Türkiye’de Kent ve Çevre Yönetimi

Ali Rıza Avcan

Sevgili hocam Prof. Dr. Ruşen Keleş ile Hikmet Kuran‘ın editörlüğünde çevre, kent, imar planlama, orman, su, biyoçeşitlilik, kültür ve tabiat varlıkları, kıyılar, hava, toprak, gıda, iklim, atık, nükleer, mer’a, kentsel dönüşüm, enerji ve afet yönetimi konularında bir araya gelen toplam 21 bilim insanı ve onlara ait 18 ayrı bilimsel makale ile karşı karşıyayız. Makalelerin konuları ve yazarları şu şekilde bir dağılım gösteriyor.

1) Türkiye’de Çevre Yönetimi,  Ruşen Keleş

2) Türkiye’de Kent Yönetimi, Tayfun Çınar

3) Türkiye’de Belediyelerin Kent Planlaması Sürecindeki Yeri: Katılım, Nesnellik İlkesi ve Kamu Yararı Açısından Bir Değerlendirme, Ayşegül Mengi

4) “Bizim” Ormanlarımız ve Ormancılığımız, Yücel Çağlar

5) Büyükşehir Su ve Kanalizasyon İdareleri Üzerinden Su Yönetimindeki Yapısal Değişimin Değerlendirilmesi, Nilgün Görer Tamer

6) Biyolojik Çeşitliği Koruma Peşinde Sürdürülebilir Mimarlık, Halil Semih Eryıldız ve Demet Irklı Eryıldız

7) Türkiye’de Kültür ve Tabiat Varlıklarının Korunması, Mehmet Tunçer

8) Kıyı ve Kıyı Yönetimi, Aygül Akkuş

9) Hava Kirliliği ve Denetimi, Nuray Şahin

10) Toprak ve Arazi Kaynakları, Harun Tanrıvermiş ve Yeşim Tanrıvermiş

11) Türkiye’de Tarım: Kurumsal ve Hukuksal Yapıya İlişkin Tarihsel Bir Çerçeve, Sabriye Ak Kuran

12) Kurumsal ve Tüzel Boyutlarıyla Türkiye’de Kent ve Çevre Yönetimi, İklim Ceren Gürseler

13) Türkiye’de Atık Yönetimi, Sinem Atay

14) Sınıraşan Nükleer Zararlar: Çernobil ve Fukuşima Örnek Olayları, Arda Özkan ve Levent Ürer

15) Türkiye’de Mer’a Yönetimi: Mevcut Yapı, Sorunlar ve Çözüm Önerileri, Hikmet Kuran ve Mehmet Ozan Özbek

16) Türkiye’de Kentsel Dönüşüm, Yusuf Erbay

17) Büyükşehir Belediyelerinin Yenilenebilir Enerji Alanındaki Çalışmaları, Asmin Kavas Bilgiç

18) Türkiye’de Afet Yönetimi, Hayriye Şengün

Adeta kent ve çevre konusuyla ilgilenen herkes için özel olarak hazırlanmış bir destegül… Dışarıda kalacak, unutulacak konu, yazar ve okuyucu bırakılmamış gibi…

Tabii ki bu yazılar arasında herkes için değişecek öncelikli bir yazı var… Benim için ilk sırada yer alan makale, haliyle değerli hocam Ruşen Keleş‘e ait “Türkiye’de Çevre Yönetimi” yazısı. Çünkü çevre ve çevre sorunlarıyla tanışmamı sağlayan, 1980 yılında beni alıp Türkiye Çevre Vakfı‘na götürüp vakfın değerli genel sekreteri rahmetli Engin Ural‘la tanıştıran ve çevre/çevre koruma olgusunun 1981 Anayasası’na girmesi için 1980 yılında, yani CHP-MSP hükümetinin önemli bir bakanlığı olan ve benim de çalıştığım Yerel Yönetim Bakanlığı‘nın 2. MC Hükümeti tarafından kapatılması üzerine bürokrasi ve hukuk düzleminde başlattığımız mücadele günlerinde, bu uğurda davalar açıp kazanmamıza rağmen mahkeme kararlarının uygulanmadığı ve devlet memuriyetinden “müstafi” sayıldığımız o zor günlerde Türk Çevre Mevzuatı isimli 2 ciltlik ilk tarama ve değerlendirme çalışmasını (1) yapmamı sağlayarak bana omuz veren ve çevre mücadelesi konusunda yol açan kişi, bizatihi Ruşen Keleş hocamın kendisidir… Onun sayesinde ilk kez bilimsel bir tarama çalışmasının nasıl yapılacağını öğrenmiş ve bu nedenle de birçok kişi ve kurumun o tarihlerde haberdar olmadığı çevre ve çevre koruma olgusuyla tanışmış, bu alanda emek veren ilk isimlerden biri olmuştum… O nedenle benim için, babam kadar değerli olan bu değerli bilim insanına ne kadar teşekkür etsem azdır…

Okumayı planladığım diğer makaleler ise, kendisini tanımasam da uzun yıllardır Ruşen Keleş hocamla birlikte araştırmalar yapıp kitaplar yazan Prof. Dr. Ayşegül Mengi ile Nilgün Görer Tamer‘in suyun 2000-2023 döneminde büyükşehir belediyelerine bağlı SKİ’ler tarafından uygulanan özelleştirmeler sayesinde nasıl ticari bir meta haline geldiğini gösteren makalesini okuyacağım. Tabii ki orman mühendisi rahmetli eniştem İslam Ersoy‘un çalışma arkadaşı Yücel Çağlar‘ın yazısı ile Mehmet Tunçer‘in kültür ve tabiat varlıklarının korunması ile ilgili yazısını unutmadan…

Derlemenin medyada kullanılan tanıtım metni ise şu şekilde:

İnsanlık ve doğa son yıllarda pek çok sorunla karşılaşmaktadır. Bu sorunların ortaya çıkışında kent ve çevre yönetiminde yaşanan aksaklıkların da dikkat çeken etkileri bulunmaktadır.  Afetler, orman yangınları, Pandemi, gıda güvensizliği, küresel ve yerel tedarik zincirlerindeki kopmalar, iklim değişikliği, küresel ısınma, atıklar, aşırı hava olayları, nükleer riskler, kirlilik, artan enerji ihtiyacı, çarpık kentleşme gibi sorunlar irdelendiğinde, bu gerçeklik daha da görünür hale gelmektedir. Bu kitap, söz konusu etkileri Türkiye özelinde ele alarak literatüre bu bağlamda katkı sunmayı amaçlamaktadır. Türkiye’de Kent ve Çevre Yönetimi kitabı, bu alanlarda çalışan akademisyenler, araştırmacılar ve öğrenciler için olduğu kadar, insanlığın ve doğanın karşı karşıya olduğu sorunlar ve bu sorunlara karşı geliştirilebilecek çözüm yollarıyla ilgilenen tüm okurlar için de kapsamlı ve bütüncül bir başucu kaynağıdır.

Söz konusu derleme ile ilgili künye bilgileri ise şu şekilde:

Nika Yayınevi – 206

1. Baskı: Nisan 2023

ISBN: 978-625-7653-86-2

Sertifika No: 48850

Kapak Resmi: Özge Uzun

Kapak Tasarımı: Aycan Kurt

Son Okuma: Özge Uzun

Sayfa Düzeni: İlhan Ulusoy

Son söz olarak da, aynen masal bitimlerinde olduğu gibi bu derleme kitaptan istedikleri makaleyi okumuşlar “ve sonsuza kadar mutlu yaşamışlar“.

(1) Türk Çevre Mevzuatı, 2 Cilt, Türkiye Çevre Vakfı, 1999, Ankara, 1204 s.

Kent ve Kültür Üzerine* (2)

Prof. Dr. Ruşen Keleş

Kültür ve Kent Kültürü

Türkçe Sözlük’te, kültür, “tarihi, toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan bütün maddi ve manevi değerleri yaratmada, bunları gelecek kuşaklara iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünü” olarak tanımlanıyor. Kültür kavramına, “bir topluma özgü düşünce ve sanat eserlerinin bütünü”, “muhakeme, zevk ve eleştirme yeteneklerinin öğrenim ve yaşantılar yoluyla geliştirilmiş olan biçimi”, “bireyin kazandığı bilgi”  (tarih,  sanat  kültürü gibi), “uygun biyolojik  koşullarda  bir mikrop türünü üretme”, hatta “tarım” gibi anlamların verildiği de görülmektedir. Hem davranış bilimlerinde, hem de mikrobiyolojide çok sık kullanılan bir kavram olan kültürü, içinde canlıların geliştiği (neşv-ü nema bulduğu), yaşama süreklilik kazandıran ortamlar” olarak tanımlayanlar da var. Bu bağlamda, “kültür balıkçılığı, “kültür ortamında yetiştirilen inci” çokça duymaya başladığımız kavramlardır.

20180524_151619

Bir Fransız düşünürüne göre, kültür, “Her şey unutulduğu zaman belleklerde ne kalıyorsa, ona verilen isimdir”. Burada dikkati çeken özellik, kültürün bir  birikimin ürünü olduğu, posası atılmış, darası düşülmüş değerleri temsil etmekte olduğudur. Bu bağlamda, kent kültüründen neyi anlamak gerekir? Herhalde, tarihin ve doğanın kente bırakmış olduğu birikimi. Kuşku yok ki, bu birikimin temel öğesi, o kentin kimliğidir. Her kentin kimliğinde, o kentin süreklilik kazanmış olan ayırt edici özellikleri saklıdır. Kevin Lynch, Kent İmgesi (The Image of the City) adlı yapıtında, adları bulundukları kentlerin adıyla özdeşleşmiş imgelerden, öğelerden söz eder. Eiffel Kulesi Paris ile, San Marco Meydanı Venedik ile, Topkapı Sarayı ve Sinan’ın camileri İstanbul’la, Empire State ve Manhattan’ın öteki gökdelenleri New York ile özdeşleşmiş simgelerdir. Gazimağusa’nın Namık Kemal Meydanı’nda her tarihsel çağdan arta kalan fiziksel, görsel ve moral öğelerin oluşturduğu zengin bir kültürel doku, çağımızın çok kültürlülük idealini haykırırcasına, yarısı kilise yarısı minare olan bir yapıtla taçlanmıştır. Tolstoy’un, Balzac’ın, Gogol’ün, Dostoyevski’nin, Chopin ve Tchaikovsky’nin yazınsal ve sanatsal kimlikleri gibi, kentlerin de, mekansal, fiziksel, toplumsal ve kültürel bir  bütün oluşturan, kendine özgü kimlikleri vardır.

Bir kentin kimliğini oluşturan onun kültür varlığı; kültürüne katkıda bulunan da kentin kimliğidir. Her ikisi arasında çok yakın bir etkileşimin bulunduğu yadsınamayacak bir gerçektir. Bu bağlamda, kent kültürünün, dar anlamıyla, belediyenin tiyatro temsilleri, sergileri, kitap fuarları, folklor gösterileri ve benzeri sanat ve kültür etkinlikleri olarak algılanması ve onunla yetinilmesi yanlış ve eksik bir kent kültürü anlayışıdır. Aranması gereken temel ölçüt, kalıcı kültür eğelerinin korunması, değerlendirilmesi ve geliştirilmesidir. Bu açıdan bakıldığında, son yıllarda çok kullanılan sürekli ve dengeli (sustainable, sürdürülebilir) gelişme kavramının, kent kültürünün korunması açısından elverişli, ancak değerlendirilip zenginleştirilmesi yönünden yetersiz bir kavram olduğu öne sürülebilir. Salt koruma ayağı ağır basan, gelişme yönü eskik bir kavramın ekonomik, toplumsal ve kültürel yönlerden tutucu uygulamalarla sınırlı kalabileceğinden, gerçek gereksinmeye yanıt vermeyeceğinden kaygı duyarım. (TÇSV, 1998)

image-20160125-19660-19c2al6

Kent Kültürünün Aktörleri…

Kent kültürünün oluşmasında, öğelerinin korunmasında ve geliştirilmesinde türlü aktörlere çeşitli görevler düşer. Uluslararası topluluk, bunlar arasında başta sayılması gerekenlerdendir. Kent ve çevre değerlerinin evrenselliği, uluslararası tüzede geniş ölçüde benimsenmekte olan bir anlayışı yansıtıyor. Tek tek ülkelere,uluslara mal edilemeyecek kadar önem taşıyan kültür, tarih, mimarlık ve doğa değerlerine insanlığın ortak kalıtı gözüyle bakılmaktadır. Köln, Strasbourg, Toledo Katedrallerinde, Louvre’u, Sistini’yi, Prado’yu, Kahire Müzesini süsleyen, zenginleştiren yapıtlarda tüm insanlığın hakkı vardır. Camiler, hanlar, kervansaraylar ve sivil mimarlığın en güzel örnekleri, artık insanlık aleminin ortak sahipliğinde ve koruması altındadır. Bu nedenle de, bu ortak kültür değerlerinin ortak çabalarla korunup geliştirilebileceği kabul edilmektedir. İspanya’nın Barcelona kentindeki Sagrada Familia da, bu başyapıtlardan biridir. Bu değerlerin ve kentsel simgelerin uluslararası tüzel belgelere geçmiş olan insanlığın ortak kalıtı içinde yer alması,ulusal egemenlik kavramının bile gücünü o bağlamda yitirmesine yol açmıştır.

Bunların silahlı çatışmalarda zarar görmemesi için çıkarılmış uluslar arası sözleşmeler vardır. Ne yazık ki, bu güvencelere karşın, Bosna’da, Kosova’da, Afganistan’da, Kuveyt’de, Irak’ta ve başka yerlerde, gözü dönmüş süper güçler, insanlığın ortak kalıtı karşısında gereken saygıyı gösterebilmiş değildirler. Oysa, insanlığın ortak kalıtını korumaya yönelik onlarca uluslararası sözleşme var onaylamış oldukları… Birleşmiş Milletler Örgütü’nün UNESCO, UNEP ve UNCHSA gibi uzmanlık kuruluşları bu alanda yol gösterici bir işlev görüyorlar. Vancouver ve İstanbul İnsan Yerleşmeleri (Habitat I ve II) Konferansları (1976 ve 1996), Stockholm (1972) ve Rio (1992) Çevre ve Kalkınma Dorukları bu etkinliklerden birkaçıdır. Akdeniz’in korunması konusundaki Mavi Plan’ın hazırlanmasına çerçeve oluşturan Barcelona Sözleşmesi (1976), Amsterdam Bildirisi (1975), Avrupa Kültür Sözleşmesi (1954), Avrupa Mimarlık Mİrasının Korunmasına İlişkin Sözleşme (1984), Arkeolojik Mirasın Korunması Sözleşmesi (1992) bu uluslararası çabaların ürünleridir. (Daha fazla bilgi için bkz. Keleş/YIlmaz, 2003)

Devletler, kuşkusuz, kent kültürünün korunup geliştirilmesinde baş rolde oynayan aktörlerdir. Yerel yönetimlerin yeterince güçlü, istekli ve bilinçli olmadığı durumlarda, devletler bu alanda önemli roller üstlenirler. Antlaşmalarasözleşmelere taraf olsalar da olmasalar da, kültür kalıtını korumak için etik bir sorumlulukları vardır. Bu belgelere taraf olmamış olmak, o belgelerde yer alan kuralları çiğnemek için bir mazeret sayılamaz.

Üçüncü kümede bulunan aktörler yerel yönetimlerdir. Kent ve çevre değerlerini nasıl sahibi devlet mi, belediye mi olmalıdır sorusu her zaman gündemde olmuştur. Halka en yakın kuruluşlar olarak yerel yönetimlerin koruma gibi yerel nitelikli konularda asıl yetkili olmaları Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın bir gereğidir. Türkiye’de, çok yakında yasalaşmış olan Kamu Yönetimi Temel Yasasındaki düzenleme de bu doğrultudadır. Ancak, yukarıda da belirtildiği gibi,kentlerimizin mimarlık ve kültür kalıtının korunması gibi konular, yerel nitelikteki iş görü alanları gibi görülmekte olsalar da, yakın geçmişin deneyimleri, bu konularla ilgili etkinliklerinde yerel yönetimlerin yalnız bırakılmasının doğru olmayacağını düşündürmektedir. Kent yönetimleri ve bu arada belediyeler, bu konuda, Avrupa Kentli Hakları Şartı’nın kendilerine tanıdığı sorumlulukların gereğini yerine getirecek ölçüde güç ve bilinç kazanmak zorundadırlar. Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin 8 No’lu Tavsiye Kararı (1999), seçimle göreve gelen yerel yönetim organlarının, hem yaptıkları, hem de yapmayı ihmal ettikleri işlerden dolayı mali yönden sorumlu olacaklarını belirtmekte, bu sorumluluktan ancak iyi niyetli olduklarını kanıtlayarak kurtulabileceklerini esasa bağlamaktadır.

Son kümeyi ise, ötekilerden daha az önemli olmayan, yurttaş ya da kenttaş oluşturur. Bugüne değin, yurttaşın kent ve çevre değerleri karşısında daha çok hak sahibi kimliği üzerinde durulmuş, ödev ve sorumluluğu gözardı edilmiştir. Oysa, Immanuel Kant’ın da vurguladığı gibi, haklar ve ödevler bir bütün oluştururlar.Demokratik rejimlerde özeksel ve yerel tüm yönetimleri halkın özgür istenci ayakta tuttuğuna, öyle olması gerektiğine göre, kentlerin asıl sahiplerinin sorumluluk  bilinci gelişmiş kenttaşın kendisi olduğunu varsaymak  yanlış  olmaz. Bu yurttaş türü, Aristoteles’in deyişi ile, edilgin değil, etkin yurttaş türüdür. (Brodie, 2000)Bu bağlamda, kent kültürü, kentlinin kültürü demektir.

Kentinin değerleri, bugünü ve geleceği üzerinde hak sahibi olan kenttaş, kentine karşı, kentinin kültür birikimine karşı suç sayılabilecek eylemlerden kaçınmak yükümlülüğü altındadır da. Kente karşı suç kavramı eğer kullanılabilir duruma gelmiş değilse, bunun biri toplumsal, öteki teknik nitelikte olan iki nedeni vardır: Birincisi, toplumsal bilinç düzeyinin eksikliği, ikincisi de, yasaya dayanmayan suç ve ceza olmaz (nullum crimen sine lege, nullum poena sine legeanlamına gelen genel tüze kuralı yüzünden kente karşı suç oluşturan eylemlerin kovuşturulamamasıdır. Rio Bildirgesi (1992) ile getirilen bencillikten uzak kalma ve ihtiyatlı davranış yükümlülüğü, devletler için olduğu kadar ve hatta onlardan da çok, yurttaş ve kenttaş için de söz konusu olması gereken bir davranış kuralıdır. 

beirut.war.2006.009

Küreselleşme Olgusundan Kentler de Payına Düşeni Alıyor…

Yer yuvarlığın küre biçiminde olduğunu yeni öğreniyor gibiyiz. Sanki bu buluşu geçen yüzyıllarda Kristof Kolomb yapmamış gibi. Günümüzde dillerden düşmeyen küreselleşmenin elbette olumlu kazanımları var. Teknolojik ve sınai devrimin insanlığa çağ atlatan hamleler yapmayı olanaklı kılan katkıları yadsınabilir mi? İnternet insanlara geniş ufuklar açıyor. Toplumların yaşamında her alanda dakik, ince hesaplar hızla kaba kestirimlerin yerini alıyor.

Ama öte yandan, küreselleşme, kent ve çevre değerleri üzerinde, değer dizgelerindeki yozlaşmaya koşut olarak, olumsuz etkiler yapmaktan da geri kalmıyor. (Bauman, 1997; Robertson, 1999; Orum / Chen, 2003). Sermayenin akışımı önündeki tüm engellerin kaldırılması, yeryüzünde ülkeler ve bölgeler arasında ticaret özgürlüğünün tam anlamıyla gerçekleştirilmesi için uluslararası finans kuruluşları canla başla çalışıyorlar. Çok Taraflı Yatırım Anlaşması (MAI) ve Uluslararası Tahkim bu doğrultudaki çabalardan birkaçıdır. Dünya Bankası, yıllık yazanaklarında “devleti küçültme” önerisini ısrarla yapmaktadır. Ayrıca, plandan ve planlamadan kaçış, Banka’nın uzunca bir süreden beri benimsemiş ve önermekte olduğu bir kalkınma yöntemi olmuştur. Banka’nın son yayınlarından birinin başlığının Planı Bırak, Piyasaya Bak (from Plan to Market) olması dikkaçekicidir. Oysa, kent ve çevre değerlerinin korunması bağlamında, 1972 tarihli Stockholm Bildirisi’nde (ilke 14-18) temel yaklaşımın plan yöntemi olduğu vurgulanıyordu. Ortada bir çelişki bulunduğu açıktır. Ülkemizde, ne yazık ki,küreselleşmenin olumsuz etkileri günlük politikalara da yansımakta ve örneğin,verimli tarım topraklarına ve ormanlık alanlara yapı izni verilmesi, Hazine topraklarının satışı, yabancılara toprak satışına izin verilmesi, orman ve mer’a rejimlerinde değişiklik gibi kent kültüründe mutlak yozlaşmaya yol açabilecek boyutlar kazanmaktadır.  Yanlış yapmaktan kaçınmanın doğru yapmaktan çok daha önemli olduğu unutulmadan koruma, canlandırma ve geliştirme politikalarının belirlenmesinde, savunmacı, tepkisel ve değişme karşıtı anlayış terk edilmelidir. Küreselleşmenin, çok kültürlülüğü çok kültürsüzlüğe dönüştürücü etkilerinden kurtulmak için elden geleni yapmak zorunda olduğumuz bir dönemden geçiyoruz.

Kaynakça

Bauman, Zygmunt (1997), Küreselleşme, Ayrıntı Yay., İstanbul.

Bektaş, Cengiz (1996), “Kenti Savunmak, Kentli Olmak”, Cogito: Kent ve Kültürü, İstanbul.

Bektaş, Cengiz (1997), “Kültürel ve Güzelduyusal Kirlenme”, R.Keleş (ed.), İnsan, Çevre, Toplum, İmge Yay., Ankara, (2.Bası), 99-112.

Brodie, Janine (2000), “Imagining Democratic Urban Citizenship”, I. Engin (ed.), Democracy, Citizenshipand the Global City , Routledge, London, 110-128.

Keleş, Ruşen (2004), Kentleşme Politikası , İmge Yay., (8. Bası), Ankara.

Keleş, Ruşen (1995), “Kent İnsanı, Kentleşme ve Düşünce Özgürlüğü”, Edebiyatçılar Derneği, Düşünceye Saygı: Düşünce Özgürlüğü Konuşmaları , Ankara, 24-30.

Keleş, Ruşen ve Artun Ünsal (1982), Kent ve Siyasal Şiddet, Siyasal Bilgiler Fakültesi, Ankara.

Keleş, Ruşen ve Meltem Yılmaz (2003), “Doğal Çevre ve Kıyılarımız”, Sanat ve Çevre: 7. Ulusal Sanat Sempozyumu , Hacettepe Üniversitesi , Güzel Sanatlar Fakültesi, Ankara, 82-94.

Lynch, Kevin (1961), The Image of the City, M.I.T. Press, Cambridge.

Orum, Anthony M. ve Xiangming Chen (2003), The World of Cities , Blackwell.

Robertson, Roland (1992), Küreselleşme: Toplum Kuramı ve Küresel KültürBilim ve Sanat Yay., Ankara

Türkiye Çevre Sorunları Vakfı (1999), Sürdürülebilir Kalkınmanın Uygulanması, Ankara.

(*) Mülkiye Dergisi, Cilt XXIX, Sayı: 246, s. 9-18

 

 

Kent ve Kültür Üzerine* (1)

Prof. Dr. Ruşen Keleş

Kent ve Toplum

Kentler, bağlı oldukları ekonomik ve toplumsal dizgelerin birer parçası, minyatürü, aynasıdırlar. Genel yapının tüm özellikleri, güzellikleri ve hastalıklarıyla birlikte onlara da yansır. Roma’da İtalya’yı, Londra’da İngiltere’yi, Jakarta’da Endonezya’yı, İstanbul’da Türkiye’yi tüm özellikleriyle kolayca bulabilirsiniz. 

Gideon Sjoberg, Sanayi Öncesi Kent (Pre-Industrial City) adlı yapıtında kentleri sanayi öncesi, sanayileşmekte olan ve sanayi sonrası kentler olarak sınıflandırırken, teknolojiyi belirleyici etmen, bir başka deyişle, bağımsız değişken olarak kullanmıştır. Ondan çok önce, Karl Marx, bu kez ekonomiyi bir belirleyici etmen olarak kullanarak, toplumları ilkel, köleci, feodal, kapitalist ve sosyalist olmak üzere beşe ayırmıştır. Dikkati çeken odur ki, Marksçı öğretide toplumların gelişmişlik düzeyini belirleyen değişken üretim biçimi ve üretim ilişkileri gibi ekonomi ağırlıklı bir ölçüttür. Bu kademelenme içinde, kentin burjuvazi ile birlikte doğduğu görülür. Feodal toplumlarda bugünkü anlamında bir kentin varlığından söz edilemez. Feodalitede dinsel ve yönetsel işlevler, ekonomik işlevlerin ağırlık kazanmasına olanak bırakmamıştır. Feodal dönemin insan yerleşmelerinde varlıklılar ve seçkinler merkezde; yoksullar, azınlıklar, istenmeyen öğeler ise çevrede yer almaktadırlar.

Kent, Uygarlık ve Demokrasi

Ünlü kentbilimci Lewis Mumford, Kentlerin Kültürü adlı yapıtında, “Kent, bir topluluğun kültürünün ve erkinin yoğunlaştığı yer, zamanın bir ürünü, birikimidir” der. Gerçekten, kentsel yaşamla uygarlık arasında yakın bir ilişki olduğunu varsayan görüşler yaygındır. O kadar ki, bu görüşler, kimi dillerdeki kent ve uygarlık karşılığı sözcükler arasındaki benzerliği de kanıt olarak kullanma eğilimindedirler. Latin dillerinde uygarlık (civilization) ve kent (city, civitas), Arapçadaki medeniyet, medeni ve kent (medine) gibi sözcükler arasındaki köken benzerliği uygarlıkların kentlerden kaynaklandığını düşündürmüştür. Yunanca’daki kent (polis) sözcüğünün de siyaset (politiae) ile ayni kökten kaynaklandığı bilinmektedir. Kentsel yaşamın uygarlığın beşiği olarak algılanması, kimi dillerde, kibarlık (civilité) ve görgü (urbanité) sözcüklerinin de kent kökünden türetilmelerine yol açmıştır. Bir başka deyişle, kibarlık ve görgü kent insanına özgü özellikler olarak algılanagelmiştir.

Öte yandan toplu yaşam kentte siyasallaşmakta, temsili demokrasi kurumlarının yanı sıra, kent doğrudan demokrasinin katılımcı yöntemlerinin de uygulandığı bir ortam olmaktadır. Batı dillerindeki “citizen” sözcüğü, hem yurttaşı, hem de kenttaşı (hemşehriyi) anlatmak üzere kullanılıyor. Antik Helen kentlerinin, tarihsel olarak, devletten daha önce gelen kurumlar olması, kenttaşlık kavramına yurttaşlıktan daha eski bir kavram gözüyle bakılmasına yol açmıştır.

Kentin insanlara siyasal bilinç kazandıran bir işlevi olduğunu öne sürenler olmuştur. Karl Marx, devrimin itici gücünü kent proletaryasında, yani kentlerde görmüştür. Mao ve Castro gibileriyse, tam tersine, devrimin kentlerde değil, kır yoksullarının öncülüğünde gerçekleşeceğini varsaymışlardır. Yazınımızın tanınmış kalemlerinden Fakir Baykurt’ta, Demirtaş Ceyhun’da, Talip Apaydın’da, kentin ve köyün farklı konumlarda tutulduğu, farklı değerlendirmelere konu yapıldığı dikkat çeker. Pozitif ya da negatif anlamda kent, her zaman katılımın aracı, ortamı olmuştur. Kentin gösteriler ve sokak hareketleri gibi negatif şiddet olaylarına sahne olmasına verebileceğimiz örnekler o kadar çoktur ki… Ümraniye, Gaziosmanpaşa, Kadıköy olayları, Adana, Kuşadası, Yalvaç ve Adalar’da kent yöneticilerine saldırılar bunlardan yalnız birkaçıdır.

Öte yandan kent, insana kent ve çevre değerlerine sahip çıkma bilinci kazandıran, kentlilik bilinç ve sorumluluğu aşılayan bir olumlu özelliğe de sahiptir. İster negatif, isterse pozitif anlamda olsun, bu sonuçları doğuran bağımsız değişkenin, salt kentleşmenin kendisi mi, toplum yapısının özellikleri mi, yoksa her ikisi mi olduğu konusunda farklı görüşler vardır. Kentlerdeki siyasal şiddet olaylarını incelediğimiz bir çalışmada, biz asıl belirleyici etmenin toplumdaki göreceli yoksunluk olduğu sonucuna varmıştık. (Keleş/Ünsal, 1982)

Kent 182

Kent ve Özgürlükler

Alman atasözü, “kent havası insanı özgür kılar” diyor (Stadtluft macht Manfrei). Gerçekten de, tarihsel gelişim süreci içinde kentler özgürlüğün doyasıya yaşandığı yerler olarak algılanmışlardır. Kent tarihi gösteriyor ki, demokrasi  bilincini  geliştirmenin  iki  ön koşulundan biri, insanın kentine ait olduğun duyumsaması, ikincisi de, kentin üzerinde fiilen söz sahibi olabilmesidir. Kent, demokrasi ve özgürlük temalarını çağdaş bir yaklaşımla ele alan Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı (1985) ve Avrupa Kentli Hakları Şartı (Mart 1992 ve Mayıs 2004) da bu düşüncelerden esinlenerek hazırlanmış belgelerdir.

Kent havası acaba gerçekten insanı özgürleştiriyor mu? Bir kez, unutmamalı ki haklar ve özgürlükler birlikte bir bütün oluştururlar. Birine saygısızlık ötekine de saygısızlıktır. Konuşması, yazması, örgütlenmesi, tepkilerini dile getirmesi yasaklanmış bir insan kentte oturuyor olsa da özgür sayılamaz. (Keleş, 1995) İkinci olarak, kentlinin özgürlüğü, parçası olduğu toplumun özgürlükçü ve demokratik bir toplum olmasına bağlıdır. Devletin hak ve özgürlükler konusunda duyarlı olmadığı  bir  toplumda  kent  insanı nasıl özgür olabilir? Son olarak da, küreselleşmeyle körüklenen liberalizm ve liberal mantık, kentleşmeyi ve kentlerin oluşumunu bir yandan özendirirken, bir yandan da tahrip edici sonuçlar yaratmaktadır. Kentlerin sahip bulunduğu tarih, mimarlık ve doğa değerlerinin tüm kentli haklarıyla birlikte, gelecek kuşakların hakları gözardı edilerek, tahribi ve gasp edilmesi bu dünya görüşünün doğrudan sonucu gibi görünmektedir.

Bu yönden bakıldığında, Türkiye’de kent havasının insanları daha özgür kıldığı söylenebilir mi? Yoksa kent yaşamının kent insanını tutsak yapmakta olduğu daha gerçekçi bir değerlendirme midir? Bu sorunun yanıtlanabilmesi yönünden şu üç saptama önem taşımaktadır: Bir kez, kentleşme, sanayileşme ve kapitalist gelişme, tüketimi, insanların bencilliğini, rant arayış özlemlerini kamçılıyor. Bu da, insanların birbirleriyle ve yaşam ortamlarıyla olan ilişkilerindeki davranışlarını etkilemekten geri kalmıyor. İnsanın çevresine ve kentsel değerlerine yabancılaşmasının ardındaki temel nedenlerden biri budur.

İkinci olarak, kent havasının insanı özgür kılması, herkesin her dilediğini serbestçe yapabileceği yolunda yanlış bir sanı uyandırıyor. İşportacıların belediye kolluk güçlerinin gözü önünde ve çoğu kez de onların koruması altında, kaldırımları yürünemeyecek biçimde işgal etmeleri bu sorumsuzluğun açık bir örneğidir. Kasetçi dükkânları, günün 24 saatinde, gelip geçenlere, istekleri olmaksızın, avaz avaz, kendi tercihleri olan ve gürültü dozu ağır basan sesler sunabilmektedirler. Ankara’da, Gökdelen’in yanı başındaki böylesine bir gürültü kaynağını, komşusu olan Barolar Birliği Genel Başkanı’nın, tüm hukuk yollarını kullandığı halde, susturamadığını kendisinden dinlemiştim. Konut sorunları arsa mafyasının öncülüğünde çözüm bekler durumdadır. Özgürlüklerin bir sınırı olduğu, olması gerektiği düşüncesi kentlinin kafasında yer etmemişse, hangi özgürlükten söz edilebilir? Bu sınır konulamadığı içindir ki, “kente karşı işlenen suçlar” kentlerimizde çok sık rastladığımız olgular arasında yer almaktadır.

Son olarak, küreselleşme denilen olgu, sağladığı teknolojik olanaklar ve kolaylıklar yanında, değer dizgelerinde önemli sarsıntılara, çürümelere yol açabiliyor. Etik kurallara dayanan eski değer sistemlerinin iş bitiricilik ve köşe dönmecilik gibi kestirme yollardan zengin olmayı öngören yeni değer sistemleriyle hızla yer değiştirdiği alıcı ortamların başında kentler geliyor. Kimi özel radyo istasyonlarının yayınlarındaki “…factoring;… paralar trink” gibisinden reklamlardan hoşlananların sayısı hızla artıyor.

Değer kalıplarımızdaki bu sarsıntılar arasında, hükümetlerin, Hazine topraklarını satışa çıkarması, yabancı uyruklulara toprak satışına izin vermesi, ön yargılı ve sınırsız özelleştirme çabaları, yönetimde teftiş ve denetim karşıtlığı, kent yaşamını doğrudan etkileyen gelişmeler olarak dikkat çekiyor. Bu çerçevede, devlet ve siyaset adamlarının, tıpkı bir tacir gibi, para, arsa, emlak, villa, otel, motel, şirket ortaklığı, vergi oyunları gibi işlere giderek daha çok merak sarmaları, devlet ormanlarına el atmaları olağan durumlardan (ahval-i adiyeden) sayılır oldu.

Görüldüğü gibi, kent havasının insanı özgür kıldığı gerçeğini toplum yapısının genel koşulları belirliyor. Olguların birbirine bağlılığı burada da kendisini gösteriyor; boyutları ister yerel, ister ulusal, ister uluslararası olsun… Cengiz Bektaş’ın da dediği gibi, “Bir kez kültür kirlendi mi, ondan sonra her şey birbirini izliyor. Düpedüz söyleyeyim isterseniz: Kültür kirlendiği için sular kirleniyor, hava kirleniyor. Toprak kirleniyor… Silahlanabilmiş ülkelerin kültürlerini tertemiz sayabilir miyiz? Suları, havaları, toprakları tertemiz olsa da…” (Bektaş, 1997)

Kentlileşemeden Kentleşmek Üzerine…

Görülüyor ki, sorun insanlarımızın kentlileşemeden kentleşmekte olmalarındadır. O halde, kentlerimizi, insan kişiliğini her yönden geliştirmeye elverişli bir ortam yapmak zorunluluğu var. Yoksulluktan ve köylülükten kurtulmaya olanak bulamayan “yarı kentli” yurttaşı kentlileştirebilmek için bilinçli bir eğitim seferberliğini başlatmak zorundayız. Üstelik eğiticilerin,  yönetenlerin  eğitimine öncelik vererek…

İnsan davranışlarında kentli olmanın, gerçek anlamda yurttaş olmanın gerekli kıldığı değişiklikler olmaksızın, kent kültüründen kim söz edebilir ki! Bu sorunun yanıtını yine Cengiz Bektaş’tan bir alıntıyla aramayı sürdürelim:

Bu yazıyı, Kazdağı’nın Kuzey yönünde, daha doğrusu eteğinde yazıyorum. Gerçek bir cennetteyim. Bu cennete yakışmayan insanlar, suyun hemen dibinde et kızarttıkları için, ortalık dumana boğulduğu ve çok pis olduğu için, elli altmış metre uzaktayım. İçeriye bir adam girdi. Sanki kimse yokmuş gibi bağıra bağıra bir şeyler sordu, işleticiye… Sözcüklerinin arasında yabancılar da var. Besbelli Almanya’ya gitmiş. Gitmiş de ne olmuş ki! Kent görmüşlüğü bir yana bırakın, köyünün terbiyesini bile yitirmiş. Yitirmemiş olsaydı, bir yere girince, önce içerdekileri şöyle genelden selamlayacaktı. Sonra, sesini, başkalarını duyamayacağı, rahatsız olmayacakları denli kısacaktı. Nasıl kentli olunurdu ki? İnsanlar neden kentli olmuşlar? Nasıl olmuşlar? Gerçekten, insanlar, neden kenti kurmuşlar? Daha insan olmak için insanın yarattığı en karmaşık araç kent. Ama bugün de, daha da, en iyi insanı yaratabilecek düzeye gelemedi kent.

Bugün de kimileri öyle sanıyorlar ya!… Geniş yolları, caddeleri, yüksek, güzel yapıları, parkları oldu mu bir yerin, kent sayıyorlar ya orayı… Antik çağda da bir yerin tiyatrosu, dinleti (konser) yeri, okulu, koşu, yarışmalar (stadyum) yeri, tapınağı, kitaplığı olmadı mı, o kentleşmeyi kent saymıyorlar ya…

Siz gelin de yirminci yüzyılda Sivas’ı kent sayın… İsterse gökdelenleri olsun, isterse her yanını çağcıl yapılar, parklar kaplamış olsun… Sivas nasıl kent olabilir? Kendinden başka düşünenleri odun yakar gibi yakabilenlerden kentli mi olur? Kentli olmayanların oturdukları bir yer kent olabilir mi?

Kentli olmayanların çoğunlukta olmadığı bir yer elbette kent değildir. Sivas’ta hem azıcık kentlileşmiş, hem de devekuşu da olmayan insanlar var olsaydı, otuz beş aydın kişi yakılamazdı, insanlaşmamış olanlarca… Orada olup bitenler ya da kışkırtma var diyebilenler bakan olsalar ne olur ki! İşin temeli bu. Kent demek, orada insanca var olunabilen yer demektir.” (Bektaş, 1996)

Kent 185

Batı Avrupa’nın en büyük kentlerinde, sokaklarda, metroda, trenlerde, otobüslerde, lokantalarda yüksek, ama çok yüksek sesle konuşan,  parlamentonun bahçesindeki çimler üzerinde et kızartıp transistörlü radyosundan  etrafa türküler saçan kimler varsa, pasaportlarına bakmaya gerek kalmadan, köylülüğünü orada da sürdüren, kentlileşmeye karşı direnci yüksek insanlar olduklarını düşünebilirsiniz. Bizde de, metro istasyonlarında vagonların kapıları açıldığında yaşanan itiş kakışlar, insanda boğa güreşi yapılan arenaları çağrıştırmaz mı? Yürüyen merdivenlerin sağını solunu geliş geçişe kapalı tutmalar, birikmiş suların üzerinden taşıtla geçerken, hele de etrafta kadın varsa, gaza basmalar az rastlanan olaylar değil. Köylülük de, demek ki, kamusal alan gibi, mekâna bağlı olmayan, sırtta taşınabilen bir şey. Kentteki köylülüğün, uygarlık açısından, insanlık açısından, haklar açısından, köydeki köylülükten daha ciddi sorunlar doğurmakta olduğuna hiç kuşku yok.

Devam edecek…

(*) Mülkiye Dergisi, Cilt XXIX, Sayı: 246, s. 9-18

 

Sözlük’ten: Türkiye’de Kentleşme (2)*

Prof. Dr. Ruşen Keleş

1. Bölüm: https://kentstratejileri.com/2018/06/02/sozlukten-turkiyede-kentlesme-1/

Hızla artan nüfusun konut, eğitim, sağlık, ulaşım, imar ve planlama, yol, meydan, otoğark, altyapı, yeşil ve açık alan ve çevre kirlenmesini önleme gibi hizmet gereksinmelerini karşılama yükü, ilke olarak, kent yönetimlerinin sorumluluğu altındadır. Çok az sayıda kentimiz böyle bir yükün altından kendi olanaklarıyla kalkabilecek durumdadır. Kentleşmenin hızı, görev ve kaynak paylaşımındaki dengesizliği artırmakta, kent yönetimlerini giderek devlete daha bağımlı duruma getirmektedir.

ff51c60ac27508f79de73ce4137d1626

Makro-ekonomik boyutları açısından bakıldığında, kentleşmeyle birlikte yoksulluğun azalmadığı, hatta arttığı gözlemleniyor. Günümüzde,, artık salt gecekondular değil, kentlerin çöküntü bölgelerine sıkışıp kalmış, “kentsel dönüşüm” adıyla yürütülen müdahaleler sonucunda ortaya çıkmış olanlar da yoksulluk yuvalarında yaşayanlara ekleniyor. Gelir dağılımındaki artan dengesizliklerin oluşmasında, sanayileşmeyi, yoksulluğun giderilmesini ve emekçinin korunmasını göz ardı eden liberal politikalarda direnmenin önekli payı olduğu görmezden gelinemez.

Kuşkusuz, bu tür bir kentleşmenin maddi olmayan, ekonomi dışı yönleri de göz ardı edilemeyecek ölçüde önemlidir. Bu bağlamda üzerinde durulması gereken birkaç nokta vardır. Birincisi, kentleşmenin, bugünkü biçimiyle, insanların tavır ve davranışlarında kentliliğe özgü değişikliklere yol açmadığıdır. Gerçek davranış değişikliklerinin itici gücü tam istihdam koşulları, verimli bir çalışma ortamı ve çağdaş bir eğitimdir. BU koşullardan hiçbirinin yeterince var olmadığı kentsel ortamlarda, köyden kente göç etmiş olanlar, kaçınılmaz olarak köylülüklerini kentlerde de sürdürürler. Türkiye’^de olan da budur.

İkinci önemli nokta şudur: Toplum, görsel iletişim araçlarının ve yazılı basının da düzenli dürtüsü ile öz değerlerinden hızla koparılıp uzaklaştırılmaktadır. Bu olumsuz değişimden en büyük payı alanlar kentler ve kentlilerdir. Yerleşik ulusal ve evrensel değerlerin yerini, tüketim artışına dayalı, küresel sermayenin karlılığını çoğaltan etkinliklere yöneliş almaktadır. Rant arayışları içinde kültür, tarih, doğa, mimarlık ve sanat değerlerinin paraya dönüştürülmesi kural; korunmalarıysa, neredeyse istisnai bir durum olmaktadır. Değer dizgelerinde olagelen değişimler kent kimliklerindeki yozlaşmanın temel nedenini oluşturmaktadır. Kentlerin beş yıldızlı otellerle, gökdelenlerle, gereksiz sayıda alışveriş merkezleriyle, alt ve üst geçitlerle doldurulması, küreselleşme tutkusunun kentlere yansıyan sonuçlarındandır. Bu koşullar altında, yalnız kentler kimliklerini yitirmekle kalmamakta, eko-sistemin dengesi de bozulmaktadır.

Son bir nokta da, merkezi ya da yerel yönetimlerde atama ya da seçim yöntemleriyle görev alanların, kentleşmeyi dolaysız ya da dolaylı olarak  etkileyen değişmeler karşısındaki tavırlarıdır. Kentleri yönetenlerin devleti yönetenlerden farklı olması toplumbilimsel yönden olanaksızdır. Çoğunun tavır ve davranışlarında tam anlamıyla kentlileşmiş olmayışın açık belirtileri kentleşmeyi olumsuz olarak etkilemektedir. Kentleşmeyle ilgili karar, eylem ve işlemlerine her zaman hukukun üstünlüğü, demokrasi ve insan hakları gibi ülkelerin yön verdiğini söylemek kolay değildir. Türkiye’de kentleşme politikalarının başarısına olumsuz etki yapan etmenlere, düzenli kent gelişmesini ve imarını planlı çalışmalara konu yapmayı, bir başka deyişle planı “kökü dışarıda” ve “modernist” bir araç olarak değerlendiren küreselleşme yanlısı yarım aydınların tavırları da eklenmelidir.

Screenshot_20180515-151313_2

Kentleşmenin hızının yavaşlatılması, bölgeler arasındaki dengesizliğin azaltılması, kırsal alanlardaki çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi ve benzeri politika önlemlerinin planlı dönem boyunca düzenli olarak uygulama şansı bulamamış olmasında, Türkiye’de kentleşmenin ulusal ve bölgesel kalkınma planları çerçevesinde ele alınmıyor olmasının payı büyüktür. Atılan adımlarda, farklı plan dönemlerinde farklı yaklaşımlar benimsenmiş, istikrar sağlanamamıştır.

Melih Ersoy (Derleyen), Kentsel Planlama, Ansiklopedik Sözlük, Ninova Yayıncılık, Nisan 2016 (2. Baskı), s. 447-449

Sözlük’ten: Türkiye’de Kentleşme (1)*

Prof. Dr. Ruşen Keleş

Nüfus artışı, kentleşme ve ekonomik gelişme her ülkede gem geniş fırsatların yaratılmasına yol açar, hem de çözümü kolay olmayan ve pahalı sorunlar doğurur. Yerel kamu hizmetlerindeki tıkanıklıkların birçoğunun temelinde hızlı kentleşmeden doğan ya da kentleşmeyle birlikte çözümü zorlaşan sorunlar, bütün ülkeleri ilgilendirmekle birlikte, kaynakları kıt olan az gelişmiş ülkelerin bunlardan daha çok etkilenmekte olduğu açıktır. Bunun nedeni, hem iki kümede yer alan ülkeler arasında ekonomik olanaklar ve gelişme düzeyi açısından göze çarpan farklılıklarda, hem de nüfus artışı ve kentleşme hızlarının, gelişmiş ve sanayileşmiş olan ülkelerde bir dengeye ve dinginliğe varmış olmasında aranmalıdır. Bu yönden bakıldığında, acaba Türkiye’de nasıl bir görünüm karşısında kalırız? 1950’de % 18,5 olan kentsel nüfusumuz, 2010 yılında % 75’e varmıştır. Kentsel nüfusun % 80’i, nüfusu 100 binin üzerinde olan 61 kentte yaşıyor. 10 binden fazla nüfusu olan kentlerin sayısı 500’ü geçmiş durumda.

1332327277_1_7286

Bilindiği gibi, kentsel nüfus doğumlarla ölümler arasındaki farkın, yani doğal nüfus artışının miktarı ile kırsal alanlardan kentlere olan göçlerle artar. Artan kent nüfusu içinde doğal artışların ve göçün payları, sırasıyla % 40 ve % 60 dolaylarındadır. Ailelerin doğurganlık eğilimlerinin kentlerde de yüksek düzeyde seyretmesi göç etmeninin payını göreceli olarak azaltmaktadır. Ülkemizde kentleşmenin özellikleri yukarıda belirtilenlere ek olarak şu noktalarda toplanabilir:

1. Kentsel nüfusun artışı daha çok büyük kentler doğrultusundadır. Orta büyüklükteki kentlerin durumu ise durağandır.

2. Köylerden kentlere olan nüfus akınlarının dada çok ülkenin gelişmiş bölgelerine yöneldiği dikkat çekmektedir. Marmara, Ege, Güney Anadolu ve hatta İç Anadolu bölgeleri göçten çok daha büyük pay almaktadırlar. Karadeniz ve Doğu Anadolu kentleşmede geri kalan bölgelerdir. Güneydoğu’daki kimi büyük kentlerin daha da büyümesi ise, son on on beş yılda rastlanan yeni bir gelişmedir.

3. Kentleşme özellikle büyük kentlerimizin kendi iç bünyelerinde özümsenmesi gereken eşitsizlikler nedeniyle gerilimler yaratılmasına yol açmaktadır. Göreceli yoksunluğun bu türlü sorunların doğmasında önemli payı vardır.

4. Son olarak, Türkiye’de kentleşme, birçok az gelişmiş ülkede olduğuna benzer biçimde, ekonomik anlamda da sağlıksız ve çarpık bir nitelik taşıyor. Bir başka deyişle, köyünden kalkıp kente gelenler işsiz ya da gizli işsiz olarak kalmakta: kentle ve ekonomiyle bütünleşme şansını elde edememektedirler. Günümüzde oranı % 15’e yaklaşmış olan açık işsizlerin büyük çoğunluğunun kentlerde yaşamakta olduğunu biliyoruz. Çalışıyor gibi görünüp, gerçekte az ya da eksik çalışan gizli işsizlerin de eklenmesiyle bu oran çok daha yükselebilir.

carpik-kentlesme-1500x750

Bütün bu nedenler kentleşme ve göçten kaynaklanan ekonomik ve toplumsal sorunların, esas olarak kentleşmenin yukarıda belirtmeye çalıştığımız özelliklerinden doğduğunu göstermeye yeter. Kırsal alanların yoksulluğunu ve o yörelerdeki işsizliği kentlere taşımakta olan bir sağlıksız kentleşme, kentlerde karşılaşılan ekonomik ve toplumsal sorunların başlıca kaynağıdır. Öte yandan, unutmamak gerekir ki, ekonomik, toplumsal, kültürel, yönetimsel ve çevreyle ilgili sorunlar birbirlerinden kesin çizgilerle ayrılamazlar. Bu sorunlar iç içe olan sorunlardır. Tek bir bağımsız değişken değil, fakat kentleşmenin tüm özelliklerinin bileşiminden oluşan bir “bileşik bağımsız değişkenler demeti” tüm kentleşme sorunlarının ortaya çıkmasına katkıda bulunur ve boyutlarının büyümesine yol açar. Dolayısıyla, kentleşmenin ve göçün yarattığı sorunların nedenleri aranırken tek boyutlu bakış açılarından uzakta durmakta yarar vardır.

Türkiye’de kentleşmenin nedenleri, doğurduğu sorunların niteliği ve uygulanan kentleşme politikaları kentleşmenin özelliklerinden ayrı olarak düşünülemez. Tüm bu boyutlar göz önünde tutulduğunda, ülkemizde kentleşmenin kime ne kazandırmakta olduğu sorusu haklı olarak sorulabilir. Hızlı bir sanayileşmeyi ulusal kalkınma politikasının hedefi yapmış olan ülkelerde köyden kente göç kentlerde yaratılan iş olanakları yardımıyla özümsenir ve beslenir. Böylesi bir kentleşmeyi sağlıklı bir gelişmenin sonucu olarak değerlendirmek yanlış olmaz.

Dd2ELRdV4AAYosd

Ne yazık ki, ülkemizin kentleşmesi bu özelliğe sahip değil. Uluslararası işbölümünün gerekli kıldığı ve uluslararası sermayenin belirlediği doğrultuda, ulusal kalkınma politikamızın öncelikli hedefi artık ciddi bir sanayileşmeyi gerçekleştirmek değil. Ekonominin büyümesi geniş ölçüde mali araçlardan yararlanarak birtakım piyasa oyunları oynanmasına, bir başka deyişle para hareketlerine bağlı duruma getirilmiş bulunuyor. İşgücünün kesimler arasındaki dağılımında dikkat çeken belirgin değişme, artışın imalat sanayinde değil, hizmet kesimlerinde olmasıdır. Buna karşın, büyük kent merkezlerinde bile açık işsizlik oranlarının yüksekliği, sağlıklı bir ekonomik temele dayanmayan, ulusal ekonomiye yük olan bir kentleşme biçimiyle karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. Kuşkusuz, böyle bir kentleşme, kırsal alanların yoksulluğunu kentlere taşıyan, maliyeti yüksek, yapay ve sağlıksız bir kentleşmedir.

Devam Edecek…

Melih Ersoy (Derleyen), Kentsel Planlama, Ansiklopedik Sözlük, Ninova Yayıncılık, Nisan 2016 (2. Baskı), s. 447-449

 

 

 

Sözlük’ten: Kentleşme politikaları*

Prof. Dr. Ruşen Keleş

Kentleşme Politikası (policy) mı, yoksa Kentleşme Politikaları mı demenin, daha doğru olacağının tartışmasını daha sonraya bırakarak, bu terimlerin ilkinden ne anlamak gerektiğini, Kentbilim Terimleri Sözlüğü’ndeki biçimiyle tanımlamayı deneyelim (Keleş, 1998); “Kırsal alanlardan kentlere akının hızını, biçimini, bölgeler arasındaki dağılışını, uzun dönem için ülkenin kalkınmasına yardım edecek biçimde etkilemeyi ve köylerde, kentlerde yarattığı sorunların çözümünü amaçlayan ilke ve önceliklerle ilgili eşgüdümlü önlemlerin tümü” kentleşme politikası (yöneltisi) olarak tanımlanmaktadır. Bu tanımın içinde yer alan her öğe ayrı ayrı kentleşme politikalarının (yöneltilerinin) konusu olacak önemdedir. Çünkü örneğin sağlıklı bir kentleşme politikası, kırsal alandaki ve tarım kesimindeki yaşama, çalışma ve verimlilik koşullarından yola çıkmak zorundadır. Öte yandan, çağdaş bir kentleşme politikası kaçınılmaz olarak nüfusun ve ekonomik etkinliklerin ülkenin coğrafyasına dağılış biçimini ilgi alanı içinde tutmadan edemez. Bölgeler arasındaki dengesizliklerin azaltılması ya da giderilmesi her yerde dayanışmacı bir toplum felsefesinin ayrılmaz öğesidir. Kentleşmeyi salt bir nüfus devinimi olarak görmenin yeterli olmadığına daha önce değinmiştik. Kentleşme ile kalkınma, aralarında zorunlu bir ilişki kurulması gereken değişkenlerdir. Kentleşmeyi işleyimleşmeye (sanayileşme) dayanan sağlıklı bir kalkınma politikasının konusu durumuna getirmek de kentleşme politikasının önemli bir öğesidir. Son olarak, konut ve arsa politikaları, bunlara bağlı olarak kamusal kararlarla yaratılan kentsel rantların paylaştırma biçimine yön vermesi istenen kurallar kentleşme politikasının temelini oluşturur. Görüldüğü gibi, kentleşme politikası denildiğinde, tek bir politikadan söz etmeye olanak yoktur. Birden çok kentleşme politikası olduğunun kabulü daha gerçekçi görünmektedir.

Kent 237

Kentleşme politikası nüfusun ve ekonomik etkinliklerin ülke yüzeyindeki dağılış biçimine ve kentlerin sayısının artışına ve alan ve nüfus olarak büyümelerine ilişkin ilke ve amaçları gerçekleştirecek politika almaşıkları birkaç noktada özetlenebilir: Birincisi, kentleşmenin kendiliğinden oluşumuna ve seyrine seyirci kalmak, tüm gelişmeleri istem ve sunum yasalarının etkileşimine terk etmektir. Bırakınız yapsınlar-bırakınız geçsinler (laissez-faire, laissez passer) yaklaşımını yansıtan bu politika tercihi, 21. Yüzyıl başlangıcında yeryüzünde bütün gücüyle esen liberalleşme rüzgarlarına karşın çok az sayıda ülkede resmi bir politika olarak uygulama olanağı bulmaktadır. Yaşadığımız yüzyılın yeni liberal anlayışlarının gereği olarak, devletler kentleşme olgusu karşısında yansız bir tavır almak yerine, sermayeyi temsil eden sınıflardan yana tavır koyarak kentsel gelişmeyi bilinçli olarak sermayenin kısa ve uzun erimdeki çıkarları doğrultusunda etkilemeye katkıda bulunmaktadırlar.

Kent 238

Kentleşme politikasının ikinci türü, köyden kente olan göçleri yavaşlatmak ya da durdurabilmek amacıyla, tarımsal gelişmeyi hızlandırmak, kırsal alanlardaki yaşam ve çalışma koşullarını iyileştirerek nüfusu köylerden kentlere doğru itmekte olan nedenlerin varlığına son vermektir. Kimi totaliter ülkelerde, köylüyü köyünde tutabilmek amacıyla zorlayıcı önlemlere başvurulduğu görülmüştür. İş güç sahibi olmayanların büyük kentlere akını önlenmek istenmiştir. Büyük kentlerde yerleşmenin “vize” almaya bağlı duruma getirilmek istenmesinde başarı sağlanabilmiş değildir. Türkiye’de 1982 Anayasası’nın 23. maddesinde yer alan yerleşme özgürlüğüne, “düzenli ve sağlıklı kentleşmeyi gerçekleştirmek” amacıyla yasayla sınırlama getirilebilmesinin öngörülmüş olması da böyle bir anlayışın sonucudur. Kimi ülkelerde, toprak reformu ve toplum kalkınması gibi dayanışmacı, toplumsal adaletçi ve katılımcı yöntemlerle kırsal alanlardaki yaşam koşullarını iyileştirme denemeleri yapılmıştır. Bu tür uygulamalara, Hindistan’dan, İsrail’den, Hollanda’dan ve başka ülkelerden örnekler verilebilir. Kentlerin sağladığı olanaklarla kırsal alanların çekici yönlerini birleştirmeyi, bir başka deyişle, kentte arananları köylünün ayağına götürmeyi amaçlayan köy-kent, tarım kenti ve benzeri yerleşim modelleri de aynı amaçlarla tasarlanmış modellerdir.

Kaynak:

Keleş, R. (1998) Kentbilim Terimleri Sözlüğü, İmge Kitabevi, Ankara, (2. Baskı)


* Melih Ersoy (Derleyen), Kentsel Planlama, Ansiklopedik Sözlük, Ninova Yayıncılık, Nisan 2016 (2. Baskı), s. 213

 

Sözlük’ten: Kentlileşme*

Prof. Dr.Ruşen Keleş

Kentlileşmenin tanımını, yine Kentbilim Terimleri Sözlüğü‘nde (Keleş, 1998) yer aldığı biçimiyle aktarmaya çalışalım: “Çoğu kez kentleşmeyle karıştırılmakla birlikte ondan ayrı olan ve kentleşme akımı sonucunda, toplumsal değişmenin insanların davranışlarında, ilişkilerinde ve değer yargılarında tinsel (maddi olmayan) ve özdeksel (maddi) yaşam biçimlerinde değişiklikler yaratması süreci“. Nasıl kentleşmeyi salt bir nüfus birikimi süreci olarak algılamak, onun ekonomik özellik ve boyutlarının görmezden gelinmesine yol açıyorsa, kentleşmeyle birlikte insanların tavır ve davranışlarında beklenen değişiklikleri içeren davranışsal yön dikkate alınmadan kentleşme olgusunu incelemek de yeterli olamaz. Kentleşme olgusuna bu yönden bakıldığında görünen odur ki, hızlı göç hareketleri sonucunda kentlere gelen ve çoğu kez kentlerin çeperlerinde gecekondu türü yapılardan oluşan yoksul yörelerde yaşamakta olanlar, köylülük niteliklerini kentte de korumaktadırlar.

Kent 061

Köylülüğün kentte de sürdürülmesi demek, kente göçenlerin tavır ve davranışlarına kentlere özgü niteliklerin yön vermesi beklentisinin gerçekleşmemesi demektir. O halde, tavır ve davranışlara kentlere özgü niteliklerin egemen olması ne anlama gelmektedir? Bunlar genellikle bireylerin genel anlamda dünya görüşleri, eğitime, kültür ve sanata verdikleri değerler, kentte yaşamanın zorunlu kıldığı kurallara uygun davranma, öteki dünya ile ilgili kaygıların giderek ikinci plana atılması, bir başka deyişle dinsel uygulamalarda esnek alışkanlıkların yaygınlaşması, ailenin sahip olduğu çocuk sayısında azalma, giyinme, kuşanma ve yemek yeme alışkanlıklarında daha çok kentlerde rastlanan biçimsel değişmeler, kısaca özdeksel kültür öğelerinin değişikliğe uğraması ve genel olarak “çağdaşlaşma” olarak da adlandırılan tavır, yaklaşım ve davranış değişiklikleri olarak özetlenebilir. Kimi toplumbilimciler kentlileşmeyle kastedilen tavır, davranış ve yaşam biçimi değişiklik beklentilerinin kentsoyluluğa bir özenti anlamına geldiğini düşünürler. BU değişikliklerin kentin ve kentlinin köye ve köylülüğe yeğlenmesi sonucunu doğuracağını ve bir sınıfsal yaklaşımın ideolojik izlerini taşıdığını öne sürerler.

Kent 172Buna karşılık, çağdaşlaşma süreci içinde karşılaştığımız sorunların asıl kaynağının yeterince kentlileşme şansına sahip olmamaktan kaynaklandığı savında olanlar da vardır. Siyasal, toplumsal ve kültürel sorunlarımız, bu yaklaşıma göre, ancak gerçek anlamda kentli olmakla aşılabilir. Bu yaklaşımın en canlı örneklerinden biri genel ve yerel seçimlerde kentlerde ve köylerde oy sandığı başına gitme oranları ve verilen oyların doğrultusudur. Ne var ki, kentlilik, köylülük ile tutuculuk ya da değişimden yana olmak kavramları arasında bir koşutluk aranması durumunda, yanıltıcı sonuçlarla karşılaşmak tehlikesi de vardır. Çünkü değişimden yana olan ve olmayan güçleri, yaşamakta oldukları fiziksel çevreden çok, çalışmakta olup olmamaları, ekonominin hangi kesimlerinde ne olarak çalıştıkları da yakından etkiler. Köy denilen yerleşim yerlerinde yaşamakta oldukları halde değişimden yana ya da sol eğilimli olanlar bulunabileceği gibi, yaşamını kentlerde sürdürdüğü halde, değişim karşıtı tavrını ısrarla sürdürmekte olanlar da vardır.

Kaynak

Keleş, R., (1998) Kentbilim Terimleri Sözlüğü, İmge Kitabevi, Ankara, (2.Baskı), s.80.

 

Sözlük’ten: Kentleşme*

Ruşen Keleş

Kentleşme, tıpkı gelişme, büyüme, çağdaşlaşma gibi bir değişim sürecini anlatan bir kavramdır. Bu niteliğiyle, ‘kentleşme’den kent olmayan yerleşim yerlerinin kent olarak tanımlanabilecek yerleşim yerleri durumuna gelmeleri sürecini anlamak gerekir. Kentbilim Terimleri Sözlüğü‘nde, kentleşme şöyle tanımlanmıştır: “İşleyimleşmeye (sanayileşmeye) ve ekonomik gelişmeye koşut olarak kent sayısının artması ve kentlerin büyümesi sonucunu doğuran, toplum yapısında artan oranda örgütleşmeye, uzmanlaşmaya ve insanlar arası ilişkilerde kentlere özgü değişikliklere yol açan bir nüfus birikimi süreci” (Keleş, 1998). Bu tanım da göstermektedir ki, kentleşme durağan değil, devingen bir toplumsal olgudur. Tanımın içinde yer alan öğelerden her birinin, belli bir zaman dilimi içinde nereden nereye gelmiş oldukları, kentleşmenin hızını, yönünü ve özelliklerini belirler. Kentleşmenin tarımsal üretimden daha ileri bir üretim düzeyine geçiş olarak tanımlanması, onun ekonomik niteliğinin ağır basmakta olduğunu gösterir. Bu geçiş süreci içinde, üretim etkinliklerini denetleme işlevi giderek artan oranda kentlerde toplanır; kentler alan olarak genişler ve nüfusunun yoğunluğu da artar. Genellikle benimsenen tanım çerçevesinde kent sayılan yerlerin sayısı da çoğalır.

3821-330-tfsf-OJXQd
Fotoğraf: Cengiz Çırpan, “Bursa Yamaç Evler

Demografik, ekonomik ve sosyo-kültürel boyutlarıyla kentleşme belli bir süre içindeki değişmeyi anlatmaktadır. Bir ülkenin kentleşme düzeyi ya da kentleşme oranı, belli bir tarihteki kentleşme durumunu durağan olarak anlatmakta olmasına karşın; kentleşme hareketi, belli bir süreci ve o süre içinde kentleşme oranındaki değişmeyi simgelemektedir (Keleş, 2010).

Geçmiş yüzyıllar içinde, sömürgecilik hareketleri, kaynakları sömürülen az gelişmiş ülkelerin kimi kentlerinin yapay olarak ve alabildiğine büyümesine yol açan etkiler yapmıştır. Güneydoğu Asya’nın ve Latin Amerika’nın kimi kentleri, bu sömürü ilişkileri sonucunda, dışarıya kaynak aktaran araçlar durumuna gelmişlerdir. BU işlev nedeniyledir ki, Hongkong, Shangai, Calcutta, Bombay, Buenos Aires ve Rio de Janeiro gibi gelişmekte olan ülkelerin kentleri, yerli ve yabancı iş adamlarının yığıldığı, ekonomik gelişme düzeylerinin başa çıkabileceğinden daha büyük anakentler olmuşlardır. Kimi yazarlar böyle bir kentleşmeyi “bağımlı kentleşme” olarak adlandırmışlardır. Benzer bir durum, bir tür yeni sömürgecilik ilişkilerinin ve küreselleşmenin sonucu olarak günümüzde de kentleşmenin oluşumunu büyük ölçüde etkilemektedir. Sermaye hareketlerinin önündeki bütün engelleri her çareye başvurarak kaldırma çabaları ve küreselleşme, kültür, tarih, doğa ve çevre değerlerini yok etmek bahasına da olsa, kentlerin yapay bir biçimde alabildiğine büyümesine yol açmaktadır. Örneğin, “İstanbul’u pazarlamak“tan söz edenler ve İstanbul’un bir dünya kenti olması özlemini besleyenler için, kentin büyümesine dolaylı ya da dolaysız yöntemlerle sınır koymaya gerek yoktur.

Öte yandan, günümüzde, kentleşme gelişmiş ve sanayileşmiş ülkelerde ve gelişmekte olan ülkelerde benzer koşullar altında gerçekleşmiyor. Az gelişmiş ülkelerin kentleşmesinde dikkatimizi çeken özellik, o ülkelerden çoğunda kentleşmenin ciddi bir sanayileşmeye dayanmaksızın gerçekleşmekte olmasıdır. Bunun sonucu olarak, çalışan nüfusun daha çok ekonomik gelişme açısından büyük katkıları olmayan hizmet dallarında yığılması ya da işsizlerin ve gizli işsizlerin ekonominin belirleyici özelliği durumuna gelmesidir. Bu yönden, geçmiş yüzyılların kentleşmesiyle, günümüzde az gelişmiş ülkelerde gözlemlediğimiz kentleşme türleri birbirlerinden kesin çizgilerle ayrılabiliyor.

Gelişmekte olan ülkelerde kentleşmenin daha çok köylerden kentlere yönelen göçlerle beslendiği kanısı yaygındır. Bununla birlikte, kentlerin nüfusça büyümesinin ardında göçten başka etmenlerin de bulunduğuna ilişkin değerlendirmeler görmezden gelinemez. Bunların başında da, kentlerin nüfusunun doğal artışlar sonucunda da artmayı sürdürmekte olması gelmektedir. Kentleşmeyle birlikte ailelerin edinme eğiliminde oldukları çocuk sayısında bir azalma olacağı beklentisi çoğu kez gerçekleşmemekte, çok sayıda çocuk sahibi olma eğilimi kentte de varlığını sürdürmektedir. Sağlık koşullarındaki iyileşmenin de etkisiyle ortalama ömrün uzaması, ölüm oranlarının azalması, göçün kentleşmedeki payının giderek azalmasına yol açmaktadır.

Kent 235
Havadan Delhi, Hindistan

Kentleşme söz konusu olduğunda çoğu kez kullanılan “çarpık“, “sağlıksız” ve “dengesiz” kentleşme terimleri üzerinde de kısaca durmakta yarar vardır. BU sıfatlarla kentleşmenin anlatılmak istenen özellikleri birkaç noktada toplanabiliyor. İlk bakışta değer yüklü sözcükler olarak görünmelerine karşın, kentleşmenin gelişmekte olan ülkelerde ve Türkiye’de taşıdığı özellikler açısından bakıldığında, bu niteliklerle şu noktaların anlatılmak istendiği görülür: Kentleşme, ekonominin köyden kente göçenleri özümseme gücünden daha hızlı ilerlemekteyse, burada bir çarpıklık var demektir. Bunun belirtileri, kente göç edenlerin işsiz kalmaları, ya da verimli olmayan ayak işlerinde çalışmalarıdır. Öte yandan, kentleşme, kamu yönetimlerinin de katkısıyla yükselen arsa değerlerinin kimi toplum kümelerince paylaşıldığı bir rant yaratma ve paylaştırma düzeni yaratmışsa, burada da çarpık ve sağlıksız bir durum karşısında bulunuluyor demektir. Üçüncü olarak da, anakentlerde, varsıl ve yoksul semtlerde yaşayanlar ölçünleri birbirleriyle kıyaslanması olanaksız kamu hizmetlerinden yararlanmak zorunda kalıyor ve her gün kendi göreceli yoksunluklarının ayırdına biraz daha çok varıyorlarsa, bundan doğan sosyo-kültürel ve psikolojik sonuçlar karşısında, kentleşmenin çarpık, sağlıksız ve dengesiz olmadığından söz edilemez. Son olarak da, nüfus ve ekonomik etkinlikler, yatırım olanaklarına koşut olarak, daha çok gelişmiş bölgelerde toplanıyor ve kan yitiren bölgeler kentleşmeyle birlikte ekonomik az gelişmişliğe mahkum duruma geliyorlarsa, yine burada da dengesiz ve sağlıksız bir kentleşmeden söz etmek abartma olmaz. Sonuç olarak, bu nitelikleri taşıyan kentleşme türlerine çarpık, sağlıksız ya da dengesiz kentleşme denilmesi bir değer yargısı yapmanın ötesinde, gerçeğin anlatımı olarak adlandırılabilir.

Kaynaklar

Keleş, R. (1998). Kentbilim Terimleri Sözlüğü, s. 80;

Keleş, R. (2010). Kentleşme Politikası, İmge, Ankara, (11.Baskı), s. 28


.

* Ersoy, M. (Der.) (2016) Kentsel Planlama, Ansiklopedik Sözlük, Ninova Yayıncılık, s. 212

 

Kent Hukuku

Tüm bir yaşamını kent, yerel yönetimler, çevre gibi konulara hasreden değerli bilim insanı Prof. Dr. Ruşen Keleş ve Prof. Dr. Ayşegül Mengi tarafından yazılan “Kent Hukuku” isimli kitap, 2017 yılının Mayıs ayında İmge Kitabevi tarafından yayınlandı. 

Toplam 263 sayfadan oluşan bu kitapta kent hukuku konusunda bilgilenmek isteyenlere;

* Kent hukukunun yurttaş boyutu çerçevesinde kent ve kentsel alan, kent hakkı, kentsel hak ve kentli hakkı, farklı kent modelleri, kent yurttaşlığı ve kentlilik, kent kimliği, küreselleşmenin kentler üzerindeki etkileri, kentsel suç, kente karşı suç ve kentkırım, kentsel toplumsal hareketler, kentsel yaşam kalitesi, hukuk devleti, hukukilik, yasallık, doğrulluk (meşruiyet), kenttaşlık (hemşehri hukuku), kentsel katılım, kent hukukunun anayasal ve yasal dayanakları, kent hukuku ile ilgili Anayasa Mahkemesi ve yönetsel yargı kararları, kent hukukunun uluslararası kaynakları ve kent hukukunun aktörleri konuları,

* Kent hukukunun yönetim boyutu çerçevesinde de kent yönetimi, belediyelerle büyükşehir belediyelerinin anayasal temelleri, toplumcu belediyecilik ve sosyal belediyecilik, mahalle yönetimi, kentsel hizmetlerin özelleştirilmesi, belediye şirketleri, kent yönetiminin gelirleri, kent yönetimlerinin imar ve planlama yetkileri ile uygulamaları ve kent yöneticileriyle ilgili etik kurallar hakkında bilgi veriliyor.

Her iki yazar, kitabın Önsöz bölümünde bu kitabın 20 yıla yakın bir süredir, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde ve Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde Yüksek Lisans ve Doktora düzeyinde yapılan derslerde ele alınan konulardan oluştuğunu belirtiyorlar.

RusenKeles

Kitabın arkasında yer alan tanıtım bölümünde ise şunlar yazılmış:

Kent Hukukundan söz edildiğinde, genellikle, imar uygulamaları ya da çevre konusunda karşılaşılan sorunlar akla gelir. Ancak, bu konuları da kapsamak üzere daha çok, kent olarak tanımlanan, doğal ve yapay çevre öğelerinden oluşan mekânlara ve bu mekânlarda yaşayanlara ilişkin kuralların tümü Kent Hukukunun konusudur.
 
Kenttaşların sahip olduğu kentsel hakları koruma altına alan Kent Hukuku, aynı zamanda onlara bu konuda kimi sorumluluklar da yüklemektedir. Kenttaşların kentle bütünleşmeleri, kendilerini kent kimliğinin ve kültürünün bir parçası olarak görmeleri, hak ve ödev kavramlarının birlikte algılanmasının zorunlu olduğu bilinciyle kentsel haklara sahip çıkmaları büyük önem taşımaktadır.
 
Kent yönetimlerine, sürdürülebilir, yaşam kalitesi yüksek kentsel mekânlar yaratma, çevre değerlerini korumaya öncelik verme, kamu yararı ve toplum yararını bireysel yararın önünde tutma görevlerini veren Kent Hukuku, aynı zamanda, kent yönetimlerinin, katılımcı, saydam, hesap verebilir, etkin ve verimli hizmet sunan ve yerel özerklikten yararlanan birimler olabilmeleri için yasama, yürütme ve yargı erklerine düşen ödevleri de kapsar.

0001702243001-1

Kenti, yönetim ve kenttaş boyutuyla ele alan Kent Hukukunun yazarları Ruşen Keleş ve Ayşegül Mengi, kentli haklarının güvence altına alındığı, kent yönetimlerinin hukukun üstünlüğü ilkesiyle bağlı olduğu, kenttaşların edilgen değil, etkin yurttaşlar olarak kentlerine sahip çıktığı ideal bir duruma ulaşmanın önündeki engellerin neler olduğunu ortaya koymaya çalışmakta; sonra da söz konusu sorunlardan her biri için çözüm yolları önermektedir.