‘Soyağacı turizmi’ denilen şey…

Ali Rıza Avcan

Konak Belediye Meclisi, 5 Eylül 2022 tarihinde yaptığı en son toplantısında aldığı 153/22 sayılı kararla 3 ayrı meclis komisyonunun (Turizm, Tarihsel ve Kültürel Değerleri Koruma, ve Esnaf Komisyonları) raporunu gerekçe göstererek belediye öncülüğünde “Soyağacı Turizmi” ile ilgili olarak yapılacak çalışmaların oybirliği ile uygun bulunduğuna karar vermiş.

Söz konusu rapor yayınlanmadığı için içeriğinde hangi bilimsel bilgi, analiz ve çözümlerin bulunduğunu, -ne yazık ki- bilmiyoruz; ama, bu raporun hangi komisyon üyelerince hazırlanıp imzalandığını biliyoruz: En azından bu komisyon üyelerinin bilgisi, görgüsü ve düzeyi itibariyle yazılıp çizilen raporun da hangi düzeyde olduğunu anlarız diye düşünüyorum.

Komisyon üyesi olarak söz konusu kararı veren meclis üyeleri şu şahıslardan oluşuyor: Turizm Komisyonu başkanı olarak Cenap Börühan (CHP), başkan vekili olarak Doğan Kılıç (CHP), üyeler İbrahim Yıldız (CHP), Hamit Mumcu (CHP), İsmail Özen (AKP), Tarihsel ve Kültürel Değerleri Koruma Komisyonu başkanı olarak Erhan Uzunoğlu (CHP), başkan vekili olarak Ulvi Puğ (CHP), üyeler Esra Yılmaz Keskin (CHP), Şamil Sinan An (CHP), İkbal Sezgin (AKP), Esnaf Komisyonu başkanı olarak Mehmet Şerif Demir (CHP), başkan vekili olarak İbrahim Yıldız (CHP), üyeler Doğan Kılıç (CHP), Rıdvan Tekin (CHP) ve Nurullah Arık (AKP).

Şimdi de bu meclis ve komisyon üyelerinin, dünyada “Genealogy Tourism“, “Diaspora Tourism“, “Roots Tourism“, “Homeland Tourism” ya da “Soybilim Tourism” veya “Soyağacı Turizm“i de denilen bu tür turizm faaliyeti hakkında bilgi, birikim, deneyim, beceri ve yetenek sahibi olup olmadıklarını ortaya koymak için asıl mesleklerini; yani uzman oldukları konuları, CHP Genel Merkezi‘nin 2019 tarihli yerel seçimler için hazırladığı Konak Belediye Meclisi aday adayları listesini, İzmir Büyükşehir Belediyesi İnternet sayfasındaki bilgileri ve gazeteci arkadaşlarımızdan aldığımız bilgileri toparlayarak şu şekilde sıralayalım:

Cenap Borühan, fotoğraf sanatçısı, ekonomist, Doğan Kılıç, lokantacı, İzmir Lokantacılar ve Gazinocular Odası Başkanı, İbrahim Yıldız, Efes Pilsen Karşıyaka bayisi, Hamit Mumcu, serbest meslek, İsmail Özen, mali müşavir, Erhan Uzunoğlu, makine mühendisi, Ulvi Puğ, avukat, Esra Yılmaz Keskin, mimar, Şamil Sinan An, ekonomist, iş adamı İkbal Sezgin, AKP Konak İlçesi önceki dönem Kadın Kolları Başkanı, Mehmet Şerif Demir, emekli, Rıdvan Tekin, işletmeci, Nurullah Arık, kafe işletmecisi.

Komisyon üyelerinin mesleki dağılımlarından da anlaşılacağı üzere, aralarında bırakın “Genealogy Tourism” ya da “Soyağacı Turizmi” kavramından, turizmden anlayacak, bu alanda bilgi, birikim, deneyim, beceri ve yetenek sahibi biri olmamasına karşın hazırladıkları raporlarla Konak Belediyesi‘nin, Konak ilçesi sınırları içindeki; özellikle de kentin tarihi merkezini oluşturan Konak, Kemeraltı, Basmane, Kadifekale, Pasaport, Damlacık, Göztepe ve Güzelyalı gibi yerlerinden İzmir‘in emperyalist ülkelerin taşeronu Yunan Ordusu‘nun işgalinden kurtulduğu 9 Eylül 1922 tarihi sonrasında gönüllü olarak ya da mübadele çerçevesinde başka ülkelere ya da kentlere gitmiş -muhtemelen- Rum, Ermeni ve Yahudi ailelerin yeni kuşak üyelerini bir turist olarak İzmir‘e davet edip; ailelerinin eskiden yaşadığı mahalle, sokak, mezarlık ve evleriyle komşuluk ve akrabalık ilişkilerini araştırıp bulma konusunda hizmetler vermesi için öneride bulunmuşlar ve bu önerileri Konak Belediye Meclisi tarafından kabul edilerek bir karara dönüştürülmüş.

Ve tabii ki, adını ve mesleklerini verdiğimiz bu meclis ya da komisyon üyeleri, bu tür konularda yetkin olmadıkları için, bunu akıl eden belediye başkanına ya da meclis üyelerine yakın bir bürokrat ya da danışmanın ortaya attığı anlaşılan bu fikrin meclis komisyonu ve meclis kararı ile kabul görüp meşruluk kazandığı anlaşılıyor.   

Gelelim “Genealogy Tourism“, “Root Tourism” ya da Türkçesi ile “Soyağacı Turizmi” kavramının ne olduğuna ve geçmişte “kültür turizmi” kapsamında ele alınan bu turizm faaliyetinin neden son yıllarda ayrı bir turizm faaliyeti olarak kabul edildiğine…                    

Uzun yıllardır turizm ve turizm çeşitleri üzerine çalışır, araştırma ve çalışmalar yaparım. Bu konuda yaptığım son çalışmalar, Kuşadası Belediye Başkanlığı adına Etik Araştırma ile birlikte yaptığım Kuşadası İmaj, Turizm Algı ve Marka Kent Kurumsal Kimlik Araştırması ile Marmaris-Köyceğiz-Datça Turizm Altyapı Birliği (MARTAB) adına Stratejipoll Araştırma Ltd.‘in ortağı ve yöneticisi olarak yaptığım Marmaris Kırsal Turizm Araştırması ve Envanteri çalışmasıdır. Ayrıca bu araştırmalar dışında eski çalışma arkadaşım Nihat Demirkol ile birlikte yaptığım Çeşme Turizm Arama Konferansı ve Bergama Turizm Arama Konferansı çalışmalarını da sayabilirim. Tabii ki bütün bunları gerçekleştirmek ve turizmle ilgili son gelişmeleri bilmek adına ilgili bilimsel literatürü düzenli olarak izlemeye çalışır, bu alanda kimin ne söyleyip yaptığını öğrenmeye çalışırım. Özellikle de, dini hac geleneği dışında kalıp, 19. yüzyılda ortaya çıkıp gelişen turizm hareketlerini kavramsal anlamda sorgular; özellikle, “Roma’dan bu yana hiç bir şeyin değişmediğini” düşündüğüm öğrenme, eğlenme ve dinlenme amaçlı turizmin geleneksel türleri dışında kalan yeni bir turizm türlerini inceleyip diğerlerinden farklılıklarını öğrenip tartışmaya çalışır, yeterli olmadığımda da bu konuları benden daha iyi bilen bilim insanlarına, uzmanlara ve turizm profesyonellerine sorar; böylelikle, anlayamadığım konuları daha iyi kavramaya çalışırım.

Bu çerçevede, Marmaris‘in 12 köyü ile ilgili yaptığım çalışmada ele aldığım “kırsal turizm” araştırmasının hangi kavram boyutunda ele alınması gerektiğini uzun uzun araştırdığımı, “çevre turizmi“, “ekoturizm“, “doğa turizmi” ve “tarım turizmi” gibi diğer yeni kavramlarla ilişkisini soruşturduğumu ve sonunda da “kırsal turizm” kavramında karar kıldığımı hatırlıyorum.

Ayrıca, Kuşadası İmaj, Turizm Algı ve Marka Kent Kurumsal Kimlik Araştırması‘nı yaptığım sıralarda, turizm alanında ortaya çıkan bu tür yeni kavramların, “kum-güneş-deniz” üçlemesiyle ifade edilen “kitle turizmi“nin dünyanın birçok bölgesinde; özellikle de ülkemizin Kuşadası‘nda ve ülkemizin kıyı bölgelerindeki eski parlaklığını yitirmesi nedeniyle yeni arayışlara girildiğini, bu alanda yeni icat edilen ne varsa bir kurtarıcı gibi hemen ona rağbet edildiğini, turizm araştırmacılarının “turistik ürün çeşitlendirilmesi” olarak adlandırdıkları bu stratejinin birçok turizmciye cazip geldiğini keşfetmiştim. Nitekim araştırmasını yaptığım Kuşadası, dünya çapında “kitle turizmi” nedeniyle tanınmış olmasına karşın, Kuşadası‘nda “kitle turizminin” krize girmesi nedeniyle büyük sorunlar yaşayan turizmciler “inanç turizmi“, “kır turizmi” ve “kongre turizmi” gibi yeni turizm faaliyetlerine ilgi gösterip ortaya kafaların karıştığını gösteren bir çorbanın konulmasını sağlıyorlardı.

Bu kapsamda yıllar önce öğrendiğim bilgilere göre, İngilizcesi “genealogy tourism” olup kimilerinin “root tourism” ya da Türkçesiyle “soyağacı turizmi” dediği bu yeni turizm türünün ülkesinden, yaşadığı köyden, kentten, mahalle ya da sokağından gönüllü olarak ya da zorla koparılmış olup başka diyarlara gidenlerin ve onların neslinden gelenlerin, “Ben kimim, nereden geliyorum, geldiğim/geldiğimiz yeri nasıl bulabilirim, bu şekilde kaybettiklerimi yeniden nasıl edinebilirim” sorularına cevap veren, bu nedenle de çoğu kez kapitalizmin geliştiği 18 ve 19. yüzyıllarda Kuzey ve Güney Amerika‘ya göç eden İrlandalı, İskoç, İtalyan, Polonyalı, zorla Amerika‘ya götürülmüş kölelerin Afroamerikan torunları, gönüllü göç, pogrom, soykırım ve mübadele gibi göçler nedeniyle yaşadıkları yerleri terk eden ya da etmek zorunda kalan Yahudi, Ermeni, Rum, Giritli ve Balkan mübadilleri örneğiyle cisim bulan bir turizm cinsi olarak lanse edildiğini ifade etmek isterim.

Türkçeye “Soyağacı turizmi” olarak çevrilen “Genealogy tourism” ile ilgili bilimsel araştırmalarda bu tür turizmin ilk kez İskoçya ya da İrlanda‘dan ABD‘ne göç etmiş yeni kuşak İskoç ya da İrlanda kökenli Amerikalıların yaptığı seyahatler için kullanıldığı söylenmekte. Böylelikle, ana babalarından ya da daha üst kuşaktaki büyüklerinden dinledikleri öykülerle dile getirilen geçmişin mirası olan yerleri, evleri, kasabaları, hatta uzun süredir görmedikleri komşu ve akrabalarını görmek mümkün olmaktadır.⁽¹⁾

Aslında, bir yerden gönüllü ya da zorunlu olarak göç eden insanların geride bıraktıkları toprağı, evleri ve insan ilişkilerini; daha doğrusu kaybettikleri “mirası” aile ilişkileri boyutunda kilise ya da kütüphanelerden yararlanarak, eski yerleşimdeki komşu ve akrabalarıyla görüşerek ya da ailenin elinde kalmış eski eşyaları kullanarak köklerini aramaları çok da yeni bir çaba değildir. Çünkü insan, eski çağlardan bu yana gittiği yerde güçlü olup ayakta kalabilmek adına, geldiği yer ile gittiği yer arasında mekânsal ilişkileri bilip yeniden kurmaya, yabancı yerlerde ailesinden, kabilesinden, aşiretinden ya da hemşerilikten gelen ilişkileri kullanarak güçlü olup kendine yer açmaya çalışmaktadır. Ancak kimlik politikalarının öne çıkarıldığı içinde bulunduğumuz postmodern çağlarda kendisinin, ailesinin, kabile ya da aşiretinin etnik kimliğini oluşturan unsurları araştırıp o gücü yitirilmiş olan mekânla ilişkilendirerek güçlendirmek ve kimliğini bu şekilde güçlendirmeye çalışmakta; artık bundan böyle, ekmeğini kazandığı yerleri değil de, geldiği yerlerdeki toprakları ve insanları bilip tanıyarak, geride bıraktığı mirası bulup geri isteyerek, bu amaçla seyahatler yaparak, onu kendi toprağı, kendi yurdu olarak kabul etmeye hazır hale gelmektedir.⁽²⁾

İhmal edildiği için yıkılıp yok olan kültürel miras yoksa yeni bir sahip mi arıyor?

Bu örnekten hareketle yıllar önce İstanbul‘dan gelerek Karaburun‘da film çeken bir grup sinemacıyla ilgili bir anımı, bu konuda çok iyi bir örnek oluşturduğu için sizlerle paylaşmak isterim.

2012 yılında, ünlü “Takva” filminin yapımcısı sevgili dostum Sevilay Demirci‘nin ricası üzerine, İzmir‘e gelip Türk-Yunan ortak yapımı bir film çekecek olan yönetmen Ulaş Güneş Kaçargil ile Dilek Keser‘e yardımcı olmuştum. Senaryosunu Ulaş Güneş Kaçargil‘in yazdığı filmi, o sıralar Tunç Soyer‘in belediye başkanı olduğu ve her sinemacının gidip çekeceği film için yardım istediği Seferihisar‘da çekmek istiyorlardı. Bense Tunç Soyer‘in bu tür yardım taleplerinden yorulup bunaldığını söyleyerek filmi Urla‘da ya da Karaburun‘da çekmelerini önermiştim. Nihayetinde onlar Urla‘yı ve Karaburun‘u gezerek Karaburun‘da karar kılmışlardı.

Çekimlerin sonrasında beni arayarak Karaburun Nergis Kafe‘de yapılacak galaya çağırdılar ve onlarla 1-2 gün kalarak misafir olmamı istediler. Böylelikle, o sıralarda televizyonlarda yayınlanan “Muhteşem Yüzyıl” dizisindeki Matrakçı Nasuh rolüyle ünlenen Fatih Al, Cem Bender, Gökçe Sezer, Ferit Aktuğ, Uğur Uzunel, Oral Özer ve Serkan Deniz‘le tanışarak -aynen linki verdiğim fragmandaki son sahnede olduğu gibi- deniz kıyısındaki kayaların üstünde soğuk biralarımızı içerek uzun uzun sinema ile felsefe arasındaki ilişkileri tartışmış, Fatih Al‘ın nasıl bir entelektüel düzeye sahip olduğunu görmüştüm. Filmin Yunan sanatçıları orada olmadığı onları tanıma fırsatım olmamıştı.

Galanın yapıldığı 9 Ağustos 2013 akşamı Nergis Kafe‘ye neredeyse tüm Karaburunluların geldiğini, filmi seyrettikçe filmde kendileri aradıklarını, gördüklerinde de heyecanlanıp büyük bir keyifle bağırdıklarına tanık oldum. Çünkü neredeyse tüm Karaburunlular filmde gözükmüşler, adeta figüranlıklar yapmışlardı.

9 Ağustos 2013, Karaburun Nergis Kafe

Filmin konusu ise geçmişinin peşine düşen bir kadınla, geleceğine sahip çıkmaya çalışan bir adamın, yıllardır her şeye sessizce tanık olan ve paylaşılamayan bir evde kesişen hayatlarıyla ilgiliydi. 1990´lar sonbaharında Ege´de bir sahil kasabasında doğmuş, büyümüş, mübadelede Yunanistan´a göç etmek zorunda bırakılmış 80´li yaşlarını süren Agapi (Melpo Zarokosta), evini bulmak için yollara düşer. Yanında torunu Elpida (Romy Vasiliadis) vardır. Evi artık bir Türk genci Yaşar´a (Fatih Al) aittir. Agapi evi satın almak ister fakat Yaşar satmamakta kararlıdır. Yaşlı kadın inat, genç adam inat, evi paylaşamazlar. Birbirine yabancı bu üç kişi aynı evde yaşamaya başlarlar. 

Filmle ilgili açıklamalarda bu gencin Türk genci olduğu belirtilmekle birlikte, ben filmi seyrederken tek başına yaşayıp işçi olarak çalışan bir gencin Kürt olduğu gibi bir izlenim edinmiştim. Aslında öyle olmayıp da, benim düşündüğüm gibi olsaydı, gönüllü ya da zorunlu bir iç göçle Karaburun‘a gelmiş bu Kürt genci ile zorunlu olarak dış göçle Yunanistan‘a gitmiş Rum bir kadının aynı evi paylaşmak konusunda karşı karşıya gelip mücadele etmesi, Ulaş Güneş Kaçargil tarafından yazılmış senaryoyu daha ilginç, daha çekici ve anlamlı bir hale getirirdi diye düşünüyorum.

Görüldüğü gibi yaşlı Agapi geride bıraktığı topraklara torunu genç Elpida ile geri gelmekte ve bıraktığı evi anılarına, geçmişine sahip çıkmak amacıyla yeni sahibinden satın almayı istemekte; böylelikle, turizm literatürdekindeki deyimiyle bir “soyağacı turizmi“nin öznesi olmaktadır. Bu durumda da ortaya, gidenlerin meşru ya da gayrimeşru bir biçimde bıraktığı mallar ile bu malları satın alma, yağmalama ya da gayrimeşru yollarla edinenler arasındaki gergin ilişki, mahkeme, dava ve tazminat gibi insanları; hatta halkları birbirine düşüren yeni sorunlar ortaya çıkmaktadır.

Şimdi düşünün bir, İzmir‘i 1923 sonrasında terk ettiğinde elindeki taşınır ya da taşınmaz malları buradaki güvenilir arkadaş, dost ya da ortaklarına emanet eden halı tüccarı İspartalızade Hacı Ohannes, tefeci İsteratani Petro Kokiz ve kuyumcu Bersahoğlu Kirkor benzeri zengin ailelelere ait varislerin, o malları bir şekilde edinerek zenginleşen Şerif Remzi Reyent benzeri türedi zenginlerin varislerinden, bıraktıkları mal ve mülkleri geri istediklerini, bunu sağlamak için mahkemelere gidip davalar açtıklarını… Ortalık ne kadar da şenlenir, ne kadar eğlenceli bir hale gelirdi? O dönemlerde yağma, yıkma ve yakma ile zenginleşenlerin varislerini nasıl bir korku, nasıl bir telaş sarardı? Sanırım böylesi bir soruna bu ülkedeki ve kentteki ulusalcılardan çok, o dönemlerde sebepsiz ve hadsiz hesapsız bir şekilde zenginleşen ailelerin varisleri karşı çıkar, hemen siyasetin demagoglarını ya da loncaları harekete geçirirlerdi.

Aslında ayrı bir tür turizm faaliyeti olarak kabul edilse ya da kültür turizmi adı altında yürütülse bile, dünyadaki birçok ülke, şehir ve bölge için yararlı olabilecek “soyağacı turizmi” ile ilgili temel kararları alırken, turizmle ilgili tüm tarafların bir araya getirilmesi ve ele alınıp tartışılacak turizm türünün İzmir ya da Konak ilçesi koşullarında uygulandığı takdirde uygulamanın güçlü ve zayıf yönleriyle tehdit ve fırsat oluşturan yanlarının net bir şekilde ortaya konulması; yani, iyi bir SWOT Analizi yapılarak güçlü yanların nasıl fırsata dönüştürüleceği ya da tehditlerin hangi yöntemlerle nasıl karşılanacağı gibi konuların tartışılması ve bu şekilde ortaya çıkacak düşünceler çerçevesinde özel bir turizm politikası ve stratejisinin belirlenmesi gerekir. O nedenle de, İzmir’deki resmi, özel ve sivil turizm otoritelerini; başta İzmir İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü‘yle UNESCO İzmir Tarihi Liman Kenti Alan Başkanlığı‘nı, ulaşım, konaklama, yeme-içme, eğlence, rehberlik ve turizm sektörleriyle ilgili meslek odalarını, dernek ve vakıfları, onların temsilcilerini çağırıp onları işe katmadan; üstelik bu işten anlamayan insanlarla verilen kararların ve yapılan işlerin “yapılabilir“, “sürdürülebilir” ve “verimli-etkili” olmayacağını zaman ortaya koyacaktır.

Zira geçtiğimiz günlerde Balkan Savaşları tarihi ile ilgili okumalarım sırasında Hırvat tarihçi İgor Despot‘un Mete Tunçay tarafından çevrilip 2020 yılında Tarih Vakfı Yurt Yayınları tarafından yayınlanan “Savaşan Tarafların Gözüyle Balkan Savaşları, Algılar ve Yorumlar” kitabının 222. sayfasındaki (137) nolu dipnotunda “Son birkaç yıldır Sofya’daki Devlet Arşivlerine gidenler, orada iki grup ziyaretçi görebilmektedirler: Ege Makedonyası’nda toprak sahipliği belgeleri arayanlar ve aynı şeyi Türk Trakyası (Doğu Trakya) için yapanlar. BU insanlar o devletlerden tazminat almak, hatta mülkiyetlerini tanıtmak umudundadırlar. Bulgaristan bir AB üyesi olduğu, Türkiye de olmak istediği için, başarılı olabilecekleri umudu bile vardır.” diyerek ülkemizi savaşlarla ya da zorunlu mübadelelerle terk edenlerin olası hak arayışları konusunda uyardığını hatırlıyorum.

Evet bir Hırvat tarihçinin görüp yazdığı bir gerçeği, acaba Konak Belediyesi‘nin turizmden anlamayan, bu konuda bilgisiz, deneyimsiz ve tecrübesiz olan meclis ve komisyon üyeleri neden görmez ya da görmemezlikten gelir acaba?

……………………………………………………………………………………………………

⁽¹⁾ Santos, C.A., Yan, G. (2010), “Genealogical Tourism – A Phenomenological Examination“, Jopurnal of Travel Research, February 2010, s.56-67

⁽²⁾ Prinke, R.T. (2010) “Genealogical tourism – An overlooked niche“, Rodziny, Spring 2010, s.16-23

Yararlanılabilecek diğer yayınlar

+ Robert Lanquar, Turizm-Seyahat Sosyolojisi, İletişim Yayınları, İstanbul, 1985.

+ Winfried Löschburg, Seyahatin Kültür Tarihi, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara, 1998.

İzmir Büyükşehir Belediyesi’nde çalışan birinin birinci dereceden akrabası olmak istiyorum… (2)

Ali Rıza Avcan

Bu kadar uzun bir başlığa neden olan yazımın dünkü ilk bölümünde İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından İzmir Körfezi‘nde yolcu ve taşıt aracı taşımak amacıyla kurulmuş olan İZDENİZ İzmir Deniz İşletmeciliği ve Turizm Ticaret Anonim Şirketi‘nin kuruluş tarihi, sermayesi, yönetimi, çalışanları, mali yapısı ve Sayıştay denetim sonuçlarını sizlerle paylaşarak, devamlı zarar etmesi üzerine tüm harcamaları İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nce üstlenilmesinin neden ve sonuçlarını ortaya koymaya çalışmıştım.

Yazımın bugünkü son bölümünde ise, bu temel bilgiler üzerinden, “İzmir Büyükşehir Belediyesi’nde çalışan birinin birinci dereceden akrabası olmak istiyorum” şeklinde ifade ettiğim dileğin asıl nedenini açıklayacağım.

Ada, acaba kime göründü?

Bildiğiniz gibi İZDENİZ A.Ş. 2022 yılının başında bir karar alarak İzmir-Midilli arasında turizm amaçlı seferler düzenlemeye başladı.

Bu konu ile ilgili haberlerde, İzmir Büyükşehir Belediyesi ile Midilli Belediyesi arasındaki anlaşma uyarınca, yaz ayları boyunca her Cuma günü saat 09.30’da Alsancak Limanı’ndan kalkacak 404 yolcu kapasiteli İhsan Alyanak yolcu gemisinin 2 saat 45 dakikada Midilli‘ye varacağı, geminin Pazar günleri saat 17.30’da Midilli‘den hareketle İzmir’e döneceği, bu yolculuk için yetişkinlerden gidiş-dönüş bedeli olarak 85 Avro, tek yönlü yolculuklarda 50 Avro alınacağı, 7-12 yaş grubunda % 50 indirimin uygulanacağı ve 0-6 yaş grubu çocuklarda ücret alınmayacağı duyuruldu ve ilk sefer 17 Haziran 2022 tarihinde yapıldı.

Bizler ise, o tarihlerde İzmir‘e 120 kilometre uzaklıktaki Dikili ile 150 kilometre uzaklıktaki Ayvalık‘tan Midilli‘ye üç ayrı firma tarafından yapılan yolculukların daha ucuz ve yeterli olduğunu; böylelikle, Dikili ve Ayvalık‘ın turizm boyutunda gelişimine katkıda bulunulduğunu, bu iki ayrı yerleşim ya da iskelede bunlar yapılırken devreye girecek olan İZDENİZ‘in Dikili ve Ayvalık‘tan Midilli’ye gidecek yolcu sayısını azaltarak haksız rekabete neden olacağını ve çift gövdeli katamaran gemilerin hırçın Ege Denizi için uygun olmadığını ifade ederek, bu kararın “uygulanabilir” ve “sürdürülebilir” olmayışı nedeniyle yeniden gözden geçirilmesini istemiştik.

Çünkü Dikili-Midilli ya da Ayvalık-Midilli arasındaki yolculuklar üç ayrı firma (Jale Tur, Jalem Tur ve Turyol) tarafından hem deniz otobüsü hem de feribotlar marifetiyle yapılıyor. Bu yolculuğun asıl merkezi Ayvalık olmakla birlikte, Bergama turizmine katkıda bulunmak amacıyla 2019 yılında başlatılıp Pandemi nedeniyle ara verilen ve 2022 yılında yeniden başlatılan Dikili-Midilli seferlerinde, en azından haftada bir gün sefer düzenleniyor. Deniz otobüsü ile yapılan yolculuklar 45, taşıt aracı taşıyan feribotlarla yapılan yolculuklar ise 90 dakikada gerçekleştiriliyor, deniz otobüsü ve feribotlarla yapılan yolculuklarda yetişkinlerin gidiş-dönüşünde 35 Avro, tek yönlü yolculuklarda 25 Avro, 6-12 yaş grubundaki çocukların gidiş-dönüşünde 17,5 Avro, tek yönlü yolculuklarda 12,5 Avro, 0-5,99 yaş grubundaki çocukların gidiş-dönüşünde ya da tek yönlü yolculuklarında ise 5 Avro alınıyor.

Görüldüğü gibi ortada Dikili ya da Ayvalık üzerinden daha kısa sürede, daha kolay ve ucuz bir alternatif varken ve bu alternatif, Dikili, Bergama ve Ayvalık gibi merkezlerin gelişmesine katkı koyarken; ayrıca, Midilli seferleri konusunda ortada ek bir talep yokken İzmir üzerinden Midilli seferleri düzenlemek öncelikle para kazandıracak, arkasından da sürdürülebilecek bir iş değildi.

İZDENİZ‘in Facebook‘taki resmi sayfası üzerinden derlediğimiz bilgilere göre düzenlediğimiz aşağıdaki tabloya göre, İZDENİZ 17 Haziran-9 Eylül 2022 tarihleri arasında İzmir Alsancak Limanı‘ndan Midilli‘ye gidip gelen 15 sefer düzenlemiş; daha doğrusu, bu seferlerin 6’sı Midilli Limanı‘na, geriye kalan 9’u Midilli adasının güneyinde, 2011 yılı sayımına göre 3.276 nüfusa sahip ufak bir kasaba olan Plomari İskelesi‘ne yapılmış. Anlaşılan o ki, ya Midilli Limanı‘ndaki seyrüseferin yoğunluğu ya da İzmir-Plomari arasındaki mesafenin deniz mili itibariyle daha kısa olması bu değişikliğin gerekçesi olmuş. Ancak, Plomari-Midilli arasında 1 saat 16 dakika süren 40 kilometrelik zorlu virajlarla dolu yol ya da Plomari-Molivos (Mithimna) arasında 1,5 saat süren 78 kilometrelik yol, Midilli‘ye gidenlerin, hem gidişte hem de dönüşte bir araç kiralamak zorunda kalıp ayrıca ödeme yapması (Midilli-Plomari arası taksi ücreti 50 Avro) nedeniyle yoğun şikayetlere yol açmış.

Yukarıdaki tabloyu incelediğiniz takdirde 17 Haziran-9 Eylül 2022 tarihleri arasında 404 koltuklu İhsan Alyanak gemisi ile 6 kez Midilli Limanı‘na, 9 kez de Plomari iskelesine yapılan yolculuklarda, o tarihlerde Avro ya da TL üzerinden geçerli olan gidiş-dönüş ücretleri üzerinden tahsil edilebilecek olası maksimum tahsilat tutarını hesaplayarak, bunun 5.521.884,12 TL olabileceğini ortaya koyduk.

Ancak hem İzmir Büyükşehir Belediyesi ve İZDENİZ içinden, hem de bu şekilde Midilli‘ye gidip dönen yolculardan aldığımız bilgilere göre, bunun hiç de böyle gerçekleşmediğini, gemideki tüm koltukların hiçbir şekilde tam olarak dolmadığını, yolculukların çoğu kez 20-30 kişi ile yapıldığını öğrendik. Daha doğrusu, İzmir-Midilli seferleri ile ilgili fizibilite (yapılabilirlik) hesaplarının doğru olmayışı ya da böyle bir hesabın hiç yapılmaması nedeniyle İhsan Alyanak gemisinin, tıpkı 1. Kordon‘daki “Nostaljik Tramvay” ismi verilen lastik tekerlekli otobüsler gibi boş gidip boş geldiğini tespit ettik.

İzmirli olan ya da olmayanlar için 890 lira, belediyeciler için 200 lira…

Bu yetmezmiş gibi, elimize İzdeniz A.Ş.‘nin 18 Ağustos 2022 tarih, E-35199552-000.99-1793 sayılı yazısı üzerine, İzmir Büyükşehir Belediyesi İnsan Kaynakları ve Eğitim Dairesi Başkanlığı tarafından düzenlenip belediyedeki tüm birimlere gönderilen 23 Ağustos 2022 tarih, E-11455660-900-912974 sayılı bir yazı geçti.

Bu yazıda, İzmir Büyükşehir Belediyesi İzdeniz A.Ş. Genel Müdürlüğü tarafından düzenlenen İzmir Alsancak-Midilli seferleri kapsamında, Ağustos ve Eylül aylarında devam eden sefer programı dahilinde, gemi yolcu kapasitesinin uygun olması koşuluyla belediye personeli ve 1. derece akrabaları ile belediye iştiraki şirketlerin yönetim kurulu üyeleri ve personeliyle 1. derece akrabalarının İzmir-Midilli seferlerine gidiş-dönüş 200 TL bedel ödeyerek katılabilecekleri belirtilip verilen telefon numarasını arayarak ya da e-posta adresi ile yazışarak rezervasyon yaptırabilecekleri belirtiliyordu.

Yani İhsan Alyanak gemisi, Midilli‘ye boş gidip boş gelmesin düşüncesiyle ve boş koltukları doldurmak için dahiyane bir çözüm bulunmuş ve böylelikle İzmirliler bu seyahati 890 liraya yaparken belediye ve şirket yöneticileriyle çalışanları ve onların 1. derece akrabaları bu yolculuğu 200 liraya yapabilecekler; böylelikle, ödeyecekleri 200 lira gibi komik bir bedelle söz konusu şirketin zararını kapatmaya çalışacaklardı!!!

Evet, İzmir Büyükşehir Belediyesi, İZSU ve ESHOT gibi bağlı kuruluşlar ya da belediye şirketleri İzmirlilerin bir sorunu çözülsün ya da ihtiyaç ve talepleri karşılansın düşüncesiyle her zaman ve her koşulda herhangi bir yatırım ya da hizmet yapılabilir; ama, yapılacak bu yatırım ve hizmetlerin kentte yaşayan ya da çalışanların taraf olduğu bir sorun, ihtiyaç ya da talep doğrultusunda “gerekli“, “yapılabilir” ve “sürdürülebilir” olması koşuluyla… Bunu gerçekleştirmek için de, en tepedeki yöneticinin yapması gereken tek şey, bu tür doğru ve isabetli kararları alacak olanlardan oluşan bilgili, birikimli, deneyimli, becerikli ve yetenekli bir ekibe sahip olması ve bu tür yatırımların bu nitelikli ekip tarafından incelenip analiz edilerek geliştirilmesi, kamu zararına yol açmamasıdır.

İşte o nedenle de, içinde bulunduğumuz Eylül ayında önüme gelen bu değerli fırsatı değerlendirip, belediye kasasındaki milletin parasıyla Midilli’ye gidip tatil yapabilmek için, beni 1. derece akrabası olarak kabul edebilecek bir belediye yöneticisi ya da çalışanını, Antik Dönem filozofu Sinoplu Diyojen gibi elimde lamba ile arıyorum.

Ama diğer yandan da, çalışan işçi ve emekçilerin tüm çabasına rağmen bilgisiz, deneyimsiz, beceriksiz ve yeteneksiz yöneticilerin elinde bir oyuncağa dönüşen İZDENİZ‘in niye devamlı zarar eden bir şirket olduğunu daha iyi anlıyorum…

9 Eylül 1922-2022

Ali Rıza Avcan

Bugün 9 Eylül 2022…

9 Eylül 1922 tarihinde İzmir’in emperyalist ülkelerindeki emrindeki Yunan Ordusu’nun işgalinden kurtuluşunun 100. yılı…

Aynı zamanda da, Ankara‘da doğup uzun yıllarını Ankara, İstanbul, Bursa ve İzmir‘de geçirmiş ve esaslı bir tarih eğitimi alıp 9 Eylül’ün ne anlama geldiğini gayet iyi bilen bir yurtseverin, 9 Eylül 1922’de kurtarılıp hafızasını yitiren İzmir‘e değer veren ve bu kente dair görüş, düşünce, öneri ve eleştirilerini dile getirmek amacıyla yazdığı/yazılan metinleri biriktirmek amacıyla oluşturup bugüne kadar sürdürdüğü Kent Stratejileri Merkezi isimli bloğun 6. yılı…

İzmir, 9 Eylül 1922

Ankara‘dayken Mustafa Kemal Paşa‘nın Ankara‘ya geldiği 27 Aralık 1919 ve Ankara‘nın başkent olduğu 13 Ekim 1923 tarihlerinin yıl dönümlerini önemser ve Ankara yerlisi olan eniştemle akrabalarının Seymen giysileri giyip gümüş kamalarını kuşaklarına sokup yürüyüşlerini ve Ankara oyunlarını oynamalarını severdim. Hele ki, bu oyunları gayet iyi oynayan eski Ankaralı bir komşumuz vardı ki; o büyüğümü, rahmetli Zeynel Balaban amcayı ve eşi İsmet Hanım Teyze‘yi bu nedenle hiç unutamam. O nedenle, meydanı boş bulup bir halk oyunu oynamaya kalktığımda, omuzlarımı kartal misali havaya kaldırıp kaldırıp efelenmeyi pek bir severim.

1981 sonrasında İstanbul’a yerleştiğimde de İstanbul’un fethinden çok müttefik ordularının işgalinden kurtulduğu 6 Ekim 1923’ü ve o nedenle düzenlenen etkinlikleri tercih ettiğimi hatırlıyorum. Sanırım hepimizde olan ezilenden, sömürülenden ve istismar edilenden yana olma, onun tarafını tutup hakça davranma refleksiyle…

İstanbul, 6 Ekim 1923…

1997-1998 döneminde İzmir‘e yerleşmeye karar verdiğim tarihlerde ise, kuruluşunda büyük emeğim olan Türkiye Toplumsal ve Ekonomik Tarih Vakfı tarafından yönetilen Cumhuriyet’in 75. Yılı İzmir Kutlamaları organizasyonuna katılıp Prof. Dr. Oğuz Makal, Kayhan Kırmızıgül, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği İzmir Şubesi Başkanı Asuman Özçam-Boyacıgiller, İzmir Çağdaş Kültür Sanat Etkinlikleri Derneği (İZÇAKSED) Başkanı Aydın Bıçakçı ve opera sanatçısı bas Alpaslan Mater ile birlikte çalışmış; bu çerçevede Kemeraltı, İnönü Sokak‘taki İsmet İnönü‘nün doğduğu tarihi evin restorasyonunda emeğim geçmiş, Atlas Dergisi‘nin 1997 yılında çıkan İzmir özel sayısında okuduğum Yaşar Aksoy‘a ait “Karşıyaka: İzmir’in İçinde ve Ötesi’nde” başlıklı yazının teşvikiyle o tarihlerde İplikçizade Köşkü, şimdilerde de Kotzias Köşkü diye adlandırılan birbirinin eşi ikiz eski yapının yıkıldıktan sonra yerine yapılan 380 numaralı Çağlayan Apartmanı‘nın bahçesine, işgal günlerinde İzmir Yüksek Komiseri Aristidis Steryadis ve Mustafa Kemal Paşa tarafından karargâh olarak kullanıldığı halde 1970’li yıllarda yıkılan tarihi binada yaşanan olayları anlatan bir anı tabelasının konulmasına ve 9 Eylül’le ilgili bir sempozyumun düzenlenmesine ön ayak olmuştum. Hem de 9 Eylül 1999 tarihinde…

Ardından da bir Pazar gününe rastlaması nedeniyle 9 Eylül 2002 tarihinde PR Medya ile Ibexes Group Eğitim Danışmanlığı tarafından ortaklaşa düzenlenecek, içinde bisiklet ve orienteering yarışlarının da yer aldığı “Belkahve’den Kemeraltı’na Kurtuluş” isimli kutlama etkinliğine destek olması için İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Piriştina‘yı ikna etmiş; ancak, aynı tarihlerde İzmir Körfezi‘nde “powerboat” adı verilen özel sürat teknelerinin katılacağı uluslararası Class 1 Dünya Offshore Şampiyonası‘nın Türkiye Grand Prix‘sinin yapılacak olması nedeniyle projeden vazgeçmek zorunda kalmıştık.

Sonrasında da, İzmir’in vefakâr ve tarihi değeri 9 Eylül Vapuru‘nun 30 Nisan 2016 tarihinde balık yuvası olması amacıyla Karaburun‘un Küçükada açıklarında batırılması üzerine kentin Cumhuriyet dönemi hafızasını yok edip o suçunu işleyen belediye yöneticilerini ve yitirdiğimiz 9 Eylül Vapuru‘nu hatırlamak amacıyla, 9 Eylül 2016 tarihinde 21 arkadaşımla birlikte Kent Stratejileri Merkezi isimli kişisel bloğu kurmuş ve bu bloğun kapak resmi olarak da 9 Eylül Vapuru‘nun resmini seçmiştim. O resim o tarihten bu yana oradaki varlığını koruyarak bize 9 Eylül Vapuru ile özdeşleşmiş eski bir tarihi hatırlatır….

Bilgi vermek gerekirse, Kent Stratejileri Merkezi isimli blogda bugüne kadar toplam 838 adet yazı yayınlandı. Bu yazıların büyük bir kısmı bana ait olmakla birlikte arkadaşlarım ve hocalarım Aslı Menekşe Odabaş Kırar, Çağrı Gruşçu, Burcu Taner, Serdar Kesken, Ertuğrul Barka, Göker Yarkın Yaraşlı, Güven Eken, Hakan Kazım Taşkıran, Levent Tuna, Mihriban Yanık, Nizamettin Muhtar Karaca, Nurşin Altunay, Ruşen Keleş, Salim Çetin, Süleyman Gençel, Seniye Nazik Işık ve Tanzer Kantık yazılarıyla destek verip katkıda bulundular. Kendilerine bu vesileyle değerli yazıları için teşekkür etmek isterim.

Bu yıl yaşadığım, kentin Yunan Ordusu‘nun işgalinden kurtuluşunun 100. yılı nedeniyle sıkça “barış“, “kardeşlik“, “milliyetçilik“, “yurtseverlik“, “şovenizm“, “ırkçılık“, “bir arada yaşama” gibi olgu ve kavramlar üzerine düşünme, okuma ve yazma fırsatım oldu. “Balkan Savaşları“, “Ulusal Kurtuluş Savaşı“, “İzmir’in işgali“, “işgal altındaki İzmir’deki yaşam” konularında çok farklı okumalar yapıp, 1911-1912 yıllardan başlayan Balkan macerasını, bu macera sonucunda göç edip İzmir‘e ve Ege Bölgesi‘ne gelip yerleşen göçmenleri, onların beraberlerinde getirdikleri öfke, hesaplaşma ve intikam dolu milliyetçilik anlayışı, kaçıp terk ettikleri toprakların yeni efendilerinin bu sefer de onları adeta takip edip buralarda yakaladığı işgal döneminde İzmir‘de ve Ege‘de yaşananları, zulüm, eziyet, yangın ve ölüm dolu yıkımın ortasındaki işbirliklerini, ticaret ya da para kazanmak adına yapılan ihanetleri, emperyalist bir işgali, savaşı kazanan ülkelerin verdiği görevi ifa etme şeklinde takdim edip nasıl gizlemeye çalıştıklarını, milliyetçilik rüzgarına kapılıp birbirinden ayrılmış grup ve insanların gerektiğinde menfaat uğruna nasıl bir araya geldiğini, işgal dönemindeki ihanetlerle yeterince yüzleşip hesaplaşılmadığını, toplumu ayrıştırmak için dinin ve dini duyguların nasıl kullanılıp istismar edildiğini, kendilerini dini anlamda “cemaat lideri” ilan etmeye kalkanların bir arada yaşama çabasına nasıl dinamit koyduğunu, bu amaçla yabancı ülke servisleriyle nasıl işbirliği içine girdiklerini, İzmir‘deki bazı çevre, grup ve kişilerin işgal dönemi de dahil olmak üzere ve her şeye rağmen gemilerini nasıl yüzdürmeye devam ettiğini, bu kentteki sermayenin temelinde yatan yağma, yıkma, yakma ve el koyma alışkanlığını daha yakından görüp öğrenme, anlayıp tartışma fırsatını yakaladım.

Bu arada, bu kentin nasıl vefasız bir kent olduğunu, Tarkan ve Bülent Ersoy gibi popüler kültürün zamane ikonlarını baş köşeye koyarak bir sığlık sergilerken, İzmir Vilayet Konağı’na 9 Eylül 1922 günü ilk bayrağı diken Yüzbaşı Şerafettin ile İzmir‘in bilim dünyasına armağan ettiği ve benim “İzmir’in bilim amazonları” olarak adlandırdığım Prof. Nermin Abadan Unat, Prof. Dr. Mübeccel Belik Kıray, Prof. Dr. Zeynep Korkmaz ve Prof. Dr. Mübahat Kütükoğlu‘nu nasıl unutup onlara vefa borcunu ödemediğini, Cumhuriyet Dönemi‘nin hafızasını oluşturan tarihi bina ve mekanların nasıl hunharca yok edildiğini bir kez daha anladım.

Ama yine de yaşadığı toprakları ve bu topraklarda yaşamış ve yaşamakta olan insanları seven, onlara sahip çıkan bir yurtsever olarak hangi din, dil, inanç, ırk ve etnik kökenden gelirse gelsin herkesin, başka bir yere göç etmek zorunda kalmadan barış içinde bir arada yaşaması gerektiğine inanan, insanları birbirinden ayıran savaşların, işgallerin, tehcir, pogrom, sürgün ve soykırımların büyük bir insanlık suçu olduğunu bilen gerçek bir barışsever olarak, 9 Eylül 1922 ile simgelenen büyük zaferin 100. yılının, tüm insanlığın barış, demokrasi, kardeşlik, eşitlik ve adalet içinde yaşayacağı yeni bir dünyanın kapısı olmasını ve barışsever kisvesi altındaki tüm savaş ve işgal yanlılarının iyi tanınmasını diliyorum.

Kent Stratejileri Merkezi, bu düşünce, amaç ve hedefler doğrultusunda 2016 yılından bu yana katettiği doğru yolda yürümeye devam edecek, üzerine düşen görevi yapmaya çalışacaktır.

Sonu zaferle bitip savaşa, işgale, sömürüye, ezilmeye, acıya ve yıkıma son verecek nice 9 Eylül’lerde buluşmak üzere…

AKP’sever Abdül Batur…

Ali Rıza Avcan

İzmir‘in orta yeri Konakİzmir denilince ilk akla gelen yer Konak

Kentin tarihi merkezindeki Konak Meydanı, İzmir Saat Kulesi, Kadifekale, açık bir AVM olarak nitelenen Kemeraltı Çarşısı ile mülteci, göçmen ve sığınmacı yatağı Basmane semti ilk akla gelen yerler…

Konak Belediyesi, 27.06. 1984 tarih, 3030 Sayılı “Büyük Şehir Belediyelerinin Yönetimi Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabulü Hakkında Kanun” uyarınca “Merkez İlçe Belediyesi”  olarak, 19.06.1987 tarih, 3392 Sayılı “103 İlçe Kurulması Hakkında Kanun” ile İzmir Merkez İlçe’nin sınırları içinde kalan mahalleler (Buca hariç) itibariyle “Konak Belediyesi” olarak kurulmuştur. Kanunun çıkması ile birlikte İzmir’in en büyük ve en fazla nüfuslu belediyelerinden biri haline gelen Konak Belediyesi, 6 Mart 2008 tarih ve 5747 sayılı “Büyükşehir Belediyesi Sınırları İçerisinde İlçe Kurulması ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun” ile 58 mahallesini yeni kurulan Karabağlar Belediyesi‘ne devretmiş, böylelikle 2007 yılında 848.226 kişilik bir nüfusa sahipken 2009 yılında 113 mahallesi ile 411.152 kişilik bir nüfusa gerilemiştir. Bu gerileme 2009-2021 döneminde de düzenli olarak devam etmiş ve böylelikle Konak ilçesinin 2021 yılı nüfusu, 2009 yılındaki nüfusuna göre % 23,88 oranındaki bir azalışla 336.545’e düşmüştür. Bu durum, Konak ilçesinin ciddi bir nüfus, daha doğrusu genç işgücü kaybı içinde olduğunu göstermektedir.

Konak ilçesi, İzmir‘in diğer ilçelerinin aksine devamlı nüfus kaybedip enerjisini boşaltırken bu belediyenin 2009-2022 döneminde belediye başkanlığını yapanlar bu konuyu gündemlerine bile almamışlar, sadece ellerine geçen fırsatı değerlendirip İzmir Büyükşehir Belediyesi‘ne atlamak için çaba göstermişlerdir. CHP’nin yerel seçimlerde bir aday belirleme taktiği olarak geliştirdiği o kötü gelenek, Konak Belediyesi‘ne başkan seçilenlerin gönüllerinde hep bir büyükşehir belediye başkanı olma aslanının yatmasına sebep olmuş, o nedenle Konak belediye başkanı ile İzmir Büyükşehir belediye başkanı arasındaki bu açık ya da gizli rekabet nedeniyle hem Konak ilçesindeki belediye hizmetleri hem de her iki belediye arasındaki ilişkiler olumsuz yönde etkilemiştir.

Konak Belediyesi‘nin 2009-2014 dönemi belediye başkanı Hakan Tartan ile İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu arasındaki rekabet ve didişme, şimdilerde ise 2019 yılından bu yana fazla göz önüne serilmemesi için özel bir çaba harcanan Abdül Batur ile Tunç Soyer arasındaki açık ya da gizli rekabet ve didişme bu durumun en iyi örnekleridir.

Konak Belediye Başkanı Abdül Batur, Burhan Özfatura‘nın İzmir Büyükşehir Belediyesi başkanı olduğu 1994-1999 döneminde İzbeton genel müdürlüğü, 1999-2019 yılları arasındaki 4 dönemde 20 yıl süreyle Narlıdere belediye başkanlığı yapmış, 1999-2004 döneminde Tansu Çiller‘in Doğruyol Partisi‘nden 1 kez, 2004-2019 döneminde de 3 kez CHP‘den belediye başkanı seçilmiş, 2017 yılında kaçak 10 yapıyı yıkmadığı için mahkeme kararı ile 100 gün görevden uzaklaştırılmış, büyükşehir belediye başkanı olmakla ilgili ilk hamlesini İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Piriştina‘nın ölümü nedeniyle 2004’de yapıp başarılı olamamış bir mimardır. Şimdi ise, 2019 yılından bu yana ilk yerel seçimin sonucunda İzmir Büyükşehir Belediyesi başkanı olmayı arzulamakta ve bunu gerçekleştirmek için girişimlerde bulunmaktadır.

Asıl olarak DYP‘den gelip CHP‘nin sağ kesimine yerleşmiş bir belediye başkanı olarak, ailesinden gelen Alevilik damarı sayesinde ve Doğru Yol Partisi‘nden getirdiği sağ politikalarla kentteki arsa ve arazi rantını yönetmeye ve bunun en kolay şekilde yapıldığı kısmi imar planı değişiklikleri ve kentsel dönüşüm projeleri eliyle yapmaya çalışmakta, bu nedenle de hangi görüş, siyaset ya da anlayışla olursa olsun, kentin rantını paylaşmaya dayalı her kesim ve siyasetle işbirliği içinde olmaktan kaçınmamaktadır.

İşte o nedenle, 2019 seçimleri öncesinde Narlıdere‘den alınıp İzmir‘in orta yerindeki Konak‘tan aday gösterildiğinde, kendisini iyi tanıyanlar “Narlıdere’de bitirdiği denizin Konak’ta fazlasıyla eline geçtiğini” söyleyerek, özellikle de imar planları yeni hazırlanan Gültepe ve Beştepe gibi eski yerleşim yerlerinin Abdül Batur için “iştah açıcı yerler” olduğuna işaret etmişlerdir.

Ancak bütün dikkatine rağmen ilk golü, Pasaport‘taki Vestel gökdeleni nedeniyle yemiş, kendisinden önce verilen ruhsatın mahkeme kararlarına aykırı olduğunun ortaya çıkması; ayrıca yeni seçilen İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer‘in topu kurnazca kendisine atması nedeniyle zor durumda kalarak sorunun çözümünü zamanın akışına bırakmıştı.

Sonrasında kamuoyunun önüne çıkaracak hiçbir önemli projesi olmadığı için, “sağlıklı kentleşme” aldatmacasıyla hazırlanan Gültepe ve Beştepeler mahallelerinin kentsel dönüşümüne yönelik imar planlarına kadar pek gündeme gelememiş; ancak, bu planların TMMOB Şehir Plancıları Odası İzmir Şubesi‘nce açılan dava sonucunda idare mahkemesi tarafından iptal edilmesi üzerine zor durumda kalmış, bu olay sonrasında her şeye rağmen kuyruğu dik tutmak amacıyla sürekli bir şekilde “aklım fikrim dönüşümde” diyerek bu usulsüzlüğün takipçisi olduğunu vurgulamaya çalışmıştır.

Fakat bu arada, 5 Ağustos 2022 tarihinde yazdığım “Klasik bir İzmir sorusu: Kimin eli kimin cebinde?” başlıklı yazıda belirttiğim gibi, 30 Ekim 2020 tarihli Sisam Depremi‘nin İzmir‘de yarattığı etkiler sonucunda ağır hasarlı görülüp yıkılan Basmane, 9 Eylül Meydanı‘ndaki Konak Belediyesi hizmet binasının, verilen sözlere rağmen zamanında yapılmayışı nedeniyle, 2019 seçimlerinde AKP‘nin Konak başkan adayı olarak karşısına/karşımıza çıkan ve şu sıralar AKP il başkan danışmanı olarak görev yapan Melek Eroğlu‘nun birinci dereceden yakın akrabasına ait apartman dairelerini kiraladığını; böylelikle, binlerce boş başka bina ve apartman dairesinin bulunduğu Konak ilçesi sınırları içinde bula bula kendisine rakip olan AKP adayının çok yakın akrabalarına ait daireleri bulup kiralayarak AKP ile arasına herhangi bir şekilde siyasi bir mesafe koymadığını hatırlatmak isterim.

Bunca uzun bir girişten sonra gelelim bugünkü yazımızın konusuna…

Efendim, geçtiğimiz günlerde yakın bir dostum elime İz Dergi isimli bir derginin 2022 Ağustos ayına ait 66. sayısını tutuşturdu. 29,5 cmX12 cm boyutlarındaki 74 sayfalık aylık dergi bedelinin 50 lira olduğu yazılıydı. Ekonomik sıkıntıların yaşandığı böylesi bir zamanda aylık bedeli 50 lira olan bir dergiyi hangi memur ya da işçi alır, bu da yanıtlanması gereken ayrı bir soru diye düşünüyorum. Bu soruyu bir köşeye koyup yolumuza devam edip dergiyi biraz karıştırdığınızda ise hem kapakta hem de iç sayfalarda bulunan bol miktardaki Konak Belediye Başkanı Abdül Batur‘un fotoğrafları (üşenmeyip saydığınızda toplam 74 sayfa olan dergide Abdül Batur‘a ait büyük ya da küçük boyutta toplam 20 fotoğrafın olduğunu görüyorsunuz) nedeniyle, bu sayının Abdül Batur‘a hasredildiğini ve kendisinin yaklaşan 2024 tarihli yerel seçimler için yakın zamanda başlattığı İzmir Büyükşehir Belediyesi başkan adaylığı kampanyası için hazırlandığını tahmin etmeniz zor olmuyor.

Dergi, imtiyaz sahibi gazeteci Ümit Kartal‘ın Abdül Batur‘u öven “Nazar Değmesin” yazısıyla başlıyor ve Abdül Batur‘un elinde “Vefanın adı Konak” tabelasını taşıyan çizimin çevresine Ahmet Piriştina, Sancar Maruflu, Dario Moreno ve Atilla İlhan gibi İzmir‘in bilindik değerlerinin yerleştirilmesi ile oluşturulan Sadık Pala‘ya ait karikatür ile bizleri karşılıyor. Diğer sayfalarda ise İz Medya Yayınlar Koordinatörü Murat Atilla‘nın “Vefanın adı Konak” isimli 2 sayfalık yazısı, “Aklım Fikrim Kentsel Dönüşüm” başlığıyla Abdül Batur‘u övmek amacıyla hazırlanan 9 sayfalık yazı, 2’şer sayfalık “Efsane Başkan Aydın Erten’in Adını Yaşatan Alan Açıldı“, “Engelsiz Yaşam’la adım adım Hayata“, “Basmane’de Büyük Dönüşüm: Silahhane’den Sanathane’ye“, “Konak’ta tarih ayaklanıyor“, “Sancar Maruflu Bilim Merkezi açıldı” başlıklı haber yazıları, 1 sayfalık “Konak’a Avrupa Şeref Bayrağı Ödülü” başlıklı haber yazısı, Konak Belediye Başkanı Abdül Batur‘un CHP Parti Meclisi‘ndeki tek destekçisi CHP İzmir Milletvekili Ednan Arslan‘a ait 8 sayfalık “İzmir, verdiğinin 40’ta 1’ini alabiliyor” başlıklı yazı, ardından CHP İzmir Milletvekili Tacettin Bayır‘a ait 2 sayfalık, Konak ve İzmir Büyükşehir Belediye Meclisi üyesi Ulvi Puğ‘a ait 4 sayfalık, İletişimci ve yazar Ateş İlyas Başsoy‘a ait 3 sayfalık “İzmir’in Ruhu” başlıklı yazı, gazeteci Seçkin Öner‘e ait “En son babalar duyar” başlıklı 2 sayfalık yazının yanında “Abdül tuttu karıcığım” ve “İz bırakanlar” başlıklı birer sayfalık yazılar, Turist rehberi ve yazarı Serdar Çelenk‘e ait “Kemeraltı’na doyulmaz” başlıklı 8 sayfalık yazı, sinema eleştirmeni ve yazar Batıgün Sarıkaya‘ya ait “Bir zamanlar Konak’ta sinemalar vardı” başlıklı 6 sayfalık yazı, Folkart Kurumsal İletişim Müdürü Ünal Ersözlü‘ye sorulan soruların cevaplarından oluşan “İnsanın özel mülkiyet tutkusunu sevgiyle değiştirmek isterdim” başlıklı 3 sayfalık yazı, edebiyat öğretmeni Bülent Kepenek‘in “Karamık’ın tebessümü” başlıklı 3 sayfalık yazısı bulunuyor.

Dergideki tam sayfa 9 ilan ise toplam 10 sayfadan oluşuyor. İlan veren şirketler ise şu şekilde: Mimar Vahap Yılmaz‘ın Biva A.Ş.‘ne ait Biva Tower ilanı, Biz Kitap‘ın Ümit Kartal‘ın kitabına ilişkin ilanı, Onur İnşaat Sanayi A.Ş.‘ne; daha doğrusu Mehmet Onur‘la Ahmet Onur‘a ait On’live Hotel, helal gıda üreten Denizlili Abalıoğlu Grubu‘nun markası Lezita, Hüseyin Şahin‘e ait Egesel İnşaat‘ın Egesel Koza Projesi (Orta, 2 sayfa), Koç ailesine ait Ege Ulaşım, Konak Belediyesi, AKP Konak İlçe Başkanı Mehmet Sait Başdaş‘ın yönetiminde olduğu aile şirketi Başdaş (Arka kapak içi) ile Mesut Sancak‘a ait Folkart Galeri (Arkla kapak)

Görüldüğü söz konusu dergiye ilan veren şirketler arasında oldukça ilginç; hatta şaşırtıcı olanlar var…

Örneğin, Biva Tower‘ın sahibi mimar Vahap Yılmaz, 2019 tarihli yerel seçimlerde CHP‘den Bayraklı belediye başkan adayı olup, değerli dostum gazeteci Süleyman Gençel‘in o tarihlerde fotoğraflarıyla paylaştığı haberlere göre, seçim süreci içinde gidip AKP Karşıyaka İlçe Başkanlığı‘na 25.000 lira bağışta bulunan; yani “hem nalına hem mıhına” diyerek her iki yana da oynayan işbilir bir müteahhit…

https://haber.sol.org.tr/turkiye/chpli-patron-adaydan-akpye-25-bin-liralik-bagis-akpden-plaket-de-almisti-255223

Yer: Onur Han, Tarih: 21 Temmuz 2014

Örneğin, On’live Hotel‘in sahipleri Mehmet Onur‘la Ahmet Onur cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan‘ın 21 Temmuz 2014 tarihinde İzmir’e gelişinde kendilerine ait Çankaya’daki Gazi Bulvarı ile Gaziosmanpaşa Bulvarı’nın kesiştiği köşede bulunan 7 katlı 1. Onur Han’ın tüm yüzeyini kaplayacak şekilde posterini asan turizmci sermaye sahipleri…

https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/erdoganin-posterini-7-katli-oteline-bedava-asti-96953

Abalıoğlu Ailesi

Örneğin, Lezita‘nın sahibi olan Denizlili Abalıoğlu ailesi AKP ile, özellikle de 2019 yerel seçimlerinde AKP‘den İzmir Büyükşehir Belediye Başkan adayı olan Nihat Zeybekçi ile yakın ilişkileri olan insanlar…

https://www.denizligazetesi.com/guncel/denizli-son-duayenini-kaybetti-h79123.html

AKP Konak İlçe Başkanı Mehmet Sait Bağdaş

Örneğin arka kapağın içinde tam sayfa reklamı olan Başdaş Market, İzmir ve Aydın‘daki 35 mağazasında 750 personel çalıştırıp aylık müşteri sayısı 600.000’i bulan bir perakende satış şirketi ve bu şirketin yönetim kurulunda kardeşleri ile birlikte yer alan şahıs ise AKP Konak İlçe Başkanı Mehmet Sait Bağdaş.

https://www.egetelgraf.com/?s=Konak%20İlçe%20Başkanı%20Mehmet%20Sait%20Başdaş

Örneğin, Folkart Galeri, arada İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Piriştina‘nın eski iletişim-medya danışmanı Ünal Ersözlü bulunsa bile, Mesut Sancak‘ın, daha doğrusu hangi siyaset olursa olsun aşkla sevmeyi pek bilen Sancak ailesinin şirketlerinden biri… Mesut Sancak‘a ait Folkart aynı zamanda hem Aziz Kocaoğlu, hem de Tunç Soyer zamanında İzmir Enternasyonal Fuarı‘nın Migros ile birlikte devamlı sponsorluğunu yapmaktalar..

Şimdi bu durumda; yani, İz Gazete ya da İz Dergi veya Konak Belediyesi topu birbirlerine atarak o reklamverenleri biz seçmedik diyerek aradan çıkmaya çalışabilirler; ama, ben de onlara şu soruyu sormak isterim ki, tümüyle Konak Belediye Başkanı‘na ve onun icraatlarına tahsis edilen bir propaganda amaçlı bir dergide hangi firma reklamlarının bulunacağı, aynı zamanda siyasi bir kişiliği olan belediye başkanını hiç mi ilgilendirmez, bu konuyu hiç mi sormaz dergi yöneticilerine, kendisinin uygun gördüğü reklamverenler konusunda hiç mi tavsiyesi olmaz, reklamverenlerin bir kısmına hiç mi itiraz etmez? Öte yandan solculuğu ile temayüz etmek isteyen bir gazete ya da dergi, AKP‘liliği ile ön plana çıkmış bu reklamverenler konusuna hiç mi dikkat etmez ya da “paranın dini, imanı yoktur” anlayışıyla önüne ya da aklına gelen herkesle reklam anlaşması mı yapar? Bu durum, profesyonelliğin ya da ticaretin gereği mi der? Bence bu konu her iki taraf için de kötü, kimsenin elinde tutmak istemeyeceği talihsiz bir durumdur… Tutanı, savunanı, arkasında duranın niyetini sorgulatır ve siyasi anlamda canını yakıp çok şeye mal olur…

Tabii ki AKP ve yandaşlarıyla bilerek ve isteyerek açık ya da gizli bir anlaşma yapılmıyorsa… Bir “Truva Atı” olarak dışı solcu, içi sağcı bir oluşumun reklamı, propagandası yapılıyorsa…

Bu arada tabii ki, üstünde bedelinin 50 lira olduğu yazılı bu derginin Konak Belediyesi‘ne maliyetini sormayacağım… Çünkü Georges Poulimenos‘un kitabı konusunda verdikleri “sırtlarını sıvazlayıp manevi katkıda bulunduk” cevabını vereceklerini bildiğim için, ne onları, ne de kendimi, cevabı aslında çoğumuzca bilinen bir soruyu sorup cevabını almak konusunda zorlamayacağım…

Ne dersiniz, CHP‘li bir belediye başkanın, solcu olduğu iddiasındaki bir dergi eliyle bu kadar AKP‘li şahıs ya da şirketle bağlantısı varsa ve bu duruma karşı çıkmayıp adeta onların verdiği reklam paralarıyla bu dergiyi finanse ettikleri ortaya çıkarsa, onu bu oldukça ‘açık‘, ‘samimi‘ ‘faydalı‘ ve ‘verimli‘ ilişkileri nedeniyle, CHP‘den ya da başka bir partiden İzmir Büyükşehir Belediye başkanı yapar mısınız veya olması için oy kullanır mısınız? Ne dersiniz? Yarın öbür gün, kuzu postu altındaki bir kurt gibi kazara İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı olduğu takdirde bu ilişki ve işbirliklerini nasıl geliştirip nerelere taşıyacağını düşünür müsünüz?

Evet, sonuç olarak bir belediye başkanını parlatmak amacıyla yayınlanan dergideki reklamlarla o belediye başkanının siyaseti arasındaki ilişkiyi eleştirmiş olsam da, diğer yandan bu işi birlikte gerçekleştiren İz Dergi ile Konak Belediye Başkanı Abdül Batur‘un reklamını yapmış oluyorum… Ama en azından gerçeklerin bilinmesi adına bu reklama aracı olmanın bile yararlı olacağını, “bir hayır için bin şerrin” göze alınabileceğini düşünüyorum…

Son olarak da, “günah benden gitsin” düşüncesiyle ve bu dergiyi daha iyi inceleyebilmeniz amacıyla, İz Dergi‘nin İnternet sayfasından aldığım linki sizlerle paylaşmak istiyorum… Nasıl olsa para kazanması gerekenler o parayı çoktan kazandılar, propagandasını yapmak isteyenler de propagandasını çoktan yapmış oldular…

https://www.izgazete.net/images/upload/IYZ_DERGIY.pdf

Bu değirmenin suyu nereden geliyor?

Ali Rıza Avcan

Ulusal ve yerel basının, kendilerine yakıştırdıkları “dördüncü güç” sıfatıyla diğer güçler; yani, yasama, yargı ve yürütme karşısındaki içler acısı hali, yaşadığımız tüm zamanların en güncel hali… O nedenle, hiçbir basın kuruluşu çıkıp siyasetçiler gibi güçler arası bağımsızlığı savunamıyor. O kurumların ve gazetelerin hali yasama, yargı ve yürütmeye yapışık, ondan yararlanıp nemalanma hali… Gazetenin, gazetecinin bağımsızlığı, özgürlüğü ve tarafsızlığı -ne yazık ki- onların gündeminde yok. Bu içler acısı hal, dün, bugün ve de yarın edecek bir “sürdürülebilirlik” hali… Çünkü gücü eline geçiren her merkezi ya da yerel iktidar odağı, kendisinden yana bir basın yaratma, onun etinden sütünden tüyünden yararlanıp daha da güçlenmek derdinde… Bu durum, Osmanlı’dan Cumhuriyet Dönemi’ne kadar uzanıp bugünlere kadar gelen bir vaka-i adiye hali…. Çünkü iktidar, elindeki büyük gücün etkisiyle düşüncesini ve kalemini satabilecek insanları bulmakta ve onları istediği şekilde kullanmakta hiç de zorlanmıyor. Hatta kendisini basın mensubu olarak tanımlayan bu tür insanlar, seve isteye bu işi yapma, iktidarı övüp yüceltme konusunda daha baştan gönüllü oldukları ve bu konuda sınır tanımadıkları için güç sahibi olan iktidar onlara değil, onlar iktidarın ayağına gidip hizmet etmek istediklerini söylüyorlar ve karşılığında da bunun bedelini istiyorlar… Bu gerçekleşmediği takdirde de, her fırsatta tehditlerle birlikte iktidarı yerden yere vurarak anlaşma yapmaya zorluyorlar… Kısacası, iktidarla bu tür “kirli” basın arasında karşılıklı çıkarlara dayalı çirkin, anti-demokratik bir mutabakat var… Bu nedenle, ortada böylesi bir mutabakatın olduğu her ortamda, iktidarı elinde tutan her yönetimin anti-demokratik olduğunu söylemek mümkün hale geliyor…

Ulusal ve yerel basının genel durumunu bu şekilde ortaya koymakla birlikte, aramızda düşüncesini ve kalemini satmayan, iktidara yaranmak için çabalamayan, bunun için direnen güzel gazeteciler de var… O nedenle, sanki bütün gazeteciler ve basın yukarıda anlattığım şekildeymiş gibi onların hakkını da yemek istemem… Ama onlar sayıları her geçen gün azalan; adeta nesilleri tükenen dinozorlar gibi azınlıkta kalıyorlar… Sesleri gür bir şekilde gerçeği, doğruyu ifade ediyor; ama, yine de sayıları ve etkileri az olduğu için tüm basın içindeki varlıkları her geçen gün daha da azalıyor…

Bugün bu namuslu, araştırmacı, dürüst gazetecilerin hakkını yememek, onların varlığını hatırlatmak amacıyla öğrendiğim bir bilgiyi, elime geçen bir dağıtım tablosunu sizlerle paylaşmak istiyorum. Ama ondan önce, AKP iktidarı ile birlikte daha da gelişen ve yandaş gazete ve televizyonların bir araya toplaşıp iktidar adına yaptıkları yayınlar karşılığında büyük mali kaynaklara ulaştığı, bizlerin de “iktidarın havuzu” olarak tanımladığı olgunun, İzmir örneğini ele alıp tarihi gelişimini ortaya koymak istiyorum.

Takvimler 2019 yılının Ağustos ayını gösteriyor. İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin çiçeği burnunda yeni başkanı Mustafa Tunç Soyer‘in icraatının beşinci ayı içindeyiz… İzmir Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Misket Dikmen‘in başkanlığındaki Yerel Basın Platformu adı verilen bir oluşum, 5 Ağustos 2019 tarihinde İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Mustafa Tunç Soyer‘i ziyaret ederek görüşüyor. Görüşme sonrasında, “hayata geçirilmesi planlanan projeler ve önümüzdeki süreçte izlenecek yol haritası üzerinde fikir alışverişinde bulunduk. Yerel Basın Platformu tarafından hazırlanan 4 taslak projeyi de değerlendireceğiz.” diyerek açıklamada bulunan Soyer, “Şeffaf olacağız, ayrımcılık yapmayacağız. Ne yapıyorsak herkes bilecek. Şeffaf ve açık bir dönem yaşayacağız. İzmirliler daha fazla gazete okusun, kentine, gazetesine sahip çıksın istiyoruz. Mesele 50 tane fazla gazete dağıtmak değil. Farkındalığı büyütmek zorundayız. Türkiye’de medya bu kadar çökmüşken, tek nefes alacak yer yerel medyadır. Nefes dediğimiz aynı zamanda en temel haklarımızdan olan haber alma hürriyetidir. Vatandaş olarak şu anda bu hürriyetimizden mahrumuz. Bu mağduriyeti giderecek tek mecra aslında yerel basındır. Haber almak bir insan hakkıdır. Bu potansiyelin eninde sonunda gün ışığına çıkacağını düşünüyorum. O yüzden ne yapsak azdır. Daha fazlasını yapmaya gayret edeceğiz. Belediye olarak nasıl yol yapıyorsak, insanların daha özgür, rahat ve mutlu yaşaması için de basına bu yardımı yapıyoruz.” demiş. Soyer ayrıca bu kapsamda verecekleri desteğin, Basın İlan Kurumu’ndan resmi ilan alan yedi günlük yerel gazeteyle sınırlı olduğunun altını çizerken, meclis kararlarının yerel gazetelerde yayınlanmasının şeffaf yönetim ilkesine de büyük katkıları olacağını hatırlatmış.

Görüldüğü gibi bugün bizim “İzmir havuzu” olarak niteleyip Basın İlan Kurumu‘ndan resmi ilan alan yedi günlük gazete ile sınırlı olan yardımın belirli sayıda basılı gazete satın alma şeklinde gerçekleştirileceği, havuzda yer alan yedi gazeteye yapılacak yardımların resmi ilan yayınlama hakkı olan diğer yerel gazeteler arasında ayrımcılık yapmadan gerçekleştirileceği ve buna ilişkin bilgilerin şeffaf olacağı açık bir şekilde belirtilmiş.

Bu görüşmenin hemen sonrasında İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin 2019 Ağustos ayı olağan toplantısı gündemine eklenen dört meclis üyesine ait önergede, “yeni yargı paketinde, yazılı basını ayakta tutan en önemli gelir kaynağı olan icra ve iflas ilanlarının gazetelerde yayımlanma zorunluluğunun kaldırılmasının, yerel basının üzerinde oluşturacağı olumsuz ektinin giderilebilmesi, İzmir Büyükşehir Belediyesi olarak İzmir’e özgü bir ‘Yerel Yönetim-Yerel Basın İş Birliği Modeli’ ile yerel basınımıza katkı sunulabilmesi ve aynı zamanda 5393 sayılı Belediye Kanununun 14. maddesine göre Belediye hizmetlerinin, vatandaşlara en yakın yerlerde ve en uygun yöntemlerle sunulacağı Belediyenin görevleri arasında gösterildiğinden ve yine aynı Kanunun Meclis kararlarının kesinleşmesi başlıklı 23. maddesinin ‘Kesinleşen Meclis Kararlarının özetleri yedi gün içinde uygun araçlarla halka duyurulur.’ hükmü kapsamında, İzmir Büyükşehir Belediye Meclisinin almış olduğu kararların özetlerinin İzmir’de yayın yapan ve Başkanlık Makamı Olur’u ile uygun görülen yerel gazetelerde yayımlanması, söz konusu karar özetlerinin ilan giderlerinin Belediyemiz Basın Yayın Halkla İlişkiler ve Muhtarlıklar Dairesi Başkanlığına bağlı Basın Yayın Şube Müdürlüğünün 03.5.4.01 İlan Giderleri kaleminden karşılanması hususlarını Sayın Meclisin onaylarına arz ederiz” denilmesi nedeniyle öneriyi görüşen Plan ve Bütçe Komisyonu‘yla Hukuk Komisyonu‘nun birlikte formüle ettiği, “195 sayılı Basın İlan Kurumu Teşkiline Dair Kanunun 34. maddesinde belirtilen vasıflarda olan ve İzmir genelinde dağıtımı yapılan yerel gazetelerde Başkanlık Makamı Oluru aranmaksızın mevcut gazetelere bütçenin eşit şekilde dağıtılması ile birlikte kararların yayınlanması” şeklindeki 15 Ağustos 2019 tarih, 636 sayılı belediye meclisi kararı, oybirliği ile kabul edilerek uygulamaya konulmuştur.  

Bu kararda sözü edilip bir ön koşul olarak atıf yapılan 2 Ocak 1961 tarih, 195 sayılı Basın İlan Kurumu Teşkiline Dair Kanun‘un, “Gazetelerin vasıfları” başlıklı 34. maddesinde ise, resmi ilan verilecek gazetelerin, içerik, sayfa sayı ve ölçüsü, gazetede çalıştırılan kadrolu işçi sayısı, gazetenin fiili satış rakamı ve yayın süresi ile uygun görülecek diğer yönlerden Basın-İlan Kurumu Genel Kurulu‘nca belirleneceği belirtilmekte olup; 15 Ağustos 2019 tarih, 636 sayılı belediye meclisi kararı ile İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nce yerel gazetelere yapılacak yardımların, resmi ilan yayınlamaya hak kazandığı Basın İlan Kurumu‘nca belirlenen gazeteler arasında dağıtılacağı kabul edilmiştir.

Bu kanun hükmü ve belediye meclisi kararından sonra Basın İlan Kurumu‘nun İnternet sayfasına baktığımızda ise, 2019 yılı Ağustos ayı itibariyle resmi ilan vermeye uygun İzmir gazeteleri için şöyle bir duyuru yapıldığını görüyoruz.

Basın İlan Kurumu‘nun İzmir‘de resmi ilan almaya hak kazanan yerel gazetelerin aylık listelerini Eylül 2019-Ağustos 2022 dönemi itibariyle incelediğimizde, listede yer alan yedi ayrı gazetenin varlığını sürekli olarak koruduğunu; ancak, 2022 yılı Eylül ayında bu gazetelere Yeni Asır gazetesinin eklenmesi suretiyle İzmir‘de resmi ilan almaya hak kazanan günlük gazete sayısının 8’e çıktığını görürüz.

2 Ocak 1961 tarih, 195 sayılı Basın İlan Kurumu Teşkiline Dair Kanun‘un 34. maddesi uyarınca Basın İlan Kurumu tarafından resmi ilan almaya uygun görülen yerel İzmir gazetelerinin 2019 yılı Ağustos ve 2022 yılı Eylül aylarındaki listesi, Yerel Basın Platformu‘nun 5 Ağustos 2019 tarihi ziyareti ve İzmir Büyükşehir Belediye Meclisi‘nin 15 Ağustos 2019 tarih, 636 tarihli kararı uyarınca Ağustos 2019-Ağustos 2022 döneminde yedi gazeteye (9 Eylül, Ege Telgraf, Haber Ekspres, İlkses, Ticaret, Yeni Bakış, Yenigün), Eylül 2022 ayında da bu gazetelerin arasına Yeni Asır gazetesinin eklenmesi suretiyle sekiz gazeteye yükselmiş olup; resmi ilan almaya hak kazanmış İzmir’deki yerel gazetelere yönelik yardımların, İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Mustafa Tunç Soyer‘in ifadesiyle adaleti, şeffaflığı ve farkındalığı sağlamak amacıyla bu sekiz gazete arasında eşit şekilde dağıtılması gerekmektedir.

Ancak bu karar, haber ve kanun hükümlerine rağmen son günlerde elime geçen Turkuaz Dağıtım kaynaklı ve “İzmir Büyükşehir Belediyesi Günlük Gazete Alım Listesi” başlıklı bir tablo, İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin yardım yaparken, resmi ilan almayı hak eden gazeteler arasında pek de adil davranılmadığını, İzgazete isimli gazetenin henüz resmi ilan almaya hak kazanmadığı halde yardım alan gazeteler arasına dahil edilerek en büyük yardımı aldığını göstermektedir.

Kaynak: Turkuaz Dağıtım Pazarlama

İzmir‘deki yerel gazetelerin dağıtımını yapan Turkuaz Dağıtım Pazarlama‘nın dağıtım verilerine göre hazırlanan bu tablonun incelenmesinden de görüleceği gibi, 9 Eylül, Yenigün, Ege Telgraf, Haber Ekspres, İlkses, Ticaret ve Yeni Bakış Gazeteleri Basın İlan Kurumu tarafından resmi ilan alabilecek gazeteler olarak belirlendiği halde; bu tablonun ilk sırasında yer alan İzgazete, Basın İlan Kurumu tarafından resmi ilan alabilecek gazete olarak tanımlanmamıştır. Çünkü aşağıdaki tablolardan anlaşılacağı üzere, İzgazete, 2019 Ağustos ile 2022 Eylül arasındaki dönem itibariyle henüz “beklemede olan” ve bu nedenle de resmi ilan alamayıp sadece reklam alabilecek bir gazetedir.

Yukarıdaki tablonun da gösterdiği gibi, İzgazete henüz resmi ilan alabilecek bir gazete olmadığı halde, Basın İlan Kurumu Teşkiline Dair Kanun‘un 34. maddesi ile ilişkilendirilerek alınmış olan 15 Ağustos 2019 tarih, 636 sayılı İzmir Büyükşehir Belediye Meclisi kararına aykırı olarak yardım almaktadır. Hem de alım miktarı diğer gazetelere göre daha yüksek tutulmak suretiyle… Daha doğrusu İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı‘nın yaptığı görüşmede bu konuda adil ya da eşit olacağı sözüne rağmen…

Belediye meclisi kararında ve İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Mustafa Tunç Soyer‘in 5 Ağustos 2019 tarihli görüşmede Yerel Basın Platformu mensuplarına söylediklerine aykırı olan bu durumun akla gelebilecek makul tek bir nedeni, İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin, İZSU ve ESHOT genel müdürlükleriyle belediye şirketlerinde çalışan işçiler için Türk-İş‘e bağlı Belediye-İş Sendikası ile, yine ayrı birimlerde çalışan devlet memurları için Tüm-Bel-Sen ile yaptığı toplu iş sözleşmelerinde işçi ve memurların okuması için alınacak olan gazetelerle ilgili hüküm ve uygulamalar olabilir.

Ancak Tüm-Bel-Sen‘in 2022 yılı için İzmir Büyükşehir Belediyesi, İZSU ve ESHOT genel müdürlüklerinde çalışan memurlar için imzaladığı toplu iş sözleşmesinin “Diğer Haklar ve Ücretli İzinler” başlığını taşıyan 23. maddesinin (i) fıkrası hükmünde, “işveren, çalışanların genel kültür bilgilerini artırmak, okuma alışkanlığı kazandırmak ve güncel gelişmeleri takip edebilmeleri amacıyla yemek molalarında ve ara dinlenmelerde tüm çalışanların okuyup yararlanacağı miktarda yerel ve ulusal gazete, dergi ve kitap bulundurur” hükmü yer aldığı için, bu gazetelerin tek tek memurların her biri için satın alınmadığını, alınacak ulusal ve yerel gazetelerin çalışanların yemek yedikleri ya da ara dinlenmesi yaptıkları yerlerde okuyup yararlanabilecekleri miktarda bulundurulacağını söyleyebiliriz.

İzmir Büyükşehir Belediyesi ile Türk İş‘e bağlı Belediye-İş Sendikası arasında 18 Haziran 2022 tarihinde imzalanan ve 5.250 işçiyi kapsayan toplu iş sözleşmesinin (bu sözleşmeyi incelemek amacıyla temin edemediğimiz için), işçilerin yararlanması amacıyla alınacak ulusal ve yerel gazetelerle ilgili düzenlemesinin sözleşmenin hangi maddesinde yer aldığını ve ne şekilde düzenlendiğini -ne yazık ki- bilmiyoruz. Ancak işçiler için imzalanan bir sözleşmede, memur sözleşmesindeki hükümlere benzer düzenlemelere yer verilebileceğini tahmin etmenin yanlış bir tahmin olmayacağını düşünüyorum. Çünkü İzmir Büyükşehir Belediyesi hizmet binasına her gidişimde, giriş kapısının hemen sonrasında gelip geçen herkesin alabileceği şekilde yüzlerce gazetenin, özellikle de Cumhuriyet gazetesinin istiflendiğini görmüş biri olarak bu şekilde alınan gazetelerin işçilerden çok belediye gelen yurttaşlara dağıtıldığını biliyorum

Ayrıca, imzalanan toplu iş sözleşmesi hükümlerine göre, İzmir Büyükşehir Belediyesi, İZSU ve ESHOT genel müdürlükleriyle diğer belediye şirketlerinde çalışan işçilere dağılacak ulusal ve yerel gazetelerin adları ve sayıları sendikalar tarafından belirlenip belediyeye bildiriliyorsa, o zaman da satın alınmayan diğer yerel gazete sahiplerinin yetkili sendika Belediye-İş Sendikası‘na bu hesabın nasıl yapıldığını, işçilerden tercihlerinin nasıl alındığını, bu tercihler sırasında diğer gazetelerin neden tercih edilmediğini ve gazete satışlarında haksız rekabete neden olay bu olayda hangi yetkiyle nasıl müdahale ettiklerini sorması gerektiğini düşünüyorum. Aksi takdirde gazetelerle ilgili yardımlara Belediye-İş Sendikası‘nın müdahil olduğu şeklinde bir usulsüzlükle daha karşı karşıya kalmamız mümkün olabilecektir.

İşte bütün bu nedenlerle, şaibeli gazete ve televizyon satışları, belirli sayıda kadrolu gazeteci çalıştırma zorunluluğuna uymama ve belediyelerle geliştirilen haksız ticari ilişkiler konusunda soruşturma ve cezalandırma haberlerini duyduğumuz şu günlerde, İzmir’deki bütün yerel gazete ve televizyon sahipleriyle yerel yöneticilerin hak, hukuk ve adalete, evrensel insan haklarına, demokrasi, tarafsızlık, basın ve ifade özgürlüğü gibi değerlere daha fazla önem ve öncelik vererek, AKP iktidarı cephesindeki muhaliflerine benzememesini diliyor, güçlü bir yerel basının doğruluk, tarafsızlık ve bağımsızlık gibi temel ilke ve değerler üzerinde daha da da gelişip güçleneceğine dair inancımı ifade etmek istiyorum.

(1) https://www.ticaretgazetesi.com.tr/ibbden-yerel-basina-destek

(2) https://www.izmir.bel.tr/tr/KararDetayi/27143

Havanda su dövmek: Romanlar için eşitliği sağlama eylem planı önerileri hazırlamak…

Ali Rıza Avcan

İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin geçtiğimiz günlerde yayınlanan 18 Temmuz 2022 tarihli haberi, “Roman Hakları Çalıştayı düzenleniyor“, 17 Ağustos 2022 tarihli haberi de “Eşit yaşam için Roman eylem planı hazırlandı” şeklindeydi. Söz konusu haberler, İzmir Büyükşehir Belediyesi ve İzmir Kent Konseyi ile merkezi İstanbul‘da olup İzmir‘de temsilciliği bulunan Eşit Haklar İçin İzleme Derneği işbirliğinde, 19 Temmuz 2022 tarihinde milletvekillerinin, belediye meclisi üyelerinin ve mahalle muhtarlarının katılımıyla kapalı oturum şeklinde “Roman Hakları Forumu“nun düzenleneceğini , 22-23 Temmuz 2022 tarihlerinde de Türkiye’nin 80 ilinden gelen Roman hakları alanında hak temelli çalışan sivil toplum örgütlerinin, aktörlerin, akademisyen ve uzmanların katıldığı ve kapalı oturum şeklinde yapılan “Roman Hakları Çalıştayı“nın düzenlendiğini ve bu çalıştayda “Roman Hakları Forumu“nda geliştirilen öneriler çerçevesinde, “İnsan Haklarına Erişimde Romanlar İçin Eşitliği Sağlamak: Eşitlik İçin Eylem Planı” önerilerinin hazırlandığını duyuruyordu.

Verilen haberlere göre, çalıştayda konuşan İzmir Büyükşehir Belediyesi Sosyal Projeler Dairesi Başkanı Anıl Kaçar,  “2016-2021 yıllarını kapsayan Roman Vatandaşlara Yönelik Strateji Belgesi geliştirildi. Ancak bu belgenin süresi doldu. Öte yandan bu süreç bağımsız izleme mekanizmasının geliştirildiği ve kamu bütçesinin ayrıldığı bir doğrultuda ilerlemedi. Romanların yaşadığı hak kayıplarında veya maruz kaldıkları ayrımcılıkta gözle görülür bir iyileşme yaşanmadı.  Kamuoyuna yansıyan ve sivil toplum örgütlerine aktarılan bilgiler ışığında Ağustos-Eylül 2022 tarihleri içerisinde Roman Strateji Belgesi ve Eylem Planı’nın (2022-2025) yayımlanacağı biliniyor. Biz de bu yüzden Roman sivil toplum örgütlerinin, Roman aktivistlerin, bu alanda hak temelli çalışan  uzman ve akademisyenlerin katılımıyla Roman Hakları Çalıştayı düzenledik. Çalıştaydaki tespit ve öneriler çerçevesinde ‘İnsan Haklarına Erişimde Romanlar için Eşitliği Sağlamak: Eşitlik İçin Eylem Planı’ hazırlandı. Roman sivil toplum kuruluşları ortaya çıkan önerileri Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’na, farklı siyasi partilere ve milletvekillerine yüz yüze veya çevrim içi olarak iletiyor” diyerek yaptıkları ve yapacakları çalışmaları anlatıyordu.

Çalıştay’da hazırlanıp habere eklenen “İnsan Haklarına Erişimde Romanlar için Eşitliği Sağlamak: Eşitlik İçin Eylem Planı”nda Romanlar için sağlanacak eşitliğin temeli olarak sağlık, eğitim, barınma ve istihdam hakkının esas alındığı görülmektedir. ⁽¹⁾

Söz konusu eylem planına biraz daha ayrıntılı bakıldığı takdirde, “sağlık hakkı” kapsamında 4 stratejik hedef ve 19 alt hedefin, “eğitim hakkı” kapsamında 4 stratejik hedefin ve 32 alt hedefin, “barınma hakkı” kapsamında 3 stratejik hedef ve 11 alt hedefin, “istihdam hakkı” kapsamında 3 stratejik hedef ve 25 alt hedefin; toplam olarak 14 stratejik hedefin ve 87 alt hedefin yer aldığı;

Ayrıca bunlardan ayrı olarak, “Ayrımcılıkla mücadelenin yaygınlaştırılması ve etkili başvuru yollarının oluşturulması“, “Roman dil, tarih ve kültürü açısından haklar“, “Toplumsal cinsiyet eşitliği“, “Kapasite geliştirme Çalışmaları ve Roman Stratejik Eylem Planı’nın izlenmesi ve değerlendirilmesi” başlığı altında 5 ayrı stratejik hedefle bu hedeflerin altında yer alan 29 alt hedefin; böylelikle, söz konusu eylem planı kapsamında toplam 8 stratejik hedef ölçeğinde toplam 116 alt hedefe yer verildiği belirlenmiştir.

Şimdi gelelim bir stratejik planlama uzmanı olarak 27 sayfadan oluşan bu eylem planı önerilerinin değerlendirmesine:

1. İzmir’deki Romanlara ait bir ‘mevcut durum analizi’ bulunmamaktadır.

Hazırlanan belge başlı başına bir plan olmayıp, bir planın hedefleri arasında yer alması istenen önerilere ait olsa da, her gerçekçi, doğru, uygulanabilir ve sürdürülebilir planın altlığını oluşturan ‘mevcut durum analizi‘nden yoksundur.

Planın vizyon, misyon, temel değer, amaç, hedef ve performans göstergelerinden önce hazırlanması gereken mevcut durum analizi dediğimiz çalışma ise, planın uygulanacağı ortamın geçmişini ve mevcut durumunu ortaya koyan ayrıntılı bir tespit çalışmasıdır. Böylelikle hem hazırlanan planın amaç ve hedeflerinin o ortamın koşullarına uygun olup olmadığı sorusuna temel olur, hem de o ortama ait ihtiyaç ve sorunların belirlenmesini sağlar. Örneğin Romanların İzmir özelindeki tarihi gelişim ve yerleşimleri, nüfusları ve bu nüfusa ilişkin demografik bilgileri, ilçeler, bölgeler, semt, mahalleler ve hatta cadde-sokaklar düzlemindeki yerleşimleri, eğitim düzeyleri, mesleki dağılımları, yaşadıkları sorunlar, talep ve şikayetleriyle benzeri hususlar bu analizle ortaya konularak Romanların İzmir özelindeki durumu gösteren net bir fotoğrafın çekilmesi sağlanır.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi‘nin bundan 3 yıl önce, 14 Aralık 2019 tarihinde yaptığı İstanbul Roman Çalıştayı‘na baktığımızda ise “İstanbul Roman Çalıştayı Ön Hazırlık Raporu” adıyla 73 sayfalık bilgilendirici bir raporun hazırlandığını ve kamuoyu ile paylaşıldığını görürüz. ⁽²⁾

Ama bizlere iletilen belgede böylesi bir ayrıntılı ön çalışmanın yapılmadığı gibi öneri olarak ortaya konulan hedeflerin arasında buna benzer çalışmaların hedef olarak belirlendiği görülmüştür. Oysa mevcut durumu, sorunları, şikayet ve talepleri gösteren ‘mevcut durum analizi’ planla yapılacak bir çalışma değil; planın hazırlanabilmesi için önceden yapılması gereken bir ön çalışmadır ve böylesi bir çalışma yapılmadığı sürece, öneri olarak takdim edilen hedeflerin gerçeklik ve geçerliliği tartışma konusu olacaktır.

Bu arada uzun bir süredir aklımda olan başka bir konuyu dile getirmek isterim…

Yakın zamanda değerlendirmesini yaptığım sosyolog Dr. İrfan Özet’in “İzmir Duvarı, Laik Mahallede İktidar ve Kültür Savaşı” isimli araştırmasında görüşme yaptığı Çağdaş Romanlar Derneği Başkanı Halit Keser, İzmir’deki Romanların 80 yılı aşkın zamandır yerleşik hayata geçtiklerini söylediğine göre⁽³⁾ ve ben de uzun bir süredir Romanların İzmir‘deki varlıklarına ilişkin tarihi bir araştırma ya da yayına rastlamadığıma göre; şayet bir bilen varsa ya da herhangi bir araştırma yapılmışsa, İzmir‘deki Romanların son 80 yılını ya da daha öncesini ortaya koyan bilimsel bir kaynağı bana bildirirse sevineceğim… Hele ki Tepecik‘teki 116 yıllık olduğu söylenen tarihi bir konak, Konak Belediyesi tarafından restore edildikten sonra, aynen “Silahhane” dedikleri yere “Sanathane” adını verdikleri gibi, o bina Romanların yaşadığı bir konak olmadığı halde Roman Kültür Merkezi adıyla açılmışsa…

2. Yetkisizlikle malûl hedef önerileri

Hazırlanan eylem planı önerilerinde, bu önerileri kabul edip plana koyacak ve uygulayacak her bir kamu otoritesine yasalarla verilmiş görev, yetki ve sorumluluklarla bunların kamu otoriteleri arasındaki dağılımının dikkate alınmadığı belirlenmiştir.

Stratejik planlama çalışmalarında, adına plan hazırlanan kamu otoritesinin yasal görev, yetki ve sorumlulukları ile o görev, yetki ve sorumluluklara dayanak olan mevzuat hükümleri tek tek belirlenerek bu yasal hükümlerle görevler arasında eşleştirmeler yapılır ve hukuki zemini olmayan görev, yetki, sorumluluk, amaç ve hedeflere hem stratejik planlarda hem de eylem planlarında yer verilmez. Daha doğrusu, değerlendirmemize konu olan İzmir Büyükşehir Belediyesi Romanlar İçin Eşitlik Strateji Planı ya da ona bağlı Eşitlik İçin Eylem Planı, öncelikle o planın yapılmasını talep eden İzmir Büyükşehir Belediyesi adına hazırlanacağı için öneri olarak geliştirilen amaç ve hedeflerin, İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin görev, yetki ve sorumlulukları ile sınırlı olması, bu görev, yetki ve sorumlulukları aşan amaç ve hedeflere planda yer verilmemesi gerekir. Şayet birden fazla kamu, özel ve sivil kurumu kapsayan bir planlama yapılıyorsa, plan kapsamına giren her bir kurumdan plan hazırlama izninin alınması ve hazırlanan eylem planlarında o kurumların görev, yetki ve sorumluluklarının dikkate alınarak her bir amaç ya da hedefin hangi sürede hangi kurum tarafından yerine getirileceği belirtilmelidir. İzmir Büyükşehir Belediyesi için plan hazırlama ya da öneri alma yetkisinin kullanıldığı böylesi bir durumda ise, talepte bulunmamış ya da yetki vermemiş olan Sağlık Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı, Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı ile bu bakanlıklara bağlı merkezi yönetim birimlerini kapsayan bir planın düzenlenmesi ya da bu önerilerin böylesi bir plana dahil edilmesi hem yasal hem de pratik nedenlerle mümkün değildir. O nedenle, planda yer alacak amaç ve hedeflerle bu amaç ve hedeflerin belirlenmesinde yararlanılacak önerilerin hazırlanmasında sadece İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin görev, yetki ve sorumluluk alanında olan kamu hizmetleriyle bu hizmetlerin kapsamının dikkate alınması gerekir.

Oysa incelediğimiz “Eşitlik İçin Eylem Planı Önerileri“nde “sağlık hakkı” için belirlenmiş toplam 21 hedeften 14’ünün merkezi, 7’sinin yerel yönetime, “eğitim hakkı” için belirlenmiş 32 hedeften 22’sinin merkezi, 10’unun yerel yönetime, “barınma hakkı” için belirlenmiş 11 hedeften 1’inin merkezi, 10’unun yerel yönetime, “istihdam hakkı” için belirlenmiş 25 hedeften 14’ünün merkezi, 11’inin merkezi yönetime, diğer haklar için belirlenmiş 23 hedeften 6’sının merkezi, 17’sinin yerel yönetime; toplam bütün haklar için belirlenmiş 89 hedeften 51’inin merkezi, 38’inin yerel yönetime ait hedefler olması örnektir.

Nitekim 22-23 Temmuz 2022 tarihlerinde yapılan Roman Hakları Çalıştayı‘na, İzmir dışından; Ankara, Aydın Balıkesir, Çanakkale, Denizli, Edirne, Gaziantep, Hatay, İstanbul, İzmit, İznik, Manisa, Mersin, Sakarya, Samsun, Tekirdağ ve Van‘dan Roman hakları alanında çalışan akademisyenler, sivil toplum çalışanları ve aktivistlerin çağrılmış olması, hedeflenen stratejik planla eylem planının İzmir için değil, Türkiye için yapıldığını gösterir ki, bu da İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin görev, yetki ve sorumluluk alanı dışında kalan, amiyane bir deyimle İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin “haddini aşan” bir iş yaptığının göstergesidir.

3. İşbirliğinden uzak bir çalışma

İzmir Büyükşehir Belediyesi haberleriyle gazete haberlerinden öğrendiğimize göre, “Roman Hakları Forumu” ve “Roman Hakları Çalıştayı”, sadece bir daire başkanlığına bağlı bir şube müdürlüğü (İzmir Büyükşehir Belediyesi Sosyal Projeler Dairesi Eşitlik ve Kentsel Adalet Şube Müdürlüğü) ile İzmir Kent Konseyi ve merkezi İstanbul’da bulunan Eşit Haklar İçin İzleme Derneği tarafından gerçekleştirilmiş, belediyede konu ile ilgili diğer birimler bu çalışmanın dışında tutulmuştur.

Oysa 14 Aralık 2019 tarihinde İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından düzenlenen “İstanbul Roman Çalıştayı“nda daha doğru bir seçimle, belediyenin konu ile ilgili değişik birimlerinin işbirliği içinde çalıştıkları görülmektedir. Bu konu ile ilgili olarak hazırlanan İstanbul Kültür Çalıştayı Ön Raporu‘nu incelediğimiz takdirde, işbirliği içinde gerçekleştirilen ortak çalışmada yer alan paydaşların Kültür Varlıkları Daire Başkanlığı ile Sosyal Hizmetler Dairesi Başkanlığı olduğunu, bu iki dairenin birlikte çalışarak böyle bir çalışmayı gerçekleştirdiğini görürüz.

4. Nasıl bir katılım?

Bugünkü yazımıza konu olan eylem planı önerileri için 2022 yılı Temmuz ayı içinde biri forum, biri de çalıştay olmak üzere iki toplantı düzenlendiği, bu toplantılardan çalıştay adı verilen birleşimin kamuoyuna va basına kapalı 80 kişilik bir toplantı olduğu görülmektedir. Forum adı verilen ilk toplantıya milletvekili, belediye meclisi ve mahalle muhtarları, çalıştay adı verilen kapalı oturuma ise sayısı 80 ile sınırlanan ve Roman hakları alanında faaliyet gösteren sivil toplum örgütleriyle aktörlerin, akademisyenlerin ve uzmanların katıldığı belirtilmekle birlikte toplantılara hangi kurum temsilcilerinin ve yurttaşların katıldığı belli değildir. Çalıştay’la ilgili fotoğraflara bakıldığında ise ön sıralarda belediye bürokratlarıyla bir kaç akademisyenin yer aldığı, arka sıralarda yer alanların ise kimliklerinin belli olmadığı anlaşılmaktadır.

Ayrıca belediyedeki arkadaşlarımızdan aldığımız bilgilere göre, Amsterdam merkezli Radio Patrin‘in CEO’su ve gazeteci Bosna-Hersek vatandaşı Roman Orhan Galjus‘un başkanlık binasında danışman olarak çalışmaya başladığını öğreniyoruz.

Şimdi bu iki toplantıyı tasarlayıp gerçekleştirenlere şu soruları sormak gerekir:

📌 Milletvekillerini, belediye meclisi üyelerini ve mahalle muhtarlarını ayrı bir yerde, Roman hakları alanında faaliyet gösteren sivil toplum örgütleriyle aktörleri, akademisyenleri ve uzmanları ayrı bir yerde toplamak ve sadece milletvekilleriyle belediye meclisi üyeleri ve mahalle muhtarlarından öneri alıp bunun dışında kalanların; yani, İzmir’de yaşayan ya da çalışan Romanlarla ve Roman olmayanları bu ortak çalışmasına dahil etmemek kimin aklıdır ve böylesi bir ayırım niye yapılmıştır?

📌 İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin haber metninde yer alan “kapalı toplantı” ifadesi ile basına servis edilen tek bir fotoğrafın varlığı, bu çalıştayın basına ve kamuoyuna kapalı yapıldığını göstermektedir. Konu Roman haklarıyla ve bu hakların tüm toplum kesimlerince kabul görüp toplumsallaşması olduğuna göre, bu çalıştay niye kapalı kapılar ardında yapılmıştır? Toplantının kapalı yapılmasını gerektiren şey ne olabilir?

📌 Roman Hakları Forumu ile Roman Hakları Çalıştayı‘na katılan kurum temsilcileri ve kişiler kimlerdir? İzmir dışında Ankara, Aydın Balıkesir, Çanakkale, Denizli, Edirne, Gaziantep, Hatay, İstanbul, İzmit, İznik, Manisa, Mersin, Sakarya, Samsun, Tekirdağ ve Van‘dan geldiği söylenen ve Roman hakları alanında çalışan akademisyenler, sivil toplum çalışanları ve aktivistler kimlerdir? İzmir dışından gelen katılımcıların İzmir için hazırlanan bir plana yapabilecekleri katkıların ne olduğu düşünülmüş ve bu katkılarından hangi ölçü ve düzeyde yararlanılmıştır?

📌19 Temmuz ve 22-23 Temmuz 2022 tarihlerinde yapılan Roman Hakları Forumu‘nu ve Roman Hakları Çalıştayı‘nı düzenleyenler, İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından düzenlenen 14 Aralık 2019 tarihli İstanbul Roman Çalıştayı‘nda olduğu gibi katılımcıları ve atölye moderatörleriyle raportörleri neden açıklamamaktadır?

📌 Türkiye‘de ya da İzmir‘de yaşayan Romanlar ve onların temsilcileri yeterli görülmeyip İzmir Büyükşehir Belediyesi‘ne niye Bosna-Hersek vatandaşı bir Roman danışman ithal edilmiştir?

5. Akıntıya kürek çekip uygulanmayacak planlar yapmak

İşin bilimsel gereği, planlar uygulanmak üzere yapılır; ama, bizim ülkemizde, özellikle de belediyelerimizde yasak savarcasına ve yapmış olmak için göstermelik niyetlerle yapılır, plana çoğu kez uyulmaz ya da mümkünse ilk adımda değiştirilmeye çalışılır. O nedenle her resmi kurumun çöplüğe dönüşmüş bol sayıda planı, programı vardır. Yapılan planların çoğu da yukarıda belirttiğim nedenler başta olmak üzere eksik, yanlış ve yetersizdir.

Benim sivil yaşamımdaki plan hazırlığı ile ilgili bir çok gönüllü katkılarım, uygulanmayacak ya da ilk çırpıda ihlal edilecek planların hazırlığına samimi, belki de safça yaptığım yardımlarla malûldür. 2015-2019 döneminde hazırlanan İzmir Ulaşım Ana Planı ile onun hemen ardından hazırlanan İzmir Büyükşehir Belediyesi 2020-2024 Dönemi Stratejik Planı için yaptığım birçok yardım, katkı bu anlamda boşa gitmiş, uygulanmayan ya da plan harici yapılan işlerin kurbanı olmuştur. O nedenle de, kendimi yaşadığı olaylarla ağzı yanmış bir “katılım gazisi” olarak görüp; bundan böyle iyi niyetimin bu şekilde kötüye kullanılıp istismar edilmesine izin vermek istemem.

İşte o nedenle de, İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından düzenlenen İzmir Roman Forumu‘na, İzmir Roman Çalıştayı‘na ya da diğer toplantılara samimi hislerle katılan sivil toplum kuruluşlarıyla kişisel katılımcıları, bir ‘gösteri nesnesi‘ olarak kullanıldıkları bu tür süreçler için daha dikkatli, daha seçici ve daha uyanık olmaları konusunda uyarıyorum. Hele ki, İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin görev, yetki ve sorumluluk alanına girmeyen plan hedefleri konusunda yaşayacakları hüsran konusunda…

6. Sonuç olarak,

Demokratik ortamlarda katılımcı ve demokratik yöntemlerle hazırlanan her plan, ilgili olduğu tüm tarafların katkısı ve rızası alınıp kabullenildiği takdirde onaylanıp uygulanabilir. Ancak plan hedeflerinin, kapalı kapılar ardında, planın uygulanacağı ortamın doğru ve yeterli bir ‘mevcut durum analizi‘ yapılmadan, bu konudaki sorun, şikayet ve talepler belirlenmeden, hukuki ve yönetsel ölçekte plan yapma yetkisi aşılarak, planın gerçek tarafları plan hazırlık sürecine dahil edilmeden; hele ki, İzmir merkezindeki önemli bir Roman yerleşimi olan Ege Mahallesi‘nin çevresinde lüks rezidansların yapılması yetmezmiş gibi, uzun yıllardır bekletilip en nihayetinde İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nce ihale edilen Ege Mahallesi Kentsel Dönüşüm Projesi‘nin, o bölgedeki lüks yatırımlardan biri olan Evora İzmir projesinin müteahhidine verildiği, böylelikle, Ege Mahallesi‘nde yaşayan Romanların, soylulaştırma amaçlı bu projenin bitimiyle birlikte kentin çeperlerindeki mahallelere taşınması için senaryoların yazıldığı bir ortamda hazırlanan her plan, İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin plan çöplüğüne atılmaya mahkum, kentin gerçeklerinden kopuk bir plandır… Böyle biline ve bu işi ciddiye alan iyi niyetlilere duyurula…

…………………………………………………………………………..

¹https://www.izmir.bel.tr/CKYuklenen/Duyuru/esitlik-icin-eylem-plani-onerileri2022.pdf

²https://calistay.ibb.istanbul/wp-content/uploads/2020/07/IstanbulRomanCalistayi_ Dijital.pdf

³⁾ Özet, İ. (2022) İzmir Duvarı, Laik Mahallede İktidar ve Kültür Savaşı, İletişim Yayınları, İstanbul.

Ege’de Büyük kaçış (3)

II. Dünya Savaşında Adalardan Türkiye’ye Mülteci Akını

Prof. Dr. Esra Danacıoğlu Tamur*

Tefenni Gözaltı Kampı

İtalyan askeri mültecileri bir süre Isparta Tefenni Gözaltı Kampı’nda tutulmuşlardı. Bir belgeye bakılırsa, “İtalyan mültecilerin, Almanların elinde esir iken kaçmak suretiyle yurdumuza iltica ettikleri veya kazazade oldukları, yapılan incelemeler neticesinde sabit olduğundan, devletler arası hukuk kaidelerine” dayanarak 20 Şubat-21 Mart tarihleri arasında 3 bin 51 İtalyan mültecisi yurtdışı edilmişti. (20) Bu mültecilerden 3 bin 41’İ kendi arzularıyla Suriye’ye sınırdışı edilmeyi istemişlerdi. BU müttefikler safında savaşa yeniden katılmak anlamına geliyordu. Toplam 3 bin 51 İtalyan mültecisinden sadece 10 kişi Faşist-Nazist güçlerin egemen olduğu Kuzey İtalya’ya gitmeyi tercih etti.

1943 yılında İtalya’nın savaştan çekilmesinden sonra Almanların tutumunu “II. Dünya Savaşı’nda Alman askerlerinin işlediği en inanılmaz savaş suçlarından biri” olarak tanımlayan tarihçiler var. (21) Soğuk Savaş Döneminin unutturduğu bu trajedi ancak 1990’larla birlikte roman ve filmlere konu olmaya başladı. Ege Adalarındaki İtalyan askerlerinin Türkiye’ye sığınma çabalarıyla ilgili okuduğunuz bu makale ancak bir ilk çalışma niteliğinde. Sürecin tamamını görüp değerlendirebilmek için hem Türkiye ve hem de İtalya’daki arşivlerde daha yapacak çok iş bulunuyor.

Dipnotlar

(20) Milli Müdafaa Vekaleti’nden Yüksek Başvekilliğe, 24.3.1944, Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, 030 10 55 368 II.

(21) Aktaran Mazover, age., s. 150.

(*) Yıldız Teknik Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Siyaset Bilimi öğretim üyesi olan Prof. Dr. Esra Danacıoğlu Tamur’a ait bu bilimsel makale, Toplumsal Tarih Dergisi’nin Şubat 2006, 146. sayısında yayınlanmıştır. ss.50-55

Yazının ilk iki bölümü: https://kentstratejileri.com/2022/08/23/egede-buyuk-kacis-1/

https://kentstratejileri.com/2022/09/23/egede-buyuk-kacis-2/

Ege’de Büyük kaçış (2)

II. Dünya Savaşında Adalardan Türkiye’ye Mülteci Akını

Prof. Dr. Esra Danacıoğlu Tamur*

Mülteci İtalyanlar

Ancak adalarda beklenmedik direnişler ortaya çıktı. Örneğin İyonya Adaları’ndan Zante, Korfu ve Kefolonya’da bazı İtalyan birlikleri silahlarını verip Almanlara teslim olmayı reddederek çatışmaya girdiler. Zante’deki direniş hemen bastırıldı. Kefolonya’daki 155 İtalyan subayı ve 4 bin 750 askeri kurşuna dizdi. Korfu’da çok sayıda İtalyan subayı vurularak denize atıldı. (9) Benzer bir süreç Rodos’ta da yaşandı. Silahlarını Almanlara teslim etmemekte direnen bazı İtalyan birlikleri iki gün boyunca hava desteği de alan Almanlarla çatıştı. Birinci günün sonunda Oniki Ada Genel Valisi faşist eğilimli Campioni’nin girişimiyle direnişçilerin büyük kısmı teslim olacak, bir kısmı ise bir gün daha mevzi çatışmalara devam edecek ve sonunda bulabildikleri deniz ulaşım araçlarıyla Türkiye’ye sığınacaklardı. (10) Gazetelere bu biçimde yansıyan çatışmalara ilişkin detaylar resmi ifadelerde farklıydı. 11 Eylül’de Marmaris’in kadırga Limanı’na sığınan İtalyanların verdikleri ifadelere bakılırsa, Rodos’ta 6 bin Alman ve 50 bin İtalyan askeri bulunuyordu. İngilizlerin İtalyanlarla mütareke yapmaları üzerine, Almanlar İtalyanlara “şimdiye kadar olduğu gibi yine kardeşçe yaşayacaklarını söyleyerek” toplu halde bulundukları Rodos’un Kalako köyü dahilindeki garnizona çekilmişlerdi. Ancak ertesi gün telefon hatlarını kesip adada dağınık bulunan İtalyan askerlerinin büyük kısmını esir almış ve dağlar arasında sıkıştırdıkları 2 bin İtalyan askerini hafif makineli tüfeklerle öldürdükten sonra limanlardaki İtalyan savunma birlikleriyle silahlı çatışmaya girmişlerdi. Ardından Rodos kenti ve limanına top ve hava desteği ile saldırıya geçerek İtalyanların motorlarla ayrılmalarından sonra Rodos Limanı’nı bütünüyle kontrol altına almışlardı. (11)

Başbakanlık Arşivi’ndeki belgelere göre 10 Eylülde başlayıp 24 Eylül’de sonlanan bu iltica dalgasıyla birlikte Rodos’tan 1.232 kişi iltica etmiştir. Bunlardan 861’i İtalyan askeri, 60’ı sivil İtalyan, 7’si Yunanlı ve 103’ü de milliyeti belirtilmeyen sivillerden oluşmaktadır. İlk İtalyan mülteciler 10 Eylül’de Marmaris Limanı’na gelen, Rodos Limanı’na bağlı iki İtalyan motorunun 14 kişilik askeri mürettebatıydı. Yapılan soruşturmada, “Alman askerleri ile anlaşamadıklarından kaçtıkları ve benzinleri olmadığından Marmaris Limanı’na iltica ettikleri” anlaşıldı. (12) Bunları 11 Eylül’de Kaş’a mürettebatıyla gelen bir İtalyan motoru, Marmaris’in Kadırga Limanı’na sığınan bir İtalyan hücumbotu, bir gümrük motoru ve dokuz motor izledi. (13) Sığınan İtalyan asker ya da subaylarının sahip oldukları silahların azlığı herhangi bir direnişi sürdürme güçlerinin olduğunu açıkça göstermekteydi. (14) Örneğin 16 Eylül’de Rodos’tan gelen 21 subay, 12 erbaş, 1 onbaşı ve 31 erin yanında 12 tabanca, 1 dürbün ve 1 gaz maskesi vardı. Bazı örneklerde İtalyan askerlerine İtalyan ve Yunanlı sivillerin de dahil olduğu görülüyor. Örneğin 11 Eylül tarihinde Marmaris’in Kadırga Limanı’na İtalyan motorlarıyla 64 küçük rütbeli subay, 252 er, üç ağır yaralı asker ve 103 sivil mülteci birlikte iltica etmişlerdi. Rodos’tan bir motorla kaçıp Kalkan’a gelen 27 bahriyeli, 16 tayyareci, iki piyade, 12 topçu ve bir polis olmak üzere bakkal, terzi, postacı ve hamal olan yedi Rum vardı. (15)

İngilizler Ege Adalarına Veda Ediyor

İngilizler 17 Eylül’de İstanköy’e, 21 Eylül’de Leros’a, 23 Eylül’de Sisam’a çıkartma yaparlar. (16) Ancak Mısır’dan, yani yaklaşık 400 mil uzaktan Ege’deki savaşı idare etmenin zorlukları, yetersiz hava ve deniz desteği, Almanların Adalar ve Yunanistan’ın savunması için kaydırdıkları özel birliklerin savaş gücü, hava savaşındaki üstünlükleri, Hitler’in her ne olursa olsun Adaların bırakılmaması konusundaki ısrarı tutumuyla da birleşince İngilizlerin Ege Savaşı Trajik bir biçimde sonlanır. (17) 16 Kasım 1943’te Leros’ta direnen son İngiliz birlikleri de teslim olduktan sonra, Ege’deki İngiliz varlığı bütünüyle biter. Bu süreçte İtalyanların tutumunun bir adadan diğerine farklılık taşıdığına işaret etmek lazım. Örneğin İstanköy’de bulunan 4 bin İtalyan askeri adada İngilizler ve Almanlar arasında geçen savaşa seyirci kalırken, Leros’ta 12-16 Kasım tarihleri arasında 1943’te 6 bin İtalyan askeri 4 bin İngiliz askeriyle birlikte Alman taaruzuna karşı savaşmışlardır. (18)

Ege adalarının İngilizler ve Almanlar arasında sürekli el değiştirmesi, iltica sürecine yeni grupların eklenmesine yol açmıştır. İlk ani misafirler sürekli Türk karasularına giren İngiliz savaş gemileriydi. Fethiye’nin, Bodrum’un ve Kuşadası’nın korunaklı koyları, Kaş’ın Bayındır ve Bucak limanları Ege Denizi’ndeki çatışmalarda İngiliz donanması için uygun sığınaklar oluşturuyordu. (19) Ekim’den itibaren ilticacılar arasında İngiliz askerleri de görülmeye başladı. Ne yazık ki Cumhuriyet Arşivi’nde sadece 5-10 Ekim tarihleri arasına ait sığınma belgeleri bulunmakta. Yine de bu kısa dönem içerisinde dahi 511 kişinin Bodrum, Datça, Marmaris ve Güllük’e iltica ettiği görülüyor. Mültecilerin büyük kısmını, 3 Ekim’de İstanköy’ün yeniden Almanların eline geçmesinden sonra adayı terk ederek Bodrum ve Datça kıyılarına ulaşan 98 İtalyan sivil ve 166 asker, 121 İngiliz askeri ve 18 Yunanlı sivil oluşturuyordu.

Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi’nden, mülteci akınına dair verileri gösteren belgeler.

Kasım ayı içerisinde mülteci akınında büyük bir patlama oldu ve 8 bin 811 mülteci Ege kıyılarına ulaştı. Artık Rodos’tan Marmaris’e yönelen mülteci dalgası bütünüyle bitmiş, onun yerini Sisam, Patmos ve Leros’tan ya da diğer adalardan Söke kıyıları, Kuşadası, Karina, Güllük, Dipburnu ve hatta Antalya’ya sığınanlar almıştı. Ege Adaları’nda müttefik varlığının sona ermesinden ve bölgenin bütünüyle Alman yönetimine geçmesinden sonra, Türk ve Yunanlı sivillerin göçü başladı. İtalyan asker ve sivillerinin Türkiye’ye ilticası son kez Kasım sonu ve Aralık başında yoğunlaştı. 1943 Eylül’ü ile 1944 Kasım’ı arasındaki mülteci sayılarına baktığımız zaman, toplam 21 bin mülteci arasında asker sayısı açısından İtalyanların birinci sırayı aldığını, toplamda da Yunanlılardan sonra ikinci geldiklerini görürüz.

Devam edecek…

Dipnotlar

(9) Mazover, age. s.150

(10) Bu konuda bkz. Tan Gazetesi, 14, 16 ve 20 Eylül 1943. Rodos’taki çatışmaların yerel basındaki yankıları için bkz. Muğla’da Halk Gazetesi, 18 Eylül 1943, aktaran Dr. Bayram Akça, “İkinci Dünya Savaşı’nda Muğla“, Askeri Tarih Bülteni, sayı: 49, Yıl: 25, (Ağustos 2000) ss. 155-165, s. 156, dn.11

(11) Dahiliye Vekaleti’nden Başvekalet Yüksek Makamına, 14.9.1943, Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, 030 10 55 367 25.

(12) Dahiliye Vekaleti’nden Başvekalet Yüksek Makamına, 14.9.1943, Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, 030 10 55 367 24.

(13) Aynı belge.

(14) Gümrük ve İnhisarlar Vekaleti’nden Başvekalet’e. 21.9.1943 Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, 030 10 55 367 30.

(15) Dahiliye Vekaleti’nden Başvekalet Yüksek Makamına, 18.9.1943. Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, 030 10 55 367 29.

(16) Robin Deniston, Churchill’in Gizli Savaşı: Diplomatik Yazışmalar, İngiliz Dışişleri Bakanlığı ve Türkiye 1942-1944, Çev: Sinan Gürtunca, Sabah Kitapları, İstanbul, 1998, s.170.

(17) Jeffrey HOLLAND, The Aegean Mission: Allied Operatins in the Dodacanese, 1943, Greenwood Press New York, London, 1998. İki aylık Ege Operasyonunun İngiliğz donanmasına maliyeti dördü kruvazör, yedisi denizaltı, onu destroyer olmak üzere otuz iki savaş gemisinin batırılması ya da yaralanmasıydı. Age. s.112

(18) Son Posta, 25 İkinci Teşrin 1943.

(*) Yıldız Teknik Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Siyaset Bilimi öğretim üyesi olan Prof. Dr. Esra Danacıoğlu Tamur’a ait bu bilimsel makale, Toplumsal Tarih Dergisi’nin Şubat 2006, 146. sayısında yayınlanmıştır. ss.50-55

Yazının Birinci Bölümü: https://kentstratejileri.com/2022/08/23/egede-buyuk-kacis-1/

Ege’de büyük kaçış (1)

II. Dünya Savaşında Adalardan Türkiye’ye Mülteci Akını

Prof. Dr. Esra Danacıoğlu Tamur

Louis de Berniéres’in çok satan Yüzbaşı Corelli’nin Mandolini adlı romanının arka planında Kefalonya’da İtalyan işgali ile başlayıp Alman işgali ilke süren II. Dünya Savaşının oluşturduğu bir aşk öyküsü anlatılır. Berniéres’in kaleminden İtalyan işgalciler güzel kızları gördüklerinde nizami yürüyüşe geçen, ortalıkta komutanları yoksa yoldaş selamı çakabilen, sevimli, neden oldukları sıkıntılar yüzünden az biraz mahcup, hatta neredeyse savaş-karşıtı askerler olarak hayat bulur. 1990’ların başında G. Salvatores, Mediterraneo (Akdenizli) filminde bu kez işgal için küçük bir Ege adasına gönderilen bir grup İtalyan askerinin, giderek köyün hayatının bir parçası haline gelmelerini etkileyici ve eğlendirici bir dille anlatır. Mediterrraneo, içinde bir kurşun bile atılmayan belki de tek savaş filmidir.

Ne sinemanın ne de edebiyatın yaşanmışlıkları, bire bir anlatmak gibi bir misyonu (son yıllarda tarihsel temalar söz konusu olduğunda bile) gerçeklik-hakikilikle bir alışverişi kalmamıştır. Ancak Berniéres’in kalemi ve Salvatores’in çekiminden zihnimizde kalan, Ege Adaları’nda ya da Adriyatik’te İtalyan İşgali’nin ılımlılığı ve insaniliğine ait izlenimler tarihsel ve dönemsel gerçeklerle pek de çelişmez.

Belki söze İtalyanlar ve Almanlardan bahsederek başlamak lazım. 1941 ilkbaharında Yunanistan “benzer ama farklı” iki müttefiğin; Almanya ile İtalyan’ın ortak işgali altında girer. İşgal ortaktır ama karakterler farklıdır. Alman ve İtalyan askerleri birbirlerinden pek haz etmedikleri gibi, yerli halkla da farklı biçimlerde ilişki kurmuşlardı. İtalyan askerleri için Almanlar basitçe “barbarlar”dı. “Disiplinsiz”, “savaş-karşıtı”, tavernalarda içen, sık sık “Hitler aşağı”, “Mussolini aşağı” gibi sloganlar atan, Yunanlılar saldırdığında bile silah çekmekte duraksayan İtalyan askerleri ise Alman müttefikleri için en hafif ifade ile baş ağrısıydılar. (1) Şüphesiz İtalyan ordusunu türdeş bir topluluk olarak tanımlamak yanlış olur. Ancak şuınun altını çizmek hem anlamlı ve hem de gereklidir. İtalya’da faşizm Almanya’da olduğu gibi saldırgan bir kitleselliğe, toplumsal bir histeriye dönüşememiş, yaygın kabul gören yeni davranış-düşünüş kodlarıyla yeni bir insan tipi yaratılamamıştır. Faşizm, siyaseten egemen ideoloji olsa da anti-faşist gruplar varlıklarını sürdürebilmiş, üstelik savaş içerisinde örgütlenmeyi ve Mussolini’nin iktidardan düşüşünden aylar önce, 5 Mart 1943’te FİAT fabrikalarında bir grev başlatmayı dahi becermişlerdir.

Faşizmin İtalya’daki bu içselleşmemiş yapıntı halini en iyi anlatan, herhalde müttefiklerin, yani düşman kuvvetlerin (!) 10 Temmuz 1943’de gerçekleştirdikleri Sicilya Çıkartması ve sonrasında yaşananlardır. Durumu şöylece özetlemek mümkün: Sicilya’da İtalyan birliklerinin çok büyük bir ksımı Müttefik Kuvvetleriyle karşılaştıkları ilk anda teslim olmayı tercih etmişlerdi. BU durumda, çıkartmadan sadece 8 gün sonra Sicilya’daki İtalyan esir sayısının 30 bine, 15 gün sonra 100 bine ulaşmasına (2) şaşmamak gerek. Ancak Sicilya’daki Alman askerlerinin direnişi nedeniyle ada 17 Ağustos’ta bütünüyle işgal edilebildi. BU arada, 25 Temmuz’da bir darbe ile Mussolini iktidardan indirildi ve yerine Mareşal Badoglio Hükümeti kuruldu. Eylül başında İtalya’da barış taraftarı gösteriler her tarafta boy göstermeye başladı. İtalya’da faşizm bir ulusal ideoloji değil de işgal güçlerinin dayattığı dünya görüşüydü sanki.

Gizlice müttefiklerle görüşen Badoglio Hükümeti, 8 Eylül günü müttefiklere kayıtsız şartsız teslim olduğunu ilan etti. İtalya’daki Alman birlikleri hızla Roma’yı işgal ettiler, Mussolini’yi kaçırdılar, ona kuzey İtalya’da Salo hükümetini kurdurdular. Kuzey İtralya’da neredeyse savaşın sonlarına kadar süren Alman işgal dönemi böylece başlamış oldu.

Naziler Akropol’de…

Kod Adı: Konstantin

Aslında daha 1943 başından itibaren Akdeniz’de bir müttefik çıkartması beklenmekteydi. Mihver Avrupası’nın güneye doğru uzanan iki yarımadası; İtalya ve Yunanistan böyle bir çıkartmanın olası bölgeleri gibi görünüyordu. Özellikle Hitler bu çıkartmanın tamamen ya da kısmen Yunanistan’a yöneleceği düşüncesindeydi. BU nedenle, 1943 başlarından itibaren bölgedeki Alman varlığı tahkim edilmeye çalışıldı. 1943 Baharı’nda Mussolini’ye sunulan bir memorandumda, Yunanistan’da bulunan İtalyan Birlikleri’ndeki yaygın eğilimin bölgeye düşman çıktığında direnmemek olduğu bildiriliyordu. (3) Durum böyle olunca Nazi yönetimi Balkanlar’da Alman varlığının güçlendirilmesi ve inisiyatifin bütünüyle ele alınmasına yönelik KONSTANTİN kod adıyla bir operasyon planı oluşturdu. 1943 Mayısı’nda Hitler’in düğmeye basmasıyla birlikte hem (4) Yunanistan’daki Bulgar asker4i varlığı arttırıldı, hem de bir dizi seçkin Nazi birliği Korint Kanalı’na, Mora Yarımadası’na ve Güney Yugoslavya’ya kaydırıldı. Müttefik Kuvvetleri ise planlanan Sicilya-İtalya harekatını örtmek için 1943’ün yaz aylarında 12. Ordu’nun Kahire’den Balkanlar’a, özellikle de Yunanistan’a bir çıkartma yapacağı senaryosunu işliyor, bu senaryo telgraflar ve radyo yayınları, sabotaj faaliyetleri ile destekleniyordu. Öyle ki, Sicilya’ya büyük müttefik çıkartması başlamadan tam bir gün önce, 9 Temmuz’da Yunanistan Kralı Georges, Kahire’den Yunan halkına seslenmiş ve halktan harbe hazır olmasını istemişti. Müttefikler bu şaşırtma senaryosunda öyle başarılı oldular ki, İtalyan çıkartması gerçekleştikten sonra bile Hitler Balkanlar ve Yunanistan’a yeni bir saldırının başlayacağı düşüncesiyle hazır beklemeyi tercih etti. (5) Ateşkesin ilan edildiği 8 Eylül günü İtalyan donanması ve ticaret gemilerine, en yakın müttefik limanına giderek teslim olmaları çağrısında bulunuldu. Almanlar tarafından batırılan ya da el konulanların dışında kalan İtalyan donanması, çoğu Malta’ya olmak üzere Sicilya, Cebelitarık, İskenderiye ve Hayfa gibi Akdeniz limanlarına giderek teslim oldular.

İtalya’nın kayıtsız şartsız tesliminin Yunanistan’da yol açtığı olayları araştırmacı Marc Mazover şöyle anlatıyor: “Ateşkes haberleri gelmeye başlayınca İtalyan birlikleri makinelilerini, silahlarını, ekipmanlarını direnişçilere satmaya giriştiler (…) 10 Eylül sabahı Atina uçsuz bucaksız bir pazaryerine benziyordu. İtalyanlar, birliklerini soyup soğana çevirmişler, silahları, motosikletleri, bisiklet, battaniye, ayakkabı ve ofis malzemelerini, daktilolarını hatta kumanya kaplarını satışa çıkarmışlardı.” (6) Naziler bu sefer de, uluslararası hukuka aykırı olmasına rağmen Balkanlar, Yunanistan ve Adalardaki tüm İtalyan birliklerinin silahlarına el konulması ve bu birliklerin etkisiz hale getirilmesini içeren AXIS planını yürürlüğe koydular. Alman-İtalyan ortak işgalinde bulunan bölgelerde Almanlar, İtalyanları ya savaşa Alman komutasında devam etmek ya da silahlarını vererek, ülke-dışına çıkarılmak üzere Almanlara teslim olmayı seçmek zorunda bıraktılar. Yunanistan’daki İtalyan askerlerinin büyük çoğunluğu mihver cephesinde kalmaktansa silahlarını teslim etmeyi tercih etti. Ayrıca hem adalarda hem de anakarada Almanlarla birlikte savaşa devam etmekte kararlı olanlar vardı. Özellikle Kara Gömlekliler Almanların safında kaldılar. Pinerolo’daki İtalyan birliğinin başındaki General Adolfo Infante ise 8 Eylül’de İtalya’nın teslim olmasından sonra Yunanistan’daki direniş örgütü ELAS’la bir antlaşma imzalayarak emrindeki 12 bin İtalyan askeriyle birlikte müttefikler tarafında geçti. (7) Adalarda durum çok farklı değildi. Tan Gazetesi, hususi muhabirine dayanarak ateşkesin ilan edildiği gün Rodos’u şöyle anlatıyordu:

İtalya ile müttefikler arasında mütareke yapıldığını Rodos halkı radyolardan öğrenmiş ve bu haber adada yayılır yayılmaz İtalyan askerleri de dahil olduğu halde, İtalyan, Rum ve Türk ahali sokaklarda sevinçlerinden sıçramaya ve birbirleriyle öpüşmeye başlamışlardır. Bunlar müttefik kuvvetlerin bir an önce adaya gelip kendilerini tamamen kurtarmalarını beklemeye başlamışlardır. Yalnız adada bulunan bir tümen Alman askeri ile 1.500 koyu faşist bu tezahürata iştirak etmemişlerdir.” (8)

Devam edecek…

Dipnotlar

(1) Mark Mazover, Inside Hitler’s Greece: The Experience of Occupation, 1941-1944, Yale University Press, New Haven and London, 1993. s.145

(2) Tan Gazetesi, 19 Temmuz 1943 ve 25 Temmuz 1943.

(3) Mazover, age, s.145

(4) Mart 1942’de Yunanistan’daki Alman silahlı kuvvetleri 75 bin kadarken 1943 sonbaharında (İtalya’da savaş sürdüğü halde) Yunan topraklarındaki Alman askerlerinin toplamı 275 bini geçmişti. Peter D. Chimbos, Greek Resistance 1941-1945: Organizastion, Achivements and Contributions to the Allied War Efforts against Axis Power, International Journal of Comparative Sociology (Brill) 1 Mayıs 1999, Cilt: 40, Sayı: 2, 251-269, s.262

(5) Tan Gazetesi, 10 Temmuz 1943.

(6) Mazover, age. s.148.

(7) Choimbos, agm. s.261-262

(8) Tan Gazetesi, 20 Eylül 1943.

Basmane Günleri…

Ali Rıza Avcan

Kentin ortasında Basmane isimli tarihi bir semt ve bu semte vurgun bir tarih ve kültür savaşçısı: Orhan Beşikçi.

Orhan Beşikçi ressam olan eşiyle birlikte yıllardır Basmane‘de oturuyor ve oranın havasını soluyor, suyunu içiyor… İzmir’in içinde ya da dışında yaşayanlardan daha fazla Basmane‘yi bilip tanıyor… Yıllardır Basmane‘nin sorunlarıyla ilgilenip o semtin sahip olduğu tarihi, kültürel değerlerle insanının hak ettiği ilgiyi görmesini istiyor. Bunun için de valiliği, kaymakamlığı ve belediyeleri, üniversiteleri, sanatçıları, gazetecileri ve bilcümle Basmaneseveri harekete geçirerek onların da Basmane için bir şeyler yapmasını istiyor. Gerektiğinde bilgi dolu tatlı dili ile ikna etmeye çalışıyor, gerektiğinde de cevap verilemeyecek kadar doğru şeyleri ifade ederek yerden göğe haklı eleştiriler yapıyor. Bu arada, kendisine kentin yerel otoriteleri tarafından teklif edilen makam ve mevkileri büyük bir tevazu içinde, teklif edenin kalbini kırmadan elinin tersiyle itiyor ve kendi başına, tek başına bağımsız bir şekilde ayakta durmaya dikkat ediyor.

Bunu yaparken de, adlarını, işlerini gayet iyi bildiği Basmane halkına tek tek yardımcı olmaya çalışıyor, hiç tanımadığı insanların hak ettikleri daha iyi yaşam koşullarına sahip olması için koşturup duruyor. Bütün bu çalışmalara ek olarak Milliyet Ege gazetesindeki köşesiyle Kent Yaşam portalindeki köşesinde günlük yazılar, “Basmane“, “Basmane Günlüğü“, “İzmir’den Yadigar” ve “Dünden Bugüne Anafartalar Caddesi” gibi kitaplar yazarak yaşadığı semte yararlı olmaya çalışıyor.

Ben kendisini, Konak Belediyesi‘nin 2004 yılında Ahmet Piriştina Kent Arşivi ve Müzesi‘nde (APİKAM) düzenlediği “Kemeraltı Günleri“nde, kentin değişik yerlerindeki sorunları fotoğraflayarak bunları bize gösteren bir “kent gözlemcisi” olarak tanımış, perdeye yansıyan İzmir‘in sorunlarını gösteren çarpıcı kent fotoğraflarıyla mevcut durumu çıplak ve etkili bir şekilde ortaya koyduğunu düşünmüştüm. Orhan Beşikçi daha sonraki yıllarda bu çabasını diğer etkinliklerle zenginleştirerek daha üst düzeylere taşıdı ve böylelikle bugün bu kentte Basmane denilince akla gelen ilk isim oldu. Ben ona, herhangi bir mülkiyet ilişkisini düşünmeksizin “Basmane’nin sahibi” diyorum….

Orhan Beşikçi, bu mücadele içinde 2010 yılından itibaren birçok kültürel, sanatsal etkinliği bir araya getiren Basmane Günleri‘ni düzenlemeye başladı. Bu etkinlikler 2010 yılını takiben 2012, 2013, 2014 ve 2017 yıllarında daha da geliştirilerek yapılmakla birlikte; yakın zamanda toplum olarak yaşadığımız salgın nedeniyle yapılamaz oldu. Ancak Orhan Beşikçi cephesinden aldığımız yeni haberlere göre, 9 Eylül 1922 İzmir’in Kurtuluşu‘nun 100. yılı nedeniyle 2022 yılının Ekim ayında “100. Yılda Basmane ve Çevresi Tarih, Kültür, Sanat ve Arkeoloji Günleri” ismiyle etkinliğe devam edilip organizasyonun 6ncısı yapılacakmış.

Bugüne kadar 2010, 2012, 2013, 2014 ve 2017 yıllarında 5 kez yapılan Basmane Günleri‘ne tek tek baktığımızda ise;

📌2010 yılında “Basmane Günleri” adıyla 14-18 Mayıs 2010 tarihleri arasında yapılan etkinliğin 8 sergi, 1 belgesel gösterimi, 3 panel, 1 kitap tanıtımı, 1 söyleşi, 1 tiyatro gösterisi, 1 konser kapsamında belediye başkanı, yerel siyasetçi, belediye yöneticisi, akademisyen, sanatçı, gazeteci, araştırmacı olmak üzere toplam 37 katılımcıyı ağırladığı,

📌2012 yılında “Basmane ve Çevresi Tarih, Kültür, Sanat ve Arkeoloji Günleri” adıyla 15-30 Ekim 2012 tarihleri arasında yapılan etkinliğin 15 sergi, 1 belgesel gösterimi, 7 panel, 1 kitap tanıtımı, 2 tiyatro oyunu, 1 enstalasyon ve 1 pandomim gösterisi kapsamında belediye başkanı, siyasetçi, belediye yöneticisi, akademisyen, sanatçı, gazeteci ve araştırmacı olmak üzere toplam 57 katılımcıyı ağırladığı,

📌2013 yılında, “Basmane ve Çevresi Tarih, Kültür, Sanat ve Arkeoloji Günleri” adıyla 22 Ekim-9 Kasım 2013 tarihleri arasında yapılan 3. etkinliğin 22 sergi, 1 belgesel gösterimi, 13 panel, 2 tiyatro oyunu, 1 pandomim gösterisi ve 1 workshop kapsamında belediye başkanı, siyasetçi, belediye yöneticisi, akademisyen, sanatçı, gazeteci ve araştırmacı olmak üzere toplam 97 katılımcıyı ağırladığı,

📌2014 yılında, “Basmane ve Çevresi Tarih, Kültür, Sanat ve Arkeoloji Günleri” adıyla 18-25 Ekim 2014 tarihleri arasında yapılan 4. etkinliğin 16 sergi, 5 panel, 3 söyleşi, 1 tiyatro oyunu, 4 konser/dinleti, 2 slayt gösterisi, 1 şiir dinletisi, 1 mozaik işliği, 1 özel gösteri, 1 dans ve pandomim gösterisi, 1 gezi organizasyonu kapsamında belediye başkanı, siyasetçi, belediye yöneticisi, akademisyen, sanatçı, gazeteci ve araştırmacı olmak üzere toplam 94 katılımcıyı ağırladığı,

📌2017 yılında 5. kez “Basmane ve Çevresi Tarih, Kültür, Sanat ve Arkeoloji Günleri” adıyla 20-26 Kasım 2017 tarihleri arasında yapılan 7 sergi, 8 panel, 2 konser/dinleti ve 1 gezi organizasyonu kapsamında belediye başkanı, siyasetçi, belediye yöneticisi, akademisyen, sanatçı, gazeteci ve araştırmacı olmak üzere toplam 80 katılımcıyı kapsadığı,

Böylelikle 2010, 2012, 2013, 2014 ve 2017 yıllarında yapılan beş ayrı Basmane Günleri‘nde farklı türlerde toplam 139 ayrı etkinlik yapıldığı ve bu etkinliklere belediye başkanı, siyasetçi, belediye yöneticisi, akademisyen, sanatçı, gazeteci ve araştırmacı düzeylerinde, aralarında Cengiz Bektaş, Oktay Ekinci, Dinçer Sümer, Sancar Maruflu ve Şükrü Tül gibi şimdi tarih olmuş Türkiye ve İzmir değerlerinin yer aldığı toplam 365 kişinin katıldığı,

Farklı yıllarda Konak ya da İzmir Büyükşehir belediyeleri ile TCDD, İzmir Otel-Pansiyon ve İşçileri Odası tarafından desteklenen bu etkinliklere izleyici olarak da binlerce kişinin katıldığı ortaya çıkmaktadır.

Beni soracak olursanız, kentle ilgili görüş, düşünce, eleştiri ve önerilerimi yazıp sizlerle paylaştığım Kent Stratejileri Merkezi isimli blok ile aynı ismi taşıyan Facebook grubunu 2016 yılından bu yana yönettiğim için bu etkinliklerden sadece 2017 yılında izlediğim bir panelle ilgili değerlendirmelerimi 22 Kasım 2017 tarihli “Adil ve ahlaki olan…” isimli yazımda paylaştığımı hatırlıyorum.

Kısa adı “Basmane Günleri” olan bu organizasyon, şu an itibariyle resmi, özel ya da sivil hiç bir kurum ya da kuruluşa ait olmayan, bugüne kadar tümüyle bir “Basmane Sevdalısı” tarafından düzenlenen ve en uzun süreyle devam eden İzmir’in tek sivil etkinliğidir.

Bu anlamda “Basmane Günleri“, ortak paydası Basmane olanları bir araya getiren, Basmane hakkında düşünüp konuşmaya ve tartışmaya davet eden, lafı dolandırmadan dosdoğru söyleyen, propagandadan çok gerçeklerden söz eden bir sivil platformdur.

Basmane bölgesinden birinci derecede görevli, sorumlu ve yetkili olan Konak Belediyesi bazı yıllar sanki böyle bir etkinlik yapılmıyormuş gibi, “görmüyorum, duymuyorum, konuşmuyorum” diyen üç maymunun rolünü oynasa da, Basmane Günleri‘nin her anında Konak Belediyesi katılımcılar ve izleyiciler tarafından masanın üstüne konulup yaptıkları, yapmadıkları ya da yapamadıkları ele alınmakta, değerlendirilip yorumlanmaktadır.

Bize düşen ise, kanaatimce birtakım fitne, fesat odaklarının cahilce ortaya koyduğu hezeyanların aksine bu yürekli, mütevazi insana ve yaptıklarına sahip çıkmak, ona yardımcı olup katkıda bulunmak, önümüzdeki aylarda yapılacak olan “100. Yılında Basmane ve Çevresi Tarih, Kültür, Sanat ve Arkeoloji Günleri” isimli 6. organizasyonda yer almaktır diye düşünüyorum…

Ortak paydası Basmane olanların katılıp izleyeceği bu seneki “100. Yılında Basmane ve Çevresi Tarih, Kültür, Sanat ve Arkeoloji Günleri“nde buluşmak dileğiyle…