Prof. Dr. Ruşen Keleş
Kent ve Toplum
Kentler, bağlı oldukları ekonomik ve toplumsal dizgelerin birer parçası, minyatürü, aynasıdırlar. Genel yapının tüm özellikleri, güzellikleri ve hastalıklarıyla birlikte onlara da yansır. Roma’da İtalya’yı, Londra’da İngiltere’yi, Jakarta’da Endonezya’yı, İstanbul’da Türkiye’yi tüm özellikleriyle kolayca bulabilirsiniz.
Gideon Sjoberg, Sanayi Öncesi Kent (Pre-Industrial City) adlı yapıtında kentleri sanayi öncesi, sanayileşmekte olan ve sanayi sonrası kentler olarak sınıflandırırken, teknolojiyi belirleyici etmen, bir başka deyişle, bağımsız değişken olarak kullanmıştır. Ondan çok önce, Karl Marx, bu kez ekonomiyi bir belirleyici etmen olarak kullanarak, toplumları ilkel, köleci, feodal, kapitalist ve sosyalist olmak üzere beşe ayırmıştır. Dikkati çeken odur ki, Marksçı öğretide toplumların gelişmişlik düzeyini belirleyen değişken üretim biçimi ve üretim ilişkileri gibi ekonomi ağırlıklı bir ölçüttür. Bu kademelenme içinde, kentin burjuvazi ile birlikte doğduğu görülür. Feodal toplumlarda bugünkü anlamında bir kentin varlığından söz edilemez. Feodalitede dinsel ve yönetsel işlevler, ekonomik işlevlerin ağırlık kazanmasına olanak bırakmamıştır. Feodal dönemin insan yerleşmelerinde varlıklılar ve seçkinler merkezde; yoksullar, azınlıklar, istenmeyen öğeler ise çevrede yer almaktadırlar.
Kent, Uygarlık ve Demokrasi
Ünlü kentbilimci Lewis Mumford, Kentlerin Kültürü adlı yapıtında, “Kent, bir topluluğun kültürünün ve erkinin yoğunlaştığı yer, zamanın bir ürünü, birikimidir” der. Gerçekten, kentsel yaşamla uygarlık arasında yakın bir ilişki olduğunu varsayan görüşler yaygındır. O kadar ki, bu görüşler, kimi dillerdeki kent ve uygarlık karşılığı sözcükler arasındaki benzerliği de kanıt olarak kullanma eğilimindedirler. Latin dillerinde uygarlık (civilization) ve kent (city, civitas), Arapçadaki medeniyet, medeni ve kent (medine) gibi sözcükler arasındaki köken benzerliği uygarlıkların kentlerden kaynaklandığını düşündürmüştür. Yunanca’daki kent (polis) sözcüğünün de siyaset (politiae) ile ayni kökten kaynaklandığı bilinmektedir. Kentsel yaşamın uygarlığın beşiği olarak algılanması, kimi dillerde, kibarlık (civilité) ve görgü (urbanité) sözcüklerinin de kent kökünden türetilmelerine yol açmıştır. Bir başka deyişle, kibarlık ve görgü kent insanına özgü özellikler olarak algılanagelmiştir.
Öte yandan toplu yaşam kentte siyasallaşmakta, temsili demokrasi kurumlarının yanı sıra, kent doğrudan demokrasinin katılımcı yöntemlerinin de uygulandığı bir ortam olmaktadır. Batı dillerindeki “citizen” sözcüğü, hem yurttaşı, hem de kenttaşı (hemşehriyi) anlatmak üzere kullanılıyor. Antik Helen kentlerinin, tarihsel olarak, devletten daha önce gelen kurumlar olması, kenttaşlık kavramına yurttaşlıktan daha eski bir kavram gözüyle bakılmasına yol açmıştır.
Kentin insanlara siyasal bilinç kazandıran bir işlevi olduğunu öne sürenler olmuştur. Karl Marx, devrimin itici gücünü kent proletaryasında, yani kentlerde görmüştür. Mao ve Castro gibileriyse, tam tersine, devrimin kentlerde değil, kır yoksullarının öncülüğünde gerçekleşeceğini varsaymışlardır. Yazınımızın tanınmış kalemlerinden Fakir Baykurt’ta, Demirtaş Ceyhun’da, Talip Apaydın’da, kentin ve köyün farklı konumlarda tutulduğu, farklı değerlendirmelere konu yapıldığı dikkat çeker. Pozitif ya da negatif anlamda kent, her zaman katılımın aracı, ortamı olmuştur. Kentin gösteriler ve sokak hareketleri gibi negatif şiddet olaylarına sahne olmasına verebileceğimiz örnekler o kadar çoktur ki… Ümraniye, Gaziosmanpaşa, Kadıköy olayları, Adana, Kuşadası, Yalvaç ve Adalar’da kent yöneticilerine saldırılar bunlardan yalnız birkaçıdır.
Öte yandan kent, insana kent ve çevre değerlerine sahip çıkma bilinci kazandıran, kentlilik bilinç ve sorumluluğu aşılayan bir olumlu özelliğe de sahiptir. İster negatif, isterse pozitif anlamda olsun, bu sonuçları doğuran bağımsız değişkenin, salt kentleşmenin kendisi mi, toplum yapısının özellikleri mi, yoksa her ikisi mi olduğu konusunda farklı görüşler vardır. Kentlerdeki siyasal şiddet olaylarını incelediğimiz bir çalışmada, biz asıl belirleyici etmenin toplumdaki göreceli yoksunluk olduğu sonucuna varmıştık. (Keleş/Ünsal, 1982)
Kent ve Özgürlükler
Alman atasözü, “kent havası insanı özgür kılar” diyor (Stadtluft macht Manfrei). Gerçekten de, tarihsel gelişim süreci içinde kentler özgürlüğün doyasıya yaşandığı yerler olarak algılanmışlardır. Kent tarihi gösteriyor ki, demokrasi bilincini geliştirmenin iki ön koşulundan biri, insanın kentine ait olduğun duyumsaması, ikincisi de, kentin üzerinde fiilen söz sahibi olabilmesidir. Kent, demokrasi ve özgürlük temalarını çağdaş bir yaklaşımla ele alan Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı (1985) ve Avrupa Kentli Hakları Şartı (Mart 1992 ve Mayıs 2004) da bu düşüncelerden esinlenerek hazırlanmış belgelerdir.
Kent havası acaba gerçekten insanı özgürleştiriyor mu? Bir kez, unutmamalı ki haklar ve özgürlükler birlikte bir bütün oluştururlar. Birine saygısızlık ötekine de saygısızlıktır. Konuşması, yazması, örgütlenmesi, tepkilerini dile getirmesi yasaklanmış bir insan kentte oturuyor olsa da özgür sayılamaz. (Keleş, 1995) İkinci olarak, kentlinin özgürlüğü, parçası olduğu toplumun özgürlükçü ve demokratik bir toplum olmasına bağlıdır. Devletin hak ve özgürlükler konusunda duyarlı olmadığı bir toplumda kent insanı nasıl özgür olabilir? Son olarak da, küreselleşmeyle körüklenen liberalizm ve liberal mantık, kentleşmeyi ve kentlerin oluşumunu bir yandan özendirirken, bir yandan da tahrip edici sonuçlar yaratmaktadır. Kentlerin sahip bulunduğu tarih, mimarlık ve doğa değerlerinin tüm kentli haklarıyla birlikte, gelecek kuşakların hakları gözardı edilerek, tahribi ve gasp edilmesi bu dünya görüşünün doğrudan sonucu gibi görünmektedir.
Bu yönden bakıldığında, Türkiye’de kent havasının insanları daha özgür kıldığı söylenebilir mi? Yoksa kent yaşamının kent insanını tutsak yapmakta olduğu daha gerçekçi bir değerlendirme midir? Bu sorunun yanıtlanabilmesi yönünden şu üç saptama önem taşımaktadır: Bir kez, kentleşme, sanayileşme ve kapitalist gelişme, tüketimi, insanların bencilliğini, rant arayış özlemlerini kamçılıyor. Bu da, insanların birbirleriyle ve yaşam ortamlarıyla olan ilişkilerindeki davranışlarını etkilemekten geri kalmıyor. İnsanın çevresine ve kentsel değerlerine yabancılaşmasının ardındaki temel nedenlerden biri budur.
İkinci olarak, kent havasının insanı özgür kılması, herkesin her dilediğini serbestçe yapabileceği yolunda yanlış bir sanı uyandırıyor. İşportacıların belediye kolluk güçlerinin gözü önünde ve çoğu kez de onların koruması altında, kaldırımları yürünemeyecek biçimde işgal etmeleri bu sorumsuzluğun açık bir örneğidir. Kasetçi dükkânları, günün 24 saatinde, gelip geçenlere, istekleri olmaksızın, avaz avaz, kendi tercihleri olan ve gürültü dozu ağır basan sesler sunabilmektedirler. Ankara’da, Gökdelen’in yanı başındaki böylesine bir gürültü kaynağını, komşusu olan Barolar Birliği Genel Başkanı’nın, tüm hukuk yollarını kullandığı halde, susturamadığını kendisinden dinlemiştim. Konut sorunları arsa mafyasının öncülüğünde çözüm bekler durumdadır. Özgürlüklerin bir sınırı olduğu, olması gerektiği düşüncesi kentlinin kafasında yer etmemişse, hangi özgürlükten söz edilebilir? Bu sınır konulamadığı içindir ki, “kente karşı işlenen suçlar” kentlerimizde çok sık rastladığımız olgular arasında yer almaktadır.
Son olarak, küreselleşme denilen olgu, sağladığı teknolojik olanaklar ve kolaylıklar yanında, değer dizgelerinde önemli sarsıntılara, çürümelere yol açabiliyor. Etik kurallara dayanan eski değer sistemlerinin iş bitiricilik ve köşe dönmecilik gibi kestirme yollardan zengin olmayı öngören yeni değer sistemleriyle hızla yer değiştirdiği alıcı ortamların başında kentler geliyor. Kimi özel radyo istasyonlarının yayınlarındaki “…factoring;… paralar trink” gibisinden reklamlardan hoşlananların sayısı hızla artıyor.
Değer kalıplarımızdaki bu sarsıntılar arasında, hükümetlerin, Hazine topraklarını satışa çıkarması, yabancı uyruklulara toprak satışına izin vermesi, ön yargılı ve sınırsız özelleştirme çabaları, yönetimde teftiş ve denetim karşıtlığı, kent yaşamını doğrudan etkileyen gelişmeler olarak dikkat çekiyor. Bu çerçevede, devlet ve siyaset adamlarının, tıpkı bir tacir gibi, para, arsa, emlak, villa, otel, motel, şirket ortaklığı, vergi oyunları gibi işlere giderek daha çok merak sarmaları, devlet ormanlarına el atmaları olağan durumlardan (ahval-i adiyeden) sayılır oldu.
Görüldüğü gibi, kent havasının insanı özgür kıldığı gerçeğini toplum yapısının genel koşulları belirliyor. Olguların birbirine bağlılığı burada da kendisini gösteriyor; boyutları ister yerel, ister ulusal, ister uluslararası olsun… Cengiz Bektaş’ın da dediği gibi, “Bir kez kültür kirlendi mi, ondan sonra her şey birbirini izliyor. Düpedüz söyleyeyim isterseniz: Kültür kirlendiği için sular kirleniyor, hava kirleniyor. Toprak kirleniyor… Silahlanabilmiş ülkelerin kültürlerini tertemiz sayabilir miyiz? Suları, havaları, toprakları tertemiz olsa da…” (Bektaş, 1997)
Kentlileşemeden Kentleşmek Üzerine…
Görülüyor ki, sorun insanlarımızın kentlileşemeden kentleşmekte olmalarındadır. O halde, kentlerimizi, insan kişiliğini her yönden geliştirmeye elverişli bir ortam yapmak zorunluluğu var. Yoksulluktan ve köylülükten kurtulmaya olanak bulamayan “yarı kentli” yurttaşı kentlileştirebilmek için bilinçli bir eğitim seferberliğini başlatmak zorundayız. Üstelik eğiticilerin, yönetenlerin eğitimine öncelik vererek…
İnsan davranışlarında kentli olmanın, gerçek anlamda yurttaş olmanın gerekli kıldığı değişiklikler olmaksızın, kent kültüründen kim söz edebilir ki! Bu sorunun yanıtını yine Cengiz Bektaş’tan bir alıntıyla aramayı sürdürelim:
“Bu yazıyı, Kazdağı’nın Kuzey yönünde, daha doğrusu eteğinde yazıyorum. Gerçek bir cennetteyim. Bu cennete yakışmayan insanlar, suyun hemen dibinde et kızarttıkları için, ortalık dumana boğulduğu ve çok pis olduğu için, elli altmış metre uzaktayım. İçeriye bir adam girdi. Sanki kimse yokmuş gibi bağıra bağıra bir şeyler sordu, işleticiye… Sözcüklerinin arasında yabancılar da var. Besbelli Almanya’ya gitmiş. Gitmiş de ne olmuş ki! Kent görmüşlüğü bir yana bırakın, köyünün terbiyesini bile yitirmiş. Yitirmemiş olsaydı, bir yere girince, önce içerdekileri şöyle genelden selamlayacaktı. Sonra, sesini, başkalarını duyamayacağı, rahatsız olmayacakları denli kısacaktı. Nasıl kentli olunurdu ki? İnsanlar neden kentli olmuşlar? Nasıl olmuşlar? Gerçekten, insanlar, neden kenti kurmuşlar? Daha insan olmak için insanın yarattığı en karmaşık araç kent. Ama bugün de, daha da, en iyi insanı yaratabilecek düzeye gelemedi kent.
Bugün de kimileri öyle sanıyorlar ya!… Geniş yolları, caddeleri, yüksek, güzel yapıları, parkları oldu mu bir yerin, kent sayıyorlar ya orayı… Antik çağda da bir yerin tiyatrosu, dinleti (konser) yeri, okulu, koşu, yarışmalar (stadyum) yeri, tapınağı, kitaplığı olmadı mı, o kentleşmeyi kent saymıyorlar ya…
Siz gelin de yirminci yüzyılda Sivas’ı kent sayın… İsterse gökdelenleri olsun, isterse her yanını çağcıl yapılar, parklar kaplamış olsun… Sivas nasıl kent olabilir? Kendinden başka düşünenleri odun yakar gibi yakabilenlerden kentli mi olur? Kentli olmayanların oturdukları bir yer kent olabilir mi?
Kentli olmayanların çoğunlukta olmadığı bir yer elbette kent değildir. Sivas’ta hem azıcık kentlileşmiş, hem de devekuşu da olmayan insanlar var olsaydı, otuz beş aydın kişi yakılamazdı, insanlaşmamış olanlarca… Orada olup bitenler ya da kışkırtma var diyebilenler bakan olsalar ne olur ki! İşin temeli bu. Kent demek, orada insanca var olunabilen yer demektir.” (Bektaş, 1996)
Batı Avrupa’nın en büyük kentlerinde, sokaklarda, metroda, trenlerde, otobüslerde, lokantalarda yüksek, ama çok yüksek sesle konuşan, parlamentonun bahçesindeki çimler üzerinde et kızartıp transistörlü radyosundan etrafa türküler saçan kimler varsa, pasaportlarına bakmaya gerek kalmadan, köylülüğünü orada da sürdüren, kentlileşmeye karşı direnci yüksek insanlar olduklarını düşünebilirsiniz. Bizde de, metro istasyonlarında vagonların kapıları açıldığında yaşanan itiş kakışlar, insanda boğa güreşi yapılan arenaları çağrıştırmaz mı? Yürüyen merdivenlerin sağını solunu geliş geçişe kapalı tutmalar, birikmiş suların üzerinden taşıtla geçerken, hele de etrafta kadın varsa, gaza basmalar az rastlanan olaylar değil. Köylülük de, demek ki, kamusal alan gibi, mekâna bağlı olmayan, sırtta taşınabilen bir şey. Kentteki köylülüğün, uygarlık açısından, insanlık açısından, haklar açısından, köydeki köylülükten daha ciddi sorunlar doğurmakta olduğuna hiç kuşku yok.
Devam edecek…
(*) Mülkiye Dergisi, Cilt XXIX, Sayı: 246, s. 9-18