YOLSA YOL… GELDİM
mektup kaç günde gider
yok bir şehirsin işte yolun izin yok
telefon tellerinde kar kanatlı bir mevsim
göğsümden uçurduğum zarflarca beyaz
ne olmuş bu şehirde gemiler varsa
uçaklar varsa konforlu tarifeler
boynumda bir kement o tren biletleri
gideceğim en uzun yol saçının ayrımıyken
kamyonlara yüklenmiş dağlar gibi zor
yol bu iki yanımdan akıp giden hüzünler
sen ey güvercinlerin sevgililer günü
mektup taşımayı öğrenirkenki
o acemi çırpınış o kalp sekmesi
molozların kıyısında ağlayan bir gül
bir postane sessizliği durup dururken
mektup kaç günde gider
her birinde deli bir pars koşan sözlerim
kaç günde varır sesinin ayazmasına
aşk ateşten uçkuna külün tarihi
kursağına takıldım hasret bir ölümlük yel
gemiler kalafatta uçaklar kara kutu
yolsa yol. . . geldim işte ellerim hep nar
zamana dağılan bir şey var sende
ŞEHRE GİRDİK VE TARTILDIK, AĞIRIZ
şehre girdik ve tartıldık ağırız
iki erkek bir kadınız yani biraz
sarmaşık
cebindeki taşların sesine dalıp
üç şarkı boyunca susan söylesin:
haziran kimin hakkı güz neyle
astarlanmış
(sevgilim yağmurun atını
koşturuyor
bulutlar aklı-
mı kırbaçlayan gözlerin
şimdilik önemsiz bölünmeler var)
temmuz büyük yalan ve yararsız
yazımız
adından fazla bir gece düşüncesi
silik gölgeleri zifte karışan fihrist
bir öfkeyi bir ah’dan taşırmadan
teninin kafesinde tutan söylesin:
hangimizin bahçesi şeytan ve
tavus
(sevgilim sen bende hiç yokkendi
üç ağustos geçti omuzlarımdan
ben hepsine durdu baktı ağladı)
ve eylül hiç yaşanmadı bir zaman
ısındı kar topladı sırtımız
gecikmek mümkündür elbet
sulara
dönerken uzun bir gece
uçuşundan
aşkın nektarına konan söylesin:
çiftleşirken döküldü kanatlarımız
(sevgilim / neye yarar
bir eylülü olmayan)
işte şehirden çıkarken
arandığımız
işte çok şey taşıdığımız
üstümüzde senden
keskin bir haziran dolu bir
temmuz
ve bir “kirli ağustos kahverengi
organıylan”
kanıtları bir eylül cinayetinin
ben kendimi susarım kim isterse
söylesin:
üç kişi bir olup unutacağız…
E, Ocak 2004 Sayı:58
ZOR SOKAK
Nurer’e
bir gülün tam ortasından geliyoruz
izini sürerek aşkın beyin kabuğunda
türlü taşlamalara direnen mısraların
bırakma elimi inadına bırakma
muhitinden geçiyoruz ayıplanmanın
zor sokağın namusunu bekleyen
horozları kılıbık üç beş silah en fazla
tehditleri bile aç el ele yürümeye
minareden sarkıtılan kayıp çocuk anonsu
kulaklarımıza ibret küpesi diye
hayat bir kurt masalı yarın aynısı dünün
zor sokak sahnesinde sevda pandomim
gizli hayranlık mı suskun alkışlardaki
ancak çiçekler camdan cama sever dostum
duygular dölleyemez uçan ihtimalleri
bir gülün tam ortasından diğerine varırız
zafer kazanmış damlaların gizlendiği
arkamızda ışıklı çakıllar bırakarak
sevişmeye hazırlarız düş ormanı geceyi
yeraltı suları dehlizler ve sır
yazık ki uykudadır zor sokak sakinleri…
(Zamana Dağılan Nar’dan)
YOKSUL YOKUŞU
yoksulların çocukluk fotoğrafı az olur
hiç olmaz belki de avuntunun bez bebeği
misketler yuvarlanır yokuş aşağı
her şey masallar kadar yakınken gerçeğe
sabahları umuda yoran babalar
akşamları yarı bunak ve kambur
yokuşu sırtlanıp da gelirler eve
çok yokuşlu semtlerde yaşadık hep
derimiz de bahtımız da abanozgillerden
beş taştan biri yuvarlanır dört taşa
kız oyunu der çekilir erkekler
eğilir topaçlar ve gazoz kapakları
ölüler de yoksulluğun payandasıymış gibi
eğik yatar mezarda yokuş aşağı
ama gülümsemiştim bu yokuşa ben bir kez
ancak ilkokula başlarken çektirdiğim
ödünç yakalıklı fotoğrafımda
kuş ayaklı bir sevinçtim yokuş yukarı
bir kamyon freninden koptu yokuş aşağı
altında ben okulda fotoğrafım
avuntunun bez bebeği hiç olmadı sanırım…
(Zamana Dağılan Nar’dan)
YOKSULLUĞUN KENDİSİ YARATICIDIR!*
“Bir an yarılması bu yıldırım yanılması
Yoksulluğun semiz bitleri çoğalırken
Gazla taranmış saçlarımdaki yangın ihtimali çekiyor seni”
diyen şaire elbette yoksulluğu sordum. Şairin her şeyden önce insan olduğunu ve yaşadığı çağın tanığı olması gerektiğini, kendimizi ortaya koymak için neleri göze alabildiğimiz üzerine konuştuk.
Biyoloji okuyor, öğretmen oluyorsun ama ardından “sağlam” mesleği bırakıp “Şair olacağım diyorsun”. Bu cesareti veren ne?
Şiir böyle bir şey. Tatminsiz bir ruh hali olunca hiçbir şey gözünüze görünmüyor. Pek çok insanın “Bir mesleğim oldu” diye sarılabileceği bir şeyi bir saniye bile düşünmeden bıraktırıp, sonu belirsiz bir yolculuğa çıkartabilir tutku.
Şiirinde kullandığın temalar ağırlıklı olarak yoksulluk ve aşk. Neden yoksulluk?
Çünkü yoksul bir mahallede büyüdüm. Kendi adıma çok zorluklar çektim mi? Hayır. Ama öyle şeyler gördüm ve tanık oldum ki insan olmaktan utandım. İnsan denen varlığın bir aklı varsa neden bu adaletsizlik var aklım almadı çocukluktan beri. Geçenlerde bebeğim için bir şey aldım ve saçma sapan bir dergiye bedava abone yaptılar. Bebeğimin altını, reklamı yapılan bez ile bağlarsam Afrika’da bir bebeğin aşılanacağını anlatıyordu. Bu mudur yani? Çok klişe geliyor biliyorum ama savaşa, silaha akıtılan para ile dünyayı on bin kere doyurursun.
Yoksulluğun kendisi çok yaratıcıdır, imgeler yaratan bir şeydir. Şiire çok yakın duran bir şey. Çocukluğumda mahallemizde bir teyze vardı, hemşirelerin çocuklarına bakarak geçimini sağlardı. Bahçesinde sebze yetiştirirdi. Her yağmurdan sonra bu sebzelerin altında salyangozlar çıkardı. Teyze o salyangozları bitkilerin altından toplar, tepsiye yayar ve tuzlardı. Salyangozlar yanarak ve çıtır çıtır sesler çıkararak ölürdü. Bu aklımdan hiç çıkmadı. Salyangoz imgesini defalarca kullandım. Body Word diye bir sergi gelmişti geçtiğimiz aylarda. Oradaki mottolardan biri şöyle; “Az aslında çoktur.” Artık insanın bunu anlaması gerekiyor. Nükleer santral meselesinde de öyle, başka pek çok konuda da öyle, besinler konusunda da öyle.
NÂZIM TÜRK ŞİİRİNİN CERVANTES’İ
Peki şimdi doktora çalışman var, Nâzım Hikmet’in Memleketimden İnsan Manzaraları. Hangi açıdan inceliyorsun bu eseri?
Çok heyecan verici bir iş bu. Sinematografik düzlemde bir okuma yapıyorum. Ece Ayhan’ın; “Memleketimden İnsan Manzaraları bir çevrim senaryosu olarak okunabilir ve bir senaryoya dönüştürülebilir” gibi bir iddiası var. Oğuz Makal’ın da bu konuda Beyazperde ve Sahnede Nâzım Hikmet diye bir kitabı var. O kitapta da işin temel noktalarını zaten ele almış. Ben onun üzerine kendimce çok değerli bulduğum birkaç bir şey inşa ettim ve yeni bir şey çıktı ortaya. Bir sene içinde muhtemelen hem tez hem kitap olarak bitmiş olacak.
Bu çalışma Nâzım Hikmet’e olan bakışında değişiklik yarattı mı?
“Nâzım Hikmet soğuk savaş ürünüdür, modası geçti, Nâzım Hikmet’in bütün estetik ve açılımları tükendi, bugünün dünyasına hiçbir şey veremez” diyen soldan ve sağdan bir sürü insan var biliyorsunuz. Nâzım Hikmet aşılamamış birisi! Memleketimden İnsan Manzaraları’nı biraz anlamı ön planda olan bir metin olarak görmekten vazgeçip, içinde kullanılan tekniğe, türlere bakmaya çalışırsa insanlar, asıl mesele Nâzım Hikmet’le başlıyor ve Nâzım Hikmet’le bitiyor gibi olmuş aslında. Türk şiirinin Cervantes’i gibi bir şey, ben onu fark ettim bu çalışma esnasında. Hep Ece Ayhan’a, Edip Cansever’e, İlhan Berk’e odaklanırız, bütün o biçimdeki kırılmaların peşine düşeriz falan. Tamam, o dil bakımından baktığımızda mesele öyle bir geçerlilik kazanıyor ama tek mesele o değil! Çıkış noktalarının neredeyse tamamını Nâzım Hikmet’te bulabiliyorsunuz.
GENÇLİĞE EDEBİYAT ÖĞRETMENİN İMKANSIZLIĞI
Nasıl yazıyorsun?
Çok çeşitli tarzlarda olabiliyor. İki senedir çalıştığım bir şiir var mesela şimdi. Kimi ise geçmişimden gelen birikimle ortaya çıkıyor. Görülmüş, yaşanmış, belleğime atılmış, demlenmiş. Sadece peşine düşmek yetiyor.
Kendini sadece şair olarak mı tanımlarsın?
Şair ekonomiden ne anlar, şair şiirini yazmaya baksın. Son günlerde Onur Caymaz ile çok tartıştığımız bir mesele. İnsanlar şiiri gereğinden fazla mı önemsiyorlar? Elbette önemli ama şair olmaktan önce insan olmak gibi bir şey var. Orada da bir etkinlik alanının olması gerekiyor. Bu bazılarında çok zayıf. Bugün şiirin hayata katkısı zaten çok zayıflamış durumda. Ve içinde yaşanılası bir dünya var olacaksa insanların neyi göze aldıkları ile olarak var olacak. Yani ben neyi göze alıyorsam onunla ilgili bir şey ortaya koyacağım. Ama çoğumuz pek çok şeyi göze alamıyoruz. Artık arzu ettiğimiz bir yaşam modelini günden güne kaybediyoruz. Bugünlerde günümüz gençliğine edebiyat öğretmenin imkansızlığı üzerine yazmak istiyorum. Onların dünyasındaki göstergeler ve kavramlar çok farklı. Zihnini ruhunu edebiyatla eğitmiş insanların bir göstergeler evreni var, eğitmemiş olanların başka bir göstergeler evreni var. Ve senin bir değer olarak gördüğün şey orada başka bir şeye dönüşüyor. Anlamadığı dili baskılamak ve aşağılamak için argo haline getiriyor. Tıpkı toplumda baskın olan kültürün, azınlık olana yaptığı gibi.
‘BELKi YATIŞIR GÖVDEM BiR PEYGAMBER DOĞURSAM!’
Bir bebeğinin olması bir şairi nasıl etkiler? Duygusal değişimin nasıl oldu?
Doğurmak gerekiyormuş diye düşünüyorum kendi adıma! Çünkü kendi gövdenin olanaklarını tanıyabileceğin son alan doğum. Belki de sondan bir önceki, zira bir de ölümü tanıyacağız. Yaşama çok doğrudan bir katkı doğurmak, ölmekle beraber tabii. Algılarını açıyor, çalışkanlığını arttırıyor, bir takım kişisel mızmızlıklardan temizliyor insanı, ilişkilerini güçlendiriyor, yumuşatıyor, daha fazla sabır sahibi yapıyor. Bebekle birlikte bütün bunlar biraz daha geniş bir alan kazanıyor gerçekten. Sonra tabii daha kalıcı şeyler yapma istediği de doğurdu bende. Artık bir kızım var. Geçenlerde yayımladığım bir şiirde de vardı: “Belki yatışır gövdem bir peygamber doğursam!” Dört büyük peygamber var ve dördü de erkek… Kadın da bütün kötülüklerin kaynağı olarak görülüyor ya… Türkülerden tutun da atasözlerine, mitoloji kadar… Ama ben bir şekilde oğlan doğuramayacak bir gövde olarak tahayyül ederdim kendimi! (gülüyor)
ALAYA VURULMUŞ ŞİİRLER HOŞUMA GİTMİYOR
Sosyal paylaşım sitelerinin yaşamın ayrılmaz bir parçası olduğu bir dönemdeyiz. Bu sitelerde insanların kendilerini ifade ettiği alanlar, mısradan, şiirden ya da özdeyişten geçilmiyor çoğu zaman. Bu sence faydalı mı yoksa sözün altını boşaltan bir durum mu?
Bize göre var herhalde, başkalarına göre bir zararı yok. 10 bin tane İnternet kullanıcısına yazdığınız kısa öyküleri, şiirleri mesaj atın, onlar da okusun. Bugün Türkiye’de hiçbir şairin 10 bin okuyucusu yok. Bu yüzden bitmiş ve bugünün ruhuna hiçbir şekilde ait olmayan bir şeyin peşindeyiz biz. Üstelik bende şöyle bir tutuculuk da var; Teknolojik bir takım sözcüklerin, kavramların şiire yakışmadığını düşünüyorum. Küfrü, argoyu aşırı alaycı, parodik söylemleri de yakıştıramıyorum. İroni hoşuma giden bir şey. Bilgi bazen öyle bir hale gelir ki ironikleşir, acılaşır. Zaman zaman kendimde de ortaya çıktığı zaman mutlu oluyorum ama çok alaya vurmuş şiirler hoşuma gitmiyor.
Bahar Çelik, Evrensel Gazetesi, 13 Nisan 2011
Kutluyorum değerli arkadaşlarımı ve nice başarılar diliyorum. Sevgiler ve selamlar olsun…
BeğenBeğen