitapları pazarlayacağı, bu tür kitaplara öncelik vereceği belli değildir.
Ancak söyleşilerin başlıklarıyla konuşmacı ya da yazarların isimlerine bakıldığında 98 söyleşi ya da sunuştan sadece 14’ünün; yani, % 14,29’unun çocuklarla ilgili olduğu, geriye kalan % 85,71’inin ise fuarın ana teması ile bir ilgisinin olmadığı; ayrıca, bunlar arasında İzmirli çocuk yazarlarıyla kitaplarına; örneğin henüz yeni tanıştığım ve bugüne kadar yazdığı 20’ye yakın çocuk kitabını edinip okumaya çalıştığım sevgili Arslan Sayman‘a ya da bildiğimiz öyküleri ile Deli İbram Divanı‘nın yanında çocuk kitapları da yazan sevgili Ahmet Büke‘ye yer verilmediği görülmektedir. Her ne kadar, sevgili Ahmet, yeni kitabı Kırmızı Buğday için yapılan tanıtım etkinliklerine katılıp imza günü düzenliyor olsa da, çocuk kitapları için yapılan bir çağrıyı da geri çevireceğini düşünmem…
Ayrıca bu fuarda, bir kısmı bugün aramızda olmasalar bile Türk edebiyatının önemli çocuk kitaplarını yazan Tarık Dursun K, Muzaffer İzgü, Ayşe Kilimci, Aytül Akal, Fatih Erdoğan ve Ferda İzbudak Akıncı gibi İzmir doğumlu ya da İzmir‘de yaşayıp kitaplar yazmış yazarları hatırlatacak, onların çocuk ve sanat ilişkisi üzerine yaptıklarını değerlendirecek toplantılar yapılıp onlara da vefa gösterilmesi gerektiğini düşünüyorum…
Ulusal bir fuarda uluslararası onur konuğunu ağırlamak…
5. İzmir Kitap Fuarı hem şimdiye kadar yapılanları, hem de bu yıl uygulanacak içeriği itibariyle ulusal; yani, Türkiye ölçeğinde yapılan bir fuardır. O nedenle de, bu fuara uluslararası alanda faaliyet gösteren hiçbir yazar, yayınevi ya da konuk çağrılmamakta ya da katılmamaktadır.
Ancak mevcut durum bu olmakla birlikte, -sanırım yazarın Türkiye’deki yayıncısı İletişim Yayınları‘nın talebiyle- “çocuk ve sanat” teması ile ilgili hiçbir yayını olmayan Alman popüler felsefeci Wilhelm Schmid (1), fuarın “uluslararası onur konuğu” olarak seçilmiş, ulusal onur konuğu olarak seçilen Behiç Ak‘ınkonukluğuna layık özel bir program ve doküman hazırlanmadığı için DEÜ Güzel Sanatlar Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Semih Çelenk, fuar organizasyonun bu açığını kapatma çabasıyla 22 Nisan 2025, Salı günü saat 15.30’da Sabancı Kültür Merkezi Yüzbaşı Şerafettin Salonu‘nda fuar programından ayrı olarak “Behiç Ak ile Söyleşi” programını düzenleme ihtiyacını duymuştur.
Yeni yayınları fuara getirmemek…
Geçtiğimiz yıl, sevgili arkadaşım gazeteci Ahmet Çınar ile fuarın ilk günü, kebap ve lahmacun kokuları içinde yaptığımız ziyaret ve alışveriş sırasında çoğu yayınevinin standında yeni çıkmış kitapların yer almadığını, yayınevlerinin genellikle elde kalmış eski yayınlarını getirdiklerine tanık olmuştum.
Şimdi de her ne kadar standlar henüz kurulmamış olsa da, konuşma ve söyleşilere konu olan kitapların bir kısmının 2024-2025 yıllarından önce basılıp güncelliğini kaybetmiş yayınlarla ilgili olduğunu görüyorum. Bunun en iyi örneklerini ise 2018 yılında İzmir Büyükşehir Belediyesi Kent Kitaplığı tarafından yayınlanan “Yıldız Albümleri’nde İzmir” isimli kitabın aradan 7 yıl geçtikten sonra ya da 2021 yılında İzmir Ekonomi Üniversitesi tarafından yayınlanan “Kervan Köprüsü” isimli kitabın da aradan 4 yıl geçtikten sonra kitap/yazar tanıtımlarına konu yapılmasıdır.
İmza günleri…
5. İzmir Kitap Fuarı‘na ait web sayfasında yakın zamana kadar fuar süresince kimlerin imza günü olacağına dair bir bilgi yer almamakla birlikte, organizasyonun Instagram sayfasında adeta bir borsa hareketliliği içinde yazar olan ya da olmayan her türden, her boy, cins ve düzeyden tanıdığımız ya da tanımadığımız isim için imza günü düzenlediğine dair görseller sergilenmektedir. Bu sayının, 13 Nisan 2025, Pazar saat 21.55 itibariyle 71’e ulaşmış olması ve bunun her geçen gün artması imza günü olgusunun nasıl abartıldığını açık bir şekilde göstermektedir.
Söz konusu web sayfasına yeni eklenen “İmza Listesi” ise fuar süresince bu sayının 334’e ulaşacağını; yani fuar süresince toplam 244 kişi için 334 kez imza günü düzenleneceğini, bu sayının Hanzade Servi ve Miyase Sertbarut gibi tanınıp bilinmeyen bazı isimler için 7’ye, hatta 8’e ulaştığını göstermektedir. Adeta İzmir‘de önümüze gelen herkes için imza günü düzenlendiğini, kitap yazmanın ya da yazar olmanın bu kadar ucuz ve kolay olduğunu sergilemektedir…
Youtuber’ların yazar olarak takdim edildiği kitap fuarları… Her şey daha fazla kitap, daha fazla hasılat, daha fazla kar için…
Sonuç olarak;
1) 5. İzmir Kitap Fuarı, kitap fuarcılığı konusunda deneyimi olmayan, bunu ilk kez İzmir özelinde deneyip tecrübe sahibi olmaya başlayan; ancak, TÜYAP‘ın İzmir‘e gelmekten vazgeçmesi üzerine İzmir Büyükşehir Belediyesi şirketi İZFAŞ tarafından onun yerine konulmak istenen ve -muhtemelen siyasi kimliği nedeniyle- vazgeçilemeyen bir siyasetçinin eşine ait organizasyon firması eliyle yapılmaktadır.
İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin fuarcılık şirketi İZFAŞ‘ın geçtiğimiz yıl karşımıza çıkan Sayıştay denetim raporu sonrasında içine düştüğü durum ve yönetimde yapılan değişikliklerle son günlerde bu tür organizasyonlar nedeniyle bazı belediyelerle şirketlerinin başına gelenleri gördükçe, İzmir Kitap Fuarı organizasyonun ya doğrudan doğruya İZFAŞ eliyle yapılması ya da bu konuda hiçbir siyasi kaygı taşımaksızın işi daha iyi yapabilecek ehline verilmesi yerinde ve doğru olacaktır.
2) 5. İzmir Kitap Fuarı‘nda, ana tema olarak belirlenen “çocuk ve sanat” konusuna gerek yapılacak söyleşi, konuşma ve imza günleri boyutunda gerekse İzmirli çocuk kitabı yazarları ölçeğinde gereken ağırlığı verilmediği anlaşılmaktadır.
3) 5. İzmir Kitap Fuarı‘nın ve ticaret odaklı diğer fuarların Kültürpark‘ta yapılıyor olmasında, Kültürpark‘ın kurucusu İzmir belediye başkanı Dr. Behçet Uz‘un öngörüsünün dikkate alınmadığını, Kültürpark‘ın kitapların ya da türevlerinin alınıp satılacağı ticari bir alan olarak görüldüğünü göstermektedir.
4) Her zaman söylediğim gibi, yayınevlerinin yararına okuyucu ile yayınevlerinin doğrudan doğruya karşı karşıya getirilmesi ve bunun sayısının yılda birden ikiye çıkarılması ve fuar sürelerinin giderek uzatılması, İzmir‘de faaliyet gösteren kitabevlerinin zararına haksız bir rekabet ortamının yaratılmasını sağlamakta, bu nedenle de fuar kapsamında düzenlenen yüzlerce kişi için düzenlenen imza günü, tanıtım toplantısı ve söyleşiler sonuç olarak hem kitapevlerine hem de kent ekonomisine zarar vermektedir.
5) Bu tür fuarlarla ilgili kalite standartlarının önceden belirlenmemesi ve fuarcılık faaliyetlerinin yayıncılık mesleğindeki sağlıklı gelişme ve kalite ile güvenirliliği gözetmesi gereken Türkiye Yayıncılar Birliği, PEN Türkiye Yazarlar Derneği ve Türkiye Yazarlar Sendikası gibi kurumlar tarafından izlenip denetlenmemesi nedeniyle “ben yayıncıyım” ya da “ben yazarım” diyen herkesin, kaliteyi düşürme kaygısını duymadan bu tür fuarlara doluşmasına sebep olmaktadır.
6) İzmir Kitap Fuarı eski kitapların doğrudan tüketiciye satıldığı bir ticarethane olmayıp, yeni yayınlanmış kitaplar konusunda okuyucuyu bilgilendiren bir platform olacağından fuara getirilip tanıtımı yapılan tüm yayınların mümkün olduğunca yeni, güncel olması sağlanmalıdır.
7) Bu tür kitap fuarları açısından önemli ve öncelikli bir konu olması gereken diğer bir husus ise fuarın onur konuğu olarak seçilen isimler için önceden hazırlanacak VİP düzeyindeki özel programın büyüklük ve zengin içeriğidir. Bu çerçevede ana teması “çocuk ve sanat” olarak belirlenmiş 5. İzmir Kitap Fuarı‘nda belgesel film, karikatür, mimarlık, oyun ve roman yazarlığı gibi birbirinden farklı birçok alanda üretken çalışmalar yapmış Behiç Ak gibi değerli bir sanatçının belirlenen tema çerçevesinde öne çıkarılıp bugüne kadar yaptıklarının daha kolay kavranmasını sağlayacak çalışmaların yapılması sağlanmalıdır.
8) Bu yazı çerçevesinde sonuç olarak yazmam gereken sekizinci husus ise, 18-27 Nisan 2025 tarihleri arasında fuarın devam ettiği süre içinde Kültürpark‘ta yapacağım alışverişlerle gözlemlere ait; ayrıca, İzmir Kitap Fuarı‘nı ziyaret edecek olan tanıdık, arkadaş, dost ve yoldaşlardan duyduğum değerlendirmeleri fuar sonrasında dile getirmek olacaktır.
“Çocuk ve sanat” gibi masum temalar arkasına gizlenmekle birlikte “daha fazla kitap satışı, daha fazla kazanç” anlayışıyla gerçekleştirilen bu tür büyük cirolu ticari faaliyetlerin kimin işine yaradığının fark edilmesi ve bütün bunların yayınevleri sahipleri dışında İzmir ekonomisiyle İzmir halkının refahına ne ölçüde katkısı olduğu hususunun bilinmesi dileğiyle…
Oldum olası severim bu, “gerekince, yerinde ve zamanında” deyişini…
Belki de yapılmak istenen bir iş için öncelikle nelere dikkat edilmesini ya da o işin gerekli olup olmadığını, yerinde ve zamanında yapılıp yapılmadığını bana hatırlattığı için…
İşte bugünkü yazım da, bu deyişin bazı yanlış işler için ne ölçüde doğru olduğunu gösteren İzmir örnekleri, İzmir yansımaları ile ilgili olacak…
Geçtiğimiz günlerde İzmir Rehberler Odası‘nın düzenlediği bir toplantıya giderken 1. Kordon‘daki İzmir Ticaret Odası ile İzmir Palas Otel arasındaki alana yerleştirilmiş bir heykel dikkatimi çekti. Yaklaşıp baktığımda ise, “Tıbbiyeli Hikmet” adıyla bilinen Hikmet Boran adına yapılmış yeni bir heykelle karşılaştım. Toplantıya katılan ve genellikle bu konularla ilgili olan arkadaşlarıma sorduğumda ise, ne zaman yapılıp da oraya yerleştirildiği konusunda kimsenin bilgi sahibi olmadığını anladım.
Daha sonra yaptığım Google araştırmalarında ise, “Tıbbiyeli Hikmet” adıyla bilinen ve aynı zamanda sunucu, gazeteci ve aktör Orhan Boran‘ın babası olan Hikmet Boran‘ın 1901 yılında Balıkesir‘in Savaştepe ilçesinde doğup 1945 yılında İstanbul‘da öldüğünü, mezarının Karacaahmet Mezarlığı‘nda bulunduğunu, İstanbul‘un işgale karşı başlatılan “Tıbbiyeli Hareketi“nde öncü rol oynadığını, üçüncü sınıf öğrencisi iken Sivas Kongresi‘ne katılmak üzere Sivas‘a gittiğini, bu kongrede Mustafa Kemal‘e hitaben yaptığı konuşması ile tanındığını, TBMM kurulunca arkadaşı Yusuf Bey (Balkan) ile birlikte eğitimini yarıda bırakarak Ankara’ya gittiğini, Cebeci’deki Asker Hastanesi‘nde İbrahim Talî Bey’in başkanlığında tifüse karşı aşı üretmek için çalıştığını, sıhhiye subayı olarak Büyük Taarruz’a katıldığını ve İzmir‘e giren ilk birlikte subay olarak görev aldığını, savaş yıllarından sonra İstanbul’a dönüp tıp eğitimini tamamladığını ve bundan sonraki yaşamını genel cerrah olarak sürdürdüğünü. 1940’lı yıllarda gönüllü olarak şark hizmeti için Sarıkamış’a gittiğinde vereme yakalanıp 1945 yılında öldüğünü öğrendim.
Ancak yurdu ve yurdunun insanı uğruna bunca önemli ve yararlı hizmetler yapıp, İzmir‘in işgalden kurtulduğu 9 Eylül 1922 tarihinde kente giren ilk askeri birlik içinde bulunmakla birlikte; İzmir‘e ilk giren o askeri birliğe komuta edip vilayet konağına Türk bayrağını asan Yüzbaşı Şerafettin‘in halen bu kentte bir heykelinin bulunmadığını, bu kentin “İzmir” soy ismini taşıyan Yüzbaşı Selahattin‘e sağlığındayken yaşadığı zorluk ve hastalıklar sırasında sahip çıkmadığını hatırlayınca, birtakım gayretkeşlerin Ulusal Kurtuluş Savaşı‘nın aynı meslekten gelen kahramanlarından birini sahiplenip ona iyilik yapayım derken savaş sonrası Mustafa Kemal‘in talebi ile “İzmir” soyadını almış asıl önemli kahramanını bilmediklerini ya da unuttuklarını ve ona büyük bir vefasızlık gösterdiklerini anladım.
Tabii ki bu araştırmalar sırasında “Tıbbiyeli Hikmet” heykelinin İzmir Büyükşehir Belediyesi eski başkanı Tunç Soyer zamanında, COVİD 19 salgınının sürdüğü günlerde yüzlerde maskelerle 4 Eylül 2021 tarihinde açıldığını, bu açılıştaki çelenk nedeniyle bu heykelin yapılışında Çiğli‘deki Kent Koleji‘nin de payı olduğunu, heykelin yapılmasını önerenin ise eski Kültür Bakanı ve o tarihlerde Kent Koleji yönetim kurulu üyesi, Çiğli Belediye Meclisi ve İzmir Büyükşehir Belediye Meclisi‘nin üyesi olup heykelin yapılıp yerleştirildiği tarihlerde İzmir Büyükşehir Belediyesi Başkan Vekili olarak görev yapan Prof. Dr. Suat Çağlayan olduğunu öğrendim.
Üstüne üstlük heykeli yapılan şahısla hiçbir ilgisi olmayan bir kentte, TTB İzmir Tabipler Odası‘nın önü yerine, başkanı Mahmut Özgener‘in bile açılış törenine katılmadığı İzmir Ticaret Odası‘nın önünde…
Yüzbaşı Şerafettin heykeli, Barış Direnç Altınay (*)
Oysa, yazımızın başlığını oluşturan “gerekince, yerinde ve zamanında” deyişinin de hatırlattığı gibi, “Tıbbiyeli Hikmet” Boran‘dan önce, İzmir‘e giren ilk birliğin komutanı olup 9 Eylül 1922 tarihinde İzmir Vilayet Konağı‘ndaki Yunan bayrağını indirip Türk bayrağını asan, o nedenle Buharalı Müslümanların gönderdiği üç kılıçtan birini alan ve savaş sonrasında GaziMustafa Kemal‘in isteğiyle “İzmir” soyadı ile onurlandırılan ve sonrasında yıllarca unutulup kötü günlerinde sahip çıkılmayan Yüzbaşı Şerafettin İzmir anısına bir heykelin yapılıp, bu kentin en önemli meydanı olan Konak Atatürk Meydanı‘na yerleştirilmesi gerekirdi…
Ne yazık ki, bu kentin asıl kahramanı Yüzbaşı Şerafettin İzmir‘in heykeli şu an için bile mevcut değil, Yüzbaşı Şerafettin İzmir‘i hatırlayan bile yok!
Yakın zamanda aldığım haberlere göre, Yüzbaşı Şerafettin‘in heykelini yaptırma konusunda hiçbir tasarım çalışması yapılmaksızın ve bu iş için ulusal yarışma açılmaksızın Kanada‘nın Toronto kentinde yaşayan heykeltraş Barış Direnç Altınay‘a sipariş edilen heykelin ne zaman Konak Atatürk Meydanı‘na yerleştirileceğinden, bunun için izin vermesi gereken İzmir 1 Numaralı Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu‘ndan ve İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nden tek bir haber bile yok!
Gelelim, İzmir‘le bir ilgisi ya da gerekliliği olmadığı yersiz ve zamansız bir şekilde adına bu kentte heykel dikilen diğer bir kahramana, daha doğrusu bir sanatçı, bir mimara…
Bu sefer ki kahramanımız, mimarlık alanından, Osmanlı’nın son yıllarında Neoklasik Türk Üslubu ya da Milli Mimari Rönesansı adı altında Selçuklu ve Osmanlı mimarlık ögelerini kullanarak öne çıkarılıp Cumhuriyet‘in ilk yıllarında hakim olan 1. Ulusal Mimarlık Akımı ve bu akımın en önemli isimlerinden biri olan Mimar Kemaleddin ile ilgilidir.
1908-1930 yılları arasında yaygın olan bu akımın önde gelen mimarları Mimar Kemaleddin, Vedat Tek, Arif Hikmet Koyunoğlu ve İtalyan asıllı bir mimar olan Giulio Mongeri olduğu ve bu beş mimarın İzmir‘de yapılmış tek bir yapısı olmadığı halde; kentin merkezindeki büyük bir alışveriş merkezine “Mimar Kemaleddin Moda Merkezi” adının verilmesi ve bu bölgeye heykelinin yerleştirilmiş olmasıdır.
Mimar Kemaleddin‘in projelerini çizdiği ya da uygulamasını yaptığı Edirne, İstanbul, Filibe, Bandırma, Kudüs ya da Ankara‘da böyle bir şey olsa, tabii ki anlayışla karşılayıp yapılanı normal karşılarız; ama, Mimar Kemaleddin‘in her birinde birbirinden değerleri eserler vücuda getirdiği bu şehirlerin hiçbirinde adını anımsatacak bir şey yapılmadığını, heykelinin bile bulunmadığını bilirsek kim akıl etti de hiçbir proje ya da uygulamasının olmadığı İzmir‘de bu isim neden bu moda merkezine verilip heykeli dikildi diye sormak da en doğal hakkımız olsa gerek… Sahi sizce bu durumda, bir gariplik yok mudur?
Özellikle de, 15 Eylül 2024 tarihinde Konak Belediye Başkanı mimar Nilüfer Çınarlı Mutlu‘ya yazılı, bir süre sonra da TMMOB Mimarlar Odası İzmir Şubesi Başkanı Uğur Yıldırım‘a sözlü olarak ilettiğim, kent içindeki bir cadde, sokak, bulvar ya da meydana, özellikle de İzmirli mimar Necmeddin Emre‘nin birbirinden değerli üç yapısının bulunduğu Mimar Kemaleddin Merkezi‘ndeki bir cadde, sokak ya da mekana adının verilmesine, annesi için Kokluca Mezarlığı‘nda yaptığı mezarın bakımının yapılmasına ilişkin önerilerim henüz dikkate alınmamış ve hayata geçirilmemişken…
Evet, her üretken insanın, yaşadığı evren, ülke, kent ve çevre için yararlı şeyler yapan insanın hatırlanıp anılması gerekmektedir… Bu durum, o insanların bilgisine, emeğine, mücadelesine ve geçmişte yaptıkları iyi şeylere saygının bir gereğidir. Ama bunca insanın arasından kimler kimler tarafından hatırlanıp anılacak, hangisine önem ve öncelik verilecek ve onların isminin geleceğe taşınması konusunda çaba gösterilecektir?
Tabii ki, insanların yapacağı bu tercihlerde anılmaya değer o iyi insanların doğup yaşadığı ve iyi bir şeyler yaptığı coğrafya, toprak ve kentler bu konuda önde gelecek, bu çerçevede her iyi, başarılı kişi içinde bulunup mücadele ettiği, emek verdiği mekanla ilişkilendirilerek onurlandırılacak, ödüllendirilecektir. Bu durum toplumsal ödüllendirme ve anmanın ortaya çıktığı ilk insan topluluklarından, Eski Yunan’dan ve Roma’dan bu yana hep böyledir, böyle olagelmiştir.
Aksi takdirde insanlar, İzmir‘de doğmuş ya da yaşamış, geçmişte verdiği mücadeleyle kentin tarihi içinde pay sahibi olmuş, ortaya koyduğu eserlerle İzmir‘e, insanlığa ve çevresine yararı dokunmuş Yüzbaşı Şerafettin İzmir, Mimar Necmeddin Emre, Abdülhamit’in İstibdat Dönemi’nde hürriyet şehidi olan ilk gazeteci İzmirli Tevfik Nevzat ve Baha Tevfik gibi değerli bir felsefeci, Prof. Nermin Abadan Unat ve Prof. Dr. Mübeccel Belik Kıray, Prof. Dr. Mübahat Kütükoğlu, Prof. Dr. Zeynep Korkmaz ve Cevriye Artuklu gibi bilim dünyasının “Kadın Amazonları” köşede bekleyip dururken; bu kentle ilgisi olmayan “Tıbbiyeli Hikmet” ya da Mimar Kemaleddin gibi isimleri, sırf onların arkasında duran hatırlı birileri var diye öne çıkarmak, açıkçası yıllardır sırasını bekleyen bu değerlere haksızlık yapmak anlamına gelir…
Hani ne demişler; her ne yaparsa yap, “gerekince, yerinde ve zamanında” yapmak gerekiyor….
Bir kenti avuçlarının içinde hissetmek… Yani onu bilip tanımak, avucunun içinde kavradığın herhangi bir nesne gibi ona dokunmak, ondaki gerilim ve canlılığı hissedip onun kalp atışlarını duymak… İstanbul gibi günün her anında yaşadığını, Ankara ya da İzmir gibi geceleri ya da yaz aylarında gevşeyip uykuya çekildiğini bilmek…
Ben bunu eski zamanlarda ya görerek ya da duyarak, hatta dokunarak yapardım… Ardından da görüp duyduklarımı unutmamaya, içime çektiğim kentin kokusunu hatırlamaya çalışarak onu zihnimde yaşatmaya ve yeniden yaratmaya çalışırdım… Hatta bir yere, bir mekâna ait en iyi görüntünün hafızamda kalanı olduğuna inanıp onun fotoğrafını çekmezdim…
Safranbolu…
İşte o nedenle 1989’da belediyesini denetlediğim Safranbolu‘da dedemin 1930’lu yıllarda posta müdürü olarak görev yaptığı, annem, anneannem ve 2 dayımdan oluşan ailesinin barındığı lojmanı ve alt katında da çevre köylere gidip gelen posta katırlarının ikamet ettiği 3 katlı tarihi yapıyı onca yaşlı Safranbolulu amcanın işe yaramayan sonuçsuz hafızalarına rağmen, aile albümünde defalarca bakıp hafızama kazıdığım fotoğraf sayesinde keşfetmiş, yıllar içinde edindiğim bu görsel hafıza becerisi nedeniyle kendimi kutlayıp övünmüştüm… Çünkü o kent, o fotoğrafı gördüğümden bu yana, oraya daha önce hiç gitmemiş olsam da içimde, en azından avucumun içinde yaşıyordu…
1990’lı yılların Bahçelievler’i…
Bahçelievler…
Bu durum 1994-1997 döneminde İstanbul‘un Bahçelievler Belediyesi‘nde kısa adı KEBİM olan Kent Bilgi İşlem Merkezi projesinin yöneticiliğini yaptığım tarihe kadar devam etmişti. O tarihlerde Devlet İstatistik Enstitüsü (DİE) ve ODTÜ‘de çalışan arkadaşlar sayesinde bir kentin, o kente dair her türlü mekânsal ve sözel bilginin yeni yeni gelişmeye başlayıp öğrenmeye çalıştığım küçücük bir bilgisayar ortamına aktarılabileceğini öğrenmeye başlamıştım. Avrupa‘da, özellikle ABD‘nde oldukça yaygın olan kent bilgi sistemleri henüz ülkemizde bilinmiyor, sadece DİE‘nün Ankara‘daki Devlet mahallesinde uzaydan çekilmiş hava fotoğraflarıyla deneme çalışmaları yaptığını duyuyorduk.
Ayrıca ülkemizdeki tapu kayıtlarıyla imar planları ve gerçek durumu gösteren halihazır haritalar birbiriyle çakışmadığı için bu sorun giderilmediği sürece kent bilgi sistemlerinin hayata geçirilmesi mümkün görülmüyordu. Neyse ki bu büyük engeli, o tarihlerde Bahçelievler belediye başkanlığı görevinde bulunan mimar Saffet Bulut, adeta İskender‘in kördüğümü elindeki kılıçla kesip soruna kökten çözüm bulmasında olduğu gibi, 1990 nüfusu 322.234 olan 16,7 km2 büyüklüğündeki ilçedeki tüm imar planlarını halihazır haritalara göre yeniden hazırlattığında; ayrıca, ilçede faaliyette bulunan 4 ayrı tapu müdürlüğüne bilgisayar sistemi kurup bütün tapu kütüklerini bilgisayar ortamına aktarılmasını sağladığında ve tapudaki bilgisayar sistemi ile belediyedeki bilgisayar sistemi arasında bağlantı (network) kurduğunda tüm Türkiye‘ye örnek olabilecek yeni bir kent bilgi sisteminin altyapısını hazır hale getirmişti.
Bahçelievler saha çalışmasından bir an…
Bunun üzerinde aralarında şehir plancısı sevgili Işık Kutlayan‘ın da bulunduğu 200’e yaklaşık genç insan, her biri ayrı bir belediye büyüklüğündeki 11 mahalledeki bütün cadde ve sokakları dolaşarak kentte yaşayan ya da çalışanlarla ilgili tüm sözel bilgileri toplamış ve bu bilgileri, belediyenin imar müdürlüğündeki dosya bilgileri ile eşleştirerek mekânsal fiziki verilerle sahadan toplanan sözel verileri aynı ortamda birbiri ile ilişkilendirip mukayese ederek doğrulamış, daha sonra bu bilgileri tapu ve muhtarlıklarla kurulan networkler sayesinde devamlı olarak doğrulayıp güncellemeye başlamıştık.
Böylelikle belediye başkanının “kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez” mantığıyla yaptığı büyük harcamaların karşılığını hem tüm vergi mükelleflerinin sayısını 2’ye, 3’e; hatta 4’e katlayarak fazlasıyla çıkarmış, hem de bu sistemin açılış törenine gelen dönemin başbakanı Mesut Yılmaz‘ın Şirinevler mahallesinde oturan akrabalarıyla ilgili sorularını doğru ve eksiksiz bir şekilde yanıtlayarak ondan aldığımız övgülerle projenin ne ölçüde yerinde ve sürdürülebilir olduğunu ortaya koymuştuk.
Bu anlamda çoğu kez karanlıkta yürüyüp binlerde hata yaparak öğrendiğim ya da bilişim teknolojisinin o zamanki kısıtları nedeniyle çaresiz kaldığım bu proje sayesinde bir kenti avuçlarımın içinde hissetmenin rasyonel, mantıki yönlerini keşfetmiş, bu sayede kentin nasıl capcanlı bir varlık olduğunu daha iyi öğrenmiştim.
Daha sonraki İzmirli yıllarımda ise bu çalışmaya çok benzeyen; ama ondan çok daha geride kalan bir çalışmanın saha çalışmalarını yürüttüm. 2007 yılında Avrupa Birliği‘nden sağlanan yardımlar çerçevesinde İzmir Büyükşehir Belediyesi, Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) İzmir Bölge Müdürlüğü ve İçişleri Bakanlığı tarafından yürütülen “İzmir Adrese Dayalı Coğrafi Bilgi SistemiProjesi” çalışmalarının ilk adımı olan Bornova ilçesi pilot projesinde, Ankaralı sahtekâr bir şirket adına saha koordinatörü olarak çalışarak 2007 yılı Ocak-Nisan ayları arasında Bornova‘nın 36 mahallesi ve 12 köyündeki yapı adreslerinin doğrulanarak sokak mobilyalarıyla birlikte bilgisayar ortamına aktarılması gibi basit bir işte sahada çalışan yüzlerce genç insanı koordine etmiştim. Ancak söz konusu şirket yetkililerin imzaladıkları sözleşmeye aykırı davranıp bazı işleri taşeron şirketlere yaptırması, üstüne üstlük İzmir Büyükşehir Belediyesi adına topladığımız verilerin, Bornova Belediyesi‘nin aynı konuda aynı nitelikte ikinci bir ihale açarak işi verdiği İzmirli firmaya ücreti karşılığında aktarıldığını görünce alacaklarımı içeride bırakarak sırf adımı korumak kaygısıyla o işi bırakmak zorunda kalmıştım.
İzmir‘in diğer 29 ilçesinde de yapılacak aynı işe örnek olmak üzere gerçekleştirdiğimiz bu çalışmada her bir mahalledeki yapıların adreslerini Numaralama Yönetmeliği‘ne uygun olarak kontrol edip varsa yanlışlıkları düzeltiyor, bu arada bu iş için hiç de uygun olmayan basit fotoğraf makineleri ile yapıların önüne, binanın boyutlarını belirlemek üzere “karelaj” ismi verilen görselleri koyarak fotoğraflarını çekiyor ve bulvar, cadde, sokak ve meydanlardaki sokak mobilyalarının fotoğraflarıyla birlikte bilgisayar programlarına aktarılmasını sağlıyorduk. O nedenle, İzmir‘de yaptığım bu işin o yerleşimin tapu kayıtları, imar planı ve halihazır haritalarıyla herhangi bir derdi, özellikle de bu verilerin birbirleriyle çakışıp çakışmaması gibi bir sorunu olmadığı için İstanbul‘da yaptığım işin kalitesi yanında oldukça basit olduğu ortaya çıkıyordu.
Dediğim gibi, benim genç arkadaşlarla birlikte yaptığım iş sonucunda derlenip bilgisayar ortamına aktarılan verilerin Bornova Belediyesi‘nin bilgisi dahilinde gizli bir şekilde aynı işi yapan İzmirli firmaya satıldığını öğrenmem üzerine görevimi bırakmak zorunda kalmıştım. Hatta bizzat gidip bu işi örgütleyen Bornova Belediyesi başkan yardımcısını sözlü olarak uyarmama karşın…
İzmir Büyükşehir Belediyesi ilk kez Bornova‘nın 36 mahallesi ile 12 köyünde gerçekleştirdiği bu model çalışmayı daha sonra diğer ilçelere yaymış ve böylelikle uzun zamandır kullandığımız 2 ve 3 Boyutlu İzmir Rehberi isimli uygulamalar karşımıza çıkmış; hatta zaman zaman bu uygulamalardaki eksiklik ve yanlışlıkları İzmir Büyükşehir Belediyesi Coğrafi Bilgi Sistemleri Dairesi Başkanlığı‘ndaki tanıdıklara aktararak yardımcı olmaya çalışmış, konu ile ilgisi olan birçok arkadaş ve dostuma bu uygulamaları tavsiye etmiş, uzun süreler çalışmayan 3 Boyutlu İzmir Rehberi uygulaması için değişik tarihlerde uyarılar yaparak işler hale gelmelerini sağlamaya çalışmıştım.
Bugünlerde ise Tarihi Mekanlar Kişisel Ansiklopedisi‘nin yaratıcısı sevgili dostum Erol Şaşmaz ile birlikte Alsancak Limanı ve İstasyonu arkasındaki Umurbey mahallesinin cadde ve sokaklarını tek tek dolaşarak ve her bir yapıyı fotoğraflayarak envanterini hazırlamaya, bu çalışmada sırasında kültür mirası olarak tescillenmiş olan yapılarla henüz tescillenmemiş olanları belirlemeye; böylelikle, eskilerin “Cerenage” (Kalafat Yeri), “Daragatch (νταραγάτς)”, “Daragatsi (Δαραγάτσι)”, “Darağaç“, İngilizlerin de “Peg’s Hole” (Takoz/Çivi Deliği” adlarıyla andığı ve bugünlerde Umurbey mahallesi adı verilen ve 2023 yılı ADNKS verilerine göre 308 kişilik nüfusa sahip ufak sakin yerleşimin tarihi açıdan oldukça zengin hikayesini yazmaya kadar gidecek uzun bir yolculuğun ilk adımlarını atıyor, daha sonra not ettiğimiz bilgilerle çektiğimiz fotoğrafları bilgisayarımızdaki 2 ve 3 Boyutlu İzmir Rehberleri, Tapu Kadastro Parsel Sorgulama, Google Earth ve Konak Belediyesi E-İmar uygulamalarındaki bilgilerle; ayrıca, Konak ve İzmir Büyükşehir belediyelerinin internet ortamında yayınladıkları imar planı değişikliği raporlarındaki bilgilerle mukayese etmeye, 1905 tarihli Wagner ve Debes, Jacques Pervititch gibi eski haritacı ve kartografların hazırladığı haritalardaki bilgileri bu işe dahil etmeye çalışıyoruz.
Orhan Beşikçi ve Turgay Gülpınar ile Stamatiadis’in un değirmeni önündeyiz…
Bu çalışma sırasında, özellikle de 2 ve 3 Boyutlu İzmirRehberi uygulamalarını incelerken haliyle bu uygulamalarla ilgili hazırlık çalışmalarının yapıldığı 2007, 2013, 2015, 2016, 2018 ve 2020 yıllarında İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nce yanlış ya da eksik yapılmış veya hiç yapılmamış şeylerle karşılaşıyoruz… Ama bu konuda karşılaştığımız tek ve en önemli şey tabii ki, bu harita uygulamalarının hiç birinde İzmir metropolündeki ilçeler dışındaki diğer ilçelerde; örneğin Ödemiş, Bergama, Bayındır ya da Tire‘de bu çalışmalardan tek bir şeyin bulunmayışı, olanlarda ise 2013 sonrasında tek bir gelişmenin olmayışıdır!
Kısacası, İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin İnternet sayfasında yer alan bu 2 ve 3 Boyutlu İzmirRehber uygulamaları aradan 18 yıl geçmiş olmasına karşın bugün itibariyle tüm İzmir‘i kapsamamakta ve kapsayanlarda da 2013 yılından bu yana, yani 12 yıldır tek bir değişikliğin yapılmamış olmasıdır!
Daha doğrusu başında sırasıyla Aziz Kocaoğlu, Tunç Soyer ve Cemil Tugay‘ın bulunduğu İzmir Büyükşehir Belediyesi ile şimdilerde hem belediye encümen üyesi hem de daire başkanı olup “Kıyı Ege Bölgesi’nde Erozyon Risk Modeli Tasarımına Coğrafi Yaklaşım” başlıklı tezi ile doktor unvanını alan ve Cemil Tugay‘ın Karşıyaka belediye başkanı olduğu dönemde aynı belediyenin etüd proje müdürü iken seçimlerin hemen arkasından, 10 Haziran 2024 tarihli meclis kararıyla İzmir Büyükşehir Belediyesi Kent Bilgi Sistemleri Dairesi başkanı olan Gökhan Gündüzoğlu‘ndan ve ekibinden bu eksikliğin giderilmesi suretiyle mevcut adrese dayalı coğrafi bilgi sisteminin, kendi daire başkanlığının adında geçen gerçek bir kent bilgi sistemine dönüştürülmesi konusunda tek bir tık, tek bir gelişme, tek bir proje bulunmamaktadır!
Beklenti, talep ve önerilerim…
Evet, 1994-1997 döneminde İstanbul Bahçelievler Belediyesi‘nde Türkiye‘nin ilk kent bilgi sistemini yaratan resmi ve kurumsal bir projeyi yöneten, 2007 yılında İzmir’de bunun çok ama çok gerisindeki “Bornova Adrese Dayalı Coğrafi Bilgi Sistemi Projesi“nin saha uygulamasını yöneten biri olarak şimdi arkadaş ve dostlarımdan aldığım desteklerle İzmir İli, Konak ilçesinin 113 mahallesinden biri olan 1.716.585,19 m2 büyüklüğündeki Umurbey mahallesinin 4 (Liman, Şehitler, Tariş, İşçiler) caddesi ile 30 sokağındaki toplam 680 yapı ile ilgili temel bilgileri hem sahayı dolaşıp fotoğraflamaya, hem de değişik kaynaklardaki bilgilerle karşılaştırıp doğrulamaya çalışan sade bir yurttaş olarak bu konuda görevli olan Konak ve İzmir Büyükşehir Belediyeleri‘nden beklenti, talep ve önerilerimi şu şekilde özetleyebilirim:
1) Ülkemizdeki tüm kent ve yerleşimlerde önemli bir sorun olarak karşımıza çıkan tapu kaydına esas kadastral pafta, ada ve parsellerle imar planlarındaki pafta, ada ve parsellerin hem kağıt üstünde, hem de sahada birbirleriyle çakışmasının sağlanması,
2) 2007 yılında bulvar, cadde, sokak ve meydanlardaki binaların numaralama mevzuatına uygunluğunu denetlemek amacıyla kısıtlı imkanlar çerçevesinde gerçekleştirilen envanter çalışmasının gerçek bir kent bilgi sistemine dönüştürülmek suretiyle tüm kenti ve ilçelerini kapsayacak şekilde yeniden yapılması,
3) Belediyeler ölçeğinde yapılacak bu çalışmanın Tapu, İZSU, Gediz Elektrik ve mahalle muhtarlıkları düzeyindeki bilgi kaynaklarıyla ilişkilendirilerek zenginleştirilmesi,
4) Bu şekilde derlenen fiziksel mekâna ait bilgilerle aynı mekâna ait sözel bilgilerin 2, 3 ya da 5 yıllık dönemler itibariyle güncellenmesi,
5) Ayrıca İzmir Büyükşehir Belediyesi‘ne ait 2 ve 3 boyutlu İzmir rehberlerinin, gerektiğinde ilçe belediyeleri ile işbirliği içinde kentteki tüm kamu hizmetleriyle (tapu, elektrik, içme suyu, atık su ve yağmur suyu sistemleri, İnternet, kablolu sistemler, yapı envanteri, kültür mirası envanteri vb.) ilgili bilgi ve verileri kapsayacak şekilde bütünleştirilerek geliştirilmesi gerekmektedir.
Yararlanılan kaynaklar
Ünal, L. “İzmir Coğrafi İmar Bilgi Sistemi“, Jeodezi, Jeoinformasyon ve Arazi Yönetimi Dergisi, 2011/2, Özel Sayı, s.77-83.
Bu yazı, 5 Eylül 2016 tarihinde oluşturup o günden bu yana yazdıklarımla hayat vermeye çalıştığım Kent Stratejileri Merkezi isimli kişisel bloğun 1.000nci yazısıdır…
Başlangıçta ben dahil birçok arkadaş ve dostumun istediği konuda yazdığı her yazıyı, resim ya da videoyu serbestçe paylaştığı bir kürsü olarak tasarladığım blog, -ne yazık ki- zaman içinde sadece benim yazdığım, zaman zaman da dostlarımın katkıda bulundukları bir platforma dönüştü.
Oluşturulduğu günden bu yana 325 abone ile toplam 607.496 kez okunan bu 999 yazı, haliyle kente dair her konuyla ilgiliydi…. Kamu yönetimi, yerel yönetimler, kent konseyleri, siyaset, yerel siyaset, seçimler, çevre, ekoloji, sivil toplum, kültür, sanat, kent ve çevre boyutlu toplumsal mücadeleler, basın, medya vb. vb.
Bu bağlamda, 8 yıl 6 ay 12 gündür yayında olan bu blogda 954 yazı ile en fazla yazı yazan benim dışımda 17 arkadaşımın (Seniye Nazik Işık 6, Salim Çetin 5, Mihriban Yanık 4, Levent Tuna 4, Hakan Kazım Taşkıran 4, Göker Yarkın Yaraşlı 4, Ertuğrul Barka 3, Çağrı Guruşçu 3, Aslı Menekşe Odabaş Kırar 2, Nurşin Altunay 2, Burcu Taner 2, Tanzer Kantık 2, Dr. Serdar Kesken 1, Güven Eken 1, Nizamettin Muhtar Karaca 1, Ruşen Keleş 1, Süleyman Gençel 1) toplam 46 yazısı yayınlanmış durumda…
Bugün ise, bloğa katkıda bulunan bu isimler dışındaki üç ayrı dostumla söz konusu bloğun 9 Eylül 2016 tarihli ikinci yazısını kaleme alan gazeteci dostum Süleyman Gençel‘in, başta İzmir olmak üzere İzmir’i çevreleyen diğer kentlerle başta Ankara, İstanbul ve hatta mesafe yönünden bizlere uzak düşen Edirne gibi yerleşimlerde olup bitenleri izleyip iyi yönetim ve kamunun; yani, toplumun yararı doğrultusunda politika, strateji, taktik ve uygulamalar geliştirip önermeyi amaçlayan Kent Stratejileri Merkezi‘nin bu 8,5 yıllık macerası hakkında görüşlerini sizlerle paylaşmak istiyorum:
Süleyman Gençel (Gazeteci): “Ali Rıza “senden bir paragraflık yazı istiyorum” dedi. “Ne yazabilirim, kendisini mi, kent stratejileri adlı bloğunu mu” diye düşündüğümde “Aslında onu kıskandığımı dile getirsem daha iyi olur” dedim kendi kendime. Evet, herkesin bildiği beynelmilel bir tembel olarak adamı kıskanıyorum. Bu kadar disiplinli, çalışkan birini bugünlerde bulmak zor. Bir konu üzerine bir şey istiyorsun, tarihsel arka planı da dahil olmak üzere tüm dokümanı eline tutuşturuyor hem de kaşla göz arasında. Ne zaman okudun, ne zaman kaynakların tamamına ulaştın, ne zaman kaleme aldın. Anlaşılır gibi değil. Çalışkanlık bir yana kentin hafızası olmak gibi önemli bir misyonu da üstleniyor. Üstelik İzmirli de değil. 35 yıl önce geldiği kenti belleğini yaşatmak bir sonraki jenerasyona tanıtmak için gecesini gündüzüne katıyor. Bunun için maddi bir beklentisi de yok. Hatta bu konuda öneride bulunanları “para verirlerse istediğim gibi eleştiremem” diyerek reddediyor. Nevi şahsına münhasır dedikleri kimdir sorusuna verilecek en iyi yanıttır Ali Rıza. A3haber katkılarının paha biçilmez olduğunu söylememe gerek yoktur sanırım. İyi ki var hayatımızda.“
Orhan Beşikçi (Yazar, Kent Gözlemcisi): “Çöküntü alanı ilan edilmiş dezavantajlı mahallere yapılan hizmet eksikliği, çevre kirliliği, yeşil alanların yok oluşu, ulaşım ve altyapı ve diğer sorunların ortadan kaldırılmasıyla kentler yaşanılır hale gelebilir. Kentsel gelişimin önündeki engellerin kalkması şüphesiz ki kenti tanımaktan, içselleştirip sorumluluk almaktan geçer. Kurulduğu günden itibaren farklı birikim ve disiplinleri buluşturup, yeni fikirlerle dayanışma içinde olan “Kent Stratejileri Merkezi’nin” çözüm odaklı çalışmaları, kentte ilgiyle takip edilen konu başlıklarını içermektedir. Gelecek nesillere sorunsuz yaşam alanları bırakmak için verilen mücadelelerde yer alan, somut-soyut mirasla ilgili önerilerde bulunup eleştiriler yapan, yoksulluğa, yoksunluğa ışık olacak projeler üreten “Kent Stratejileri Merkezi’nin bundan sonraki çalışmalarında üreteceği projeler şüphesiz ki kentin ve kentte yaşayanların lehine olacaktır.“
Benim gibi bazı insanların kenti yönetenlerin ve yöntemleri hakkında pek bilgisi yoktur. Kent için bir şeyler yapmak, fayda yaratmak farklı bir konu olsa da benim belediyelerin icraatları konusunda yüzeysel bilgiye ulaşma sıkıntım vardı.
Bu açıklarımı Kent Stratejileri Merkezi grup sayfasından gidermeye başladım.
Kentin kültürel ve tarihi değerleri konusunda ilgili biri olarak, aksayan, düzeltilmesi gereken konuları hangi etkin departmanlar ve yöntemlerle gidereceğimi Kent Stratejileri sayfalarından faydalandım.
Tabii bu sayfanın moderatörü sayın Ali Rıza Avcan dostumun eğitimi, bilgi birikimi ile sorunları yorumlaması ve çözüm önerileri benim ve benim gibi olanlar için bir nimet olmuştur.
Selam ve sevgiler…..“
Serdar Öztürk (Gazeteci, Yazar): “Kent Stratejileri yayınlandığından bu yana kentleşme, sürdürülebilir kalkınma ve halkla birlikte yönetilebilir şehirler gibi konularda önemli analizler ve içerikler sunarak kentsel gelişime katkı sağladı. Yıllar içinde şehir planlamasından yerel yönetim politikalarına kadar geniş bir perspektifte değerli bilgiler paylaşarak, kentlerin daha yaşanabilir ve yenilikçi hale gelmesine yönelik farkındalık oluşturdu. Bundan sonra da şehirlerin geleceğine dair sağladığı bilgi ve ilham için Kent Stratejileri ekibinin üzerine düşeni yapacağına inancım tamdır.“
Türk Ticaret Kanunu, Bankacılık Kanunu ve Elektronik Haberleşme Kanunu gibi yasal mevzuatta adı geçen “ticari sır” kavramı, Yargıtay 23. Hukuk Dairesi’nin 21.10.2019 tarihli ve 2016/6958 E., 2019/4349 K. sayılı kararında şu şekilde tanımlanır:
“Ticari sır; gerçek ya da tüzel kişi tacire, rakiplerine karşı ekonomik anlamda menfaat sağlayan, sır olarak saklanan ve gizli kalması için gerekli önlemlerin sahibi tarafından alındığı bilgi olarak tanımlanır. Yine haksız rekabet ilkeleri de göz önünde bulundurularak bir başka tanım olarak ticari sır; “Tacirin ticari faaliyetleri esnasında kullandığı, aynı olanağa sahip olmayan veya kullanamayan rakiplerine karşı kendisi için avantaj teşkil eden herhangi bir formül, düzen, model vs. toplam bilgiler şeklinde” tanımlanabilir.”
Türk Ceza Kanunu’nun “Ticari sır, bankacılık sırrı veya müşteri sırrı niteliğindeki bilgi veya belgelerin açıklanması suçu” başlıklı 239. maddesine göre;
(1) Sıfat veya görevi, meslek veya sanatı gereği vakıf olduğu ticari sır, bankacılık sırrı veya müşteri sırrı niteliğindeki bilgi veya belgeleri yetkisiz kişilere veren veya ifşa eden kişi, şikayet üzerine, bir yıldan üç yıla kadar hapis ve beşbin güne kadar adlî para cezası ile cezalandırılır. Bu bilgi veya belgelerin, hukuka aykırı yolla elde eden kişiler tarafından yetkisiz kişilere verilmesi veya ifşa edilmesi halinde de bu fıkraya göre cezaya hükmolunur.
(2) Birinci fıkra hükümleri, fenni keşif ve buluşları veya sınai uygulamaya ilişkin bilgiler hakkında da uygulanır.
(3) Bu sırlar, Türkiye’de oturmayan bir yabancıya veya onun memurlarına açıklandığı takdirde, faile verilecek ceza üçte biri oranında artırılır. Bu halde şikayet koşulu aranmaz.
(4) Cebir veya tehdit kullanarak bir kimseyi bu madde kapsamına giren bilgi veya belgeleri açıklamaya mecbur kılan kişi, üç yıldan yedi yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılır.
Kapitalizmin varlık nedeni olan şirketlerin ticari sırlarıyla bankaların sırları ya da onlarla işlem yapan müşterilere ait bilgi ve belgelerin kamuoyuna açıklanması işte böylesine ağır cezalarla cezalandırılır ki, şirketlerle bankalar ve onların müşterilerin yaptıkları şeyler ortaya çıkmasın, saklanıp gizlensin, sömürünün kaynağı ortaya çıkmasın istenir.
İşte o nedenle bütün şirket ve bankalar, kendilerine tanınmış bu hakkı genişleterek sonuna kadar kullanırlar ve ne yapıyorlarsa; adeta her şeyi ticari ya da banka sırrı kapsamına sokup size bilgi vermezler. Bu imtiyaza tabii ki, belediye hizmetlerinin özelleştirilmesi sayesinde karşımıza çıkan ve yaptıkları sınırsız yolsuzluk ve usulsüzlük nedeniyle gerçek bir kara kuyu olan belediye şirketleri de dahildir. Böylelikle kapitalizm, belediye şirketleri dahil şirketler ve bankalar eliyle yapılan her türlü kötülüğü halkın gözünden, bilgisinden saklar, gizler ve onları kapitalizmin kurtarıcıları olarak takdim edip korur.
Şayet 4982 sayılı Bilgi Edinme Hakkı Kanunu‘nun size verdiği yetkiler sayesinde belediye şirketlerinden kârları, zararları, bilançoları ve çalıştırdıkları personel sayısı gibi konularda bilgi isterseniz, hemen hepsi bu bilgilerin “ticari sır” kapsamına girdiğinden dem vurarak bilgi vermezler. Bu duruma İZDENİZ, İZULAŞ, İZBAN, İzmir Metro gibi piyasada ticari anlamda rakibi dahi olmayan, bu nedenle de öğrenilecek bilgi ve belgeleri alıp kullanacak başka bir şirketin olmadığı durumlarda bile İZDENİZ‘in ne miktar zarar ettiği, İzmir Metro yönetim kurulu üyelerine ne miktarda huzur hakkı ödendiği, İZENERJİ‘de kaç kişinin çalıştığı “bütün bunlar ticari sırdır” denilerek size söylenmez, kamuoyunun bilgi ve denetiminden titizlikle kaçırılır.
Neyse ki, Sayıştay var….
Evet, neyse ki Sayıştay var ve Sayıştay, devletin en yüksek hesap mahkemesi olarak iyi bu belediye şirketlerinin bazılarını denetleyip “ticari sır” gerekçesiyle halktan kaçırılan bilgileri kendi İnternet sayfasıyla açıklayıp kamuoyuna açıklıyor. Böylelikle kamu kaynaklarıyla kurulan belediye şirketlerinin neler yapıp eylediklerini, nasıl suç işlediklerini, yolsuzlukları ne şekilde hayata geçirdiklerini devletin en yüksek hesap mahkemesi sayesinde öğreniyor, haberdar oluyor, böylelikle Türk Ceza Kanunu’nun 239. maddesinde yazılı olan cezaları almaktan kurtuluyoruz. Aksi takdirde hepimize ajan ya da yabancı devletlerin muhbiri demeleri o kadar kolay ki… Son yıllarda cemaatlerin eline geçmiş olsa da; şimdilik, iyi ki Sayıştay var diyoruz ve o da olmasa, inanın hiç bir şeyden haberimiz olmayacak, ödediğimiz vergilerle kurulan belediye şirketlerinin nasıl bir pislik içinde yüzdüklerini öğrenemeyeceğiz. Hem de “hak, hukuk, adalet” diyen CHP‘li belediyelerinin kurdukları şirketlerin yaptıklarını…
Şimdi gelelim bu yazının yazılış nedenini oluşturan İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin şirketi İZENERJİ A.Ş. ile ilgili 2023 yılı Sayıştay Denetim Raporu’nda yazılı olanlara; yani, ortaya saçılan o çok önemli ve gizli olan ticari sırların neler olduğuna….
73 asıl,14 ek olmak üzere toplam 87 sayfadan oluşan 2023 yılı Sayıştay Denetim Raporu’nun tarihi Kasım 2024.
Tam adı İzenerji İnsan Kaynakları Temizlik Bakım ve Organizasyon Enerji Yayıncılık Reklam Turizm Sanayi ve Ticaret Anonim Şirketi olan şirketin kaynağı, 1992 yılında kurulan İzmir Büyükşehir Belediyesi Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ticaret ve Sanayi Anonim Şirketi‘ne kadar dayanmakta olup 11 Ocak 2022 tarih, 5463 sayılı Türkiye Ticaret Sicili Gazetesi‘nde yayınlanan ilamla bugünkü adına sahip olmuş ve o günden bu yana aynı gazetede yayınlanan toplam 90 adet ilamla adeta bir yayıncılık şirketi olmaktan çıkarak İzmir Büyükşehir Belediyesi‘ne işçi temin eden taşeron bir şirkete dönmüş durumda.
Şirketin güncel sermayesi 267.150.000.- TL olup; bunun % 39,4632’si İzmir Büyükşehir Belediyesi‘ne, % 51,8288’i İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin şirketleri İZELMAN‘a, % 6,2328’i İZFAŞ‘a, geriye kalan % 2,4752’si de İZBETON‘a ait.
Şirket ayrıca İZELMAN A.Ş. sermayesine % 3,5378, İzmir Jeotermal A.Ş. sermayesine % 50, İzelman-İzenerji Adi Ortaklığı sermayesine % 10, Tetusa A.Ş. sermayesine % 75,68, İztarım A.Ş. sermayesine % 3,0903, İzetaş sermayesine % 100, İzmir Arıtma Teknolojileri A.Ş. sermayesine % 50, İzgüneş A.Ş. sermayesine % 49 oranında sahip durumda.
Kısacası şirketin kendi öz sermayesine diğer belediye şirketlerinin, kendisinin de diğer belediye şirketlerinin sermayelerine ortak olması suretiyle şirketler; özellikle de, holding şirketleri arasındaki paslaşmalara, bu paslaşmaların yarattığı yolsuzluklara açık karmakarışık bir yapı oluşturulmuş durumda.
İZENERJİ’yi bu duruma düşüren yönetim kurulu kimlerden oluşmaktadır?
İZENERJİ‘nin denetime konu olan 2023 yılındaki yönetim kurulu başkanı profesyonel yönetici olarak birçok kurum ve pozisyonda çalışmış gemi inşaatı ve makinaları mühendisi Ercan Türkoğlu, yönetim kurulu başkan vekili TMMOB Jeoloji Mühendisleri Odası İzmir Şubesi Başkanı iken su işlerinden anladığı gerekçesiyle belediye başkan danışmanı yapılan Alim Murathan, yönetim kurulu üyeleri ise Enerji Sanayici ve İş İnsanları Derneği (ENSİA) Başkanı Alper Kalaycı, polis akademisi mezunu olup uzun yıllar yurtdışında görev yapan Yusuf İncili, İZBB iZSU Bilgi İşlem Dairesi Başkanı Nefise Meltem Turgut, İZBB Emlak Yönetimi Dairesi Başkanı Haluk Karabulut, İZBB İmar ve Şehircilik Dairesi Başkanı Yağmur Han Şenel, Seferihisar Jeotermal A.Ş. genel müdürü Tayfun İlhan, İZBB 1. Hukuk Müşaviri avukat Figen Seyis, Dolfen İnşaat ve Danışmanlık şirketinin sahibi olup kent konseyleri, inşaat mühendisliği gibi birçok alanda değişik unvanları bulunan ve halen İzmir Büyükşehir Belediyesi şirketi İZDENİZ‘de yönetim kurulu başkanlığı görevini yapan Işıkhan Gülerile televizyonlarda sık sık karşımıza çıkan siyasal iletişim uzmanı Gülfem Saydan Sanver‘dir.
2023 yılı itibariyle 11 kişiden oluşan bu ekibin sayısı yeni belediye başkanı Cemil Tugay döneminde 5’e indirilmekle birlikte belediye ve İZSU bürokratı olan Figen Seyis ve Nefise Meltem Turgut ile kendisini daha çok kent konseyi çalışmalarından tanıdığımız Konak Belediye Meclisi üyesi Hamit Mumcu halen bu beş kişilik kadro içinde yer almakta olup; şirketin yönetim kurulu başkanı olarak görevlendirilen makine mühendisi Erhan Uzunoğlu ile Cemil Tugay‘ın Karşıyaka‘dan getirip yönetim kurulu başkan vekili koltuğuna oturttuğu Saadet Çağlın‘a teslim edilmiş gibi gözükmektedir. Nitekim Saadet Çağlın yakın zamanda kendi kişisel sosyal medya hesaplarından yaptığı yurtdışı seyahatler ve diğer çalışmaları hakkında paylaşımlar yaparak diğer yönetim kurulu üyelerinden farklı bir çizgiyi izlemeye başlamıştır.
Şirketin 2023 yılında da genel müdürü olan Dilek Yaylalar Aras ise halen bu görevini sürdürmektedir.
Tabii ki böylesi bir yapının doğal sonucu olarak elimizdeki Sayıştay Denetim Raporu verilerine göre 216.700.000.- TL. sermayeye sahip şirket 2021 yılında 81.173.787,66 TL, 2022 yılında da 87.051.043,82 TL. net kâr elde ederken, belediye başkanının son hizmet yılı olan 2023’de adeta bu iki yılın kârını alıp götürürcesine net 165.687.695,13 TL. tutarında zarar etmiş.
Gelelim Sayıştay denetçisinin bulduğu önemli bulgulara; yani normal koşullarda bizlerden saklanan önemli ticari sırlara… Ancak baştan söylememiz gerekir ki, yazacağımız her bilgi şirkete ait ticari sırların kapsamına girmeyip, Anayasa’ya göre Türkiye Cumhuriyeti’nin en yüksek hesap mahkemesi olan Sayıştay Başkanlığı‘nın resmi İnternet sitesinde kamuoyuna açık bir şekilde açıkladığı 2023 Yılı Sayıştay Denetim Raporu’nda yazılı olan bilgilerdir.
İZENERJİ A.Ş.‘nin 2023 yılı denetiminde Sayıştay denetçisince tespit edilen hususlar:
🔺Şirketin 31.12.2023 tarihi itibariyle tahsil edilmeyip vade farkı hesaplanmamış toplam 1.969.493.356,44 TL alacağı bulunmaktadır ve sermayesinin dokuz katı büyüklüğündeki bu alacağın büyük bir kısmı İzmir Büyükşehir Belediyesi ile şirketlerine aittir.
🔺Şirketle diğer belediye şirketleri arasında hiçbir hukuki dayanağı olmadığı halde işçi geçişleri yapılmakta; böylelikle işçilerin ileride büyük hukuki sorunlarla karşılaşmasının kapısı açılmaktadır.
🔺Şirkette “kapsam dışı” adı altında çalıştırılan sendikasız işçilerin ücretlerine yönetim kurulu kararı ile farklı oranlarda zam uygulanarak bir kısım işçiye ayrıcalık yapılmaktadır.
🔺2023 Sayıştay Denetim Raporu’na eklenen yukarıdaki tabloya göre, İzmir Büyükşehir Belediyesi ve belediyeye bağlı İZSU ve ESHOT genel müdürlükleriyle 10 belediye şirketine 2021, 2022 ve 2023 yıllarında alınan güvenlik görevlisi sayısı toplam olarak 2.681’i bulmaktadır.
🔺2023 Sayıştay Denetim Raporu’na eklenen yukarıdaki tabloya göre, İZENERJİ şirketiyle bu şirket üzerinden İzmir Büyükşehir Belediyesi ve belediyeye bağlı ESHOT ve İZSU genel müdürlüklerinde; ayrıca 10 belediye şirketinde son 3 yılda çalışanların ortalama sayısı 2021 yılı itibariyle 10.338’i, 2022 itibariyle 10.583’ü, 2023 yılı itibariyle 11.520’yi bulmaktadır.
🔺Şirketin yönetim kurulunda İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin 1. Hukuk Müşaviri avukat Figen Seyis görevli olduğu halde, 31.12.2023 tarihi itibariyle tespit edilen 839.335.780,47 TL’lık vergi borcu ile 1.408.694.278,76 TL’lık gecikmiş sosyal güvenlik prim borcu nedeniyle şirketi zarara uğratacak şekilde 20.910.912,34 TL tutarında gecikme zammının ödendiği ve bu kamu zararının gecikmeye sebep olanlara tazmin ettirilmediği belirlenmiştir.
🔺Belediyeler ve belediye şirketleri, mevcut mevzuat düzenlemelerine göre ancak Cumhurbaşkanlığı‘nın onayı ile şirket kurabilecekleri halde; şirket yönetim kurulunun 2021, 2022 ve 2023 yıllarında aldığı kararlarla 2.000.000.- TL sermayeli İZETAŞ A.Ş., 1.000.000.- TL sermayeli İzmir Arıtma Teknolojileri A.Ş. ve 1.000.000.- TL sermayeli İZGÜNEŞ A.Ş. şirketlerinin kurulduğu, bu şirketlerden tümünün yönetimine İZENERJİ adına İZENERJİ yönetim kurulu başkanı Ali Ercan Türkoğlu‘nun, İZETAŞ şirketinin yönetimine de İZENERJİ yönetim kurulu üyesi Yusuf İncili‘nin getirildiği ve bu şirketler kurulur kurulmaz sermayesinin çok çok üstünde krediler alıp zarar etmeye başladığı; örneğin, 2.000.000.- TL sermayeli İZETAŞ A.Ş.‘nin 2022 yılı net zararının 30.892.290,50 TL’ye, 2023 yılı net zararının da 64.160.090,19 TL’ya ulaştığı görülmektedir.
🔺Şirket faaliyetleri ile ilgisi olmayan ya da kamu kurum ve kuruluşları tarafından kendisine görev verilmeyen hususlarda büyük miktarlarda harcamalar yapılması; örneğin, yönetim kuruluna bağlı olmak üzere kurulan bir birime herhangi bir görev verilmediği halde 4.955.698,67 tutarında gereksiz ödeme yapılması örneğinde olduğu gibi, şirket yönetim kurulu üyelerinin kamu kaynaklarını doğru, yerinde ve etkili kullanma görevini, 6102 sayılı Ticaret Kanunu’nda tarif edildiği şekilde yerine getirmeyip kamu kaynaklarının israfına neden olduğu belirlenmiştir.
🔺İZENERJİ şirketini denetleyecek Sun Bağımsız Denetim YMM A.Ş. (PKF İzmir)‘nin herhangi bir ihale işlemine başvurmaksızın belirlendiği ve bu şirkete yapılacak ödemelerle hukuk müşavirliği ödemelerinin, sözleşmelerinde yazılı olmamasına rağmen sözleşme süresi içinde arttırıldığı tespit edilmiştir.
🔺Şirketin yönetim kurulunda İzmir Büyükşehir Belediyesi Emlak Yönetimi Dairesi Başkanı Haluk Karabulut ile 1. Hukuk Müşaviri avukat Figen Seyis görev yapıyor olmasına karşın; şirketin gayrimenkul satın almasına yönelik müteahhitlerle yaptığı protokol ve satış sözleşmelerinde yer almamasına rağmen müteahhitlere şirket zararına ödemeler yapıldığı belirlenmiş.
🔺Şirketin İZSU (İzmir Su ve Kanalizasyon İdaresi Genel Müdürlüğü) gibi başka kurumların görev ve yetki alanına giren konularda faaliyet göstererek harcama yaptığı belirlenmiş.
🔺Şirket, finansal sıkıntılar içinde olmasına rağmen reklam ve tanıtım için 3.000.000.-TL bedelli reklam anlaşması yaparak ödemesini gerçekleştirmiş; ayrıca, Konak, Umurbey mahallesinde kiraladığı bir depoyu bedelsiz olarak İzmir Büyükşehir Belediyesi‘ne tahsis etmiştir.
🔺Yönetim kurulu üyelerine 2023 yılında ödenecek aylık net 7.500.- lira tutarındaki huzur hakkı ile murahhas aza ücretleri, 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu‘nun hükümlerine göre şirketin genel kurulu yerine yönetim kurulu tarafından belirlenmiş ve bütün yönetim kurulu üyelerinin murahhas aza olması mümkün olmadığı halde tüm üyeler murahhas aza yapılarak 2023 yılı içinde bunların bir kısmına daha yüksek, geri kalanlara ise daha düşük ücret ödemesi yapıldığı belirlenmiş olup; yapılan ödemelerin tutarı, Sayıştay Denetim Raporu’nda da yer alan aşağıdaki tabloda gösterilmiştir:
Sonuç olarak;
Karşımızda kendisine sermaye, kredi ya da başka adlar altında verilen kamu kaynaklarını hesapsız kitapsız kullanması nedeniyle tüm mali yeteneklerini yitirmiş bir belediye şirketi var ve normal zamanda istesek öğrenemeyeceğimiz bu acı bilgileri, devletin en yüksek hesap mahkemesi olan Sayıştay sayesinde öğreniyoruz. Hem de AKP‘nin siyasi ve tarikat kadroları tarafından işgal edilmiş olan Sayıştay sayesinde…
Vedat Milör‘den “gizli reklamcı” çıkaran AKP’li Ticaret Bakanlığı, belediye harcamalarını da “ticari sır” kapsamına sokarak belediyeleri “ticarethane “olarak kabul etmeye başlamış bile! Belli olmaz yarın öbür gün belediyeleri de “ticarethanedir” diyerek Ticaret Bakanlığı‘na bağlayabilirler….
İşte o nedenle, bu sorunun acı bir ilacı olarak;
İZENERJİ‘nin ve onun benzeri İZTARIM, İZBETON, İZDOĞA gibi diğer “batık” belediye şirketlerinin bundan böyle aldıkları bütün karar ve hesaplarıyla, yaptıkları ya da yapamadıkları uygulamalarla şeffaf bir şekilde karşımıza çıkmasını, muhasebe kayıtlarının bu işi şirketlerden aldığı para karşılığı yapan loca üyesi yakın arkadaşlar yerine bu işin ticaretini yapmayan ombudsman niteliğindeki bağımsız kurullar ya da en iyisi, yaptığı işi ciddiye alan belediye meclisi denetim komisyonları tarafından denetlenmesini, yönetim kurullarının “sınıf arkadaşları“, “sınıf arkadaşının eşi“, “Malatyalı Veli Ağbaba’nın adamı“, “genel merkezin gönderdikleri” ya da şimdilerde moda olduğu üzre “İmamoğlu’nun görevlendirdikleri” gibi İzmir‘i tanımayan işten anlamazlarla ya da “profesyonel yönetici” adı altında şirketlerin içini boşaltma konusunda becerikli insanlarla doldurulmamasını; ayrıca, bu şekilde kamu kaynaklarını israf edenlerden hesap sorularak zararların tazmin ettirilmesini istiyor, bunu “kent hakkı“nın doğal bir parçası olarak talep ediyoruz.
Uzunca bir süredir, sevgili hocam Prof. Dr. Nermin Abadan-Unat‘ın eserlerine rahatlıkla ulaşmanızı sağlamak amacıyla hazırladığımız dijital kütüphane, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü‘nde, tam da onun omuz verdiği kadın mücadelesinin önemli bir gününde hizmet vermeye başladı. O nedenle bundan böyle onun tüm kitap, makale, bildiri ve röportajlarıyla diğer bilgilerine ihtiyaç duyduğunuzda, Mülkiyeliler Birliği Genel Merkezi‘ne ait İnternet sayfasındaki nerminabadanunat.mulkiye.org.tr adresinden ulaşabileceksiniz.
Bugün sizinle burada, bu çalışmanın bir sonucu olarak içine duygu ve düşüncelerimi de katarak hazırladığım sunuş ve teşekkür yazımı paylaşmak istiyorum:
Prof. Dr. Nermin Abadan-Unat ve bilimsel bilgiye erişim hakkı
O benim ikinci annem ya da annemin öz kardeşi gibiydi… Annem 1920 doğumluydu, Nermin Hocam ise 1921 doğumlu… Annem 94’ü aşamadı, Nermin Hocam ise tüm mücadele azmi ve direnci ile yola devam ediyor… Yaşamları boyunca birbirlerini hiç görmeseler de iyi bir telefon arkadaşıydılar… Okuldan ya da başka bir yerden döndüğümde; annem hep “hocan seni aradı, arayacakmışsın” der, ardından da selam söylememi isterdi…
Eğitim yaşamım boyunca bana çok büyük fırsatlar verdi, onun yönlendirmesiyle alanında ülkemizdeki ilk çalışma olan “çocuğun politik sosyalizasyonu” araştırmasını yaptım, keskin yıllarımda onun sayesinde “Amerikan sosyolojisi” dediğimiz yaklaşımı, kamuoyu araştırmasının nasıl yapılacağını, sosyal bilimler alanında yazılan her sözcüğün sonuna “dır” ya da “dir” diye bir ekleme yapılamayacağını ondan öğrendim. Onun sayesinde Prof. Dr. İnci San’ı ve ODTÜ Bilgisayar Bölümü Başkanı Necdet Bulut’u, asıl önemlisi ablası Martha ile yakın arkadaşı Prof. Dr. Mübeccel Belik Kıray’ı tanıdım. İzmir’e yerleştiğim ilk yıllarda herkesin gözünün içine baka baka, benim nesli tükenmiş bir öğrencisi olduğumu söyleyişini hiç unutmuyor ve hep onun bu iltifatı ile onurlanıyorum. Ama diğer yandan da sırf öğretmek ve doğru yoldan gitmemi sağlamak amacıyla siyasi olarak tasvip etmediği bir dergiye yazı yazdım diye o dergiyi yüzüme fırlattığına ve azarlarına da tanık olduğumu hatırlıyorum.
1996 yılında kendi yaşam öyküsünü anlattığı Kum Saatini İzlerken’i yazdığında kendisine hep “Hocam, burada yazdıklarınızı niye bize öğrenciyken anlatmadınız, niye biz bunları sonradan öğrendik?” diye sorup durmuştum… O öykünün bir sinema filmi, TV dizisi ya da belgesel olması için birçok sinemacı, televizyoncu ve belgeselci arkadaşımla konuşup onları ikna etmeye çalışmıştım.
Çünkü ona borçluydum ve beni ben yapan bu vefa borcunun bir kısmını ödemek, ona olan saygımı bir parça olsun ifade edebilmek; ayrıca, tüm yaşamı boyunca ürettiği tüm bilgi, belge ve kayıtlara herkesin, özellikle de gençlerin kolaylıkla ulaşabilmesi sağlamak amacıyla, geçtiğimiz yıllarda Mülkiyeliler Birliği Genel Merkez yönetimindeki arkadaş ve kardeşlerime öneride bulunarak böylesi bu çalışmada gönüllü olarak görev alacağımı dile getirdim. Bu önerinin büyük bir heyecanla kabul edilmesi üzerine, Hocam Prof. Dr. Nermin Abadan Unat’ın tüm bibliyografyasını hazırlayıp bir hafta süreyle onun kütüphanesinde çalışarak dijital arşivde yer alacak kitap, dergi, makale, bildiri, yazı gibi belgelerle görselleri belirlemeye çalıştım. Ardından da bu belgeleri gayet güzel bir şekilde tarayıp bilgisayar ortamına geçiren dostlarım, arkadaşlarım ve öğrenci kardeşlerim sayesinde bugün bilgisayar ekranınızda karşı karşıya olduğunuz bu güzel bilgi kaynağına kavuştunuz.
İşte o nedenle, demokratik bir insan hakkı olarak kabul ettiğimiz bilgi edinme ve bilgiye erişim hakkının yaşama geçmesi konusunda bana yardımcı olup evinde ağırlayan; üstüne üstlük benimle memleketim Şile’ye gelip baba evimi ziyaret eden başta sevgili hocam Prof. Dr. Nermin Abadan Unat’a, bir kardeş olarak gördüğüm ve tüm çalışma boyunca bizi yüreklendiren oğlu sevgili kardeşim Mustafa Kemal Abadan’a, uzun yıllar kendisine yüce gönüllülükle asistanlık yapıp bana birçok konuda yardımcı olan sevgili dostum Ayla Yüksel’e, engin bir gönüllülük çerçevesinde binlerce sayfa tutan taramaları büyük bir titizlikle yapan dostlarım Hatice Sınar ile Hasan Öztürk’e, bu çalışma süresince bana yardımcı olan sevgili Mete Hüsünbeyi ile projenin basın danışmanlığını üstlenen kadim dostum gazeteci Tuğrul Eryılmaz’a ve tüm çalışma boyunca büyük bir anlayış ve sabırla bana dert ortağı olup birlikte çalışmaktan haz aldığım Doçent Dr. Elçin Aktoprak’a ve başta Birlik Başkanı Fuat Şen olmak üzere Mülkiyeliler Birliği Genel Merkezi Yönetim Kurulu üyelerine, tüm çalışmaları bizim ayağımıza getiren web sayfasının tasarım, hazırlık ve uygulamasında payı olan tüm emekçilere teşekkürü bir borç bilirim…
Tabii ki bütün bu güzelliklerin, “İzmir’in Bilim Amazonu” olarak nitelediğim sevgili Hocam Nermin Abadan Unat sayesinde, onun zorlu mücadelesi sonucunda önümüzde açılan yollar sayesinde gerçekleştiğini bilerek, bilincinde olarak…
Bizde; yani, ülkemizde yerel yönetim sisteminin en altındaki en küçük yerel yönetim birimi mahalle ve köy muhtarlıklarıdır. İçişleri Bakanlığı‘nın son verilerine göre (1), muhtarlıkların ülke genelindeki toplam sayısı 50.520 olup; bunun 32.273 (%59,93)’ü mahalle, 18.247 (%40,07)’si köy muhtarlıklarıdır. (1)
Yerel yönetimlerin en küçük birimi olan mahalle ve köy muhtarlıkları coğrafi yerleşim itibariyle; İstanbul, Ankara ve İzmir gibi ülkenin gelişmiş bölge ve illerindeki refahtan pay alırken, Hakkari, Van, Ardahan ve Kars gibi fazla gelişmemiş ya da gelişmekte olan bölge, il ve ilçeler ise içinde bulundukları bölge ya da illerin refahı yerine “makûs talihi“nden pay alarak aynı ülke içinde sanki iki ayrı ülke varmış gibi birbirinden çok farklı iki ayrı kaderi paylaşmaktadır.
Peki, bir ülke, bölge, il ya da ilçenin gelişmişliğini belirlemek amacıyla kullanılan temel değişkenler nelerdir? Biz hangi değişkenlere bakarak o yerleşimin geliştiğini ya da gelişmediğini söyleyebiliriz?
Bu konuda her ülkeye, bölgeye, il ve ilçeye göre, oranın özgün niteliklerine bazı değişkenler olmakla birlikte genellikle kullanılan değişkenleri şu şekilde sıralayabiliriz:
+ Demografik değişkenler; yerleşik nüfusun ülke içindeki payı, nüfus yoğunluğu, net göç hızı, şehirleşme oranı, toplam doğurganlık oranı, ortalama ilk evlenme yaşı, kaba boşanma hızı…
+ İstihdam ve sosyal güvenlik değişkenleri; çalışma çağındaki nüfus içindeki payı, ortalama günlük kazanç, imalat sanayi ile hizmetler sektörü işyerlerinin ülke içindeki payı, işsizlik oranı…
+ Eğitim değişkenleri; okul ve derslik sayıları, özel okulların kamu okullarına oranı, üniversite, yüksek lisans ve doktora mezunu sayısı, toplam öğrenci sayısı…
+ Sağlık değişkenleri; bebek ölüm hızı, şahıs başına düşen hekim, diş hekimi, toplam sağlık personeli, hastane yatağı, eczane sayısı…
+ Mali değişkenler; kişi başına düşen banka, POS cihazı, kartlı ödeme sayısı, kişi başına düşen belediye harcaması miktarı, işletmelerin net ticari satış tutarının ülke tutarı içindeki payı…
+ Sektör değişkenleri; faal işletme sayısının, sanayi elektrik tüketiminin, teşvik belgeli yatırım tutarının, turistik yatak kapasitesinin ülke payı, kişi başına düşen tarımsal üretim değeri…
+ Kültür ve sanat değişkenleri; kişi başına düşen kütüphane, kitap, tiyatro, tiyatro koltuğu, sergilenen tiyatro oyunu, sinema, sinema koltuğu salonu, sergi salonu, konser ve konser salonu koltuğu sayısı gibi çok fazla sayıdaki değişkenin düzenli olarak derlenip işlenmesi ve bu veriler üzerinden gelişmelerin izlenmesi; ayrıca bu değişkenler üzerinden birbirine benzer ya da farklı mahallelerin belirlenmesi suretiyle mahalleler arasında bölgelemelerin yapılması mümkündür.
Ancak istisna da olsa bazı mahalle ve köyler, gelişmemiş bölge, il ve ilçelerde bulunmakla birlikte; mahallenin ulaşım imkanlarının diğerlerine göre daha iyi olması, mülki ve yerel yönetim merkezlerini bünyesinde barındırması ya da onlara yakın olması, önemli bir sanayi, ticaret ve tarım merkezine yakın düşmesi gibi nedenlerle kendi bölge, il ve ilçesindeki mahalle ve köylerin önüne geçebilmektedir. Ankara‘nın Çankaya ve Bağlum, İzmir‘in Karşıyaka ve Kiraz, İstanbul‘un Şişli ve Çatalca ilçeleri arasındaki büyük farklılık ve çelişkiler bu durumun en iyi örnekleridir.
İnsan yerleşimlerinin tarihi, coğrafyası, sahip olup geliştirdiği üretim ilişkileri ve toplumsal gelişmeler açısından beklenen, doğal bir durum olarak kabul edilen bu gelişmişlik farkları aslında bir bütünün içindeki birbirine benzemez yanları göstermesi açısından da anlamlı ve değerli olmakla birlikte; eşitlik, kardeşlik ve özgürlük sloganlarıyla can bulan demokrasi düşüncesinin gelişmesi birlikte dikkate alınıp ortadan kaldırılması gereken bir sorun olarak demokrasi gündeminin baş köşesine yerleşmiş, bu amaçla yerleşimler arasındaki sosyo-ekonomik farklılıkların belirlenip giderilmesine yönelik çalışmalar yapılmaya başlanmıştır.
Bu konularda Dünya Bankası, UNESCO ve Avrupa Birliği gibi uluslararası kuruluşların yaptığı çalışmalar bulunmakla birlikte ülkemizdeki en iyi örneği, 1961 Anayasası’nın temel kurumlarından biri olup bugün mevcut olmayan Devlet Planlama Teşkilatı (DPT)‘nın ülkenin değişik bölge, il ve ilçelerinin sosyo-ekonomik gelişmişlik açısından birbirlerinden farklı yanlarını ortaya koyup onları gelişmiş, az gelişmiş ve gelişmemiş olarak sıralayan; böylelikle hangilerine önem ve öncelik verilmesi gerektiğini gösteren çalışmalarıdır. Bölge, il ve ilçeler arasındaki farklılıkları gidermeye çalışmalar sırasıyla şu şekildedir:
Türkiye’de İller İtibariyle Sosyo-Ekonomik Gelişmişlik Endeksi (1963-1967), T.C. Başbakanlık Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlığı, Ankara, 1969.
Türkiye’de İller İtibariyle Sosyo-Ekonomik Gelişmişlik Endeksi (1963-1970), T.C. Başbakanlık Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlığı, Ankara, 1972.
İller İçin Bir Gelişmişlik Göstergesi ve Sıralama, T.C. Başbakanlık Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlığı, Ankara, 1980.
İl ve İlçelerin Ekonomik ve Sosyal Gelişmişlik Seviyelerinin Tespiti Araştırması, T.C. Başbakanlık Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlığı, Ankara, Ekim 1985.
İllerin Ekonomik ve Sosyal Gelişmişlik Seviyelerinin Tespiti Araştırması, T.C. Başbakanlık Devlet Planlama Teşkilatı, Ankara, Ekim 1991.
İllerin Sosyo-Ekonomik Gelişmişlik Sıralaması Araştırması (1996), T.C. Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlığı, Ankara, Haziran 1998.
İllerin ve Bölgelerin Sosyo-Ekonomik Gelişmişlik Sıralaması Araştırması SEGE-2003, T.C. Başbakanlık Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlığı, Ankara, Mayıs 2003.
İllerin ve Bölgelerin Sosyo-Ekonomik Gelişmişlik Sıralaması Araştırması SEGE-2011, T.C. Kalkınma Bakanlığı, Ankara, 2013.
İllerin ve Bölgelerin Sosyo-Ekonomik Gelişmişlik Sıralaması Araştırması SEGE-2017, T.C. Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı, Ankara, 2019.
İllerin ve Bölgelerin Sosyo-Ekonomik Gelişmişlik Sıralaması Araştırması SEGE-2022, T.C. Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı, Ankara, Şubat 2022.
Böylelikle önce Devlet Planlama Teşkilatı (DPT), daha sonra Kalkınma Bakanlığı ile Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı tarafından yapılan araştırmalarla bölge, il ve ilçeler düzeyindeki sosyo-ekonomik gelişmişlik farklılıkları, değişik göstergelerin kullanımı suretiyle belirlenmeye ve ardından da kendi aralarında sıralanmaya çalışılmıştır. Amaç ise gelişmişlerle gelişmemişler arasındaki farkları giderecek temel politika, öncelik, strateji, hedef ve amaçların belirlenip uygulanması suretiyle tüm yurt düzeyindeki yerleşimlerin birbirine yakın sosyo-ekonomik düzeye sahip olmasıdır.
İşte bu politika, strateji, hedef ve amaçların bir sonucu olarak Türkiye’de bütüncül kalkınma planlarının uygulandığı dönemde ülkenin diğer bölgelerine göre daha gelişip kalkınmış bölgelerinden nispeten gelişmemiş bölgelerine bir aktarımın yapılması; böylelikle değişik bölgelerinin belirli bir süre sonra aynı ya da benzer gelişmişlik düzeyine ulaşması istenmiştir.
Bugün bu durum, iktidarla muhalefet arasında devamlı atışma konusu olan ve geçmişte Tunç Soyer, Buğra Gökçe, Murat Bakan, Alaattin Yüksel gibi belediye başkanlarıyla siyasetçilerin ağzından duyduğumuz “İzmir’e ödediği vergiden az yatırım geliyor” ya da “belediyeler İzmir’e devletten daha fazla yatırım yapıyor” gibi tartışmalar şeklinde ortaya çıkmaktadır. Oysa İzmir gibi gelişmiş bölge ve illerin yarattığı artı değerden bir kısmının, ülkenin gelişmemiş bölge ve illerine transfer edilmesi suretiyle onların da gelişip aynı düzeylere gelmesi; böylelikle, aynen Panama Kanalı‘nda, gemilerin geçişini sağlayan havuzlar arasındaki suyun aynı düzeye getirilmesi olayında olduğu gibi bölgeler, iller ve ilçeler arasındaki farklı sosyo-ekonomik gelişmişlik düzeylerini ülke bütününde optimum bir noktaya getirmek için yapıldığı bilinmemekte ya da bilinmesine rağmen “bakın sizden alınıp, onlara veriliyor” gibi çatışmacı ve ayrımcı bir ortamın yaratılması sağlanmaktadır. Çünkü bu durum, geçmişte CHP‘nin iktidarda olduğu dönemlerde de “aklın yolu birdir” düşüncesiyle hayata geçirilmiş; böylelikle, ülkenin gelişmemiş ya da az gelişmiş bölgeleri gelişmiş batı bölgelerinden yapılan sermaye aktarımlarıyla geliştirilmeye çalışılmıştır.
Panama Kanalı havuzlarının, ülkenin bölgeleri arasındaki gelişmişlik farklarını giderircesine aynı seviyeye gelerek gemilerin geçişini kolaylaştırması…
Ancak böylesi çalışmalar bugüne kadar bir ilçenin bütününü oluşturan mahalle ya da köyler itibariyle yapılmamış; böylelikle, İzmir‘in Konak ve Karabağlar, Ankara‘nın Çankaya, İstanbul‘un Bahçelievler ya da Şişli gibi ilçeleri gibi aralarında çok büyük farklar bulunan mahalleleri kendi bünyesinde barındıran belediyelerin mahalleler arasındaki bu farkları gelişmemişe daha fazla, gelişmişe daha az vermek suretiyle gidermesini hedefleyen temel politika, strateji, hedef ve amaçlar doğrultusunda çalışılmamış, buna ilişkin hiçbir uygulama yapılmamış, Konak Belediyesi’nin 2025-2029 dönemi stratejik planında yazılı olan “Konak’ın 111 mahallesinin eşit ve adil hizmet alması için canla başla çalışmaya devam edeceğiz” şeklindeki popülist söylem çerçevesinde Alsancak, Göztepe ve Mimar Sinan gibi gelişmiş mahallelerle Kadifekale, Pazaryeri ve Mehmet Akif mahalleleri gibi gelişmemiş mahallelere eşit ve adil hizmet götürüldüğü takdirde eşitliğin ve adaletin sağlanacağı gibi yanıltıcı bir iddiayla yaşam kalitesi açısından bu mahalleler arasındaki büyük farklar; hatta uçurum düzeyindeki farklar göz ardı edilmiştir.
Evet, bugüne kadar bu ülkede, bu kentte ve diğer kentlerde bir ilçenin bütününü oluşturan mahalle ve köylerle ilgili böylesine bir çalışma yapılmamış, sadece ve sadece mahalle muhtarlarıyla -o da beğenilip takdir görüyorlarsa- kol kola yürünen sokaklarda açılan kapı ve pencerelere gülücükler dağıtılarak mahalleler arşınlanmış, daha doğrusu muhtarın rehberliğinde mahalle hakkında bilgi edinilmeye çalışılmıştır. Bu arada kaymakamlar tarafından görevinden alınıp yerine kayyumların atandığı muhtarlara bile sahip çıkılmamış ve muhtarların kaymakamlara bağlı bir kamu ajanı olduğu unutulmuştur.
Sonuç olarak;
Şayet kentlerde yaşayan herkese yerel hizmetler ve yatırımlar eliyle eşit ve adil hizmet götürülmek isteniyorsa, o hemşerilerin yaşadığı ya da çalıştığı mahalleler arasındaki sosyo-ekonomik gelişmişlik farklarının bilinmesi, bu farklarla ilgili gelişmelerin izlenmesi ve gelişmişlik düzeyi birbirinden farklı bu semt ya da mahallelerle ilgili temel politika, öncelik, strateji, hedef ve amaçların belirlenerek o mahallelerdeki yaşam kalitesinin, başka bir deyişle refahın yükseltilmesi,
Bunun da “katılımcı bütçe” anlayışı içinde, işin içine iktidar-muhalefet kör döğüşünden soyutlanıp mahallenin temel sorun, talep, istek ve şikayetlerine odaklanan mahalle meclisleri ile birlikte gerçek ve ciddi uygulamalara geçilmesi gerekmektedir.
Bugünkü yazım, Alsancak semtinin hemen arkasında, eskiden TARİŞ ya da İzmir Büyükşehir Belediyesi‘ne ait olan arsalarda şimdi bir duvar gibi yükselen ya da yakın bir gelecekte Elektrik Fabrikası, Sümerbank Fabrikası ve Şark Sanayi gibi eski fabrikaların arsalarına ya da hemen yanlarına inşa edilen/edilecek lüks gökdelen, rezidans, otel, ofis, iş ve alışveriş merkezleriyle oluşturulan soylulaştırılmış alanlarla buralarda yaşayan/yaşayacak insanlara bir ayrıcalık olarak sunulan büyük boyutlu belediye yatırımlarıyla ilgili olacak…
Uzaktan bakıldığında…
Ülkemizin ilk endüstriyel yapılarından 1856 tarihli Aydın (Alsancak) tren istasyonu ile İzmir-Aydın demiryolu hattının başlangıcını, demiryolları ile ilgili birçok atölye, tamirhane ve depoyu, çok sayıdaki tabakhane binası ve yel değirmeniyle un, iplik, dokuma, elektrik, havagazı, kağıt ve meyanbalı fabrikasını; ayrıca, 1955 yılında inşa edilip konteyner hacmi bakımından ülkemizin yedinci, kargo tonajı bakımından on üçüncü büyük limanı olan Alsancak Limanı‘nı barındıran eskinin Darağaç, şimdinin Umurbey ve Ege mahallelerinde yapılmakta olan onlarca gökdelen ve İzmir Sümerbank Fabrikası arsasına yakın zamanda yapılacak il emniyet müdürlüğü binasıyla bölgenin gelecekteki yoğun trafiğini rahatlatmak amacıyla mevcut cadde ve sokakları genişleten yeni imar planlarının burada yaratacağı soylulaştırılmış mahalleler ile buralara taşınacak TC vatandaşlarıyla yabancıların beraberlerinde getireceği yeni yaşam biçiminin, tüm İzmir‘e, yakın çevresindeki Alsancak ve Tepecik mahalleleriyle Meles vadisine ve buranın meskun halkına; özellikle de, Ege ve Tepecik mahallelerinde yaşayan Romanlarla buradaki birçoğu tescillenmemiş endüstriyel kültür mirasına vereceği zararlarla ilgili olacak…
Yakına gelindiğinde… Böylelikle 1970’li yıllarda Kordon’a çekilen “Çin Seddi“ne ilave olarak, içerideki kaleyi korumak için 2020’li yıllarda ikinci bir sur duvarı yaparcasına…
Gökdelenler diyarı…
Önceleri Darağaç, şimdilerde Umurbey adıyla anılan bu sanayi bölgesi ve hemen yanındaki işçi mahallesi, son yıllarda TARİŞ‘in, şimdilerde de İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin ucuza sattığı arsalarda mantar gibi biten yeni gökdelenlerin yurdu olmaya başladı.
Bu gökdelenlerin arasında benim bilip takip etmeye çalıştıklarım ise;
Yenilenen Alsancak Stadyumu‘nun hemen yanında Teknik Yapı tarafından TARİŞ‘in eski arsasında yapılmakta olan 7 blokta 1.057 adet konut, 35 dükkan, 5 kültür alanı ve 1 oteli kapsayan 24 katlı Evora İzmir Projesi,
hemen yanında yine aynı şekilde TARİŞ‘in arsasında Pekerler & Burakcan İnşaat tarafından yapılmakta olan 7 blokta 1.069 adet konut ve 37 ticari üniteyi kapsayan 24 katlı AllSancak Projesi,
İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nce yapılan ihale sonucunda Teknik Yapı‘ya verilen ve o tarihten bu yana bir türlü bitirilemeyen Ege Mahallesi Kentsel Dönüşüm Projesi kapsamında Teknik Yapı‘nın kendi adına yaptığı 50 katlı (173 m) Divan Residance İzmir Projesi oluşturuyor.
Fotoğrafın sol ön kısmında denize yakın beyaz bloklar “Evora İzmir“, onun hemen arkasındaki gri renkli bloklar ise “AllSancak” projelerine ait…
Bu bölgedeki bu üç büyük proje dışında yapılan, yapılmakta olan ya da yapılacak olan daha birçok gökdelen projesi bulunuyor. Vikipedi kayıtlarına göre (4) İzmir kent merkezindeki 100 metre üstündeki yapımı bitmiş toplam 30, yapımı devam eden 30, yapımı planlanan 10 gökdeleni; yani, toplam 70 gökdeleni dikkate aldığımızda; karşımıza, Umurbey ve Ege mahallelerinin hemen yakınındaki Tepecik, Mersinli, Halkapınar gibi yerlerde yapılmakta olan 58 katlı Mahall Bomonti, 30, 37 ve 38 katlı üç ayrı Folkart Vega binası, 72 katlı İnci Mega ve 47 katlı İnci Smyrna, 524 bağımsız birimi kapsayan 51 ve 28 katlı iki ayrı V Yeni Konak A yapısı gibi projeler çıkar ve bu durum hemen yakınlarındaki Alsancak, Kahramanlar, Basmane ve Pasaport gibi “İzmir’i İzmir yapan” tarihi yerleşimlere ait kentsel siluetlerin ve yapısal özelliklerin temelden bozulup yok olmasına yol açar.
Bu durum, başka bir anlamda, Konak ve İzmir Büyükşehir belediyelerinin yönetimlerine idealist amaçlarla geldiği söylenen belediye başkanlarıyla danışman ve bürokratlarının, sık sık dile getirilen bu heves ve niyetlerinde ne ölçüde samimi olduklarını gösterecek sınav niteliğindeki bir yönetim anlayışını da simgeler…
İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin ileride burada yeni bir gökdelenin da yükseleceğini bilerek 150 milyon liraya sattığı tapunun Umurbey mahallesi, 7869 ada, 1 parsel kaydındaki 5.963 metrekarelik değerli arsası…
Buna bir de İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin 27 Ocak 2025 tarihinde, tapunun Umurbey mahallesi, 7869 ada, 1 parselindeki 5.963 metrekare büyüklüğündeki değerli bir arsasını, bu arsanın da içinde yer aldığı imar planı İzmir 4. İdare Mahkemesi’nin E. 2021/1748, K. 2023/548 sayılı kararı ile iptal edildiği halde 150 milyon lira gibi çok düşük bir bedelle Biroğlu İnşaat ve Zühal Hasip Aydın adi ortaklığına sattığını, İzmir Büyükşehir Belediyesi‘ne bağlı İZSU‘nun, Ege mahallesinde yapacağız demesine karşın, İZSU tarafından hazırlanan haritaya baktığımızda tümüyle Umurbey mahallesinde; yani, Umurbey mahallesinde yapılan ya da yapılacak özel mülkiyete ait gökdelenlerin atık su ve yağmur suyu toplama ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla görüşmeleri iki yıl önce başlayan Dünya Bankası finansmanı ile büyük boyutlu bir yatırıma giriştiğini, buna Umurbey mahallesi içinde kalan 8,3 kilometre uzunluğundaki atık su hattı, 7,4 kilometre uzunluğundaki yağmur suyu hattı ve 3 yağmur suyu terfi merkezinin yapımını da ilave ettiğimizde, 110 milyon Euro’luk; yani, 23 Şubat 2025 tarihinin 38,02 TL’lık kuru üzerinden 4 Milyar 182 Milyon 200 Bin liralıkDünya Bankası kredisinin yüksek katlı binalardan oluşan ve yoğun nüfus sirkülasyonu yaşanacak bu yeni kent merkezine; yani, diğer mahallelerin, özellikle de yağmurlu havalarda rögar kapaklarından fışkıran yağmur ve atık suyu nedeniyle sık sık sular altında kalan Alsancak mahallesinin aleyhine, Umurbey ve Ege mahallelerindeki gökdelenlere akıtıldığı görülmektedir. (5), (6), (7), (8), (9)
Her ne kadar, İZSU yetkililerinden aldığım yeni bir bilgiye göre, Alsancak mahallesinin kıyı kesimindeki su taşkınlarını önlemek için ayrıca bir proje hazırlandığını ve ihalesinin de önümüzdeki aylarda yapılacağını öğrenmiş olsam da; önceliğin neden asıl su ve deniz baskınlarının yaşandığı Alsancak mahallesinin deniz kıyısı ile sular altında kalan bölümleri yerine gökdelenlerin inşa edildiği bu bölgeye verildiğini anlamış değilim.
Sonuç olarak;
2000’li yıllardan bu yana İzmir‘in yeni iş merkezi (MİA) adıyla Bayraklı, Turan, Halkapınar, Mersinli, Ege ve Umurbey mahallelerinde arka arkaya yapılan çok katlı gökdelenler, adeta İzmir‘in tarihi kent merkezini kuşatan ikinci bir sur duvarı gibi kentin arka cephesini kapatıyor ve yakın çevresindeki Tepecik, Basmane, Pasaport, Çankaya ve Alsancak semtlerindeki kültürle mirasla onun fiziki çevresini ve yaşam biçimini zorlayıp kimliğini değiştiriyor.
Çoğu İzmirlinin siyasi bir körlükle “ama bütün bunlara iktidar; yani AKP izin veriyor” diyerek kendisinin ve partisini bu olumsuz gelişmenin dışında tutma gayretine rağmen bu gökdelenlere çoğu kez İzmir Büyükşehir ve Konak belediyeleri izin veriyor, milyonlarca lira tutarındaki inşaat ve yapı kullanım harçlarını büyük bir memnuniyetle bu iki belediye tahsil ediyor; hatta her iki belediye başkanı neredeyse İzmir‘deki tüm gökdelenlerin uygulama projesini çizen BASİFED‘in yeni başkanı ile kol kola girip fotoğraflar çektiriyor, aynı masanın çevresinde konuşmalar yapıyor, İzmir İktisat Kongresi‘nin 103. yılı nedeniyle yapılan ve sponsorluğunu BASİFED‘in üstlendiği 4. İzmir Kadın ve İktisat Kongresi‘nde, projesi BASİFED başkanının firmasınca çizilen Rönesans Holding (Rönesans Eğitim Vakfı)’e ait Neva Yalı‘nın reklamının yapılmasını görmezlikten geliyor.
AKP iktidarı da 2020 depremi sonrasında yıkılan İzmir il emniyet müdürlüğünü tarihi İzmir Sümerbank Fabrikası bahçesinde yapmaya karar vererek ya da buradaki İzmir Elektrik Fabrikası ve Şark Sanayi gibi tarihi yapıları özelleştirmeye açarak onların yeni gökdelenlerin arsası olması için çabalıyor…
Yerli ya da yabancı fark etmez… İZSU onların daha rahat, daha konforlu ve daha manzaralı def-i haceti için elinden geleni yapıyor…
İzmir Büyükşehir Belediyesi bu arada gökdelenci inşaat firmalarına yeni alanlar açmak için kendisine ait büyük bir arsayı 150 milyon lira gibi düşük bir bedelle satarak adeta ateşe körükle gidiyor… Aynen bir zamanlar, Mavişehir‘deki Karşıyaka Belediyesi‘ne ait arsa payının o tarihlerde Karşıyaka Belediye Başkanı olan Cemil Tugay tarafından oldukça düşük bir fiyatla Mehmet Cengiz‘e satılmasında olduğu gibi…
Ardından da İzmir Büyükşehir Belediyesi‘ne bağlı İZSU Genel Müdürlüğü‘nün iki yıl önce başlamış görüşmelerin sonucu olarak Dünya Bankası‘ndan aldığı 110 milyon Euro (4 Milyar 182 Milyon 200 Bin liralık)’luk kredi, bu gökdelenlerin yağmur suyu ve atık su sistemlerini yapmak için tahsis edilip bunun tanıtımını yapmak için büyük toplantılar düzenliyor, bu şekilde edinilen kredilerin öncelikle bu bölgedeki gökdelenler için harcamanın adımlarını atmaya başlıyor…
Bizler ise yanlış önceliklere dayanan bütün bu adaletsizlik ve hukuksuzluklar olurken; adeta “cambaza bak!” stratejisiyle CHP‘nin cumhurbaşkanı adayı kim olacak, gidip onunla fotoğraf çektirelim, daha önce çektirdiğimiz fotoğrafları sosyal medyada paylaşalım ya da adayların üniversite diploması var mı gibi sudan konularla uğraşıp duruyoruz?
13 Temmuz 2005 tarih, 25874 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan 5393 sayılı Belediye Kanunu‘nun belediye meclislerinin görev ve yetkilerini düzenleyen 18. maddesinin (n) fıkrası hükmüne göre; beldeyi tanıtıcı amblem, flama ve benzerlerini kabul etmek belediye meclislerinin temel görevidir. Ayrıca yine aynı kanunun 81. maddesine göre “cadde, sokak, meydan, park, tesis ve benzerlerine ad verilmesi ve beldeyi tanıtıcı amblem, flama ve benzerlerinin tespitine ilişkin kararlarda; belediye meclisinin üye tam sayısının salt çoğunluğu, bunların değiştirilmesine ilişkin kararlarda ise meclis üye tam sayısının üçte iki çoğunluğunun kararı aranır. Bu kararlar mülki idare amirinin onayı ile yürürlüğe girer.“
Kanunun “beldeyi tanıtıcı amblem, flama ve benzerleri” şeklinde tanımladığı hususlar ise günümüzde “kurumsal kimliğin temel bileşenleri” “kurum adı“, “kurum dili“, “vizyon“, “misyon“, “temel ilke ve değerler“, “logo, sembol ve markalar“, “renk skalası“, “tipografi“, “slogan“, “web tasarımı“, “sosyal medya paketi“, “antetli kağıt ve kartvizit gibi baskılı malzemeler” ve “ilan ve kaşeler” şeklinde sıralanmakta ve çoğu kez belediye İnternet sayfalarının “Kurumsal kimlik” başlığını taşıyan bölümlerinde yer almaktadır. Tabii ki kurumsal iletişimin ve dijital teknolojilerin her geçen gün geliştiği günümüz koşullarında bu elemanların sayıca artıp çeşitlenmesi önceden bilinip beklenen bir konudur.
Belediyelerin kurumsal kimliğini oluşturan bileşenlerin değiştirilmesinde de, yine aynı kanunun aynı maddesine göre değişikliğin gerçek ve ikna edici gerekçelerini bildiren bir önergenin belediye meclisine sunulup tartışmaya açılması suretiyle değişiklik için makul bir yolun açılması gerekir. Belediye meclisi şayet böylesi bir değişikliği, belediyenin ihtiyaçları açısından gerekli görmüyorsa o değişiklik yapılmaz.
Belediye meclisi bu kararı verirken değişikliğin ne şekilde yapılacağını; örneğin, bu işi bir yarışma ya da ihale açılması suretiyle mi yapılacağı konusunda yol gösterebilir; hatta, bir zamanlar İstanbul Büyükşehir Belediyesi otobüslerinin hangi renge boyanacağı konusunda halkın şehrin belirli yerlerine konulan sandıklara oy atılması suretiyle verilecek karara halkı da ortak yapabilir.
Ancak belediyelerin “karar organı” belediye meclisine gitmeden ya da belediye meclisi kararına gerek duymaksızın “icraat organı” olan belediye başkanının kendi inisiyatifiyle logoyu değiştirilip bir “emr-i vaki” olarak belediye meclisinin önüne getirmesi durumunda, bu hukuksuz girişimin reddedilerek “icraat organı” tarafından yapılan değişikliğe izin verilmemesi; ayrıca, ödemeyi yapma cesaretini gösterenleri de tazmin yükümlülüğü ile baş başa bırakılması gerekir. Aksi takdirde, demokrasinin temeli olarak kabul ettiğimiz “Kuvvetler ayrılığı ilkesi“ne aykırı bu suça iştirak eden meclis üyelerinin savcı ve yargıçların “ananın adı, babanın adı ne?” şeklindeki sorularına hazırlanması gerekir.
“Grup kararı” silahı ile belediye meclisinin yetkisini gasp etmek!
Belediyelerin kurumsal kimliğini oluşturan logo ya da benzeri malzemelerin değiştirilmesi ile ilgili hukuki prosedür, bu şekilde olmakla birlikte; Konak Belediye Meclisi‘nin 2 Ocak 2025 tarihli toplantısına, İstanbul milletvekili ve CHP genel başkan yardımcısı Suat Özçağdaş‘ın isteği ile İstanbul Şişli Belediyesi‘nden getirilerek başkan yardımcısı yapılan Simge İldeniz‘e bağlı Basın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü‘ne ait “belediyemiz logosunun yeni kurumsal kimlik çalışması kapsamında revize edilmesi” önerge kapsamında; tasarım ve çizimi meclis toplantısından önce yapılan yeni logo ile buna ilişkin 602.000.- TL. + 108.360.- TL % 18 KDV = 710.360.-TL tutarındaki fatura tutarı, CHP meclis grubunun önceden aldığı meclis üyesinin iradesini tutsak alan “grup kararı” uyarınca 37 meclis üyesinden 26 CHP‘li üyenin “evet“, 11 AKP‘li ve MHP‘li üyenin de “hayır” demesi üzerine, 05/2025 sayılı karar uyarınca ödenerek Konak Belediyesi‘nin logosu değiştirilmiştir. Belediye yetkililerinden aldığım bilgiye göre, bu karara CHP‘li üyelerden dördü, meclis üyesinin iradesini teslim alan grup kararına karşı çıkamadıkları için (Cem Eren, Cemal Küpeli, Emrah Kazımoğlu, Şerafettin Bahtiyar) kararın altına muhalefet şerhlerini koymuştur.
Hukuksuzluğu kabul ettirmek için harcanan son kurşunlar….
Bu kararla ilgili meclis tutanaklarını incelediğimizde ise; belediye başkanı Nilüfer Çınarlı Mutlu, CHP‘li meclis üyesi ve meclis başkan vekili Kazım Umdular ile AKP‘li meclis üyeleri Emrah Erol ve Hakan Yıldız arasındaki diyaloglarda, bu logoya, “perspektifi hatalıydı“, “saat kulesi tanınamıyordu“, “çok deforme olmuştu“, “büyük boyutlu kullanımlarda resim gibi gözüküyordu“, “simetri hataları vardı“, “grafik açıdan düzgünce çizilmemişti“, “çizgileri bozulmuştu” ve “yıpranmıştı” gibi bin bir dereden su getirircesine eften püften gerekçelerle nasıl bir reklam tabelası muamelesi yapıldığını, logoyu “revize etmek” ve “değiştirmek” arasındaki eş-anlamın nasıl göz ardı edildiğini, sırf bu önergeyi kabul ettirmek amacıyla meclis üyelerinin iradesini teslim alan grup kararı aldırmanın yanında Türkçe’nin nasıl katledildiğini görmemiz mümkündür.
“Kusur kadı kızında bile olur” mantığı ve bozuk bir Türkçe ile dile getirilen logo savunusundan anlaşılacağı üzere, mevcut logonun deneyimli, yetenekli ve yaratıcı bir sanatçı tarafından uygun tasarım programlarıyla düzgün bir şekilde çizilmesi sonucunda şikayet edilen tüm konuların kolaylıkla ortadan kaldırılabileceği bilinmesine rağmen; adeta, yeni logoyu savunan herkesin tasarımcı ya da grafikermiş gibi fikir yürüttüğü, başka bir amaçla bir yerlere ödenmesi gereken; ama yasal çerçevede ödenmesi mümkün olmayan bir borcun bir an önce ödenip hesabın kapatılması için nasıl büyük bir gayretle “hadi karar alıp, geçelim” telaşı içinde davrandıkları görülmektedir.
Hele ki bu logonun algısıyla “okunabilirliği” ve “görünürlüğü” gibi konularda seçim öncesi ve sonrasında yaptırıldığı söylenen araştırma raporlarından söz edilmiş olmasına karşın bu raporların önerge ekinde belediye meclisine getirilmediği o anda, bu hukuksuzluğun savunusu için son kurşunun atıldığını hissetmem hiç de zor olmadı… Çünkü hiç birimizin tanık olmadığı Konak‘taki değişimin belediye logosunun kabulü ile başladığı ya da başlayacağı söyleniyordu… Adeta o logo kabul edilecek ve hemen ardından Konak‘taki değişim başlayacaktı… İster inanın, ister inanmayın; bize böyle bir hikaye anlatılıyordu…
Üstüne üstlük üyesi oldukları partinin geçmişi, kurumları ve gelenekleri hakkında pek bilgili olmadıkları CHP‘nin tarihinde, bu tür eften püften gerekçelerle değiştirilmek; pardon, kelime oyunuyla “revize edilmek” (!!!) olarak takdim edilen bir belediye logosunun nasıl değiştirileceğine ilişkin örnek alınması gereken bir mahkeme kararı olduğu halde…
Eften püften gerekçelerle logoyu değiştirmek…
Hatırlanacağı üzere, CHP Trabzon milletvekili avukat Rahmi Kumaş, Ankara Büyükşehir Belediyesi‘nin AKP‘li başkanı Melih Gökçek‘in hiçbir geçerli ve inandırıcı gerekçe göstermeden, Ankara‘nın sembolü olan Hitit Güneşi yerine zemininde Kocatepe Camii siluetinin bulunduğu bir logoyu Ankara Büyükşehir Belediye Meclisi‘nin 29 Haziran 1995 tarih, 486 sayılı ve 14 Ocak 2005 tarih, 229 sayılı kararları ile iki ayrı kez kabul ettirmesi üzerine 1995 ile 2008 yılları arasında sürdürdüğü 14 yıllık bir hukuk mücadelesinin sonucunda Ankara 3. İdare Mahkemesi’nden aldığı 12.12.2007 tarih, E. 2005 tarih, 202, K. 2007/2704 sayılı kararla söz konusu belediye meclisi kararını iptal ettirmiş, Danıştay Sekizinci Dairesi’nin 02.07.2008 tarih, E. 2008/5569 sayılı kararı ile de Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin idare mahkemesi kararının yürütmesinin durdurulmasına dair isteminin reddini sağlamıştı.
1995-2008 döneminde uzun bir süre Ankara‘nın ve ülkemizin gündeminde kalan bu davadan da anlaşılacağı üzere; kentlerin sembolü olarak kabul edilen logoların kentin kendine özgü kimliği ile onu tanıtıcı nitelikte olması gerektiğinden, mevcut logoların “eskidi“, “yıprandı“, “kötü çizilmiş” gibi eften püften gerekçelerle değiştirilmesi hukuka uygun bulunmamış; böylelikle hem Melih Gökçek‘in, hem de Melih Gökçek‘e benzeyen diğer belediye başkanlarının aklına estiğinde kentlere ait amblemlerin, logoların değiştirilemeyeceğini ortaya koymuştur.
Sonrasında değişiklik için uygun ortamı yakalayan Melih Gökçek, 2011 yılında kentin amblemini değiştirmiş, Ankara’nın, “Hitit Güneş Kursu” şeklindeki amblemi yerine, cami minaresi ve üç yıldızdan oluşan amblemi üçüncü kez getirmiş ve Ankara kedisi de logo olarak belirlenmişti. Ankaralıların beğenmediği kedili logo için davalar açılmış, Danıştay da 3 bıyıklı “Gülen Ankara Kedisi” logosunu iptal etmişti. Danıştay tarafından Eylül 2011’de verilen iptal kararı üzerine, amblem tasarımındaki kediye bıyık eklenerek belediye meclisinden geçirilmişti.
2024 seçimleri sonrasında bu amblemin değişmesi için sosyal medyadan yükselen yoğun talepler üzerine Ankara Büyükşehir Belediyesi aşağıdaki açıklamayı yaparak amblem/logo değişimini belediye meclisinde 2/3 çoğunluğu sağlayacağı bir tarihe ertelemişti:
“Ankara Büyükşehir Belediyesi’ne 31 Mart 2024 Yerel Seçimlerinin ardından resmi amblemin değişmesi konusunda gerek sosyal medyadan gerekse Başkent 153 Çağrı Merkezinden yoğun başvuru gelmektedir. Konu hakkında; belediye Meclisince tanıtıcı amblem belirlenmesinde salt çoğunluk, mevcut amblemin değiştirilmesi konusunda ise üçte iki (nitelikli) çoğunluk aranmaktadır.
ABB Meclisinde CHP Grubu üçte iki çoğunluğu sağlayamamakta ve tek başına amblem değiştirme kararı alamamaktadır.
Bu nedenle yönetimimiz, ABB Meclisindeki siyasi parti gruplarına yeni bir amblem belirlenmesi konusunda kararın bir yarışma ile Ankara halkına bırakılması teklifinde bulunacaktır.”
Konak’taki değişim için logoyu değiştirmenin dayanılmaz hafifliği…
Konak Belediyesi uzunca bir süredir mali sıkıntılar içinde bocalayıp duruyor. Çare olarak da, sanki böyle bir sıkıntısı yokmuş, elindeki taşınmazları haraç mezat satmıyormuş gibi davranmayı tercih ediyor. O nedenle de, halkın sorun olarak tanımladığı belediye hizmetlerinin çevresinden dolanıp kolayına gelen ve çoğu gösteri olarak nitelenebilecek işler yapıyor. İşte o nedenle, hem başkanını hem de belediyeyi tanıtmak; adeta reklamını yapmak amacıyla gerilla yöntemi denilen anlayışla yoğun bir dijital kampanya yürütüyor… Adeta kendisini izleyenleri sersemletip yorarcasına kendisinden bahsettirmek istiyor… Genellikle seçim dönemlerinde görmeye alışıp seçim sonrasında normal seyrine indiğini gördüğümüz bu yoğun bombardıman, hiç bitmeyecekmiş gibi bir tempoyla herkesi bıktırırcasına her gün, her saat devam ediyor ve bunu sağlamak amacıyla belediye içinde özel servisler oluşturulup bol miktarda eleman çalıştırılıyor… Diğer yandan da kendilerini destekleyen yerel gazetelere her ay büyük miktarlarda ödemeler yapılıp belediye aleyhine laf söyleyenler hemen kara listeye alınıyor… Kısacası, Konak Belediyesi uzunca bir süredir bizim belediye ve başkanı ile ilgili algımızı yöneterek istediği noktaya getirmek için çalışıyor, çabalıyor, uğraşıyor…
Ama diğer yandan da hem Abdül Batur döneminden gelen büyük borçlar, hem de AKP iktidarının silkeleyip sıkıştırması nedeniyle belediyenin içinde bulunduğu mali sıkıntılar büyüyor, yoğunlaşıyor, memur, işçi ve emekçilere maaş ve ücretleri zamanında ödenemiyor, belediyeye ait değerli taşınmazlar belediye şirketi Merbel‘in borçları karşılığında Hazine ya da SGK‘ya satılmaya ya da İller Bankası‘ndan kredi adı altında borç para alınmaya çalışılıyor.
Ayrıca Konak Belediyesi‘nin üyesi olduğu saygın uluslararası kuruluşlardan; örneğin,
I. Avrupa Birliği tarafından desteklenen ve 191 üyesi arasında Türkiye‘den Antalya, Kadıköy ve Şişli gibi belediyelerin de üye olduğu Avrupa Irkçılığa Karşı Şehirler Koalisyonu (ECCAR, European Cooalition of Against Racism)’ndan yıllık 2.000 Avroluk,
II. 170 ülkeden 383 üyeye sahip Uluslararası Herkes İçin Spor Federasyonu (TAFISA, The Association For International Sport For All)’ndan yıllık 400 Avroluk,
III. UNESCO ile ortaklığı çerçevesinde 63 tam, 21 yedek, 18 ilgili ve 3 ortak üyesi bulunan Uluslararası Folklor Festivalleri ve Halk Sanatları Organizasyonu (CIOFF, International Council of Organizations of Folklore Festivals and Folk Arts)’dan yıllık 450 Avroluk,
IV. 63 ülkede 115’i kurumsal olmak üzere 260 üyesi bulunan Uluslararası Spor ve Kültür Dernekleri (ISCA, International Sport and Culture Association)’den yıllık 500 Avroluk;
Toplam olarak 3.350 Avroluk aidatları ödememek; yani, tasarruf yapmak gerekçesiyle Konak Belediye Meclisi‘nin 1 Ekim 2024 tarih, 193 ve 194 sayılı kararlarıyla çıkılırken, hiçbir önem ve önceliği olmayan belediye logosunun revizesi için, 14 Şubat 2025 tarihindeki kur üzerinden Kayseri‘de faaliyette olan bir firmaya 18.738 Avro tutarında ödeme yapılabiliyor.
Belediye meclisi üyelerini kontrol edip, “sadık üye” olmalarını sağlamak için…
Buna ilave olarak 4-8 Kasım 2024 tarihleri arasında görevli olarak İspanya‘nın Barcelona kentine gönderilen 1 başkan yardımcısı, 2 meclis üyesi, 2 müdür ve 2 personel olmak üzere toplam 7 kişinin, 2-13 Aralık 2024 tarihleri arasında görevli olarak Hollanda‘nın Lahey kentine gönderilen 1 müdürün, 15-17 Aralık 2024 tarihleri arasında Makedonya‘ya gönderilen 4 meclis üyesinin ve 8-14 Şubat 2025 tarihleri arasında Almanya‘nın Bremen kentine gönderilen 4 meclis üyesinin pasaport masrafları, vergi ve harçları, ulaşım, konaklama, yeme-içme gibi harcamalardan oluşan milyonlarca liralık tüm masrafı, aynı tasarruf genelgesine rağmen belediye bütçesinden ödeniyor.
Sonuç olarak;
Konak Belediyesi‘nin, “logo revizesi” denilen bir işi, belediyenin diğer iş ve işlemleri arasındaki önem ve önceliğini ortaya koymadan fiili olarak gerçekleştirip grup kararına uyma zorunluluğu ile belediye meclisine getirerek “makbul” meclis üyeleriyle karar alması, 5393 sayılı Belediye Kanunu’nun 18/n ve 81. maddelerine göre konusu suç olan kanuna aykırı bir idari işlemdir.
Konak Belediyesi‘nin, “logo revizesi” diyerek küçümsediği büyük bütçeli bir işi, daha küçük boyutlu harcamaları tasarruf gerekçesiyle kısıtlarken ortaya getirip kabulünü sağlaması, geçtiğimiz seçimlerin finansmanına dair şüpheleri gündeme getiren ve bu nedenle de ahlaki açıdan sorunlu bir davranıştır.
Konak Belediyesi‘nin, “logo” revizesi” dediği bir işi, belediyenin karar organı olan meclise getirip tartışmadan icra organı olan belediye başkanı eliyle fiili olarak hayata geçirmesi, yasama, yürütme ve yargı arasındaki kuvvetler ayrılığı ilkesine, bu nedenle de yerel demokrasiye aykırı bir davranıştır.
Bu konuda son bir söz olarak;
31 Mart 2024 tarihli yerel seçimler sonrasında Konak Belediyesi ile sunduğu hizmetleri, belediye başkanının parlatılmış kişisel imajı üzerinden reklam boyutunda tanıtan bir belediyede keşke her şey, özellikle de Konak ilçesiyle belediyesini değiştirmek iddiası logoyu değiştirmek kadar kolay olsaydı demek isterim…
Yararlanılan Kaynaklar
Çakmak, N. M., (2013) “Belediye Logoları Hakkında Bazı Düşünceler“, Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C. XVII, Y. 2013, Sa. 1-2, s.1315-1326
Uğurdil, M. (2014)Kamu Kurumlarında Görsel Kimlik Yenileme Süreci ve Gereksinimleri – Beyoğlu Belediyesi, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul-2014.