Geçtiğimiz günlerde sevgili arkadaşım Dr. Turgay Gülpınar‘ın yakın zamanda İletişim Yayınları tarafından yayınlanan “Yerel Hükümet: Gültepe, Bir Özerklik Deneyimi (1973-1980)” isimli kitabıyla ilgili sunumunu izlemek için Bornova Uğur Mumcu Kültür Merkezi‘ne giderken , 2012 yılında büyük bir restoran ve kafe olarak düzenlenip açılması için hiçbir şey talep etmeden gönüllü olarak büyük emekler harcadığım tarihi Bornova Tren İstasyonu‘nun kapısı çerçevesi kırılmış, harabeye dönüştürülmüş halini görünce büyük bir hayal kırıklığına uğradım ve eve geldiğimde o çalışmayla ilgili dosyaya bakarak o istasyonunun canlandırılması için neler neler yaptığımı hatırladım.
Örneğin tarihi Bornova Tren İstasyonu‘nda kullanılmak üzere onlarca lokomotif, tren sesi efektiyle müzik örneği toplamışım, bahçeye konulan vagonun altından buhar efektinin verilmesi için araştırmalar yapmışım, duvara asılmak üzere eski banliyö tarifelerini büyütmüşüm, bahçeye konulmak üzere satın alınacak TCDD‘nin eski büyük fenerleri için görüşmeler yapmışım, restoranda çalışacak 70 görevli için 140’a yakın kişiyle görüşmeler yapıp onların görevleriyle ilgili iş tanımlarını yapmışım, eğitim notları hazırlayıp masalara bırakılacak menülere yazılmak üzere trenlerle ilgili şiirleri derlemişim.
Bornova tren istasyonun geçmişini, 2012 yılında bizim düzenlediğimiz halini ve son kötü halini ayrı bir yazıda dile getirmek üzere o dönem hazırladığım tren, istasyon, lokomotif şiirlerini bugün sizlerle paylaşarak sahip olduğumuz kültürel mirası koruyup sahiplenmek için TCDD, İzmir Büyükşehir Belediyesi ve Bornova Belediyesi gibi görevli, yetkili ve sorumlu kurumlardan bu değerlere sahip çıkmak için çaba göstermelerini talep ediyorum.
Bornova İstasyonu’nun 2025’deki hali…
Bornova İstasyonu’nun 2025’deki yağmalanmış hali…
İşte o dönem istasyon ziyaretçilerinin okuması için derlediğim tren şiirlerinden bazıları….
BURDAYIM SÖZÜMDE
…Düşüyorum
Karıncanın peşine minik depremler oluyor
Yabanıl ot kokuları, sonra düşler, düşüyorum…
Puslu bir görüntü tarih dediğimiz ve kirli
Sular buharlaşıyor buluşalım dediğin denizde
Burdayım sözümde, yanlışsa da bu istasyon
Bir ben yitirmedim galiba belleğimi bir de
Şiir yazanlar, ne kadardılar ve nerdeydiler
Hatıralar üretiyorum telgraf tellerinden
Akşamüstleri fesleğenleri suluyorum
Bekle demiyorum kimseye, unutma demiyorum
Acı soysuzlaşınca tiranlaşıyor belleksizlik
İnat ve öfke, kaybediş ve kayboluş oluyoruz
Komikti dıştan bakınca dünya ama hırçın
Ayışığı, telgraf direkleri ve fesleğenler
Burdayız işte durgun bir sessizlikteyiz şimdi
Unutulan bir şey kaldı mı diye soruyor tiran
Kampana çalarken çöldeyiz o geniş çevrende
Mısır’ı soyun diyordu Musa belleksizdir firavun
Babil ve burası iki istasyon iki uzak nokta
Belki bir imgede düzlem olabilen iki grilik
Düşler ve tarih inilecek son istasyon
Burdayım işte güzel bir yanlıştayım şimdi
Beklemesini bilmiyor acelesi olan ve nedense
Çekip gidiyorlar, kalanlar o kadar azız ki
O kadar azız ki mutluluk bile bizden çok
Ahmet Telli
Fotoğraf: Ara Güler
NE ZAMAN EĞİLİP BAKSAM YÜREĞİME
Ne zaman eğilip baksam yüreğime
Eski aşklarımın kırıntıları
Parlayıp söner
Ve bir yaz gecesi karanlığında gözlerim
İki gölge seçer
İstasyon binası, ağaçlar ve merdivenler
Rumca söylenen bir ezgiyi dinlerken
Dalar gider
Ve bir tren gelip geçer aniden
Ne zaman eğilip baksam yüreğime
Arif Damar
Fotoğraf: Bärtschi, Hans-Peter 1989
MENDİLİMDE KAN SESLERİ
“…
Bilmezlikten gelme Ahmet Abi,
Umudu dürt
Umutsuzluğu yatıştır
Diyeceğim şu ki,
Yok olan bir şeylere benzerdi o zaman trenler
Oysa o kadar kullanılışlı ki şimdi
Hayalsiz yaşıyoruz nerdeyse
Çocuklar, kadınlar, erkekler
Trenler tıklım tıklım
Trenler cepheye giden trenler gibi
…..
Ah güzel Ahmet Abim benim
Gördün mü bak
Dağılmış Pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar
Ve dağılmış Pazar yerlerine memleket
Gelmiyor içimizden hüzünlenmek bile
Gelse de
Öyle sürekli değil
Biz caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün
O kadar çabuk
O kadar kısa
İşte o kadar
….”
Mendilimde Kan Sesleri
Edip Cansever
Tren durdu
Haykırışmalar oldu dışarıda
Yemekli vagonun mavi camlarına dışardan
Bir şeylerle yüklü ıslak kadın ve çocuk elleri vurdu
Baktı bu tırmanan mavi ellere yemekli vagondakiler
Bir tek elma almadan fakat
Kalktı Sapanca’dan Anadolu Sürat Katarı
Nazım Hikmet, Memleketimden İnsan Manzaraları- Şiirler: 5, Adam Yayınları, Eylül 1997, s: 200.
Fotoğraf: İlteriş Tezer
İSTASYON
Yalnızım bir kompartımanda
Bir hızar testeresinin yaz ışığı ufuk hattından
Ağır ağır gözlerime geliyor köşede rüzgar
Tozla yıkıyor söğüt dalını çocuk
Onaltı bağımsız devlet büstünün
Sarkan bıyıklarını düzeltiyor zaman
Düşündükçe koyu bir renk alıyor
Buraya uzun bir yol boyunca
Kurulu bir kumpanya çadırlarından
Tuğla harmanlarından geldim her ateşin
Çemberinde yanarak ve darağacında
Kurutarak dikişsiz gömleklerimi
Her sabah Zekeriya sofralarında herkesle
Kalın kitapların yufkasını yeniden ıslatıp
Yedik açlık
Düşündükçe daha da artıyor hangi geçmişin
Kaynağına eğilsem acı bir su
Gelecek günlerin yorgun treni yıllardır
Telaki bekliyor
Bekle bekle bekle gençliğin karanlık yıldızı
Yıllardır takım değiştiriyor ve cephe
İsimsiz bir tortuyla kapanmış
Bilemedim nasıl bir mangal yüreğimiz
Kömür gözlü çocuklarla yanıyor ve bedenim
Ateş içinde
Eylül.
Her yanımdan geçen öpüşlerinin
Islak serçelerini duymasam
Kör testereyi bile göremeyeceğim.
Onat Kutlar
SEYAHAT
Söğüt ağacı güzeldir.
Fakat trenimiz
Son istasyona vardığı zaman
Ben dere olmayı
Söğüt olmaya
Tercih ederim.
Orhan Veli
Kayadibi İstasyonu
TREN SESİ
Garibim;
Ne bir güzel var avutacak gönlümü
Bu şehirde,
Ne de bir tanıdık çehre;
Bir tren sesi duymaya göreyim
İki gözüm
İki çeşme.
Orhan Veli
Deniz İskelesinden Alsancak İstasyon Sundurmalarının Görünüşü, 19. yy. sonu, Atatürk Konutu Müzesi.
YAĞMURDA
Yağmurda parkta oturulmuyor,
İstasyon çok hüzünlü;
Acaba nasıl geçirmeliyim,
Bu koskoca günü?
Kitaplar koltuğumda ıslandı,
Sigaram söndü sudan,
Belki methiyeler yazdığım için,
Çok iyilik gördük bulutlardan.
Dudaklarımda dostlardan şiirler,
Şimdi haykırarak da okusam kimse duymaz;
Şehir acınacak halde
Boşalmış bütün caddeler.
Hayatımı sürükleyen ayaklarım,
Suları kabul ederek neredeyse;
Ağaçlar benimle alay etmeye başladı,
Sokakta kalmadı kimse…
Şükran Kurdakul
Evet, şimdi de bütün bu güzel şiirlerden sonra şarkılar, şiirler, müzik ve hiç değişmeyen vefa duygumuzla kültürel mirasımıza, o mirasın çok değerli parçaları olan demiryolu istasyonlarına, trenlere, ray döşeli yollara ve buharlı lokomotiflere, onların kokusuna, sesine, buharına olan özlemimizi dile getirerek hep birlikte haykırmalıyız:
Bornova Tren İstasyonu yeniden Vali Rahmi Bey‘in bir zamanlar inip bindiği o eski özgün haline dönüştürülmeli, Bornova halkı; öğrencileri, üniversite öğretim üyeleri ve öğretmenleri, subay ve askerleri, Levanten aileleri, onların o eski köşklerinde faaliyette bulunan İzmir’in en zengin vakıfları ile birlikte kendisine ait Bornova Tren İstasyonu‘na sahip çıkarak onu mezbelelik halinden kurtarmalıdır…
Çocukluğum ve gençliğimde; özellikle de bir yetişkin olarak görevim gereği tüm Anadolu ve Trakya’yı dolaştığım günlerde çok yolculuk yaptım… Yoğun sigara kokusunun sindiği otobüslerde, Kürtçe şarkıların söylendiği minibüslerde, yüreği ağza getiren pervaneli uçaklarda, otobüslerin sık sık durdurulup aramaların yapıldığı tehlikeli yollarda, akaryakıt sıkıntısının olduğu dönemlerde polis ya da jandarma zoruyla bindiğim şehirlerarası otobüslerde, penceresinden sarktığım için lokomotif dumanının beni ise boğduğu trenlerde çok yolculuk yaptım; yollar boyunca, yolcu olup yolculuk yaptım…
Ancak son yıllarda, adeta o yılların intikamını alırcasına daha az yolculuk yapmaya başlamıştım… Otobüs ya da tren penceresinden gelip giden yeşil doğayı, göl ya da denizlerin kenarındaki yolculukları, bizlere el sallayan çocukları özlemiştim…
Neyse ki, son beş haftadır çalışmak amacıyla trenle Ödemiş‘e gidip geliyorum ve anlaşılan o ki, bu yolculuk yapma hali uzunca bir süre devam edecek… İlk günlerdeki acemiliğim şimdi artık gitti ve istasyonlardaki memur ve işçilerle, yolcularla, gişedeki görevlilerle sohbet etmeye, yolda bir yolcu olarak yolculuk yapmanın keyfini yeniden hatırlamaya başladım… Başka bir ifadeyle “Memleketimden insan manzaraları” tadında yolculuklar yapmaya başladım ve bu konuda aklıma gelen ilk şey de, bu keyif ve sevinci sevdiğim 11 şairin 11 şiiri ile birlikte yaşamak oldu…
İşte o nedenle, Ahmet Oktay‘ın, Abdülkadir Budak‘ın, Nazım Hikmet‘in, Hüseyin Yurttaş‘ın, sevgili arkadaşım Cem Seyhun Ünbay‘ın, Özdemir Asaf‘ın, ortaokul arkadaşım Murat(han) Mungan‘ın, Birhan Keskin‘in, Melih Cevdet Anday‘ın, Cahit Külebi‘nin ve Can Yücel‘in yoldan, yolcudan ve yolculuktan söz eden şiirlerini sizlerle paylaşarak yaşadığım sevinç ve keyfe sizleri de ortak etmek isterim…
YOLCU
O trenden bu trene. Yoksul
Odysseus! Sürgünü banliyölerin
Oturmuş bekliyorsun katilini.
Ahmet Oktay (1933-2016),Gözlerim Seğirdi Vakitten, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 1996, s.54
BABAM VE YOLCU
Babamdı içimdeki yolculuklardan biri
Uçuruma çıkmasını hangi oğul isterdi?
Hadi ben hayırsızım, raydan çıkmış trenim
Daha acısı baba, yolcu da benim!
Abdülkadir Budak (1943-1985),Ahşap Anahtar, Can Yayınları, İstanbul 2000, s.61
Göğsümüz kuvvetli, gönlümüz temiz Tükenmez yolları tüketiriz biz
Ne saray, ne hamam, ne han isteriz,
Nerde gün batarsa orda yatarız
Sabah buradaysak akşam ordayız. Günlerin peşinde bir hovardayız. Bazı mısra gibi dudaklardayız Bazı “kimsin” diye soran bulunmaz
Hey anam hey! Yolcu yolunda gerek. Bazı altımızda taş toprak döşek Bazı örtünecek yorgan bulunmaz.
Nazım Hikmet (1902-1963), Vâlâ Nurettin (1901-1967),İlk Şiirler – Şiirler 8, Adam Yayınları, İstanbul 1989, s.110
YOLCU
Geldim işte
Yolların tozu üstümde
Kayıp gölgemle bir hiçim
Bakmayın çelimsiz kanatlarıma
Gökçe bulutun yanında
Denizler aşan kırlangıcım
İzimi sürseniz
Yokluğa varırsınız
Nereden geldiğim meçhul
Nereye giderin bilinmez
Kendimi arıyorum
Dünyanın eğri yolunda
Ne kabe’yim
Ne kutup
Benden yön bulunmaz
Bilirim
Şairlere düşer hep
tek sütun ölmek
Ben de öyle sessiz
Çeker giderim
Hüseyin Yurttaş (1946-),Aşka Bahar Yetmez, Bilgi Yayınevi, Ankara 2011, s.87
MAVİ YOLCULUK
hadi gidelim
atlayıp bi’denizatının sırtına
gidelim usulca
bi’deniz minaresi sessizliğinde
günsu mavisinde gidelim
hadi kalk
çilli bi’MERHABA’yla
güneşyanığı yüzyürek
ötelere gidelim…
Cem Seyhun Ünbay, İzmir Temmuz 2025
O YOLDA
Geliyor sandığım gidiyor çıktı. Başlıyor umduğum bitiyor çıktı, Üstüne-üstüne gittim, ne gidiş Altına-altına iniyor çıktı.
Uyu buyu dendi, düşüme gittim, Haydi işe dendi, işime gittim, Yaşa dendi, yaşıma gittim, Yendiğim sandığım yeniyor çıktı.
Bozguna benziyor, saklasam olmaz, Eskiye yeniden başlasam olmaz, Yakıştırsam olmaz, yazmasam olmaz, Maviye boyadım, baktım mor çıktı. Sapsarı saçlarım vardı, aklaştı, Anılar üst üste bindi yükleşti, Bir büyük oyunun sonu yaklaştı, Tüm yanan ışıklar sönüyor çıktı.
Gözümde bir ışık, çağırıyordu, Beşikte bir çocuk, bağırıyordu, Öyle bir düğündü, can çalıyordu, Gel cani sandım git çalıyor çıktı.
Kimler yoktu bizim kervanda, Birer indi hepsi bir handa, Savurduk sap saman biz bu harmanda, Bir gidiş yoluydu, donuyor çıktı.
Özdemir Asaf (1923-1981),Yalnızlık Paylaşılmaz, Adam Yayınları, İstanbul 1982, s. 190
YOLCU, DURGUNLUK
şaşkınlığın bulutsuzluğuyla boşalmış gökyüzü herkes sıcaklardan sanıyor
bir taşı uykusundan uyandıran el mesafeyi öğretmek için durgunluğa
kim bilir hangi yolculuktan düşmüş sıcak nal bulunmak ister gibi gökyüzüne bakıyor
onları düşündükçe şiire yazıyorum dua yerine geçen kelimeleri bir yolcu geçiyor şiirimin içinden gözlerimin önünden geçercesine bana nedenini bilmediğim kederini bırakıyor
yoldan emin, yolculuğuna güven duyuyor nereye gittiğini bile bilmeden gidiyor belki budur bana hüzün veren uykusundan uyandırılmış bir taşın yer değiştirmesine hayat denilmesinden
Murathan Mungan, (1955-), 29 Aralık 2002, Eteğimdeki Taşlar, İstanbul, 2004, s.176-177
YOLCUNUN SİYAH BAVULU
ey allahım bir gidip bir geliyor aklım
şimdi nerdeydi, şimdi nerdeydi,
taşın sabrı, suyun ruhuyla büyüttün beni
bundandır her gittiğimde aklımda kalmak fikri
geçtim hepsinden, öyle hünerle
ki yaşadığımı sanıyorlar hâlâ
anladım mana yok acıdan başka
akşamın kör karanlığı vursun alnıma
her zamanki gibi
her zamanki gibi.
Birhan Keskin, (1986-),20 Lak Tablet + Yolcunun Siyah Bavulu, YKY, İstanbul 1999, s.43-49
YOLCULUK
İşte gene yollara düştüm
Hem yalnızım, hem değilim.
Melih Cevdet Anday, (1915-2022),Güneşte, Adam Yayınları, İstanbul 1989, s.7
YOLCULUK
Gideceksin buralardan gün gelecek,
Yavaş yavaş kaybolacak bindiğin tren,
Eriyen karlar gibi içinden
Bütün sıkıntıların akıp gidecek.
Bağdaş kuracaksın bir tahta sıranın üstüne
Yolculara, merhaba, diyerek,
Ardın sıra kaçan kırları seyrederek.
Coğrafya derslerini hatırlayacaksın yine,
Adını bilmediğin nehirlerden geçerek.
Bir dikili ağacın bile yok yeryüzünde,
Ama bir yurdun var sevilecek!
Eriyen karlar gibi içinden,
Bütün sıkıntıların akıp gidecek
Ağlamayacak kimse ardından, gülmeyecek!
Cahit Külebi, (1917-1997),Bütün Şiirleri, Adam Yayınları, 2. Basım, İstanbul 1985, s.103
İYİ YOLCULUKLAR
Sürüsüz bir kurt gibi dolaşıyormuş
Lakin sarhoş
Hırlayacağına gelip geçene gülüyormuş
Çocukları okşuyor, çocuklar kaçıyormuş
Elinde bir kafes, içi boş
Bir söylenceye göre Kuzguncuk’tan
Bir pazartesi ikindiyin
Işıktan bir faytonla
Gideceği yere gidiyormuş
Sallana-salana tıpış-tıpış…
Kucağında bir telefon rehberi, ninni okuyormuş
Yüzkırkbeşaltmışiki altmış…
Üstelik numara yanlış…
Can Yücel, (1926-1999),Gece Vardiyası Albümü, Korsan Yayın, İstanbul 1991, s.48
Son üç haftadır değişik işlerin, değişik uğraşların ve de bilmediğim yeni sanatçıların, yeni keşiflerin peşindeyim… Hem de keyifle, gönenerek yaptığım iş ve uğraşların, öğrendiğim için sevinerek sizlerle paylaşmak istediğim yeni keşiflerin peşindeyim…
Sözünü ettiğim bu değişik işlerin, değişik uğraşların ve yeni keyiflerin kaynağı ise, geçtiğimiz yıl değerli hocam Prof. Dr. Nermin Abadan Unat‘ın eserlerinin dijital ortama taşınması için tasarlayıp Mülkiyeliler Birliği Genel Merkezi ile birlikte gerçekleştirdiğimiz “Nermin Abadan Unat Dijital Arşivi” çalışmasının bir benzeri olacak…
Bilim, sanat ve iyilikle dolu 91 yıllık bir ömür: Ülkü Başsoy
Uzun yıllar yurdumuzu dış ülkelerde temsil etmiş, bu uğurda Buenos Aires, Viyana, Trablusgarp, Londra, Brüksel, Hamburg ve Düsseldof gibi dünya kentlerinde ve Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu (IAEA)‘nda diplomat olarak çalışmış, bu arada ülkemizin övüncü piyanist Banu Sözüar ile evlenerek bir çocuk sahibi olmuş, 1934 Ödemiş doğumlu sanatçı Mülkiyeli bir ağabeyimin; Ülkü Başsoy‘un 91 yıl içinde özenle seçip biriktirdiği kitap, dergi, gazete ve mektupların, binlerce görsel malzemenin, kayıt altında alınmış ses ve video kayıtlarıyla benzerlerinin kaydını çıkararak envanterini hazırlamaya çalışıyorum.
Tabii ki önceki yıllarda 1964 yılında vefat eden kardeşi Savaş Başsoy adına Ödemiş Belediyesi Yıldız Kent Arşivi ve Müzesi‘ne bağışladığı değerli eserleri bunun dışında bırakmak suretiyle…
Haftanın belirli günlerinde Ödemiş‘e giderek kendisiyle yaptığım söyleşiler eşliğinde hem onun yurt dışındaki yıllarını, hem de benim kuşağımdaki her çocuğun anılarına yerleşmiş olan “en borçsuz ilçe” Ödemiş‘le bağlarını öğrenmeye, yaşam anlayışıyla ilgili görüş ve düşüncelerini öğrenerek topladığı o değerli hazineyi bu bilgiler ışığında yorumlayıp düzenlemeye çalışıyorum.
Böylelikle hem uzun yıllarını çalışarak geçirdiği ülke ve kentlerle toprağından çıkıp beslendiği Ödemiş‘i onun gözünden öğreniyor, hem de öğrendiğim yeni bilgiler, yeni isimler ışığında kendimi geliştirme, yenileme fırsatını yakalamış oluyorum.
1934, Ödemiş doğumlu Ülkü Başsoy, lise eğitimini İzmir Atatürk Lisesi‘nde, yüksek öğretimini eski adıyla Mülkiye, yeni adıyla Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi‘nde tamamladıktan sonra 40 yıl süreyle Dışişleri Bakanlığı‘nda diplomat olarak çalışmış değerli bir sanatçı, duyarlı bir yazar… 91 yıllık yaşamında bilime ve sanata verdiği önem çerçevesinde çok değerli bilim insanları ve sanatçılarla tanışmış, onlarla dost olup mektuplaşmış bir entelektüel. Tanıyıp yazıştığı bilim insanı ve sanatçılar arasında tanınmış şair Ece Ayhan, ressam Abidin Elderoğlu, müzik yazarı Üner Birkan, yazar Bilge Karasu, Ödemişli işçi yazar ve şair Fethi Savaşçı gibi isimler var… İşte o nedenle şair Ece Ayhan‘la yazışmalarının yer aldığı “Anacığım, Merhaba!” isimli kitabını 2014 yılında yayınlamış. Uzunca bir süredir de Ödemiş‘te kardeşi Savaş Başsoy adına Türkçemize Özen Dil-Yazın Ödüllerinin verildiği yarışmalar, Muzaffer Şerif (Başoğlu) gibi Ödemişli bilim insanlarını ele alan toplantılar düzenliyor.
İşte bu değerli insanın dağlar denizler kadar büyük ve yoğun arşivini incelerken karşıma, önceleri Ödemişli bir “köylü şair”ken 1965’de Almanya’ya işçi olarak gidip emeğini yazdıklarına hamur ederek proleterleşen bir “işçi şair” ve öykücü çıkar.
“Köylü şair“den “göçmen işçi şair“e giden yol: Fethi Savaşçı
Şimdiye kadar kendisinden haberdar olup okumadığım; ancak, edebiyat çevrelerinde, özellikle de yurtdışındaki edebiyat çevrelerinde oldukça tanınıp bilinen, bizim tanıyıp bildiğimiz Abidin Dino, Mengü Ertel gibi grafik sanatçılarının ve benim Ankara‘dan arkadaşım sevgili Refik Toksöz‘ün yazdığı kitapların kapakları için desenler çizdiği ya da yazarlığı ile ilgili düşüncelerini paylaştığı yerelden ulusala, ulusaldan evrensele dönüşüp gelişen bir yazar: Fethi Savaşçı…
Ülkü Başsoy bu değerli şair ve yazarla güzel bir dostluk geliştirmiş, birbirlerini arayıp sormuşlar, karşılıklı olarak mektuplar yazıp birbirlerinin hal ve hatırını sormuşlar, dertlerine derman olmaya çalışmışlar ve sonunda Ülkü Başsoy elindeki kitaplarla mektupları Ödemiş Belediyesi Yıldız Kent Arşivi ve Müzesi‘ne bağışlamış.
Fethi Savaşçı 1930 yılında Ödemiş‘in Birgi bucağına bağlı Taşpazar köyünde doğmuş, ilkokul ve ortaokuldan sonra sanat okuluna gitmiş, erken yaşta babasını kaybetmesi nedeniyle meslek lisesindeki öğrenimini yarıda yarıda bırakmak zorunda kalmış ve yaşamının bu zor yıllarında ırgatlık, hamallık, duvarcılık, demircilik yaparak ya da fabrika işçisi olarak çalışarak beş kişilik ailesinin geçimini üstlenmiştir. Bu zorlu yaşam onu bir “göçmen işçi” olarak 1965’de Almanya‘ya savurur ve orada fabrika işçisi olarak çalışmaya başlar. Bu arada şiir ve hikâyeler yazmaya devam eder.
Aydın bir işçi olarak…
Fethi Savaşçı, Almanya‘da bulunduğu yıllarda kendini geliştirmiş aydın bir işçi olarak sadece sendikada örgütlenmeyle yetinmeyerek doğrudan politik örgütlenmelere katıldı ya da onların çalışmalarına kendince destek verdi.
Yaşadığı Münih şehrinin özellikle TKP geleneğinden gelenler arasında önemli bir yeri vardır o yıllar. Sonu gelmez tartışmalar, birbirini suçlamalar ve mücadeleye zarar veren eğilimler az değildir. Ancak o, bu türden bireyci-kariyer çatışmalardan uzak durup insanlara nihai hedefi hatırlatan şiirler yazar:
“Benim yurdumun anaları
gönenmek ister gönenmek
Yoksul yurdumun işçileri,
Dar gelirlileri
Doyunmak ister doyunmak
…
Haydin bir silkilenelim
Aydınlarım
İşçilerim köylülerim dar gelirlilerim
İşte doğuyor nur topu gibi
Yarınlar kafamızdan
Devrim çiçekleri daha da açacak
Mis gibi bizim kokacak yurdumuz
Güzel şey, bağımsız bir yurtta insanca yaşamak.”
Bağımsızlık ve demokratik halk iktidarı için Münih İşçi Birliği Derneği‘nin etkinliklerinde edebiyat, kültür ve sanat konularında aktif görevler alır. Bununla yetinmez, 1973 yılında yapılan yabancılar meclisi seçimlerinde meclis üyesi olarak bu kurumda çalışmalarını sürdürür. Yabancılar Meclisi başkanı olarak Ocak 1975’te yapmış olduğu açıklama acı bir gerçekliği ifade etmektedir:
“Benim de üyesi bulunduğum Yabancılar Meclisi’nden pek fazla bir şey beklemek biraz hayalcilik olacaktır. Alman makamları, üzerimizde rahatça tasarrufta bulunmak için Yabancılar Meclisi’ni kendi arzularına alet etmek istiyorlar. Sonunda, yönetimde bizim kadar siz de oy sahibisiniz diyebilmek için bu yola başvurdular.”
1987 yılı ekiminde Stuttgart sendika binasında düzenlenen “Sabahattin Ali” anmasında Filiz Ali, Ataol Behramoğlu, Mustafa Ekmekçi, Irene Melikoff, Server Tanilli, Vedat Türkali ve Fethi Savaşçı da bulunmaktadır. (1)
Sanatçı 30 Ekim 1989 tarihinde 59 yaşındayken Almanya‘nın Münih kentinde vefat eder.
Ürettikleri…
Almanya’da “göçmen işçi ozan” olarak ünlenen Fethi Savaşçı, ardında birçoğu Almancaya çevrilen şiir ve kısa hikâye kitapları bırakmıştır. Fethi Savaşçı‘nın oğlu ise şair, yazar ve akademisyen Özgür Savaşçı, Almanya’da Münih Üniversitesi Ludwig Maxmillian Türkoloji Bölümü öğretim üyesidir.
Şiir, öykü ve roman gibi türlerde eser veren sanatçının ilk şiirleri 1948 yılında Ödemiş gazetesinde, ardından gelen şiirleri ise Aydınlık, İmbat, Yeditepe, Güney, Varlık ve Yelkengibi dergilerde yayınlanmıştır. Irgat Hasanadlı romanı 1963’de İzmir‘de çıkan Sabah Postasıgazetesinde tefrika edilmiş, Makinalar Çalışırken adlı öykü kitabı da Almanya‘da Türkçe ve Almanca olarak yayımlanmıştır. Kaya Bengisu ile birlikte Ödemiş Şairleri (1958) adlı bir antoloji hazırlayan sanatçı öykü ve şiirlerinde toplumcu gerçekçi bir bakışla gurbetçilerin sorunlarını ele alıp işlemiştir.
Sanatçının 18 eserinin adlarıyla türü, basım yılı ve yayınlayan kurumların adları aşağıdaki tabloda gösterilmiştir:
Eser Adı
Yayın evi
Basım yılı
Eser türü
Ödemiş Şairleri
Radyo Gazetesi Matbaası / İzmir
1958
Antoloji
Duvarcı Hasan Usta
Yeditepe / İstanbul
1970
Şiir
Bu Sarı Biraları İçince
Yeditepe / İstanbul
1971
Şiir
İş Dönüşü
Yeditepe / İstanbul
1972
Öykü
Özel Ulak
Yeditepe / İstanbul
1973
Öykü
Çöpçü Türküsü
Yeditepe / İstanbul
1975
Şiir
Taş Ocağında
İstanbul / Yeditepe
1975
Öykü
Alamanya Gurbeti (Sabri\’ye Mektuplar)
Yeditepe / İstanbul
1977
Mektup
İş Arkadaşları
Yeditepe / İstanbul
1980
Şiir
Fırın Patlayınca
Yeditepe / İstanbul
1982
Öykü
Duyuyor Musunuz
Yeditepe / İstanbul
1983
Şiir
Makinalar Çalışırken
1983
Öykü
İzmir’in İçinde İnce Minare
Sanat-Koop Yayınları / İzmir
1986
Şiir
Bir Ekmek Var Orada
1986
Şiir
Ayva Kokulu Ev
1986
Öykü
Almanlar Bizi Sevmedi
1986
Roman
Ekmekle Kitap
Kerem / Ankara
1989
Roman
Almanya’nın Güzel Kızları
Kerem / Ankara
1989
Öykü
Doğan Hızlan, aralarında Fethi Savaşçı‘nın da bulunduğu Almanya‘daki Türk yazarlarını sayarak şu değerlendirmeyi yapar: “Almanya’ya yönelik göç dalgası istatistik verilerle ele alınıyor, buraya yerleşen Türklerin kültürel uyum süreci üç kuşak boyunca yaratılan edebiyat üzerinden irdeleniyor. Başlangıçta gurbet konusunun işlendiği folklor türü yapıtların ağırlıkta olduğu belirtiliyor. Kuşkusuz bu bir dönem için geçerli yorum. Uturgauri’nin araştırmasında adı geçenleri yazmalıyım: Fakir Baykurt, Dursun Akçam, Yusuf (Ziya) Bahadınlı, Orhon Murat Arıburnu, Yaşar Miraç, Fethi Savaşçı, Aras Ören, Yüksel Pazarkaya, Güney Dal, Zafer Şenocak. Yalnız Almanya’da yaşayanları değil, genel anlamda Türk kimliğini anlamak için oradaki Türk edebiyatçılarını elbet okumak, değerlendirmek gerekli. Bizim için de. Ama özellikle Alman edebiyat tarihinde unutulmaması gereken bir eksiklik. Peki bizim edebiyat tarihimizdeki yerleri ne? Önce onun yanıtını verebilecek miyiz?” (2)
Hasan İzzettin Dinamo‘nun Fethi Savaşçı hakkında yazdıkları ise şu şekilde;
“Yıllardır Almanya’da bir endüstri işçisi olarak çalışan Fethi Savaşçı, süssüz, yalın şiirler yazan bir şairdir. Aylak bir şairin süsleyip püsleyeceği, macun gibi çekip uzatacağı konuları, işçi gerçekçiliğinin nasırlı ellerinde çırılçıplak, lakonik, bir anda kendini veren doğru kümeleri gibi sunuyor. Sonsuz iş yorgunluğundan arta kalan dinlenme saatlerine devrimci bilincinin çelik ışığında uzun dizeli, soluklu şiirler yazmaktan kendini alamıyor. Çarklarına takıldığı korkunç endüstri devlerinin zulmüne karşı duyduğu adalet sıtmasını böylece olsun boşaltabilmenin yollarını arıyor…” (3)
Emekli diplomat Ülkü Başsoy, geçtiğimiz yıllarda “göçmen işçi şair” Fethi Savaşçı ile yaptığı yazışmalara ait mektup ve kartları Ödemiş Belediyesi Yıldız Kent Arşivi ve Müzesi’ne bağışlamış. Ancak Fethi Savaşçı‘nın 1958-1989 döneminde yayınlanıp birçok değerli sanatçı tarafından övgülerle karşılanan 22 kitabını bugünlerde -ne yazık ki- kitapçıların raflarında göremiyoruz. Her biri zorlukla bulunan ve büyük fiyatlara satılan “sahaflık kitap” haline dönüşmüş durumda…
İşte tam da bu nedenle, Ödemiş Belediyesi‘nin; özellikle de Ödemiş Belediyesi Yıldız Kent Arşivi ve Müzesi‘nin bugün itibariyle tükenmiş olan tüm Fethi Savaşçı kitaplarını, aralarına gazetelerde tefrika edilmiş olanları da dahil ederek; ayrıca, Ülkü Başsoy, Hasan İzzettin Dinamo ve Abidin Dino gibi sanatçılarla yaptığı yazışmaları da ekleyerek “Fethi Savaşçı – Tüm Eserleri” adı altında yayınlayarak Ödemiş adını yurtdışına taşımış bu büyük sanatçıya olan vefa borcunu ödemesini bekliyorum… Hem bir Ödemişli olarak ona duyulan saygı ve vefa duygularının, hem de savunduğu emekten yana ideoloji ve ortaya koyduğu siyasi tutumun bir gereği olarak bunun Ödemiş Belediyesi‘nin bir görevi olduğunu düşünüyorum…
Tabii ki bu arada hepimizin Fethi Savaşçı‘dan haberdar olarak, onu tanıyıp bilerek öykü, roman ve şiirlerini okumasını ve onu saygıyla anmasını unutmayarak…
Ben şu an itibariyle 22 kitaptan oluşan bu seriyi okumaya başladım ve şu an itibariyle “Ödemiş Şairleri” ve “İzmir’in İçinde İnce Minare” isimli şiir kitaplarını bitirdim. Sıra, kapak desenini sevgili arkadaşım Refik Toksöz‘ün yaptığı “Ayva Kokulu Ev” isimli öykü kitabında…
Bu arada sanatçının, İzmir üzerine yazdığı “İzmir’in Güzellemeleri” isimli şiiri ile 1986 yılında yazmasına karşın adeta bugünkü İzmir‘i tanımladığı “İzmir’in İçinde İnce Minare” isimli şiirini sizlerle paylaşarak yazıma son vermek istiyorum:
Bugün size bundan tam 70 yıl önce, 1955 yılında yayınlanan ve İzmir‘de yaşayan iki seçkin sanatçının; şair ve yazar Fuat Edip Baksı‘nın 1946-1954 yılları arasında yazdığı şiirleriyle dekoratör ve ressam Kadri Atamal‘ın bu şiirlerin yer aldığı kitabın kapak tasarımını yaptığı “Reçete” isimli şiir kitabını tanıtıp bu küçücük kitap içine sığdırılan 23 güzel şiiri sizlerle paylaşmaya çalışacağım. Her ne o kadar o 70 yaşındaki eski küçük kitabın kokusunu içinize çekemeseniz de….
Fuat Edip Baksı ailesiyle birlikte
Ama ondan önce kısacık da olsa size Fuat Edip Baksı ile Kadri Atamal‘dan söz etmek isterim:
1912’de Diyarbakır‘da doğup 1974’de İzmir‘de ölen şair ve yazar Fuat Edip Baksıİzmir‘deki liselerle İzmir Yüksek İslam Enstitüsü‘nde öğretim görevlisi olarak çalışmıştır. Başlıca şiir kitapları 1935 yılında yazdığı “Delikanlım“, 1944’de yazdığı “Efe“, 1955’de yazdığı “Reçete“, 1963’de yazdığı “Bir Bahar Akşamı“, 1972’de yazdığı “İzmir Destanı“dır. Tanburi bestekâr Selâhattin Pınar‘ın çok sevilen “Bir Bahar Akşamı” şarkısının güftesini o yazmıştır. TRT repertuvarında, güftesi Fuat Edip Baksı‘ya ait 27 şarkı bulunmaktadır.
Grafiker, ressam, öğretmen Kadri Atamal…
1901 yılında İstanbul‘da doğup 1993 yılında yine aynı şehirde ölen dekoratör ve ressam Kadri Atamal ise Beşiktaş‘taki Afitab Maarif Mektebi‘ni ve İstanbul Sultanisi‘ni bitirdikten sonra Sanayi-i Nefise Mektebi‘nde İbrahim Çallı (1882-1960) ve Hikmet Onat (1882-1977) atölyelerinde edindiği birikimi, 1920-1924 döneminde Akademi der Bildenden Künste München (Münih Güzel Sanatlar Akademisi)’de ünlü Alman düşünür ve sanat adamı Hans Hoffmann (1880-1966) Atölyesi’nde daha sonra Müstakiller Grubu‘nu oluşturacak olan arkadaşları Zeki Kocamemi (1900-1959), Ali Avni Çelebi (1904-1993) ve Mahmut Cuda (1904-1987) ile pekiştirdikten sonra 1927 yılında İzmir‘e yerleşerek İzmir Erkek Muallim Mektebi, Birinci Erkek Lisesi (Atatürk Lisesi), Namık Kemal Lisesi, Karşıyaka Kız Öğretmen Okulu ve Gazi Ortaokulu‘nda resim öğretmenliği yapar.
9 Eylül 1952 tarihinde Kültürpark‘taki İzmir Resim ve Heykel Galerisi‘ni kurup müdürlük görevini üstlenir. Bir yıl sonra da galerinin Birinci Kordon‘da kiralanan bir binaya taşınmasını sağlar. 1964 yılındaki emekliliği sonrasında Kordon‘da dekorasyon mağazası açarak resim yapmaya devam eder ve 1993’de İstanbul‘davefat eder.
“Reçete” kitabının sevgili dostum Cem Üsküp’deki sayfa tasarımı… 24.06.2024
70 yıl sonra şairin 1 liralık şiir kitabı ile buluşması…
Yazı dizimizin bu yeni bölümünde, doğduğu İzmir‘i 10 yaşındayken Küçük Asya Felaketi nedeniyle terk edip sırasıyla Atina, Almanya ve İngiltere‘de siyaset bilimi, ekonomi ve felsefe eğitimi alan, İngiltere‘de Shakespeare üzerine çalışmalar yapan, ilk yıllarda Yunanca felsefe metinleri yazarken son yıllarını yaşadığı İngiltere‘de İngilizceyi İngilizler kadar öğrenip İngilizce şiirler yazan, tanışıp içlerine girdiği eşcinsel sanatçılar çevresinde Apollon ve Sokrates‘i çağrıştıran “Küçük Demetrios” tanımlamasıyla kendi cinsel kimliğini rahatlıkla yaşayan ve bunu yazdığı İngilizce şiirlerde şifre ve sembollerle sergileyen, 9 Mart 1944 tarihinde henüz 32 yaşındayken tüberkülozdan ölen, fazla bilinip tanınmadığı Yunanistan’da, “Lazarus” şiirinin 1995’de “Biten Aşka Ağıt” (Requiem for the End of Love) isimli oyunun librettosunda kullanılması sayesinde fark edilip okunmaya başlayan ilginç bir sanatçı ile karşı karşıyayız: Demetrios Kapetanakis.
Şair ve eleştirmen Dimitrios Kapetanakis 22 Ocak 1912’de İzmir‘de doğdu. Hekim olan babası 1922’de vefat edince 9 Eylül 1922 tarihinden 13 gün sonra annesi ve iki kardeşi ile birlikte gittiği Atina‘da siyaset bilimi ve ekonomi eğitimi gördü. 1934’de Heidelberg Üniversitesi‘nden felsefe doktoru unvanı aldı. Almanya‘daki eğitimi sırasında Yunanca birçok felsefe yazısı kaleme aldı. Bunlar arasından “Eros ve Zaman“, “Güzelliğin Mitolojisi“ ve “Yalnız Ruhun Mücadelesi” örnek olarak verilebilir. 1939’da British Council‘dan aldığı üç yıllık burs sayesinde İngiltere‘ye giderek Cambridge King’s College’de, Britanya‘nın en tanınmış Shakespeare uzmanlarından George Humphrey Wolferstan (Dadie) Rylands (1902-1999) ile birlikte çalıştı ve Cambridge‘den ayrıldıktan sonra Londra‘daki Yunanistan Büyükelçiliği Basın Dairesi‘nde görev yaptı.
İngiltere‘de kaldığı süre boyunca çoğunlukla Proust, Rimbaud, Stephan George, Dostoyevski, Thomas Gray, Horace Walpole ve Charlotte Brontë‘nin eserleri üzerine eleştirel edebi makaleler yazdı. Aynı zamanda Platon ve Kierkegaard‘ın çalışmaları üzerine felsefi bir makale yazmayı da planlıyordu. İngiliz edebiyatının şair Edith Sitwell (1887-1964) ve romancı William Plomer (1903-1973) gibi önemli isimlerinin yanı sıra şair, editör ve yayıncı John Lehmann (1907-1987) ile tanıştı. Bu dönemde yazdığı şiirleriyle yazıları anti-faşist tavrıyla öne çıkan New Writing (1936-1950), Penguin New Writing (1930-1950), Daylight, The Listener (1929-1991) ve Time and Tide (1920-1986) gibi dergilerde yayınlandı. Bu dönemde kısa bir süre içinde Yunanistan’ın Nazi işgalinden kurtarılması için Dostlar Ambulans Birimi‘nin hazırlanmasına yardım etmek üzere Midlands‘a giderek çalışmalara katıldı.
The Penguen New Writing, Edited by John Lehmann, Number 13, 1942 April-June, “D. Capetanakis, Detective Story“
Demetrios Kapetanakis (1912-1944)
Demetrios Capetanakis, “A Greek Poet in England“
1942’de kendisine lösemi teşhisi konuldu ve İngiliz aktivist ve hayırsever Elizabeth Cadbury (1858-1951) tarafından desteklendiği bu dönemde şiirleriyle daha fazla ilgilenmeye başladı. Henüz 32 yaşındayken 9 Mart 1944 tarihinde Westminster Hastanesi‘nde öldü ve West Norwood Mezarlığı‘na gömüldü.
John Lehmann , Edith Sitwell, William Plomer ve diğer arkadaşları Demetrios Kapetanakis’in mezarında.
John Lehmann, Demetrios Kapetanakis’in mezarında.
New Writing ve Penguin New Writing dergilerinin yayıncısı ve Kapetanakis‘in dostu John Lehmann, Kapetanakis‘in 1944’teki ölümünden sonra eline geçen kişisel belge, not ve yazışmalarını Gennadei Kütüphanesi Arşivi‘ne bağışladı. Ayrıca 1947’de Kapetanakis‘in on altı İngilizce şiirini, Prevelakis ve Elitis‘ten üç çevirisini ve Yunanlılar, Ghika, Rimbaud, Stefan George, Proust, Dostoyevski üzerine on bir makalesini içeren “Demetrios Capetanakis: A Greek Poet in England” (Demetrios Kapetanakis: İngiltere’de Bir Yunan Şairi) ismiyle yayınladı. Kapetanakis‘in İngiltere ve Avrupa’da tanınması, ölümünden sonra yayınlanan ve 17 şiirini kapsayan bu ince kitap sayesinde oldu.
Başlıca şiirleri
Lazarus (son şiiri),
Detective Story (Dedektif Hikayesi), Penguin New Writing, Haziran 1942,
Angel (Melek),
A Saint in Piccadilly (Piccadilly’de Bir Aziz),
The Land of Fear (Korku Ülkesi),
American Games (Amerikan Oyunları),
Experienced by Two Stones (İki Taşla Denendi),
The Isles of Greece (Yunan Adaları),
Emily Dickinson,
Cambridge Bar Meditation.
Başlıca yazıları
“Yunanlılar İnsandır”,
“Ghika”,
“Rimbaud”,
“Stefan George”,
“Proust Üzerine Ders”,
“Dostoyevski”,
“Thomas Gray ve Horace Walpole”,
“İngiliz Şiirine Bir Bakış”,
“Bazı Çağdaş Yazarlar Üzerine Notlar”,
“Charlotte Bronte”,
“Modern Yunan Şiirine Giriş”.
1995 yılının Ekim ayında yenilikçi çalışmalarıyla tanınan Atinalı Edafos Dans Tiyatrosu‘nun eski bir elektrik deposunda oynanmak üzere, koreografisi ve sahnelemesi ünlü tiyatro yönetmeni Dimitris Papaioannou (1964-) tarafından yapılan “Biten Aşka Ağıt” (Requiem for the End of Love) isimli oyun, besteci Giorgios Koumendakis (1959-)’in bestelediği bir müzik parçası eşliğinde sahnelenir. Oyunun librettosu ise şair ve eleştirmen Demetrios Kapetanakis‘in 1944 yılında 32 yaşındayken Londra‘daki Westminster Hastanesi‘nde ölmeden birkaç gün önce İngilizce olarak yazdığı ‘Lazarus‘ şiirinin Yunanca çevirisinden oluşmaktadır. Otuz dakika süren oyunun sonunda uzun ve geniş bir merdivenden düşen erkek bedenlerinin erotik hareketleri ve besteci Koumendakis‘in bu eseri dokunaklı bir şekilde AIDS nedeniyle kaybettiği tüm dostlarına ithaf etmesi üzerine, Kapetanakis‘in bu şiirinde ölmeden önce kendi eşcinselliğini ifşa eden simgesel anlatımlara rastlanması ve bunun oyun içinde merdivendeki erotik erkek bedenleriyle anlatılması nedeniyle Kapetanakis o güne kadar bilinmediği Yunanistan‘da birden bire tanınıp okunmaya başlanır. Böylelikle şiirin yazılmasından 50 yıl sonra, Yunanistan ve dünyadaki AIDS salgını ile birlikte acı çeken tüm eşcinsellerin radikal bir şekilde yeniden değerlendirilmesini öneren bu oyun sayesinde Kapetanakis tanınmaya ve hak ettiği ilgiyi görmeye başlamıştır.
Requiem for the End of Love (1995)
“The Land of Fear”, Besteci: Ned Rorem, Söz: Demetrios Kaptanakis.
“Yunan Adaları” (The Isles of Greece)
“Emily Dickinson” (1943) şiiri – “Ben sonsuzluğu istemedim, sadece zaman için yalvardım“
“Cambridge Bar Meditation” ve “A Saint of Piccadilly” şiirleri.
Georganta, K., “And so to Athens,”: William Plomer “in The Land Of Love“, Journal of Modern Greek Studies, Volume 28, Number 1, May 2010, pp. 49-71 (Article)
Kantzia, E., “Dear to the Gods, yet all too human: Demetrios Capetanakis and the Mythology of the Hellenic“, The Hüstorical Review, Vol 14(2017), 187-209.
Papanikolaou, D., “Demetrios Capetanakis: a Greek poet (coming out) in England“, Byzantine and Modern Greek Studies Vol.30 No.2, 2006, 201-223.
Sizin başınız bulutlarda dursun onlar balçıkta bacak!
Siz tatlı rüyalarınızı görün, onlar terleyip sıçrayacak!
Kavunun kabuğuna bıçağı indirin siz, onlar kaçışacak.
Genişleyin siz merkezde onlar kenarda daralacak!
Onlar seyrek bir fotoğrafta uzağa bakanlar.
Onlar bir ömür taşlara su tutanlar.
Onlar bir hatırada donmuş duranlar.
Onlar bu dünyada yanmış da külde uyuyanlar.
Siz nasıl da menekşe gözlüsünüz onlarsa hep aç gözlü!
Ah siz ölümsüzsünüz dünya üstünde, onlar ölümlü.
Ve siz nasıl da güzel kokuyorsunuz, insanın hası
Onlar kenarda kirliler; onlar atık, onlar sası.
Ah siz, nasıl da “Siz”siniz buram buram, onlar avam.
Bu cahilin, yoksulun, barbarın ışık neyine, onlar ziyan!
Siz “it was very amazing” derken “and fun”
Onlar özür dileyenlerdi ağacın ruhundan.
Balkonunuz çok yüksek sizin baş döndürüyor.
Dünya pek alçak bir yer olacak yakında öyle görünüyor.
Birhan Keskin, Yo’l, Metis Yayınları, 1. Baskı, Nisan 2006, İstanbul.
ANKARA 2
Halimi anlatacak sözler yazamam artık
Bu kavruk mektuba
Rüzgardan yan yatmış otlar koydum
Gerisini sen anla.
Ankara,
Kekliğinim, boynumda bir siyah halka.
Birhan Keskin, Yo’l, Metis Yayınları, 1. Baskı, Nisan 2006, İstanbul.
Şair Birhan Keskin sordu, Murathan Mungan cevapladı: Bu kitabı çatarken tamamen bitmiş 46 şiiri yırtıp çöpe attım
“Zamanın demi önemlidir. Şiir bir dem sanatıdır çünkü“
Altı yıl aradan sonra yeni şiir kitabı Solak Defterler’i yayımlayan Murathan Mungan, şair Birhan Keskin’in sorularını yanıtladı. Mungan, daha önce yayımlamadığı eski şiirleriyle yeni şiirlerinin yer aldığı kitaba ilişkin “Bu kitabı çatarken tamamen bitmiş 46 şiiri yırtıp çöpe attım. Hatta bilgisayar dosyalarını bile sildim. Kötü şiirler miydi, hayır, ama benim için yeterince iyi değillerdi” diye konuştu.
Radikal Kitap’ta yayımlanan söyleşide, Keskin’in sorularına Mungan’ın yanıtları şöyle:
Birhan Keskin: Sevgili Murathan, önce Solak Defterler için bir okurun olarak teşekkür etmek istiyorum. Ve ardından da ilk izlenimlerimi söylemek, sormak isterim. Bu kitapta birçok defter var yılların içinde birbirine bitişen, ama şair her birinde aynı derviş aynı distilasyon ustası. Buradan başlayalım mı konuşmaya?
Murathan Mungan: Dervişlik hırkası bana büyük gelir, mahcup eder. Benimki daha çok hayat bilgisi, insanlık görgüsü diyelim. Görmenin, bakmanın, merak etmenin, kalp gözünü açık tutmanın, hayata, insanlık hallerine yönelik bakımlı sorulara sahip olmanın, yıllarla, yollarla öğrendiklerini damıtmanın hüneri diyelim buna. Rodin, heykel tanımı için “Taşın fazlasını atmayı bilmektir” demiş. Bunu şiir için de “sözün fazlasını atmayı bilmek” diye uyarlayabiliriz. Şiirde seyreltmeyi bilmeyi önemli bulurum. Gençken insanın kolay beceremediği bir şeydir bu. Şiirinle birlikte sen de haddeden geçeceksin. “Az çoktur” sözüne yıllarla erer insan.
Birhan Keskin: Ekleyeyim: Sadece derviş ve distilasyon ustası değil, resim ve müziği ve fotoğrafı da kardeşinin elini tutar gibi tutan hauiki ustası bir Basho, renkleri yoklayan bir ressam Balthus ve hatta bir hatıra sayacı olarak Proust da var Solak Defterler’in şairinde.
Murathan Mungan: Şahane bir iltifat bu benim için! Kitap bunu düşündürtüyorsa, en azından bu kitap için arkama yaslanabilirim.
Birhan Keskin: Ben kitabı üç dört gece onunla yatıp kalkarak okudum, bende oluşan çağrışımlar böyle. Arkana rahatça yaslanabilirsin. 🙂 Mesela; “Deniz kumunun zımparaladığı sarışınlık”, ve benzer bazı dizelerin Balthus’un ince ince renk, ışık dokularını getirdi aklıma. Henüz gençken hepimizin kalbini dağlayan, neredeyse bir kitap uzunluğundaki Yalnız Bir Opera’yı yazmıştın. Yıllar sonra, şimdi, “Opera kalp kırar sevgilim/ Arya dediğin, cam hançerle saklanmanın sanatı”, iki dizeyle konuşan şair, o yüzden biraz da Basho deyişim.
Murathan Mungan: Şiirde sessizliği, boşlukları ya da ilk bakışta boşluk sanılan tasarlanmış uzayı kullanmayı da zamanla öğreniyor insan. Bilirsin, sadelik edinilen bir şeydir. Emekle, ince işçilikle, zamanla kazanılan bir şey. Derinliği, yoğunluğu olan, yanı sıra okurun hayal ve zihin gücüne alan tanıyan bir sadelikten söz ediyorum elbette. Bence şiirin uzun ya da kısa olması değil, kendi yapısı içinde ne kadar konuştuğu önemlidir.
Birhan Keskin: Tabii ki katılıyorum buna. Mesele uzunluk kısalık meselesi değil. Kaldı ki Solak Defterler’de her iki türden şiirler de var. Birbirine eklenen bu defterlerin hikâyesini biraz aralayabilir miyiz? Hem zamansal olarak (Şairin Romanı ile de kesişen) hem de sendeki hikâyesi.
Murathan Mungan: Önce zamandan başlayalım. Bu kitap içinde geçmişten kalmış şiirlerimin yer aldığı son kitap. Yıllar önce, sırtında “Solak Defterler” yazan bir dosyada şiir biriktirirken bunun böyle olacağını biliyordum. Bu kitabı çatarken tamamen bitmiş 46 şiiri yırtıp çöpe attım. Hatta bilgisayar dosyalarını bile sildim. Şiiri yalnızca seyreltmekle kalmayacak, atmasını da bileceksin. Kötü şiirler miydi, hayır, ama benim için yeterince iyi değillerdi. Biliyorum, sen de benim gibi çay meraklısısın, “dem”in kıymetini bilirsin. Zamanın demi önemlidir. Şiir bir dem sanatıdır çünkü. Senin zamanından geçemediyse, zamanın içinden hiç geçemez. Kendine zalim olmayı bilmek gerek, kendini başkalarının insafına terk etmeyeceksin, gerektiğinde kendi ellerinle kıyacaksın. Sonrası, eller ne derse desin! Bilirsin, ben geniş zaman insanıyımdır, bu yüzden her bir işim yıllara yayılır. Defterlerin Şairin Romanı’yla kesişen yolları da oldu elbet. Başka kesişmeler de oldu. Örneğin, sonbaharda Küre ve Ley Hatları başlıklı iki kitapta toplayacağım şiir sanatı üstüne yazdığım notlarla da… İçerik benzerlikleri, şiirlerin belli temalar çevresinde istiflenmesi, bölümleme mantığı açısından bakılacak olursa, aslında Solak Defterler’le Eteğimdeki Taşlar bir anlamda kardeş kitaplar sayılır. Farklı tarihlerde yazılmış şiirler, farklı mıknatısların çekimine tutulup öbeklenirler bende. Sonrası, teyellemeden başlayıp kitap olmanın ince dikişine geçer.
Birhan Keskin: Poetika notları dedin ya, kitabın sonunda Beyan adlı bir uzun şiirin var. Bu şiir senin kendi şiirinin çeperini, uzamını da kat eden bir şiir. Onu okuyunca aklıma İlhan Berk’in poetika yazıları geldi. Ama sen şiir olarak yazmışsın. Şimdi kitabın adını sormadan önce bir şey söyleyeyim. Ben ilkokulda hizaya sokulmuş bir solakım. Yani doğuştan solaktım da öğretmen sağlak yaptı beni. Niye Solak Defterler, (bana kimse niye Fakir Kene diye sormadı, içimde kaldı,) ben sana sorayım.
Murathan Mungan: Aslında şiirde şiir üstüne söz almanın, şairi her an kendi uçurumuna çekebilecek tuzağını bilirim de, gene kendimi alamam. Beyan ile Eteğimdeki Taşlar’ın son şiiri “Leke, İz, Tortu” arasında da bu anlamda bir kardeşlik vardır. Buna Yaz Sinemaları’nın son şiirini de ekleyebiliriz. Ayrıca her kitabımın son şiiri, benim için cümle kapısıdır, okur o kapıdan çıkar dışarı. Birikmiş şiirleri bir kitaba çatarken okuru nasıl uğurlayacağım bir dikkat konusudur bende. Gene bir son: Şiirimi beyan eden son şiir olacak bu. Kitabın adına gelince, tek ve net bir cevap veremem, birlikte düşünelim. Önce şu dizeler gelsin: “bir kolum çolaktır şiir yazarken / aklım gitmesin diye düze, yazıya.” Şair, yazının düzüne de vakıf biri olarak, şiirin sol elle yazıldığını, çünkü kalbimizin solda olduğunu söylemek istiyor olabilir, okuru “sol memenin altındaki cevahire” göndermek ya da “Sol elim, zavallı elim” diyen Orhan Veli’ye seslenmek istemiş olabilir, defterlerin değil, ancak elin solak olabileceğini düşünen düz akıllara dil çıkarmak istemiş olabilir. Düpedüz hoşuna gittiği için öyle koyduğunu da söyleyebilir. Bu arada bir kusur da ben diyeyim: Çoğunluğun aksine bende soldan giriyormuş kalbin elektrik damarı, “sol axis” deniyor galiba. Dolayısıyla yıllardır bir aritmi sorunuyla yaşıyorum. Bazı durumlarda işe yarıyor: “Ben sizin gibi sonradan olma değil, kalbi solcuyum” diyorum. Hadi şimdi sen söyle, niye Fakir Kene?
Birhan Keskin: Bebekken, altı aylıkken sanırım, tarlada bir gün kafama bir kene yapışmış, akşam eve gelince fark etmişler keneyi. Babam onu cigarasının ucuyla yakıp düşürmüş, kafamda keneden kelli saçsız bir yer var. Ondan intikamımı almak istemiş olabilirim, bu bir. Kene biliyorsun boşaltım organı olmayan mahluk. Emdiği kanla patlayarak ölür. İşte o mahlukun adını bu kitaba kapak ettiğim için, mahluktan özür dileyerek, Fakir Kene. Açıklamama vesile olduğun için teşekkür ederim. Daha başka çağrışımlarını da okura bırakalım.
Murathan Mungan: Nice sonra yayımladığın bu kitap çıkar çıkmaz benimsendi, sevildi, hem okur katında hem medyada rağbet gördü. Keyfin yerinde mi? Okurlarını çok beklettiğini düşünüyor musun? Seni daha fazla çalıştırmak için ne yapmak gerek?
Birhan Keskin: Ben iyiyim, kitap da iyi. Ama hayat berbat, dünya fena. Ben tamzamanlı bir şair değilim herhalde Murathan, keşke olabilseydim, benim fabrika ayarlarım böyle. Ama ilk “öykü”mü senin tatlı kamçınla yazmıştım, Kadınlar Arasında kitabına. Öykü yazmaktan hoşlandım aslında. Fakir Kene’de de iki öykü var. Ama soruları ben soracağım. Bu senin söyleşin, tamam mı? Muhtemelen bize ayrılan yeri doldurmak üzereyiz. O sebeple son iki soruma geçiyorum. Solak Defterler’de zaman dediğimiz o büyük yontucudan da mekân dediğimiz bu coğrafyadan bu ülkeden bu evlerden de gelip geçen, senden geçen senin dokuduğun pek çok şeyle dokunuyorsun bize. Bir dizen var, tül gibi, incecik: “Mekân çıt eder kendinde birikenden”
Bu senin tül gibi dizenin yanına, çatır çutur eden bu ülkeyi de ekleyip sorsam, ne dersin?
Murathan Mungan: Konu uzun, ben cevabı kısa tutayım. İç mekân çıt ederken, dışarısı için bir sonraki şiir, “çevremde her şey çatırdarken” diyor. Sanırım “Divan-ı Harp Şiirleri” ile “Azap Kâğıdı” bölümleri daha iyi bir yanıt verecektir soruna. Bir kara imtihan çağından geçiyoruz. Aklımıza, ruhumuza, kendimize sahip çıkalım. Bizler bu memlekete lâzımız. Sadece son beş yılda kaç mezara borcumuz var bir düşünsene!
Birhan Keskin: Şimdi, ben bu kitabı PDF’den okudum. Ancak okur birazdan bu kitabı eline aldığında epey şaşıracak. Çünkü bu kitabı açıp okuması da ayrı bir macera, tasarımından bahsediyorum, evet. Çok acayip bir tasarım, son sorum kitabı tasarlayan Hakkı Mısırlıoğlu için olsun. Neler söylemek istersin?
Murtahna Mungan: Kitabın ruhunu birebir cisimleştiren bir tasarım oldu. Tam da bu! Bu kitabın bölümleme tekniği hem kendi içinde birer kopuşu temsil ediyor, hem de eklemlendiği bağı gösteriyor. Tasarımda kullanılan iç kapaklar, bu fikri güçlendiren birer köprü ayağına dönüşmüş. Ayrıca defter ve dosyaya ilişkin çağrışımlara da yol açıyor.
Suat Taşer, 1919 yılında İstanbul’da dünyaya geldi. Ankara Devlet Konservatuvarı Tiyatro Bölümünü bitirdi. Ankara Devlet Tiyatrosunda oyunculuk, Ankara Radyo’sunda spikerlik yaptı. Ege Üniversitesi Tiyatro Bölümünde öğretim görevlisi olarak çalıştı. İzmir Devlet Tiyatrosu Müdürlüğü yaptı.
İlk şiiri 1938 yılında Uyanış dergisinde yayınlandı. Pınar, Ataç, Dost, Kaynak, Adımlar, Yeditepe, Yürüyüş, Varlık ve Yeryüzü dergilerinde şiirleri yayınlandı. Yeryüzü dergisinde yayınlanan bir şiiri nedeniyle Türk Ceza Kanununun Komünizmi yasaklayan 142. maddesine aykırı davranmaktan yargılandı ve aklandı. 1940 kuşağının toplumcu şairlerindendir. 17 Kasım 1982 günü İzmir’de hayata veda etti. İzmir Karşıyaka Açık Hava Tiyatrosu’na adı verildi.
Yapıtları; Üç Duvarlı Bir Dünya, Hürriyet, Merhaba, Aşk ve Barış, Deli Dumrul, Bir (1942), 1943 (1943, Fethi Giray’la birlikte), Hürriyet (1945, Ömer Faruk Toprak’la birlikte), Merhaba (1952), Haraç Mezat (1954), İkinci Kurtuluş (1960), Hayret Bey’in Serüveni (1968), Evrende Ellerimiz (1968), Sahneye Koyma Sanatı (çeviri) Bilgi Yayınevi, 1967, Ankara.
İZMİRNAME
I. bölüm
denize düştü gözlerim kordonda Yağdı yağmurların en kahırlısı kordonda Kesti rüzgarı dilim dilim kordonda Islak palmiyenin yaprakları kordonda Hangi bakışta arasam kendimi nafile yok dokunuverince açılıverecek bir kapı De gel de yaşamak üstüne türkü söyle kordonda
II. bölüm
Bir bulutun altında durdum İzmir’de Olmayacak hayaller kurdum İzmir’de İlk defa, ilk defa günaha girdim İzmir’de Ağaçlar yaprak döküyordu Kız oturmuş sonbaharın içine roman okuyordu Sevda üstüne hemi de adam sende Yaşamak günah işlemeye değmez bu şehirde
III. bölüm
Buyurun hanımefendiler beyefendiler Buyurun rica ederim Hamal Hamdi beyin dünyasına buyurun Hepi topu bir kuru can Hamdi beyde bir yürek var Nah kocaman Siz arada sırada gülersiniz değil mi? Hamdi bey her zaman güler Hey canına yandığımın dünyası der; “Alt tarafı iki kürek toprak be abi”. Denize karşıdır Hamdi beyin hanesi Sabah güneşi içinde Kırık bir türküye benzer gönül hikayesi Çözülüverir düğümleri üçüncü bardağı devirince; “Sevdiksede anlatamadık Bizde biliriz a kızım öpüp sarmayı Günü gelir aynalı dolapta alırız Al ipekten entarin olur Takarım koluma, çıkarım sokağa Dünyanın tadı gelir”
– içelim
“sen dedi hamal Hamdi Pamuk çuvalı mı sandın beni ? Doktor karısı olacağım ben Çifte balkonlu evde oturacağım Bahçemde güller açacak Kapımdan beyler paşalar geçecek” Yağmurlu bir akşamüstü bastı gitti “Doktor olmadıysak adam değilmiyiz yani ? Yasak mı bize yaşamak, sevmek? Haksızmıyım abi ?”
– içelim
Yükün ağırından yılmaz Hamdi bey Lafın ağırından yılar İçerse efkarından Ağlarsa kahrından ağlar Hipokantelemefostan anlamaz ama insan haklarından anlar “Bozdular dünyamı be abi Hani düşünüyorumda bazen tepem atıyor Ulan Hamdi diyorum Niye terlemiyor herkes senin gibi Afedersin yangelmiş bilmemnesinin üzerine Ciğeri beşpara etmezin biri yatıyor Şu işe bak diyorum ona kolayda sana gelince mi zor Ölüsü kandilli yaşamak diyorum Kusura kalma abi Adım hamal Hamdi Olmak mı olmamak mı? Ama içmek güzel şey” okey Hamal Hamdi bey
– içelim
IV. bölüm
Kız Aysel Cigaramın dumanı Üzüntün kuruntum, baş ağrım Cilvene can kurban dedik, Biz bu dünyaya geldikse yavrum Naz üstüne naz çekmeye değil, Sevmeye yaşamaya geldik. Bütün parklar bizim, Kaçak aşkları gizleyen dar sokaklar bizim. Bir yanı yeşerik, bir yanı kuru şu ağaç Sahildeki ihtiyar kaya Gündoğduktan ay çıktıktan sonraki dünya kar, yağmur, rüzgar Hele durmadan bizi çağıran şu dağlar hep bizim Dört mevsimin dördü de bizim inan vallahi Gel kız Aysel de geliver gayrı
sonuncu bölüm
Çaycı bayram da sevdi Ekimde İzmir’de Hemen denizin dibine yaslanmış bir adam cigarasını yakar yakara… Uzak evlerin birinde bir kız alt kattan üst kata çıkar çıkara… Ekimde İzmir’de Ötede saat kulesi Adam cigarasını deniz atar Kız aynada adam yürür Kız aynada adam sabaha varır Kız aynada Ekimde İzmir’de
göz değil uçurum duvar dibinde gecede yalnızlıkta gurbet şehrinde
bir çift kınalı el dağların gecelerin ötesinde boynu bükük yaşmaklı bir hayal bir korku bir şüphe akar suyun sesinde
türkülerin iki gözü iki çeşme yollar alıp götürmüş götürmüş de gurbetlerde yitirmiş al işlik ak topuk mavi şalvar
hasret upuzun gözyaşlarında erir yıldızlar kulakları çın çın eder bir kızın dağlar dost değil gelmiş sokulmuş araya teselli teselli merhem olmaz yaraya
UMUT
yaşamak ummaktır. yeşil yapraklar umar şu beli bükülmüş ağaç, yelkenler rüzgâr umar bir kız tanırım, sarışın sevgilisini esmer umar. aç karnına istiklâl umar bombay’lı amale, cava’lı topraksız, hamburg’lu ana ekmek umar. paris’li çocuk intikam, ben sulh isterim. ramazan oğlu recep kışlanın duvarına vermiş sırtını memleketten mektup umar ve her talim dönüşünde, her nöbete çıkışında tezkere umar.
ummaktır yaşamak. çık bu saatte evinden kilitle odanın ve kalbinin kapılarını, keder seni evde bulmasın, pişmanlık geri dönsün kapından. vehimlerini azat et; soyun hatıralarından, tazelensin adımlarındaki kuvvet doğacak günü yolda karşıla: yeni umutlarla başlar yeni gün; tahammül, umuttan doğar. zaman bizim dostumuzdur, unutma, en az hürriyet kadar.
ummaktır yaşamak. ibret al, ders al geceden çevir başını gökyüzüne yıldızlara bak. güneşli sabahların umududur yıldızlar. bir vedalık hükmü var hayatın, ölümün vakti, saati sorulmaz. serçe kuşu gibidir umut, dal yorulur, serçe yorulmaz.
KIRIK CAMIN KENARINDAN Kırmızı lâhananın çiçekleri beyazdan ne anlar lodostan balık olmıyan
Kırık camın kenarında bir sinek anayasa komşu kızı Hindistanlı inek Sar sarıl sarmaşık ölüm ölü özgürlük karmakarışık
Kağıt kalemsiz otlar büyümesiz ve çokları doğdular acı zamanların çocukları
Hiç bir ayna yok seni sana bulduracak bu yalanı bu evrenden bu sensin kaldıracak
Boşalan şişelerle dolmak iyi zümrütanka kuşunun yumurtasında bekle sevgiyi
Bekle
Evrende Ellerimiz, 1968.
ÇAĞRI
Bu kuş seslerini size vereyim güneşli odalarda oturursunuz alın şu yağmurdan da biraz alın çekinmeyin yalnızlığınızın üstüne serpersiniz
Her gün aynı her gün aynı mavi mi ne buyurdunuz iyi ama kardeşim kabahat mavide değil ki
Çoğalmak var azalmanın yanında siz hiç uzatın ellerinizi uzatın uzatın kalkın ayağa diri soluklarla güzlensin adımlarınız bir çiçek açsın içinizde kocaman geleceğe ışıdı evren ışıdı düşünce ışısın karanlıklarınız kaç kere öldünüz gizli gizli yazık
Kalkın ayağa
Evrende Ellerimiz, 1968.
Çok geç…
Ölümün açtığı gözden
Hayır gelmez hiç.
Sana derim, Deli Dumrul!
Duy, işit beni!
Ben kendimi bildim bileli
Görmedim şu dünyadan akıllıca gideni.
Günü gelecek,
Azı çoğu bir olacak.
Ten kafesi boşalmış,
Kara toprakta kalacak.
Sözüm sana behey gafil,
Ömür dövüşmiye değil,
Sevişmiye yeter ancak!
Bilmedi insanoğlu bu gerçeği,
Bilmedi, ahmak!.
Döne döne derim ki;
Toprağa giren tohumun derdi
Toprağın üstüne çıkmak!
Ya insan?..
Kör gelir, kötürüm gider
Bu toprak üstü cânım dünyadan…
Bunca güzellik ortasında şaşkın,
Unutmuş lezzetini yaşamanın, aşkın,
Durmaz didişir.
Pişmanlık dediğin civanım,
Tavşan yamaca geçince gelir.
Dünya büyük, dünya güzel
Ama yaşamak sahipsiz…
İnsan ne varsa var demiş, yürümüş, tamam
Hırsta, kıskançlıkta, kinde…
Ve işte kan içinde,
Gözyaşlarıyla sırılsıklam,
Korkulu bir rüya
Bu cânım, bu güzelim dünya!
Burda kalır hazlar, güzellikler
Ötede aç böcekler, doymaz böcekler
Telâş içinde kıvıl kıvıl,
Kara toprağın karanlığında insanı bekler.
Açılıverse karanlığın kapısı,
Koşar yeryüzüne,
Koşar gecesine, gündüzüne,
Durmaz, koşar ölülerin hepisi!.
Deli Dumrul, Suat Taşer, 1962, s.52-53, Yolcu’nun deyişi….
Ayhan Hünalp: Şair ve yazar. (D. 1927, Bitlis, – Ö. 21 Mart 2013, İstanbul) Ankara Mimar Kemal İlkokulu, Ankara Atatürk Lisesi (1947), Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Türkoloji Bölümü (1953) mezunu. Öğrencilik yıllarında gazeteciliğe başlayarak Ulus, Tercüman, Hürriyet, Son Saat gazeteleri ve Kaynak dergisinde muhabir, düzeltmen, yazar, yazı işleri müdürü olarak çalıştı. Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu Basın Sekreterliği yaptı (1964). Şişe Cam Genel Müdürlüğü Basın Müşaviri iken emekli oldu (1978). Sonraki yıllarda özel kuruluşlarda basın müşavirliği, özel eğitim kurumlarında öğretmenlik yaptı. Ayhan Hünalp, 21 Mart 2013 günü İstanbul’da vefat etti.
İLESAM ve Türkiye Yazarlar Sendikası üyesi olan Ayhan Hünalp’in şiirleri 1943’ten itibaren Kaynak, Aile, ÜLkü, Yeditepe, Varlık, Türk Dili, Seçilmiş Hikâyeler, Tercüman, Cumhuriyet, Çağrı, Tarla, Maya gibi dergi ve gazetelerde yayınlandı. Yazıları Romence, Sırpça, Arapça, Ermenice, İngilizce, Almanca ve İbraniceye çevrildi.
YAPITLARI
Şiir:Üç Otuz Para (1950, hakkındaki yazılarla, 1969), Bir Martı Öttü (1964), Uzak Maviler (1981).
mektup kaç günde gider yok bir şehirsin işte yolun izin yok telefon tellerinde kar kanatlı bir mevsim göğsümden uçurduğum zarflarca beyaz ne olmuş bu şehirde gemiler varsa uçaklar varsa konforlu tarifeler boynumda bir kement o tren biletleri gideceğim en uzun yol saçının ayrımıyken
kamyonlara yüklenmiş dağlar gibi zor yol bu iki yanımdan akıp giden hüzünler sen ey güvercinlerin sevgililer günü mektup taşımayı öğrenirkenki o acemi çırpınış o kalp sekmesi molozların kıyısında ağlayan bir gül bir postane sessizliği durup dururken mektup kaç günde gider her birinde deli bir pars koşan sözlerim kaç günde varır sesinin ayazmasına aşk ateşten uçkuna külün tarihi kursağına takıldım hasret bir ölümlük yel gemiler kalafatta uçaklar kara kutu yolsa yol. . . geldim işte ellerim hep nar zamana dağılan bir şey var sende
ŞEHRE GİRDİK VE TARTILDIK, AĞIRIZ
şehre girdik ve tartıldık ağırız iki erkek bir kadınız yani biraz sarmaşık cebindeki taşların sesine dalıp üç şarkı boyunca susan söylesin: haziran kimin hakkı güz neyle astarlanmış (sevgilim yağmurun atını
koşturuyor
bulutlar aklı-
mı kırbaçlayan gözlerin
şimdilik önemsiz bölünmeler var)
temmuz büyük yalan ve yararsız yazımız adından fazla bir gece düşüncesi silik gölgeleri zifte karışan fihrist bir öfkeyi bir ah’dan taşırmadan teninin kafesinde tutan söylesin: hangimizin bahçesi şeytan ve tavus (sevgilim sen bende hiç yokkendi
üç ağustos geçti omuzlarımdan
ben hepsine durdu baktı ağladı)
ve eylül hiç yaşanmadı bir zaman ısındı kar topladı sırtımız gecikmek mümkündür elbet sulara dönerken uzun bir gece uçuşundan aşkın nektarına konan söylesin: çiftleşirken döküldü kanatlarımız
(sevgilim / neye yarar
bir eylülü olmayan)
işte şehirden çıkarken arandığımız işte çok şey taşıdığımız üstümüzde senden keskin bir haziran dolu bir temmuz ve bir “kirli ağustos kahverengi
organıylan” kanıtları bir eylül cinayetinin ben kendimi susarım kim isterse söylesin: üç kişi bir olup unutacağız…
E, Ocak 2004 Sayı:58
ZOR SOKAK
Nurer’e
bir gülün tam ortasından geliyoruz izini sürerek aşkın beyin kabuğunda türlü taşlamalara direnen mısraların bırakma elimi inadına bırakma muhitinden geçiyoruz ayıplanmanın
zor sokağın namusunu bekleyen horozları kılıbık üç beş silah en fazla tehditleri bile aç el ele yürümeye minareden sarkıtılan kayıp çocuk anonsu kulaklarımıza ibret küpesi diye
hayat bir kurt masalı yarın aynısı dünün zor sokak sahnesinde sevda pandomim gizli hayranlık mı suskun alkışlardaki ancak çiçekler camdan cama sever dostum duygular dölleyemez uçan ihtimalleri
bir gülün tam ortasından diğerine varırız zafer kazanmış damlaların gizlendiği arkamızda ışıklı çakıllar bırakarak sevişmeye hazırlarız düş ormanı geceyi yeraltı suları dehlizler ve sır
yazık ki uykudadır zor sokak sakinleri…
(Zamana Dağılan Nar’dan)
YOKSUL YOKUŞU
yoksulların çocukluk fotoğrafı az olur hiç olmaz belki de avuntunun bez bebeği misketler yuvarlanır yokuş aşağı her şey masallar kadar yakınken gerçeğe sabahları umuda yoran babalar akşamları yarı bunak ve kambur yokuşu sırtlanıp da gelirler eve
çok yokuşlu semtlerde yaşadık hep derimiz de bahtımız da abanozgillerden beş taştan biri yuvarlanır dört taşa kız oyunu der çekilir erkekler eğilir topaçlar ve gazoz kapakları ölüler de yoksulluğun payandasıymış gibi eğik yatar mezarda yokuş aşağı
ama gülümsemiştim bu yokuşa ben bir kez ancak ilkokula başlarken çektirdiğim ödünç yakalıklı fotoğrafımda kuş ayaklı bir sevinçtim yokuş yukarı bir kamyon freninden koptu yokuş aşağı altında ben okulda fotoğrafım avuntunun bez bebeği hiç olmadı sanırım…
(Zamana Dağılan Nar’dan)
YOKSULLUĞUN KENDİSİ YARATICIDIR!*
“Bir an yarılması bu yıldırım yanılması Yoksulluğun semiz bitleri çoğalırken Gazla taranmış saçlarımdaki yangın ihtimali çekiyor seni”
diyen şaire elbette yoksulluğu sordum. Şairin her şeyden önce insan olduğunu ve yaşadığı çağın tanığı olması gerektiğini, kendimizi ortaya koymak için neleri göze alabildiğimiz üzerine konuştuk.
Biyoloji okuyor, öğretmen oluyorsun ama ardından “sağlam” mesleği bırakıp “Şair olacağım diyorsun”. Bu cesareti veren ne?
Şiir böyle bir şey. Tatminsiz bir ruh hali olunca hiçbir şey gözünüze görünmüyor. Pek çok insanın “Bir mesleğim oldu” diye sarılabileceği bir şeyi bir saniye bile düşünmeden bıraktırıp, sonu belirsiz bir yolculuğa çıkartabilir tutku.
Şiirinde kullandığın temalar ağırlıklı olarak yoksulluk ve aşk. Neden yoksulluk?
Çünkü yoksul bir mahallede büyüdüm. Kendi adıma çok zorluklar çektim mi? Hayır. Ama öyle şeyler gördüm ve tanık oldum ki insan olmaktan utandım. İnsan denen varlığın bir aklı varsa neden bu adaletsizlik var aklım almadı çocukluktan beri. Geçenlerde bebeğim için bir şey aldım ve saçma sapan bir dergiye bedava abone yaptılar. Bebeğimin altını, reklamı yapılan bez ile bağlarsam Afrika’da bir bebeğin aşılanacağını anlatıyordu. Bu mudur yani? Çok klişe geliyor biliyorum ama savaşa, silaha akıtılan para ile dünyayı on bin kere doyurursun.
Yoksulluğun kendisi çok yaratıcıdır, imgeler yaratan bir şeydir. Şiire çok yakın duran bir şey. Çocukluğumda mahallemizde bir teyze vardı, hemşirelerin çocuklarına bakarak geçimini sağlardı. Bahçesinde sebze yetiştirirdi. Her yağmurdan sonra bu sebzelerin altında salyangozlar çıkardı. Teyze o salyangozları bitkilerin altından toplar, tepsiye yayar ve tuzlardı. Salyangozlar yanarak ve çıtır çıtır sesler çıkararak ölürdü. Bu aklımdan hiç çıkmadı. Salyangoz imgesini defalarca kullandım. Body Word diye bir sergi gelmişti geçtiğimiz aylarda. Oradaki mottolardan biri şöyle; “Az aslında çoktur.” Artık insanın bunu anlaması gerekiyor. Nükleer santral meselesinde de öyle, başka pek çok konuda da öyle, besinler konusunda da öyle.
NÂZIM TÜRK ŞİİRİNİN CERVANTES’İ
Peki şimdi doktora çalışman var, Nâzım Hikmet’in Memleketimden İnsan Manzaraları. Hangi açıdan inceliyorsun bu eseri?
Çok heyecan verici bir iş bu. Sinematografik düzlemde bir okuma yapıyorum. Ece Ayhan’ın; “Memleketimden İnsan Manzaraları bir çevrim senaryosu olarak okunabilir ve bir senaryoya dönüştürülebilir” gibi bir iddiası var. Oğuz Makal’ın da bu konuda Beyazperde ve Sahnede Nâzım Hikmet diye bir kitabı var. O kitapta da işin temel noktalarını zaten ele almış. Ben onun üzerine kendimce çok değerli bulduğum birkaç bir şey inşa ettim ve yeni bir şey çıktı ortaya. Bir sene içinde muhtemelen hem tez hem kitap olarak bitmiş olacak.
Bu çalışma Nâzım Hikmet’e olan bakışında değişiklik yarattı mı?
“Nâzım Hikmet soğuk savaş ürünüdür, modası geçti, Nâzım Hikmet’in bütün estetik ve açılımları tükendi, bugünün dünyasına hiçbir şey veremez” diyen soldan ve sağdan bir sürü insan var biliyorsunuz. Nâzım Hikmet aşılamamış birisi! Memleketimden İnsan Manzaraları’nı biraz anlamı ön planda olan bir metin olarak görmekten vazgeçip, içinde kullanılan tekniğe, türlere bakmaya çalışırsa insanlar, asıl mesele Nâzım Hikmet’le başlıyor ve Nâzım Hikmet’le bitiyor gibi olmuş aslında. Türk şiirinin Cervantes’i gibi bir şey, ben onu fark ettim bu çalışma esnasında. Hep Ece Ayhan’a, Edip Cansever’e, İlhan Berk’e odaklanırız, bütün o biçimdeki kırılmaların peşine düşeriz falan. Tamam, o dil bakımından baktığımızda mesele öyle bir geçerlilik kazanıyor ama tek mesele o değil! Çıkış noktalarının neredeyse tamamını Nâzım Hikmet’te bulabiliyorsunuz.
GENÇLİĞE EDEBİYAT ÖĞRETMENİN İMKANSIZLIĞI
Nasıl yazıyorsun?
Çok çeşitli tarzlarda olabiliyor. İki senedir çalıştığım bir şiir var mesela şimdi. Kimi ise geçmişimden gelen birikimle ortaya çıkıyor. Görülmüş, yaşanmış, belleğime atılmış, demlenmiş. Sadece peşine düşmek yetiyor.
Kendini sadece şair olarak mı tanımlarsın?
Şair ekonomiden ne anlar, şair şiirini yazmaya baksın. Son günlerde Onur Caymaz ile çok tartıştığımız bir mesele. İnsanlar şiiri gereğinden fazla mı önemsiyorlar? Elbette önemli ama şair olmaktan önce insan olmak gibi bir şey var. Orada da bir etkinlik alanının olması gerekiyor. Bu bazılarında çok zayıf. Bugün şiirin hayata katkısı zaten çok zayıflamış durumda. Ve içinde yaşanılası bir dünya var olacaksa insanların neyi göze aldıkları ile olarak var olacak. Yani ben neyi göze alıyorsam onunla ilgili bir şey ortaya koyacağım. Ama çoğumuz pek çok şeyi göze alamıyoruz. Artık arzu ettiğimiz bir yaşam modelini günden güne kaybediyoruz. Bugünlerde günümüz gençliğine edebiyat öğretmenin imkansızlığı üzerine yazmak istiyorum. Onların dünyasındaki göstergeler ve kavramlar çok farklı. Zihnini ruhunu edebiyatla eğitmiş insanların bir göstergeler evreni var, eğitmemiş olanların başka bir göstergeler evreni var. Ve senin bir değer olarak gördüğün şey orada başka bir şeye dönüşüyor. Anlamadığı dili baskılamak ve aşağılamak için argo haline getiriyor. Tıpkı toplumda baskın olan kültürün, azınlık olana yaptığı gibi.
‘BELKi YATIŞIR GÖVDEM BiR PEYGAMBER DOĞURSAM!’
Bir bebeğinin olması bir şairi nasıl etkiler? Duygusal değişimin nasıl oldu?
Doğurmak gerekiyormuş diye düşünüyorum kendi adıma! Çünkü kendi gövdenin olanaklarını tanıyabileceğin son alan doğum. Belki de sondan bir önceki, zira bir de ölümü tanıyacağız. Yaşama çok doğrudan bir katkı doğurmak, ölmekle beraber tabii. Algılarını açıyor, çalışkanlığını arttırıyor, bir takım kişisel mızmızlıklardan temizliyor insanı, ilişkilerini güçlendiriyor, yumuşatıyor, daha fazla sabır sahibi yapıyor. Bebekle birlikte bütün bunlar biraz daha geniş bir alan kazanıyor gerçekten. Sonra tabii daha kalıcı şeyler yapma istediği de doğurdu bende. Artık bir kızım var. Geçenlerde yayımladığım bir şiirde de vardı: “Belki yatışır gövdem bir peygamber doğursam!” Dört büyük peygamber var ve dördü de erkek… Kadın da bütün kötülüklerin kaynağı olarak görülüyor ya… Türkülerden tutun da atasözlerine, mitoloji kadar… Ama ben bir şekilde oğlan doğuramayacak bir gövde olarak tahayyül ederdim kendimi! (gülüyor)
ALAYA VURULMUŞ ŞİİRLER HOŞUMA GİTMİYOR
Sosyal paylaşım sitelerinin yaşamın ayrılmaz bir parçası olduğu bir dönemdeyiz. Bu sitelerde insanların kendilerini ifade ettiği alanlar, mısradan, şiirden ya da özdeyişten geçilmiyor çoğu zaman. Bu sence faydalı mı yoksa sözün altını boşaltan bir durum mu?
Bize göre var herhalde, başkalarına göre bir zararı yok. 10 bin tane İnternet kullanıcısına yazdığınız kısa öyküleri, şiirleri mesaj atın, onlar da okusun. Bugün Türkiye’de hiçbir şairin 10 bin okuyucusu yok. Bu yüzden bitmiş ve bugünün ruhuna hiçbir şekilde ait olmayan bir şeyin peşindeyiz biz. Üstelik bende şöyle bir tutuculuk da var; Teknolojik bir takım sözcüklerin, kavramların şiire yakışmadığını düşünüyorum. Küfrü, argoyu aşırı alaycı, parodik söylemleri de yakıştıramıyorum. İroni hoşuma giden bir şey. Bilgi bazen öyle bir hale gelir ki ironikleşir, acılaşır. Zaman zaman kendimde de ortaya çıktığı zaman mutlu oluyorum ama çok alaya vurmuş şiirler hoşuma gitmiyor.
111 H Nerelerden göçmüşüm ben Nerelerden sızmışım Hangi elekten hangi kalburdan Elenmişim habersizce İlişkilerim var pitik pitik Evim yok arabam yok sevgilim yok Bleh bleh bleh Dostlarım yok yemezzadelerden Karpuzların kavunların önünde Korkarak bakınırım Iııh der itelerim Ellerini kirişli kafaların Düş evimdir sokaklar Orta yerinden alırsam birini Ötekini çekinmeden Cebime sokarım Bir iskele bir sancak Tüm insancı derneklerini yoklarım Kapıda gönlümü çıkarır Ayakkaplarını giyerim tatava’nın
Salâh Birsel, Türk Dili Dergisi 66, Mayıs/Haziran 1998
REQUIEM
Dr. Mehmet Şen’e
Boynum kıldan ince ölüme, – Değil mi ki şol illetten iğne-ipliğe dönmüş bedenim – Ve Ölüm ki benim bu ölümlü dünyaya gelmemle Beraber dünyaya gelen maşallahıvar oğlum, Ona ben analık ettim, onu ben elimde büyüttüm Onu şu kadarcıktan bu boya ben getirdim Yedim yedirdim, içtim içirdim, kustum kusturdum Onu sütümle, onu kanımla, onu aklımla besledim Nereye gittiysem, ölümüne kadar, yanımda götürdüm Ne zaman aşkımı öpsem. ona da öptürdüm Ben gençken o da gençti, ihtiyarım o da ihtiyar Siperlerde omuzomuza döğüştük o diyar bu diyar Kimi de nefsimizle barışık, bahtiyar mı bahtiyar Şiir düzerken tüykalemim oynatırdı kıyısından, Onu unuttuğum da oldu, ölümcül mü ölümcül bir ihmal! Hatırladığımda ama, öyle yarım yaşadığıma bin pişman .. 0 denli unutkanlıklarım için mi şimdi bu intikam? – Adaam sen de, bir ben miyim âlemde oğlu hayırsız çıkan! Ki saldın bu habis Haşhaşiyûnu, ‘lan, günahı boynuna’, Anarşist bir Urartulu ur musallat ettin boynuma! Truva’da Tahta At güyâ, içinden uğruyorlar dışarı Çoğaldıkça çoğalan o maraz, o haşarı hücreler Farkındaysalar da kıyımın, tutamıyorlar zaar kendilerini Yazık, benle koyunkoyna onlar da verecek son nefeslerini ! .. Gel bakalım diyorum, gidiyoruz senle, namızsız oğul ! Oğul verdikçe veren o belâlıları da alayımıza katıp Neş’eye neşideler okuya okuya, iyi sulardan aşağı Gidiyoruz o ölümsüz Allahrahatlıkversinlere doğru . . Sizin de içiniz rahat olsun, ey arkada kalanlar Bundan böyle size anakarada ölüm yok ! ..
Can Yücel, Öküz 55, Aralık 1988
ŞİİR AĞACI
ben bir şiir ağacıyım yol üstüne dikilmişim kırılmışım kesilmişim ben bir şiir ağacıyım bir kara sevdayı bilmişim bir de ozan olmayı ben bir şiir ağacıyım ne tanrıya duacıyım ne kızgınım kuluna
Sezai Karakoç, Düşlem, 18, Ekim 1998
ESKİ NİNE
Ölümün ve göçün dokunmadığı tek nesne var mıdır ölüm yok eder göç değiştirir kendisi kalamaz kimse sarp ve suskun ninelerden başka onlar kimi zaman sırtlarında kimi zaman sımsıkı kucak hâlâ evin bebelerini avutmada kimse kendi gibi kalmamıştır o seven sevilen amca döner birgün apansız, bırakılan kente herkesin doğduğu evi haraç mezat açmıştır izinsiz eski sandığı artık başkasının olan evin avlusunda tüccarı değildir bilemez nesi kaç para sedef nalın, oyma kutu fildişi tahta kehribar tarak toka mum bebeği kızın, armağan çıngırak, ilk elbise (naylon girmemişti daha saf hayatımıza) sonra görülecektir birinin evinde mor fanussuz lâmba ötekinde mor fanus (ah yağma) arar lambayı fanus fanusu lamba uzağında sahibinin kirlenir porselen kırılır sırça mor ipekten kenarıydı bir kırlentin moru solmuş ipek ezilme derdinde anılarından utanan çocuk yaşlanınca şaşar kendine sözcükler dizerek barışır diliyle söyler. anlaşır