Ali Rıza Avcan
Pandemi koşullarının hepimizi evlere soktuğu 2021 yılında, bir yandan baba tarafı sülalemin 6 kuşak ve 421 kişiden oluşan soy kütüğünü hazırlayıp bitirirken, diğer yandan da ben kendimi bildim bileli Çanakkale‘de şehit düştüğü söylenip geride hiçbir iz bırakmayan dedem Rıza bin Ali‘nin peşine düşüp doğruları öğrendiğim bir yıl oldu.

Aslen Çerkez olan baba sülalem, tarihe 98 Harbi olarak geçen 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında Soçi yakınlarındaki anayurtlarından Batum‘a, ardından da gemiyle İstanbul‘a gelerek, antik Miletos‘un kurduğu Karadeniz ticaret kolonilerinden biri olup, Osmanlı Dönemi‘ndeki 1877 Salnamesine göre Dersaadet Şehremaneti‘nden alınıp Üsküdar mutasarrıflığına bağlanan Şile kazasında, kendilerine tahsis edilen Padişah hasları olan topraklara yerleşerek Avcıkoru, Darlık, Heciz ve Kaşbaşı köylerini kurmuşlar. Nüfustaki köyüm Darlık olarak gözükmekle birlikte, baba evim bu köylerden eski adı sırasıyla Saffetiye ve Heciz olup, bugün adıyla Yeşilvadi olarak bilinen köydür. Çerkez köyü olarak bilinen Yeşilvadi, Şile‘ye 20 kilometre uzaklıkta, içinde iki derenin birleştiği, meşe ormanlarının ortasında şirin, güzel bir köydür. Bu köyde yaşayan ve birbiri ile akraba olan herkes geçtiğimiz yıla kadar, eski Üsküdar-Şile yolu üzerindeki bahçeli, iki katlı ahşap evden, ikinci çocuğuna hamile eşini geride bırakarak savaşa giden Tiz‘den doğma Ali Çavuş oğlu 1881 doğumlu 31 yaşındaki Rıza‘nın, hamile eşi Fethiye ile küçük kızı Atife‘yi geride bırakarak ve iki kayınbiraderiyle birlikte Çanakkale Savaşı‘na gittiğini, savaş sırasında kendisine yazılan mektupla bir oğlu olduğu haberinin verildiğini, onun da adını “Sami” koyun diye cevap verdiğini, ondan sonra da ne 4. Bölük çavuşu Rıza‘dan, ne de Faik ve Fevzi isimli iki kayınbiraderinden tek bir ses çıkmadığını söylerlerdi. İşte o mektup yazışmasıyla adı konulan erkek çocuk da, tüm yaşamı boyunca ailesinde kendisine rol modellik yapabilecek tek bir erkek kalmadığı için nasıl babalık yapacağını bilemeyip bocalayan, benim babam Sami idi.
Neredeyse bütün çocukluk, gençlik ve yetişkinlik çağım bu hikâyeyle geçmiş, tüm aramalarıma rağmen dedemin ve babamın dayılarının izini bulamamıştım. Ancak yakın zamanda nüfus müdürlüklerinin alt ve üst soy kütüklerinin yayınlanması ile birlikte dedemin “00.00.1912” tarihinde öldüğünü öğrendim ve bana anlatılan hikayeye göre bu tarihin, nüfus cüzdanında doğum tarihi “01.07.1913” olarak gözüken babamın doğumu ile ilişkisini kuramadığım için 06 Eylül 2021 tarihinde Milli Savunma Bakanlığı‘na bir yazı yazarak, dedemle ilgili bilgileri talep ettim. Söz konusu bakanlıktan gelen 17 Eylül 2021 tarihli yazı ile, 2 numaralı Balkan defterinin sahife 17, sıra 3 kayıtlarına göre Şile Taburu 4. Bölük çavuşu, Şile‘nin Kaşbaşı karyesinden Rıza bin Ali‘nin 1 Teşrinievvel 329 (14 Ekim 1912) tarihinde silah altına alınarak 9 Teşrinievvel 328 (22 Ekim 1912) tarihinde Geçkinli muhaberesinde şehit olduğunu, şehadeti nedeniyle geride kalan mahdumu Sami ile kerimesi Atife‘ye 50’şer kuruş aile maaşı bağlandığını öğrendim.

Bana verilen bu bilgi üzerine, arka arkaya Trablusgarp, Balkan, 1. Dünya Savaşı ve Ulusal Kurtuluş Savaşı‘nın yaşandığı Osmanlı‘nın son yıllarında bir erkeğin asker olarak evden ayrılıp savaşa gitmesi üzerine, geride kalan insanlar için o erkeğin biteviye devam eden savaşlardan hangisinde öldüğünün bir anlamı kalmadığını anlamış oldum. Onlara göre giden eş ve baba, ister Trablusgarp‘te, ister Balkanlar‘da, ister Çanakkale‘de ölmüş olsun; sonunda sevdiklerini bir daha geri gelmemek üzere terk edip gidiyor, yeni doğan oğlunu bile göremiyordu. O nedenle, ona en fazla bildikleri ya da duydukları Çanakkale Savaşları‘nı uygun görüp, kendi aile tarihlerine onun Çanakkale‘de şehit olduğunu yazıp bu inançlarını kuşaklar boyu sürdürmüşlerdi.
Evet, böylelikle benim için taşlar yerine oturmuş, neredeyse yüz yıllık aile içi “Çanakkale’de şehit oldu” hikâyesi bundan böyle temelden değişmiş; Çanakkale‘de şehit olduğunu sandığımız dedem Rıza bin Ali‘nin, 22 Ekim 1912 tarihinde, yani 1. Balkan Savaşı‘nın beşinci gününde Edirne ile Kırkkilise (şimdiki Kırklareli) arasındaki Süloğlu çiftliği yakınındaki Geçkinli‘de, Bulgar askerine karşı savaşırken şehit düştüğünü; böylelikle, büyük acıların çekildiği o kötü savaşın devamında yaşanan salgın hastalıklarla, ölümlerle, yokluklarla, yakıp yıkmalarla dolu günleri -neyse ki- yaşamadığını öğrenmiş, böylelikle kendimi -bir nebze de olsa- avutmaya çalışmıştım. O nedenle, yanlış bildiğimiz şeylerin değişmesi nedeniyle, aile tarihini oturup yeniden yazmamız, bu savaşlar nedeniyle akın akın Anadolu‘ya gelen Balkan göçmenleriyle Edirne, Selanik, İşkodra ve Manastır gibi Osmanlı kentlerini savunmak için şehit olan dedemin ve arkadaşlarının yaşayıp tanık olduklarını yeniden okuyup öğrenmem gerekiyordu. Çünkü beni ben yapan bir parçam, Balkanlar‘daki o anlamsız savaşta, o göç eden insanlar için orada can vermiş, o topraklarda beni, ailesini ve sevdiklerini bekler olmuştu… Oysa ben yıllarca, o topraklardaki belediyeleri, dedemin orada olduğunu, oralarda bir yerlerde gömülü olduğunu bilmeden teftiş etmiş, soruşturmuş, o toprağın insanları ile tanışıp arkadaş olmuştum… Belli olmaz, belki de savaşın o telaşı içinde hiç gömülmemiş, ortalık bir yere bırakılmış da olabilir… Keşke bu gerçeği daha önce bilseydim, keşke onun mücadelesi ile anlam kazanan o toprakları ve insanlarını daha iyi tanısaydım….

Tabii ki üniversitedeki siyasi tarih derslerinde Taner Timur, Sina Akşin, Seha Meray, İlber Ortaylı ve Gündüz Ökçün gibi ülkemizin önde gelen tarihçilerinin anlatıp öğrettikleri ile benim okuyup öğrendiklerim dışında yeniden bir Balkan Savaşları okuması yapmam, müfettişliğim döneminde Geçkinli‘nin çevresindeki neredeyse bütün belediyelerin denetimini yapmış olmama karşın; öğrendiklerimle birlikte Edirne‘ye, Süloğlu‘na ve Geçkinli‘deki savaş anıtına giderek kendim, babam ve tüm aile adına, adını taşıdığım dedem ve onun babasına karşı vazifemi yaparak saygılarımı dile getirmem, onun orada neler hissetmiş olabileceğini tahayyül etmem, hangi düşünce ve duygularla o savaşın içinde yer alıp neler yaşadığını öğrenip anlayabilmem gerekiyordu.
O nedenle bu cevap yazısını aldıktan sonra, Balkan Savaşları konusunda yazılmış tüm bilimsel kaynaklara ulaşarak, onları satın alarak bir kütüphane oluşturmaya ve okumaya başladım. Bugüne kadar devam eden bu çaba sonucunda, Türkçe ve İngilizce dillerinde toplam 47 basılı kitap, 10 E-kitap, 8 bilimsel makale, 4 doktora ve 7 yüksek lisans tezini bir araya getirip toplam 6.360 sayfalık 19 kitabı okudum ve toplam süresi 9 saat 35 dakika tutan üç belgeseli izledim. Önümüzdeki 22 Ekim tarihinde de, dedemin şehit olduğu Geçkinli Anıtı‘na giderek ona saygılarımı iletmeyi düşünüyorum. Gelecekteki okumalar bâbından da önümdeki 8.283 sayfalık 28 kitap, 2.908 sayfalık 10 E-kitap, 286 sayfalık 8 makale, 1.529 sayfalık 4 doktora, 1.803 sayfalık 7 yüksek lisans tezinin beni beklediğini biliyorum.

Okuduğum kitaplar arasında o dönemin önemli gazetecilerinden Aram Andonyan‘ın son derece tarafsız bir gözle yazdığı oldukça ayrıntılı “Balkan “Savaşı“, yıllar sonra Kızıl Ordu‘yu kuracak olan ve o tarihlerde gazeteci olan Lev Troçki‘nin savaşın ayrıntıları yerine savaşan ülkelerin ekonomik, toplumsal ve kültürel özelliklerini her ülkenin proleteryası açısından anlatıp yorumladığı “Balkan Savaşları“, İzmirli Barosu başkanlığı yapmış avukat Güney Dinç‘in “”Mehmet Nail Bey’in Derlediği Kartpostallarla Balkan Savaşı 1912-1913“, araştırmacı Serdar Dinçer‘in savaşın ardındaki Krupp gerçeği ile Alman militarizminin emperyalist politikalarını anlattığı, “Birinci Dünya Savaşı’nın 100. Yılında Alman Dışişleri Belgelerinde Krupp’un Bitmeyen Balkan Savaşı, Sürgün ve Soykırım” ve belki de bu kaynakların en önemlisi olan Uluslararası Carnegie Vakfı‘nın uluslararası düzeyde bilinip tanınan bilim insanlarını bir araştırma kurulu haline getirip, savaş suçlarını araştırmaları için savaş mahallindeki ülkelere göndererek yazdırdığı 1914 tarihli “Büyük Devletlerin Balkanlara ve Balkan Savaşlarına Bakışına Dair Bir Rapor: Carnegie Vakfı Raporu” var.
Balkan Savaşları ile ilgili kitapları, makaleleri, raporları ve benzerlerini okuyup haritalara baktığınızda, 1. Dünya Savaşı‘nın provası olarak nitelenen bu savaşların, özellikle de 2. Balkan Savaşı denilen dönemde değişik etnik kökenlerden gelen siyasetçilerin, orduların ve insanların birbirlerine yaptıkları kötülük, eziyet, işkence ve savaş suçları itibariyle adeta birbirleriyle yarıştıklarını, uygarlık denilen sınırı aşarak nasıl barbarlaştıklarını görüyoruz. Özellikle de savaş sonrasında Carnegie Vakfı‘nın, savaşan ülkelere gidip yerinde tespitler yapan Viyana Üniversitesi Hukuk Profesörü Dr. Josef Redlich, Senatör Baron d’Estournelles de Constant, Fransa Millet Meclisi Lyon Milletvekili avukat Justin Godart, Marburg Üniversitesi Hukuk Profesörü Walther Adrian Schücking, The Ekonomist Editörü Francis W. Hirst, gazeteci Dr. H. N. Brailsford, Rusya Duması Üyesi Profesör Pavel Milyukov ve Columbia Üniversitesi Eğitim Fakültesi Profesörü Samuel Trane Dutton‘dan oluşan bir soruşturma komisyonuna hazırlattığı Carnegie Raporu‘nu okuyup savaş suçu türleriyle vakaların ne kadar fazla ve yüz kızartıcı olduğunu gördüğünüzde…

Birinci Balkan Savaşı‘nda Bulgar, Yunan, Sırp, Arnavut, Hırvat ve Karadağlıların tek derdi ve düşmanının, onlara yüzyıllarca hükmeden Osmanlı ve Müslümanlar olduğunu görüyor ve Bulgarların Osmanlı ordularını kesin bir yenilgiye uğratıp Çatalca‘ya kadar gelmesi nedeniyle özgüven patlaması yaşayan Bulgaristan ile Yunanistan ve Sırbistan‘ın kapıştığı savaşın ikinci bölümünde verimli Makedonya topraklarına ve liman kenti Selanik‘e sahip olmak adına yüzlerce kenti ve köyü nasıl yakıp yıktığına, milyonlarca insanı nasıl öldürdüğüne ya da sakat bıraktığına, ele geçirdikleri topraklardaki halkları nasıl akıl almaz yöntemlerle Ortodoks Kilisesi‘ne bağlayıp asimile ettiğine ve bunun sonucunda nasıl bir etnik temizliğe yol açtıklarına tanık oluyor, her üç tarafın hadsiz hesapsız şekilde birbirine karşı işlediği yüz kızartıcı savaş suçlarının, 1. Dünya Savaşı‘na katılan ordularla İzmir ve Anadolu‘yu işgal eden Yunan Ordusu‘nda nasıl yeni alışkanlıklar oluşturduğunu yakından görüyorsunuz.

Örneğin Hırvat şair ve gazeteci Antun Gustav Matoš‘un Hrvatska gazetesinin 13 Eylül 1913 tarihli nüshasında yayınladığı, daha sonra ise 1914 tarihli Carnegie Vakfı Raporu‘nda yer alan Yunan askeri Spilidopus Filipos‘un ailesine gönderdiği 11 Temmuz tarihli mektupta aynen şunları yazdığını belgeliyor: “Savaş çok acı verici. Bulgarların bıraktıkları köyleri yaktık. Onlar Yunan köylerini yakıyorlar, biz de Bulgar köylerini yakıyoruz. Onlar kasaplık ediyor, biz kasaplık ediyoruz ve bizim elimize düşen o nefret edilesi insanların hepsi Mannlicher tüfekleriyle öldürülüyor. Nigirita’daki 1200 savaş esirinden sadece 41’i kalmış. Biz nereye ayak bassak bu aşağılık ırktan hiç iz kalmıyor.” (1)
Diğer yandan Balkanların jeopolitiği üzerine araştırmalar yapıp kitaplar yazan Tim Judah, “The Serbs: History, Myth & the Destruction of Yugoslavia” isimli kitabında 2. Balkan Savaşı sırasında Bulgarların ve Yunanların birbirlerinin köylerini yakmakta ve büyük çaplı kıyımlar yapmakta birbirleriyle adeta yarıştığını, hatta Evzonların düşmanlarını canlı canlı çiğnediklerini örnekleri ile anlatmaktadır. (2)

2. Balkan Savaşı‘nın tarafları olan Bulgar ve Yunan orduları arasındaki bu vahşi mücadele 1914 tarihli Carnegie Vakfı Raporu‘nda şu şekilde anlatılmaktadır:
“… Yunanların Bulgarlara karşı olan genel düşüncesi, basında ve sözlü ifadede tek kelime ile şöyle özetlendi: “Onlar insan değildir!” (Dhen einai anthropoi!)” Yunanlar, heyecan ve kızgınlıklarıyla kendilerinin insanlıktan çıkan bu ırktan medeniyetin intikamını almakla görevlendirildiklerini düşünmeye başladılar. Heyecanlı güney ırkı buı şekilde bir nedenle harekete geçtiğinde, oluşabilecek sonuçları tahmin etmek kolaydır. Düşmanlarınızın insan olduğunu inkar edecek ve ardından onlara böcek gibi davranacaksınız. Nitekim Yunan bir yetkilinin “Barbarlarla uğraşmak zorunda olduğunuz zaman siz de barbarlar gibi davranmak zorundasınız. BU onların anladığı tek şeydir” şeklindeki sözleri buna örnek teşkil etmekte ve pek az kişi bu sözlerin manasını idrak edebilmektedir. Bu şekilde savaşa giren Yunan ordusunun zihni öfke ve kibirle doldu. Selanik ve Pire sokaklarında görülen ve evlerine dönen Yunan askerlerince satın alınmış parlak renkli bir afiş, onları mahveden bu ırksal nefreti gözler önüne sermekteydi. Afiş, Bulgar askerini iki eli ile yakalamış vahşi bir hayvan gibi dişleriyle kurbanının yüzünü ısıran Yunan dağ adamını (evzone) gösterir. Afişin başlığı “Bulgar Yiyen”dir ve afiş aşağıdaki dizelerle süslenmiştir:
“Göğsümde kaynayan ateş denizi
Ruhumun vahşi dalgalarını intikama çağırıyor
O ateş ancak Sofya canavarları
Kanlarıyla nefretimi söndürdüklerinde sönecek” (3)

“Bir başka popüler savaş afişinde bir Yunan askerinin canlı bir Bulgar askerinin gözlerini çıkardığı görülmektedir…. Tüm bu afişler Yunan ordusunun coşkulu duygularının delili olarak önem arz eder. Ancak bir batı ülkesinde bu tür resimleri satan kişi büyük ihtimalle ordusunu karalamakla suçlanırdı” (4)
Alıntılar yaparak ya da kaynaklarını belirterek anlatmak istediğim şey, 1. ve 2. Balkan Savaşları‘nda; özellikle de, 1913 tarihli 2. Balkan Savaşı‘ndaki Osmanlı‘nın ya da Müslümanların devre dışında kaldığı Yunan, Bulgar ve Sırp orduları arasındaki savaşlarda, insanı insan olmaktan çıkaran savaş suçlarının, sanki uygar dünya ile “barbarlar” arasındaki sıradan bir mücadelenin normal sonuçlarıymış gibi sunulması nedeniyle, “barbar” olarak nitelenen halklara karşı her kötülüğü yapmak sanki savaş suçu değilmiş gibi düşünmek ve bu suçların izleyen yıllardaki 1. Dünya Savaşı ile o savaşın bir devamı olarak yaşanan İzmir ve Anadolu‘nun işgalinde de yaşanabileceği, daha doğrusu yaşandığı gerçeğini ortaya koymaktır.
Evet, İzmir‘deki ve Anadolu‘daki bu işgalin bittiği 9 Eylül 1922 sonrasında, savaşın her iki tarafı, başta İzmir Yangını olmak üzere birçok Anadolu kentinin ve köyünün yakılıp yıkıldığını, birçok insanın suçsuz yere öldürülerek zorunlu göçe tabi tutulduğunu; hatta soykırıma uğradığını iddia ederek bunun suçlusu olarak karşı tarafı suçlamayı alışkanlık haline getirmiştir.
Ama herkes, 1912-1913 tarihli Balkan Savaşları dönemiyle 1919-1922 tarihleri arasındaki İzmir‘in ve Anadolu‘nun işgali döneminde aynı ismin, ünlü popülist siyasetçi Yunan başbakanı Elefhterios Venizelos‘un görevde olduğunu, Ulusal Kurtuluş Savaşı‘nın lideri Mustafa Kemal ile kurmaylarının da yine aynı şekilde paylaşılamayan Makedonya‘dan, Balkanlar‘dan, Osmanlı‘nın yitirdiği Selanik, Manastır, İştip ve Yanya gibi Balkan kentlerinden geldiğini bilmektedir. Ayrıca Balkan Savaşları‘nda, özellikle de 2. Balkan Savaşı‘nda işlediği insanlık dışı savaş suçları, Carnegie Vakfı Raporu ile belgelenip dünyaya duyurulmuş sabıkalı Yunan ordusunun, 10 Kasım 1912 tarihinde işgal edilen Selanik‘te nüfusunun çoğunluğunu oluşturan Yahudileri ve Müslümanları (1913 tarihi resmi nüfus sayımına göre Selanik nüfusunun % 38,92’sini Yahudiler, % 25,31’ini Yunanlar, % 29,05’ini Türkler, % 3,95’ini Bulgarlar ve % 2,77’sini de yabancılar oluşturuyordu) yerinden edip kentin tümüyle Yunanlaşmasına yol açan 18 Ağustos 1917 tarihli Selanik Yangını‘ndan çok kısa bir süre sonra İzmir‘e çıkıp Anadolu‘nun içlerine kadar ilerlediğini ve eski Bizans İmparatorluğu’nu yeniden yaratmayı amaçlayan “Megali İdea” hayali uğruna bu topraklarda yaşayan insanları ölüme, yaralanmaya, tecavüze, çeşitli eziyetlere ve en sonunda da birbirlerine düşman ederek göç etmeye zorladığını unutmamak ya da bu gerçeği gözardı etmemek gerekiyor. (5)
Üstüne üstlük Balkan Savaşları nedeniyle Anadolu‘ya göç etmek zorunda kalmış ve bu nedenle de taşıdıkları nefret dolu duygularla milliyetçilik anlayışını yeni geldiği topraklara taşımış milyonlarca Balkan göçmenleriyle ikinci bir kez Anadolu‘da karşılaşıp adeta onları takip edercesine…
İşte o nedenle, 15 Mayıs 1919 tarihinde İzmir‘in işgali ile başlayan bu uğursuz hikâyenin bu tarihten değil, Balkan Savaşları‘nın başladığı ve beş gün sonrasında benim dedemin şehit olduğu, 18 Ekim 1912 tarihinden itibaren başladığına inanıyor, Balkanlar‘da başlayan hikâyeyi, sırtını İngiliz emperyalizmine dayayarak İzmir‘de ve Anadolu‘da sürdüren bu maceracı oyuna, “katastrofi/καταστροφή” boyutundaki trajik ikinci perde ile son verildiğine inanıyorum.


İşte o nedenle, İzmir‘in ve Anadolu‘nun, –İngiliz emperyalizminin teşvik ve desteği ile- Balkan Savaşları‘nın sabıkalısı Yunan ordusu tarafından işgaliyle başlayan Ulusal Kurtuluş Savaşı‘nı yeniden sorgulayıp bu büyük mücadeleyi anlamak istiyorsak, bu hikayenin ta başına kadar gidip filmin makarasını 18 Ekim 1912’den bu yana sarıp, o tarihten bu yana neler olduğunu izlememiz ve gereken dersleri almamız gerektiğini ifade etmek istiyorum.
İşte o nedenle, 22 Ekim 1912 tarihinde Geçkinli‘de şehit olan dedem Rıza bin Ali‘nin sırf Balkan Savaşı şehidi değil; aynı zamanda, bu uzun hikayenin finalini oluşturan İzmir‘in ve Anadolu‘nun işgaline son veren ulusal direnişin de şehidi olduğuna inanıyorum.
………………………………………………………………………………………………..
(1) Despot, İ. (2020) Savaşan Tarafların Gözüyle Balkan Savaşları, Algılar ve Yorumlar, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2020 İstanbul, s. 221
(2) Judah, T. (2000) The Serbs: History, Myth & the Destruction of Yugoslavia, New Haven & Londra, s.84, 85
(3) Carnegie Vakfı Raporu 1914, Büyük Devletlerin Balkanlara ve Balkan Savaşlarına Dair Bir Rapor, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 2019, s.130-131
(4) Carnegie Vakfı Raporu 1914, Büyük Devletlerin Balkanlara ve Balkan Savaşlarına Dair Bir Rapor, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 2019, s.130, 132
(5) Veinstein, G. (1999) Selanik 1850-1918, “Yahudilerin Kenti” ve Balkanlar’ın Uyanışı, İletişim Yayınları, s. 276