Bugünkü yazım, Alsancak semtinin hemen arkasında, eskiden TARİŞ ya da İzmir Büyükşehir Belediyesi‘ne ait olan arsalarda şimdi bir duvar gibi yükselen ya da yakın bir gelecekte Elektrik Fabrikası, Sümerbank Fabrikası ve Şark Sanayi gibi eski fabrikaların arsalarına ya da hemen yanlarına inşa edilen/edilecek lüks gökdelen, rezidans, otel, ofis, iş ve alışveriş merkezleriyle oluşturulan soylulaştırılmış alanlarla buralarda yaşayan/yaşayacak insanlara bir ayrıcalık olarak sunulan büyük boyutlu belediye yatırımlarıyla ilgili olacak…
Uzaktan bakıldığında…
Ülkemizin ilk endüstriyel yapılarından 1856 tarihli Aydın (Alsancak) tren istasyonu ile İzmir-Aydın demiryolu hattının başlangıcını, demiryolları ile ilgili birçok atölye, tamirhane ve depoyu, çok sayıdaki tabakhane binası ve yel değirmeniyle un, iplik, dokuma, elektrik, havagazı, kağıt ve meyanbalı fabrikasını; ayrıca, 1955 yılında inşa edilip konteyner hacmi bakımından ülkemizin yedinci, kargo tonajı bakımından on üçüncü büyük limanı olan Alsancak Limanı‘nı barındıran eskinin Darağaç, şimdinin Umurbey ve Ege mahallelerinde yapılmakta olan onlarca gökdelen ve İzmir Sümerbank Fabrikası arsasına yakın zamanda yapılacak il emniyet müdürlüğü binasıyla bölgenin gelecekteki yoğun trafiğini rahatlatmak amacıyla mevcut cadde ve sokakları genişleten yeni imar planlarının burada yaratacağı soylulaştırılmış mahalleler ile buralara taşınacak TC vatandaşlarıyla yabancıların beraberlerinde getireceği yeni yaşam biçiminin, tüm İzmir‘e, yakın çevresindeki Alsancak ve Tepecik mahalleleriyle Meles vadisine ve buranın meskun halkına; özellikle de, Ege ve Tepecik mahallelerinde yaşayan Romanlarla buradaki birçoğu tescillenmemiş endüstriyel kültür mirasına vereceği zararlarla ilgili olacak…
Yakına gelindiğinde… Böylelikle 1970’li yıllarda Kordon’a çekilen “Çin Seddi“ne ilave olarak, içerideki kaleyi korumak için 2020’li yıllarda ikinci bir sur duvarı yaparcasına…
Gökdelenler diyarı…
Önceleri Darağaç, şimdilerde Umurbey adıyla anılan bu sanayi bölgesi ve hemen yanındaki işçi mahallesi, son yıllarda TARİŞ‘in, şimdilerde de İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin ucuza sattığı arsalarda mantar gibi biten yeni gökdelenlerin yurdu olmaya başladı.
Bu gökdelenlerin arasında benim bilip takip etmeye çalıştıklarım ise;
Yenilenen Alsancak Stadyumu‘nun hemen yanında Teknik Yapı tarafından TARİŞ‘in eski arsasında yapılmakta olan 7 blokta 1.057 adet konut, 35 dükkan, 5 kültür alanı ve 1 oteli kapsayan 24 katlı Evora İzmir Projesi,
hemen yanında yine aynı şekilde TARİŞ‘in arsasında Pekerler & Burakcan İnşaat tarafından yapılmakta olan 7 blokta 1.069 adet konut ve 37 ticari üniteyi kapsayan 24 katlı AllSancak Projesi,
İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nce yapılan ihale sonucunda Teknik Yapı‘ya verilen ve o tarihten bu yana bir türlü bitirilemeyen Ege Mahallesi Kentsel Dönüşüm Projesi kapsamında Teknik Yapı‘nın kendi adına yaptığı 50 katlı (173 m) Divan Residance İzmir Projesi oluşturuyor.
Fotoğrafın sol ön kısmında denize yakın beyaz bloklar “Evora İzmir“, onun hemen arkasındaki gri renkli bloklar ise “AllSancak” projelerine ait…
Bu bölgedeki bu üç büyük proje dışında yapılan, yapılmakta olan ya da yapılacak olan daha birçok gökdelen projesi bulunuyor. Vikipedi kayıtlarına göre (4) İzmir kent merkezindeki 100 metre üstündeki yapımı bitmiş toplam 30, yapımı devam eden 30, yapımı planlanan 10 gökdeleni; yani, toplam 70 gökdeleni dikkate aldığımızda; karşımıza, Umurbey ve Ege mahallelerinin hemen yakınındaki Tepecik, Mersinli, Halkapınar gibi yerlerde yapılmakta olan 58 katlı Mahall Bomonti, 30, 37 ve 38 katlı üç ayrı Folkart Vega binası, 72 katlı İnci Mega ve 47 katlı İnci Smyrna, 524 bağımsız birimi kapsayan 51 ve 28 katlı iki ayrı V Yeni Konak A yapısı gibi projeler çıkar ve bu durum hemen yakınlarındaki Alsancak, Kahramanlar, Basmane ve Pasaport gibi “İzmir’i İzmir yapan” tarihi yerleşimlere ait kentsel siluetlerin ve yapısal özelliklerin temelden bozulup yok olmasına yol açar.
Bu durum, başka bir anlamda, Konak ve İzmir Büyükşehir belediyelerinin yönetimlerine idealist amaçlarla geldiği söylenen belediye başkanlarıyla danışman ve bürokratlarının, sık sık dile getirilen bu heves ve niyetlerinde ne ölçüde samimi olduklarını gösterecek sınav niteliğindeki bir yönetim anlayışını da simgeler…
İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin ileride burada yeni bir gökdelenin da yükseleceğini bilerek 150 milyon liraya sattığı tapunun Umurbey mahallesi, 7869 ada, 1 parsel kaydındaki 5.963 metrekarelik değerli arsası…
Buna bir de İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin 27 Ocak 2025 tarihinde, tapunun Umurbey mahallesi, 7869 ada, 1 parselindeki 5.963 metrekare büyüklüğündeki değerli bir arsasını, bu arsanın da içinde yer aldığı imar planı İzmir 4. İdare Mahkemesi’nin E. 2021/1748, K. 2023/548 sayılı kararı ile iptal edildiği halde 150 milyon lira gibi çok düşük bir bedelle Biroğlu İnşaat ve Zühal Hasip Aydın adi ortaklığına sattığını, İzmir Büyükşehir Belediyesi‘ne bağlı İZSU‘nun, Ege mahallesinde yapacağız demesine karşın, İZSU tarafından hazırlanan haritaya baktığımızda tümüyle Umurbey mahallesinde; yani, Umurbey mahallesinde yapılan ya da yapılacak özel mülkiyete ait gökdelenlerin atık su ve yağmur suyu toplama ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla görüşmeleri iki yıl önce başlayan Dünya Bankası finansmanı ile büyük boyutlu bir yatırıma giriştiğini, buna Umurbey mahallesi içinde kalan 8,3 kilometre uzunluğundaki atık su hattı, 7,4 kilometre uzunluğundaki yağmur suyu hattı ve 3 yağmur suyu terfi merkezinin yapımını da ilave ettiğimizde, 110 milyon Euro’luk; yani, 23 Şubat 2025 tarihinin 38,02 TL’lık kuru üzerinden 4 Milyar 182 Milyon 200 Bin liralıkDünya Bankası kredisinin yüksek katlı binalardan oluşan ve yoğun nüfus sirkülasyonu yaşanacak bu yeni kent merkezine; yani, diğer mahallelerin, özellikle de yağmurlu havalarda rögar kapaklarından fışkıran yağmur ve atık suyu nedeniyle sık sık sular altında kalan Alsancak mahallesinin aleyhine, Umurbey ve Ege mahallelerindeki gökdelenlere akıtıldığı görülmektedir. (5), (6), (7), (8), (9)
Her ne kadar, İZSU yetkililerinden aldığım yeni bir bilgiye göre, Alsancak mahallesinin kıyı kesimindeki su taşkınlarını önlemek için ayrıca bir proje hazırlandığını ve ihalesinin de önümüzdeki aylarda yapılacağını öğrenmiş olsam da; önceliğin neden asıl su ve deniz baskınlarının yaşandığı Alsancak mahallesinin deniz kıyısı ile sular altında kalan bölümleri yerine gökdelenlerin inşa edildiği bu bölgeye verildiğini anlamış değilim.
Sonuç olarak;
2000’li yıllardan bu yana İzmir‘in yeni iş merkezi (MİA) adıyla Bayraklı, Turan, Halkapınar, Mersinli, Ege ve Umurbey mahallelerinde arka arkaya yapılan çok katlı gökdelenler, adeta İzmir‘in tarihi kent merkezini kuşatan ikinci bir sur duvarı gibi kentin arka cephesini kapatıyor ve yakın çevresindeki Tepecik, Basmane, Pasaport, Çankaya ve Alsancak semtlerindeki kültürle mirasla onun fiziki çevresini ve yaşam biçimini zorlayıp kimliğini değiştiriyor.
Çoğu İzmirlinin siyasi bir körlükle “ama bütün bunlara iktidar; yani AKP izin veriyor” diyerek kendisinin ve partisini bu olumsuz gelişmenin dışında tutma gayretine rağmen bu gökdelenlere çoğu kez İzmir Büyükşehir ve Konak belediyeleri izin veriyor, milyonlarca lira tutarındaki inşaat ve yapı kullanım harçlarını büyük bir memnuniyetle bu iki belediye tahsil ediyor; hatta her iki belediye başkanı neredeyse İzmir‘deki tüm gökdelenlerin uygulama projesini çizen BASİFED‘in yeni başkanı ile kol kola girip fotoğraflar çektiriyor, aynı masanın çevresinde konuşmalar yapıyor, İzmir İktisat Kongresi‘nin 103. yılı nedeniyle yapılan ve sponsorluğunu BASİFED‘in üstlendiği 4. İzmir Kadın ve İktisat Kongresi‘nde, projesi BASİFED başkanının firmasınca çizilen Rönesans Holding (Rönesans Eğitim Vakfı)’e ait Neva Yalı‘nın reklamının yapılmasını görmezlikten geliyor.
AKP iktidarı da 2020 depremi sonrasında yıkılan İzmir il emniyet müdürlüğünü tarihi İzmir Sümerbank Fabrikası bahçesinde yapmaya karar vererek ya da buradaki İzmir Elektrik Fabrikası ve Şark Sanayi gibi tarihi yapıları özelleştirmeye açarak onların yeni gökdelenlerin arsası olması için çabalıyor…
Yerli ya da yabancı fark etmez… İZSU onların daha rahat, daha konforlu ve daha manzaralı def-i haceti için elinden geleni yapıyor…
İzmir Büyükşehir Belediyesi bu arada gökdelenci inşaat firmalarına yeni alanlar açmak için kendisine ait büyük bir arsayı 150 milyon lira gibi düşük bir bedelle satarak adeta ateşe körükle gidiyor… Aynen bir zamanlar, Mavişehir‘deki Karşıyaka Belediyesi‘ne ait arsa payının o tarihlerde Karşıyaka Belediye Başkanı olan Cemil Tugay tarafından oldukça düşük bir fiyatla Mehmet Cengiz‘e satılmasında olduğu gibi…
Ardından da İzmir Büyükşehir Belediyesi‘ne bağlı İZSU Genel Müdürlüğü‘nün iki yıl önce başlamış görüşmelerin sonucu olarak Dünya Bankası‘ndan aldığı 110 milyon Euro (4 Milyar 182 Milyon 200 Bin liralık)’luk kredi, bu gökdelenlerin yağmur suyu ve atık su sistemlerini yapmak için tahsis edilip bunun tanıtımını yapmak için büyük toplantılar düzenliyor, bu şekilde edinilen kredilerin öncelikle bu bölgedeki gökdelenler için harcamanın adımlarını atmaya başlıyor…
Bizler ise yanlış önceliklere dayanan bütün bu adaletsizlik ve hukuksuzluklar olurken; adeta “cambaza bak!” stratejisiyle CHP‘nin cumhurbaşkanı adayı kim olacak, gidip onunla fotoğraf çektirelim, daha önce çektirdiğimiz fotoğrafları sosyal medyada paylaşalım ya da adayların üniversite diploması var mı gibi sudan konularla uğraşıp duruyoruz?
13 Temmuz 2005 tarih, 25874 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan 5393 sayılı Belediye Kanunu‘nun belediye meclislerinin görev ve yetkilerini düzenleyen 18. maddesinin (n) fıkrası hükmüne göre; beldeyi tanıtıcı amblem, flama ve benzerlerini kabul etmek belediye meclislerinin temel görevidir. Ayrıca yine aynı kanunun 81. maddesine göre “cadde, sokak, meydan, park, tesis ve benzerlerine ad verilmesi ve beldeyi tanıtıcı amblem, flama ve benzerlerinin tespitine ilişkin kararlarda; belediye meclisinin üye tam sayısının salt çoğunluğu, bunların değiştirilmesine ilişkin kararlarda ise meclis üye tam sayısının üçte iki çoğunluğunun kararı aranır. Bu kararlar mülki idare amirinin onayı ile yürürlüğe girer.“
Kanunun “beldeyi tanıtıcı amblem, flama ve benzerleri” şeklinde tanımladığı hususlar ise günümüzde “kurumsal kimliğin temel bileşenleri” “kurum adı“, “kurum dili“, “vizyon“, “misyon“, “temel ilke ve değerler“, “logo, sembol ve markalar“, “renk skalası“, “tipografi“, “slogan“, “web tasarımı“, “sosyal medya paketi“, “antetli kağıt ve kartvizit gibi baskılı malzemeler” ve “ilan ve kaşeler” şeklinde sıralanmakta ve çoğu kez belediye İnternet sayfalarının “Kurumsal kimlik” başlığını taşıyan bölümlerinde yer almaktadır. Tabii ki kurumsal iletişimin ve dijital teknolojilerin her geçen gün geliştiği günümüz koşullarında bu elemanların sayıca artıp çeşitlenmesi önceden bilinip beklenen bir konudur.
Belediyelerin kurumsal kimliğini oluşturan bileşenlerin değiştirilmesinde de, yine aynı kanunun aynı maddesine göre değişikliğin gerçek ve ikna edici gerekçelerini bildiren bir önergenin belediye meclisine sunulup tartışmaya açılması suretiyle değişiklik için makul bir yolun açılması gerekir. Belediye meclisi şayet böylesi bir değişikliği, belediyenin ihtiyaçları açısından gerekli görmüyorsa o değişiklik yapılmaz.
Belediye meclisi bu kararı verirken değişikliğin ne şekilde yapılacağını; örneğin, bu işi bir yarışma ya da ihale açılması suretiyle mi yapılacağı konusunda yol gösterebilir; hatta, bir zamanlar İstanbul Büyükşehir Belediyesi otobüslerinin hangi renge boyanacağı konusunda halkın şehrin belirli yerlerine konulan sandıklara oy atılması suretiyle verilecek karara halkı da ortak yapabilir.
Ancak belediyelerin “karar organı” belediye meclisine gitmeden ya da belediye meclisi kararına gerek duymaksızın “icraat organı” olan belediye başkanının kendi inisiyatifiyle logoyu değiştirilip bir “emr-i vaki” olarak belediye meclisinin önüne getirmesi durumunda, bu hukuksuz girişimin reddedilerek “icraat organı” tarafından yapılan değişikliğe izin verilmemesi; ayrıca, ödemeyi yapma cesaretini gösterenleri de tazmin yükümlülüğü ile baş başa bırakılması gerekir. Aksi takdirde, demokrasinin temeli olarak kabul ettiğimiz “Kuvvetler ayrılığı ilkesi“ne aykırı bu suça iştirak eden meclis üyelerinin savcı ve yargıçların “ananın adı, babanın adı ne?” şeklindeki sorularına hazırlanması gerekir.
“Grup kararı” silahı ile belediye meclisinin yetkisini gasp etmek!
Belediyelerin kurumsal kimliğini oluşturan logo ya da benzeri malzemelerin değiştirilmesi ile ilgili hukuki prosedür, bu şekilde olmakla birlikte; Konak Belediye Meclisi‘nin 2 Ocak 2025 tarihli toplantısına, İstanbul milletvekili ve CHP genel başkan yardımcısı Suat Özçağdaş‘ın isteği ile İstanbul Şişli Belediyesi‘nden getirilerek başkan yardımcısı yapılan Simge İldeniz‘e bağlı Basın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü‘ne ait “belediyemiz logosunun yeni kurumsal kimlik çalışması kapsamında revize edilmesi” önerge kapsamında; tasarım ve çizimi meclis toplantısından önce yapılan yeni logo ile buna ilişkin 602.000.- TL. + 108.360.- TL % 18 KDV = 710.360.-TL tutarındaki fatura tutarı, CHP meclis grubunun önceden aldığı meclis üyesinin iradesini tutsak alan “grup kararı” uyarınca 37 meclis üyesinden 26 CHP‘li üyenin “evet“, 11 AKP‘li ve MHP‘li üyenin de “hayır” demesi üzerine, 05/2025 sayılı karar uyarınca ödenerek Konak Belediyesi‘nin logosu değiştirilmiştir. Belediye yetkililerinden aldığım bilgiye göre, bu karara CHP‘li üyelerden dördü, meclis üyesinin iradesini teslim alan grup kararına karşı çıkamadıkları için (Cem Eren, Cemal Küpeli, Emrah Kazımoğlu, Şerafettin Bahtiyar) kararın altına muhalefet şerhlerini koymuştur.
Hukuksuzluğu kabul ettirmek için harcanan son kurşunlar….
Bu kararla ilgili meclis tutanaklarını incelediğimizde ise; belediye başkanı Nilüfer Çınarlı Mutlu, CHP‘li meclis üyesi ve meclis başkan vekili Kazım Umdular ile AKP‘li meclis üyeleri Emrah Erol ve Hakan Yıldız arasındaki diyaloglarda, bu logoya, “perspektifi hatalıydı“, “saat kulesi tanınamıyordu“, “çok deforme olmuştu“, “büyük boyutlu kullanımlarda resim gibi gözüküyordu“, “simetri hataları vardı“, “grafik açıdan düzgünce çizilmemişti“, “çizgileri bozulmuştu” ve “yıpranmıştı” gibi bin bir dereden su getirircesine eften püften gerekçelerle nasıl bir reklam tabelası muamelesi yapıldığını, logoyu “revize etmek” ve “değiştirmek” arasındaki eş-anlamın nasıl göz ardı edildiğini, sırf bu önergeyi kabul ettirmek amacıyla meclis üyelerinin iradesini teslim alan grup kararı aldırmanın yanında Türkçe’nin nasıl katledildiğini görmemiz mümkündür.
“Kusur kadı kızında bile olur” mantığı ve bozuk bir Türkçe ile dile getirilen logo savunusundan anlaşılacağı üzere, mevcut logonun deneyimli, yetenekli ve yaratıcı bir sanatçı tarafından uygun tasarım programlarıyla düzgün bir şekilde çizilmesi sonucunda şikayet edilen tüm konuların kolaylıkla ortadan kaldırılabileceği bilinmesine rağmen; adeta, yeni logoyu savunan herkesin tasarımcı ya da grafikermiş gibi fikir yürüttüğü, başka bir amaçla bir yerlere ödenmesi gereken; ama yasal çerçevede ödenmesi mümkün olmayan bir borcun bir an önce ödenip hesabın kapatılması için nasıl büyük bir gayretle “hadi karar alıp, geçelim” telaşı içinde davrandıkları görülmektedir.
Hele ki bu logonun algısıyla “okunabilirliği” ve “görünürlüğü” gibi konularda seçim öncesi ve sonrasında yaptırıldığı söylenen araştırma raporlarından söz edilmiş olmasına karşın bu raporların önerge ekinde belediye meclisine getirilmediği o anda, bu hukuksuzluğun savunusu için son kurşunun atıldığını hissetmem hiç de zor olmadı… Çünkü hiç birimizin tanık olmadığı Konak‘taki değişimin belediye logosunun kabulü ile başladığı ya da başlayacağı söyleniyordu… Adeta o logo kabul edilecek ve hemen ardından Konak‘taki değişim başlayacaktı… İster inanın, ister inanmayın; bize böyle bir hikaye anlatılıyordu…
Üstüne üstlük üyesi oldukları partinin geçmişi, kurumları ve gelenekleri hakkında pek bilgili olmadıkları CHP‘nin tarihinde, bu tür eften püften gerekçelerle değiştirilmek; pardon, kelime oyunuyla “revize edilmek” (!!!) olarak takdim edilen bir belediye logosunun nasıl değiştirileceğine ilişkin örnek alınması gereken bir mahkeme kararı olduğu halde…
Eften püften gerekçelerle logoyu değiştirmek…
Hatırlanacağı üzere, CHP Trabzon milletvekili avukat Rahmi Kumaş, Ankara Büyükşehir Belediyesi‘nin AKP‘li başkanı Melih Gökçek‘in hiçbir geçerli ve inandırıcı gerekçe göstermeden, Ankara‘nın sembolü olan Hitit Güneşi yerine zemininde Kocatepe Camii siluetinin bulunduğu bir logoyu Ankara Büyükşehir Belediye Meclisi‘nin 29 Haziran 1995 tarih, 486 sayılı ve 14 Ocak 2005 tarih, 229 sayılı kararları ile iki ayrı kez kabul ettirmesi üzerine 1995 ile 2008 yılları arasında sürdürdüğü 14 yıllık bir hukuk mücadelesinin sonucunda Ankara 3. İdare Mahkemesi’nden aldığı 12.12.2007 tarih, E. 2005 tarih, 202, K. 2007/2704 sayılı kararla söz konusu belediye meclisi kararını iptal ettirmiş, Danıştay Sekizinci Dairesi’nin 02.07.2008 tarih, E. 2008/5569 sayılı kararı ile de Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin idare mahkemesi kararının yürütmesinin durdurulmasına dair isteminin reddini sağlamıştı.
1995-2008 döneminde uzun bir süre Ankara‘nın ve ülkemizin gündeminde kalan bu davadan da anlaşılacağı üzere; kentlerin sembolü olarak kabul edilen logoların kentin kendine özgü kimliği ile onu tanıtıcı nitelikte olması gerektiğinden, mevcut logoların “eskidi“, “yıprandı“, “kötü çizilmiş” gibi eften püften gerekçelerle değiştirilmesi hukuka uygun bulunmamış; böylelikle hem Melih Gökçek‘in, hem de Melih Gökçek‘e benzeyen diğer belediye başkanlarının aklına estiğinde kentlere ait amblemlerin, logoların değiştirilemeyeceğini ortaya koymuştur.
Sonrasında değişiklik için uygun ortamı yakalayan Melih Gökçek, 2011 yılında kentin amblemini değiştirmiş, Ankara’nın, “Hitit Güneş Kursu” şeklindeki amblemi yerine, cami minaresi ve üç yıldızdan oluşan amblemi üçüncü kez getirmiş ve Ankara kedisi de logo olarak belirlenmişti. Ankaralıların beğenmediği kedili logo için davalar açılmış, Danıştay da 3 bıyıklı “Gülen Ankara Kedisi” logosunu iptal etmişti. Danıştay tarafından Eylül 2011’de verilen iptal kararı üzerine, amblem tasarımındaki kediye bıyık eklenerek belediye meclisinden geçirilmişti.
2024 seçimleri sonrasında bu amblemin değişmesi için sosyal medyadan yükselen yoğun talepler üzerine Ankara Büyükşehir Belediyesi aşağıdaki açıklamayı yaparak amblem/logo değişimini belediye meclisinde 2/3 çoğunluğu sağlayacağı bir tarihe ertelemişti:
“Ankara Büyükşehir Belediyesi’ne 31 Mart 2024 Yerel Seçimlerinin ardından resmi amblemin değişmesi konusunda gerek sosyal medyadan gerekse Başkent 153 Çağrı Merkezinden yoğun başvuru gelmektedir. Konu hakkında; belediye Meclisince tanıtıcı amblem belirlenmesinde salt çoğunluk, mevcut amblemin değiştirilmesi konusunda ise üçte iki (nitelikli) çoğunluk aranmaktadır.
ABB Meclisinde CHP Grubu üçte iki çoğunluğu sağlayamamakta ve tek başına amblem değiştirme kararı alamamaktadır.
Bu nedenle yönetimimiz, ABB Meclisindeki siyasi parti gruplarına yeni bir amblem belirlenmesi konusunda kararın bir yarışma ile Ankara halkına bırakılması teklifinde bulunacaktır.”
Konak’taki değişim için logoyu değiştirmenin dayanılmaz hafifliği…
Konak Belediyesi uzunca bir süredir mali sıkıntılar içinde bocalayıp duruyor. Çare olarak da, sanki böyle bir sıkıntısı yokmuş, elindeki taşınmazları haraç mezat satmıyormuş gibi davranmayı tercih ediyor. O nedenle de, halkın sorun olarak tanımladığı belediye hizmetlerinin çevresinden dolanıp kolayına gelen ve çoğu gösteri olarak nitelenebilecek işler yapıyor. İşte o nedenle, hem başkanını hem de belediyeyi tanıtmak; adeta reklamını yapmak amacıyla gerilla yöntemi denilen anlayışla yoğun bir dijital kampanya yürütüyor… Adeta kendisini izleyenleri sersemletip yorarcasına kendisinden bahsettirmek istiyor… Genellikle seçim dönemlerinde görmeye alışıp seçim sonrasında normal seyrine indiğini gördüğümüz bu yoğun bombardıman, hiç bitmeyecekmiş gibi bir tempoyla herkesi bıktırırcasına her gün, her saat devam ediyor ve bunu sağlamak amacıyla belediye içinde özel servisler oluşturulup bol miktarda eleman çalıştırılıyor… Diğer yandan da kendilerini destekleyen yerel gazetelere her ay büyük miktarlarda ödemeler yapılıp belediye aleyhine laf söyleyenler hemen kara listeye alınıyor… Kısacası, Konak Belediyesi uzunca bir süredir bizim belediye ve başkanı ile ilgili algımızı yöneterek istediği noktaya getirmek için çalışıyor, çabalıyor, uğraşıyor…
Ama diğer yandan da hem Abdül Batur döneminden gelen büyük borçlar, hem de AKP iktidarının silkeleyip sıkıştırması nedeniyle belediyenin içinde bulunduğu mali sıkıntılar büyüyor, yoğunlaşıyor, memur, işçi ve emekçilere maaş ve ücretleri zamanında ödenemiyor, belediyeye ait değerli taşınmazlar belediye şirketi Merbel‘in borçları karşılığında Hazine ya da SGK‘ya satılmaya ya da İller Bankası‘ndan kredi adı altında borç para alınmaya çalışılıyor.
Ayrıca Konak Belediyesi‘nin üyesi olduğu saygın uluslararası kuruluşlardan; örneğin,
I. Avrupa Birliği tarafından desteklenen ve 191 üyesi arasında Türkiye‘den Antalya, Kadıköy ve Şişli gibi belediyelerin de üye olduğu Avrupa Irkçılığa Karşı Şehirler Koalisyonu (ECCAR, European Cooalition of Against Racism)’ndan yıllık 2.000 Avroluk,
II. 170 ülkeden 383 üyeye sahip Uluslararası Herkes İçin Spor Federasyonu (TAFISA, The Association For International Sport For All)’ndan yıllık 400 Avroluk,
III. UNESCO ile ortaklığı çerçevesinde 63 tam, 21 yedek, 18 ilgili ve 3 ortak üyesi bulunan Uluslararası Folklor Festivalleri ve Halk Sanatları Organizasyonu (CIOFF, International Council of Organizations of Folklore Festivals and Folk Arts)’dan yıllık 450 Avroluk,
IV. 63 ülkede 115’i kurumsal olmak üzere 260 üyesi bulunan Uluslararası Spor ve Kültür Dernekleri (ISCA, International Sport and Culture Association)’den yıllık 500 Avroluk;
Toplam olarak 3.350 Avroluk aidatları ödememek; yani, tasarruf yapmak gerekçesiyle Konak Belediye Meclisi‘nin 1 Ekim 2024 tarih, 193 ve 194 sayılı kararlarıyla çıkılırken, hiçbir önem ve önceliği olmayan belediye logosunun revizesi için, 14 Şubat 2025 tarihindeki kur üzerinden Kayseri‘de faaliyette olan bir firmaya 18.738 Avro tutarında ödeme yapılabiliyor.
Belediye meclisi üyelerini kontrol edip, “sadık üye” olmalarını sağlamak için…
Buna ilave olarak 4-8 Kasım 2024 tarihleri arasında görevli olarak İspanya‘nın Barcelona kentine gönderilen 1 başkan yardımcısı, 2 meclis üyesi, 2 müdür ve 2 personel olmak üzere toplam 7 kişinin, 2-13 Aralık 2024 tarihleri arasında görevli olarak Hollanda‘nın Lahey kentine gönderilen 1 müdürün, 15-17 Aralık 2024 tarihleri arasında Makedonya‘ya gönderilen 4 meclis üyesinin ve 8-14 Şubat 2025 tarihleri arasında Almanya‘nın Bremen kentine gönderilen 4 meclis üyesinin pasaport masrafları, vergi ve harçları, ulaşım, konaklama, yeme-içme gibi harcamalardan oluşan milyonlarca liralık tüm masrafı, aynı tasarruf genelgesine rağmen belediye bütçesinden ödeniyor.
Sonuç olarak;
Konak Belediyesi‘nin, “logo revizesi” denilen bir işi, belediyenin diğer iş ve işlemleri arasındaki önem ve önceliğini ortaya koymadan fiili olarak gerçekleştirip grup kararına uyma zorunluluğu ile belediye meclisine getirerek “makbul” meclis üyeleriyle karar alması, 5393 sayılı Belediye Kanunu’nun 18/n ve 81. maddelerine göre konusu suç olan kanuna aykırı bir idari işlemdir.
Konak Belediyesi‘nin, “logo revizesi” diyerek küçümsediği büyük bütçeli bir işi, daha küçük boyutlu harcamaları tasarruf gerekçesiyle kısıtlarken ortaya getirip kabulünü sağlaması, geçtiğimiz seçimlerin finansmanına dair şüpheleri gündeme getiren ve bu nedenle de ahlaki açıdan sorunlu bir davranıştır.
Konak Belediyesi‘nin, “logo” revizesi” dediği bir işi, belediyenin karar organı olan meclise getirip tartışmadan icra organı olan belediye başkanı eliyle fiili olarak hayata geçirmesi, yasama, yürütme ve yargı arasındaki kuvvetler ayrılığı ilkesine, bu nedenle de yerel demokrasiye aykırı bir davranıştır.
Bu konuda son bir söz olarak;
31 Mart 2024 tarihli yerel seçimler sonrasında Konak Belediyesi ile sunduğu hizmetleri, belediye başkanının parlatılmış kişisel imajı üzerinden reklam boyutunda tanıtan bir belediyede keşke her şey, özellikle de Konak ilçesiyle belediyesini değiştirmek iddiası logoyu değiştirmek kadar kolay olsaydı demek isterim…
Yararlanılan Kaynaklar
Çakmak, N. M., (2013) “Belediye Logoları Hakkında Bazı Düşünceler“, Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C. XVII, Y. 2013, Sa. 1-2, s.1315-1326
Uğurdil, M. (2014)Kamu Kurumlarında Görsel Kimlik Yenileme Süreci ve Gereksinimleri – Beyoğlu Belediyesi, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul-2014.
Geçtiğimiz haftalarda, hiç de ummadığım bir yoğunluk içinde, usta gazeteci Serdar Öztürk‘ün 30, 31 Ocak ve 3 Şubat 2025 tarihli üç ayrı yazısı (1) ile başlayıp gazeteci Hasan Tahsin Kocabaş ve Dr. Siren Bora‘nın paylaşımları, araştırmacı yazar Yaşar Ürük‘ün Yenigün Gazetesi‘nde yayınlanan 4 Şubat 2025 tarihli yazısı (2), İzmir Büyükşehir Belediyesi Kent Tarihi ve Tanıtımı Dairesi eski başkanı yüksek mimar Mihriban Yanık (3) ile diğer uzmanların gazete ve sosyal medya platformlarında yazdığı yazılar ve yaptıkları programlar sayesinde 100. Yıl Kurtuluş Savaşı Anı Evi‘ndeki elektronik ve dijital sergileme sisteminin sökülüp depolara kaldırılması ve buradaki tarihi eşyaların bağışta bulunanlara geri verilmesi; yani, bu kentte, 1922’den bu yana oluşturulan tek ve özgün Kurtuluş Savaşı Anı Evi‘nin, Konak ve İzmir Büyükşehir belediyelerinin yeni yönetimleri tarafından, şeytana pabucunu ters giydirecek bir kurnazlıkla yok edilme girişimini ele alıp tartıştık ve kamuoyunun bu anı evine sahip çıkışını büyük bir keyif ve mutlulukla izledik…
İzmir’de, biri büyükşehir, diğeri de ilçe belediyesi olmak üzere CHP’li iki belediye başkanının 2022 yılında kurulan 100. Yıl Kurtuluş Savaşı Anı Evi’ni, kişisel nedenlerle ve üzerinde iyi çalışılmış yöntemlerle kapatmış olması, tarihe geçmesi gereken bir olaydır…
Her ne kadar henüz olumlu bir sonuca ulaşamasak da, 2022 yılında önce Konak Belediyesi‘ne ait iken deprem nedeniyle hasar görüp yıkılmak zorunda kalınan Konak Belediyesi eski hizmet binasını yeniden yapma vaadi karşılığında, diğer değerli gayrimenkullerle birlikte İzmir Büyükşehir Belediyesi‘ne devredilen, arkasından verilen sözün yerine getirilmemesi nedeniyle Konak Belediye Meclisi‘nin yeni seçilen belediye meclisi üyelerinin itiraz ve homurtuları eşliğinde geri alınmaya çalışılıp; bunun için değişik formüllerin arandığı, en sonunda da tarafların “büyükşehir belediye başkanı bize zorla verdi” ya da “belediye başkanı anı evine gelip dolaştı ve beğendi” söylemleri eşliğinde, 25 yıl süreyle bedelsiz bir şekilde, adeta hülle yaparcasına Konak Belediyesi‘ne kiralanan tarihi yapıyı, tapunun 119 ada, 4 parselinde kayıtlı olup, İzmir ili, Konak ilçesi Tan (eski Natırzade) mahallesi, 838 sokak No.23 adresindeki Yemişçizade Konağı ile bu konakla bütünleşen 100. Yıl Kurtuluş Savaşı Anı EviSergisi‘nin hangi düşünce ve kurguyla düzenlendiğini, ardından da 2023-2025 döneminde yaşadığı ilgisizlik ve ihmali, bu ilgisizlik ve ihmalin doğal bir sonucu olarak 2025 yılı başında darma duman edilmesini ve bunun sonrasında ortaya çıkabilecek gelişmeleri ele alıp tartıştık..
Halka kapalı Basmane Nebahat Tabak Semt Merkezi, kapısı kilitli Kemer Gençlik Destek Merkezi ve Genelev girişinde mimarlık müzesi yapılacağı söylenen tarihi TCDD deposu…
Kapısını vurup zilini çalmamıza rağmen kimselerin gelip “hoşgeldin” demediği Sütveren Ana Evi, son anda “Mutlu Kahve” olmaktan kurtulan Milli Kütüphane Karataş Şubesi’nin birinci katı…
Adile Naşit Parkı’ndaki kendi halinde bir çocuk kütüphanesiyken genel başkan yardımcısından “aferin!” almak uğruna bir gecede Serotonin salgılayan bir mekâna dönüşen tarihi yapı… Fotoğraf: Erol Şaşmaz
Belediyeler ellerindeki kamu mallarını doğru, yerinde ve etkin bir şekilde yönetmek zorundadır…
Tartışmasına tartıştık; ama, bir yandan da mülkiyeti Konak Belediyesi‘ne ait Basmane, Patlıcanlı Yokuşu‘ndaki Roma Su Kanalı‘nın bulunduğu binayı, Nebahat Tabak Semt Merkezi‘ni ve Tepecik‘de şimdilerde Konak Belediyesi Gençlik Destek Merkezi tabelasının asılı olduğu tarihi Kemer İstasyonu ile hemen yakınındaki genelevin girişinde yer alan ve eski belediye başkanı Abdül Batur döneminden bu yana mimarlık müzesi yapılacağı söylenen TCDD Deposu (322 pafta, 2123 da, 1parsel) gibi tarihi mekânları kullanmayıp kilit altına alması ya da yüksek mermer ve ahşap merdivenleri nedeniyle koşup oynayan küçük çocukların sağlığı ve güvenliği açısından tehlikeli olan; hatta, yaşanacak ilk ciddi kazada tartışmaya açılabilecek Kemeraltı, 442 (Arap Fırını) sokaktaki eski Ayla Ökmen Kadın Danışma Merkezi‘nin kapatılarak yerine hiçbir restorasyon ya da düzenlemeye gerek duyulmaksızın “Mutlu Çocuklar Oyun Evi” adıyla açılması ya da İzmirMilli KütüphaneKarataşŞubesi giriş katının, “Mutluluk Kahvesi” olarak kullanılmak niyetiyle boşalttırıp, söz konusu kahvenin Adile Naşit Parkı‘nda restore edilerek çocuk kütüphanesine dönüştürülen Aya Pareskevi Kilisesi papaza evinde açılması üzerine yeniden kütüphaneye dönüştürülüyor olması veya Alsancak, Yüzbaşı Şerafettin Bey sokağındayken Türkan Saylan Kültür Merkezi‘nin bir katına taşınıp hem işlevinden hem de ziyaretçisinden uzaklaşan İzmir Neş’e ve Karikatür Müzesi isminden “neş’e” sözcüğünün kaldırılması suretiyle (muhtemelen yakın bir zamanda oraya da bir “mutlu” sıfatı eklenecektir.) İzmir Karikatür Müzesi‘ne dönüştürülmesi örneğinde olduğu gibi, tarihi yapıları hangi amaçlarla nasıl kullanacağı konusunda züccaciye dükkanındaki fil gibi hesapsız kitapsız, isabetsiz kararlar aldığını; hatta, “Mutluluk Kahvesi” ya da “Mutlu Çocuklar Oyun Evi” gibi adlandırmalarda gördüğümüz gibi, açıkken başka bir fonksiyon verilip yeniden açılan her yere, belediye başkanının soyadındaki “mutlu” sıfatını koyma saplantısıyla malûl Konak Belediye başkanınınne yapmak istediğini,
Diğer yandan, Tunç Soyer döneminde Konak Belediyesi‘nden alınan Yemişçizade Konağı‘nda büyük harcamalar yaparak 100. Yıl Kurtuluş Savaşı Anı Evi‘ni açan İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin 2025 yılının Ocak ayında buradaki tarihi malzemeleri bağışçılarına geri vermesinin ya da anı evindeki daimi serginin özgünlüğünü oluşturan elektronik ve dijital sergileme sistemlerini cahil cesaretiyle depolara kaldırmasının nedenini başlangıçta pek de anlayamadık.
Çarpıtılmış, yalan haber, bilgilendirme…
Belediyeler kamuoyunu yanıltmak yerine doğru bilgilerle aydınlatmalıdır…
Gazeteci dostum Serdar Öztürk‘ün 30 Ocak 2025 tarihinde yazdığı “Atatürk ve İzmir mi yoksa “kreş” mi? Tercih CHP’li başkanların” başlıklı ilk yazısı üzerine, Konak Belediyesi‘nin aynı gün yaptığı açıklama ve bu açıklamaya eklenen gerçeğin kıyısından geçen fotoğraflarla İzmir Büyükşehir Belediyesi Kent Arşivi ve Müzeler Şube Müdürlüğü‘nün 31 Ocak 2025 tarihinde gazeteci Serdar Öztürk‘e gönderdiği özel açıklamaya; ayrıca, İzmir Büyükşehir Belediye Meclisi‘nin bu yapının Konak Belediyesi‘ne kiralanmasına dair 9 Eylül 2024 tarih, 838 sayılı kararına baktığımızda;
100. Yıl Kurtuluş Savaşı Anı Evi’ndeki sergi düzeninin bozulması suretiyle APİKAM binasındaki “Yanık Yurt Sergisi”ne yerleştirilen kiosk… Anı Evi sergisini eleştirenlerin muhtaç oldukları parça… Fotoğraf: İzmir Büyükşehir Belediyesi
Konak Belediyesi 30 Ocak 2025 tarihli bildirisinin ikinci paragrafında, “Ocak ayı içerisinde devir teslimi tarafımıza gerçekleşen ve tarihe tanıklık eden bu değerli yapı, aslına uygun olarak kullanılmaya devam edecek ve fonksiyonunda hiçbir değişiklik yapılmayacaktır” denmektedir.
Böylelikle, 1/100 ölçekli Kemeraltı Koruma Amaçlı Revizyon İmar Planı ile 1/500 ölçekli Yerleşim Planına göre “sergi salonu“, “müze“, “sinema“, “tiyatro“, “kütüphane“, “kreş“, “anaokulu“, “kurs“, “yurt“, “çocuk yuvası“, “yetiştirme yurdu“, “bakım evi“, “sığınma evi” ve “rehabilitasyon merkezi” gibi birbirinden farklı sosyal-kültürel tesislerin yapılabileceği parseldeki tarihi yapı, Kurtuluş Savaşı‘nı anımsatan daimi bir sergi ile onurlandırılırken ve bu yapının halihazır fonksiyonunda hiçbir değişikliğe gidilmeyeceği özel bir şekilde belirtirken; açıklamanın bunu izleyen üçüncü paragrafında bu tarihi yapıdaki geçici sergi sürecinin bittiği, Kurtuluş Savaşı döneminden günümüze kalan şartlı bağış kapsamındaki bazı belge ve objelerin binanın kendilerine tahsis edilmesinden sonra bağışçılar tarafından geri alındığı belirtmektedir.
Oysa Yemişçizade Konağı‘ndaki serginin hem hazırlık sürecinde, hem de sonrasında hiçbir belediye başkanı ya da kamu görevlisi bu serginin geçici olduğunu, süresi geldiğinde kaldırılacağını ifade etmemiş; aksine, serginin her yıl güncellenerek zenginleştirileceğini dile getirmiştir. Nitekim İzmir Büyükşehir Belediyesi Kent Tarihi ve Tanıtımı Dairesi eski başkanı Mihriban Yanık‘ın kendi Facebook hesabında dile getirdiği açıklamalar da bunu doğrulamaktadır. (3)
Ayrıca bu yapının sergi salonu olma fonksiyonunda hiçbir değişiklik yapılmayacağı belirtilirken bazı bağışçıların verdikleri malzemeleri geri almasının gerçek nedeni, serginin süresinin bitmiş olması değil; İzmir Büyükşehir Belediyesi Kent Arşivi ve Müzesi Şube Müdürlüğü yetkililerinin kendilerini arayarak binanın Konak Belediyesi‘ne kiralanması nedeniyle, İzmir Büyükşehir Belediyesi‘ne ait serginin kaldırılacağını bildirmiş olmasıdır. Nitekim, malzemelerini bu şekilde geri alan bazı bağışçıların tarafıma iletilen ifadeleriyle bağışlarını geri almak istemeyenlere ait malzemelerin halen sergide teşhir ediliyor olması da bu tespitimi doğrulamaktadır.
Konak Belediyesi‘nin yaptığı açıklamada böylesine gerçek olmayan bir iddiada bulunulması ise, bu binadaki sergiyi aslında pek de sahiplenmediklerini, bu sergiyi geliştirip zenginleştirme fikrinde olmadıklarını, ellerinden gelse bu sergiyi kaldırarak binayı istediği şekilde kullanma niyetinde olduklarını göstermektedir.
Nitekim, benim 7 Ekim 2024 tarihinde Konak Belediyesi‘ne sorduğum soruya, 30 Ocak 2025 tarihine kadar geçen süre içinde net bir şekilde cevap vermeyişleri de, bu binayı ne şekilde kullanacakları konusunda kafalarının net olmadığını göstermektedir.
Bir zamanlar “İşgal“, “Direniş” ve “Kurtuluş” öykülerini izlediğimiz dijital ekranlardan artakalan kablo uçları… Dijital bir sergi düzeninin barbarca katledilişi…
Bizleri dedikoduculukla itham eden bir belediye başkanının özür borcu…
Gazeteci dostum Serdar Öztürk‘ün 30 Ocak 2025 tarihli “Atatürk ve İzmir mi, yoksa “kreş” mi? Tercih CHP’li başkanların” başlıklı yazısını WhatsApp gruplarında paylaşmam üzerine 1 dakika sonra Konak Belediye Başkanı Nilüfer Çınarlı Mutlu‘dan şu mesajı aldım:
“Neden dedikodu ile iş yapıyorsunuz? Arayıp sormak yerine“
Ben de hemen 7 Ekim 2024 tarihli “Kurtuluş Savaşı 100. Yıl Anı Evi, yok edilmeyip geliştirilmeli ve bir müze haline getirilmelidir!” isimli yazımı yayınlanmadan önce Konak Belediyesi basın danışmanı Çağla Geniş‘e gönderdiğim aşağıdaki mesajın imajını gönderdim. Bugün itibariyle silindiğini gördüğüm bu mesajda aynen şunlar yazılıydı:
Ardından da Konak Belediye Başkanı Nilüfer Çınarlı Mutlu‘ya şu mesajı gönderdim:
“Aradan 3 ay 6 gün geçmiş ve tek bir bilgilendirme yok… Sanırım ben üzerime düşeni yaptım”
Şimdi ise eski bir arkadaşlığın hukuku içinde geriye dönüp bir “pardon” ya da “özür dilerim, haksızlık yapmışım” cevabının verilmediği bu süreçte, imajını aldığım mesajlaşma -ne yazık ki- benim iradem dışında karşı taraf eliyle silinmiş gözüküyor…
Bağışçılar ve 100. Yıl Kurtuluş Savaşı Anı Evi’nin tarih toplantıları, atölyeler düzenlenebilecek tek mekânı: üstü açık arka bahçe…
Tarihi Yemişçizade Konağı’nın kullanım koşulları…
Konak Belediyesi 30 Ocak 2025 tarihli açıklamasında önümüzdeki süreçte bu değerli anı mekânını, düzenlenecek tarih söyleşileri, kuruluşa ve kurtuluşa dair farklı sergiler ve özellikle de çocuklara yönelik tarihimiz hakkında bilinçlendirici atölyelerle daha da değerli hale getirmek için çalışmalara başladıkları belirtilmekle birlikte; bu ifadeler binanın bu etkinlikleri kaldıramayacak derecedeki hassas fiziki koşullarıyla Konak Belediyesi‘nin işçilerine maaşlarını ödeyemeyecek kertede yaşadığı mali sıkıntıları ve uzman personel eksikliğini bilmeyen ya da dikkate almayan biri tarafından kaleme alınmış olsa gerektir… Şayet bunun aksi doğru olmuş olsaydı, Konak Belediyesi‘ne ait Karikatür ve Neş’e Müzesi bir binanın tek bir katına sığınmış olmaz, Ümran Baradan Oyun ve Oyuncak Müzesi, Maske, Radyo ve Demokrasi ve İzmir Kadın Müzesi yıllardır içinde bulundukları yetersizlikleri aşarak dünya çapında müze olma şansını yakalardı…
Çünkü, değerli araştırmacı ve yazar Yaşar Ürük‘ün de dile getirdiği gibi, bu tarihi bina öylesine tarih söyleşileriyle atölyelerin yapılabileceği fiziki olanaklara sahip değildir. (2) Öncelikle hem binanın önündeki mermer merdivenler, hem de bina içindeki merdiven basamakları, aynen Ayla Öktem Mutlu Çocuklar Oyun Evi‘nde olduğu gibi bırakın çocukları, yetişkinler için bile oldukça tehlikeli ve zorlayıcıdır. Ayrıca engellilerin bu binaya girmesi, girse bile üst katlara çıkması -ne yazık ki- mümkün değildir.
Bu bağlamda, tarih söyleşileri yapılacak tek yer arkadaki üstü açık bahçedir ve bu nedenle de bu tür etkinliklerin sadece havaların iyi olduğu koşullarda yapılması mümkündür.
Seçimlere az bir zaman kala sergiler ve anı evleri üzerinden ortaya çıkan kıyasıya bir rekabet; 100. Yıl Kurtuluş Anı Evi’nin bile gözden çıkarılmasına neden oluyor…
Bu yok edişin altında yatan asıl neden, eski ve yeni belediye başkanları arasındaki kişisel hırs, rekabet, öfke, öç alma duygusu ve kıskançlıktır…
Yemişçizade Konağı‘nın Konak Belediyesi tarafından kamulaştırıldığı 2013 yılından bu yana izleyip öğrendiğim bilgiler; hatta, tanık ya da müdahil olduğum olaylar çerçevesinde bu konaktaki serginin yok ediliş hikayesinin, İzmir Büyükşehir Belediyesi eski başkanı Tunç Soyer‘le bürokratlarının, 100. Yıl Kurtuluş Savaşı Anı Evi‘nin açılışa hazırlandığı süreçte 9 Eylül 1922 ve 29 Ekim 1923 tarihli 100. yıl kutlamaları nedeniyle Karşıyaka Belediyesi tarafından Çatı Bostanlı‘da açılan sergilere ilgi göstermeyip gitmemesi nedeniyle, Karşıyaka cephesinde ortaya çıkan hırs, rekabet, kıskançlık, öfke ve öç alma duygusundan kaynaklandığını söyleyebilirim.
Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) eski başkanı ve hocam Prof. Dr. Bilsay Kuruç ile Dr. Serdar Şahinkaya‘nın 28 Ekim 2022 tarihinde Kültürpark‘taki İsmet İnönü Kültür Merkezi‘nde verdikleri konferansta Tunç Soyer‘in yanına giderek –böyle bir konuda üzerime düşen herhangi bir görev olmamakla birlikte, belediyeler arasındaki olası bir rekabet ya da çatışmayı yumuşatmak amacıyla– Karşıyaka Belediyesi‘nce 11 Eylül-11 Aralık 2022 tarihleri arasında Çatı Bostanlı‘da açılan Ateş Çemberinde İzmir, İşgalden Kurtuluşa Sergisi‘ni ziyaret etmesi için bizzat ricada bulunup aynı şeyi bürokratlarından da istemiş olmama karşın; ne kendisi, ne de bürokratları 100. Yıl Kurtuluş Savaşı Anı Evi‘nin hazırlık süreci içinde ve sonrasında Karşıyaka Belediyesi‘nin 11 Eylül-11 Aralık 2022 tarihli Ateş Çemberinde İzmir, İşgalden Kurtuluşa Sergisi ile 16 Ekim 2023-19 Mayıs 2024 tarihli Cumhuriyet, Bir Millet Uyanıyor Sergisi‘ne gitmemiş; böylelikle, 100. Yıl Kurtuluş Savaşı Anı Evi için İzmir Büyükşehir Belediyesi çalışanlarından duydukları dedikodulara, adeta yangına odun taşırcasına destek veren Karşıyaka cephesinde bir hesaplaşma zamanının beklendiğine tanık olmuştum.
Açık söyleyeyim, dedikodu yaparak yıpratma çabalarında 100. Yıl Kurtuluş Savaşı Anı Evi için harcanan bütçenin miktarı dile getirilip bu rakamla Karşıyaka‘daki sergilerin maliyeti birbirleriyle mukayese ediliyor; böylelikle, Karşıyaka‘daki sergilerle mukayese edilemeyecek boyuttaki bir hazırlığın yolsuzlukla itham edilmesi sağlanıyor; hatta, bu itham üzerinden geliştirilen çirkin yolsuzluk dedikoduları, aradan iki Sayıştay denetimi geçmiş olmasına karşın 100. Yıl Kurtuluş Savaşı Anı Evi‘nden sorumlu ve bu yolsuzluk iddialarını araştırıp soruşturmakla görevli APİKAM‘ın yeni şube müdürü tarafından dile getiriliyordu.
İşbirliği yapıp birlikte çalışmayan, çalışamayan belediye başkanları…
Gelelim bence en önemli soruya… 2022 yılında İzmir‘in kurtuluşunun 100. yılı nedeniyle oluşturulan ve kentin Kurtuluş Savaşı ile ilgili hafızasını koruyan tek mekânı 100. Yıl Kurtuluş Savaşı Anı Evi ve o evin ayrılmaz parçası olan sergi, İzmir Büyükşehir Belediyesi ile Konak Belediyesi arasındaki bu anlamsız devralma, devretme ve kiralama işlemlerine gerek duyulmaksızın hep birlikte, işbirliği halinde sürdürülemez miydi? Tartışmaya konu olan yapı ve o yapının içindeki daimi sergi, Kurtuluş Savaşı ve İzmir‘in kurtuluşu gibi herkesi bir araya getirmesi gereken bir konuyken, İzmir Büyükşehir Belediyesi, içinde bu kent için önemli bir serginin bulunduğu bu binayı adeta başından savmak istercesine bütçe, mali kaynaklar, uzman personel ve deneyim açısından yetersiz olduğu bilinen; ayrıca, yazımın başlangıcında belirttiğim gibi kendisine ait değerli birçok kamu malını kilitleyerek kullanmayan Konak Belediyesi‘ne neden vermiş, Konak Belediyesi de yaptığı açıklamada dile getirdiği toplantılarla çocuklara yönelik atölyeleri burada yapmak için niye İzmir Büyükşehir Belediyesi ile birlikte çalışma teklifinde bulunmamış, adeta ortada İzmir Büyükşehir Belediyesi‘ne ait ne kadar kamu malı varsa onların hepsini sahiplenmek için çaba göstermiştir?
Hele ki, belediye mali kaynaklarının yetersizliği nedeniyle işçi ve memur maaşlarının zamanında ödenemediği, biriken kıdem tazminatlarıyla emekli ikramiyelerinin ödenebilmesi için İller Bankası‘ndan borç istenmesi üzerine bankanın borç yerine teminat mektubu vermeyi teklif ettiği, belediye şirketlerinin büyük boyutlardaki sigorta borçları karşılığında belediyeye ait mülklerin Maliye Hazinesi ile SGK’ya satılması için meclis kararlarının alındığı bir ortamda Konak Belediye Meclisi‘nin 2025 Şubat ayı toplantı gündeminde, birden fazla mirasçı olması nedeniyle kamulaştırma işlemlerinin oldukça zor olduğu bilinen, işte o nedenle onca bütçeye ve imkana sahip İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin bile böylesi bir işe girişemediği Basmane Çorakkapı Camii yakınındaki Uşakkizade Konağı (eski Sadıkbey Oteli)’nı alıp müze yapmak gibi mevcut koşullar içinde “yapılabilir” ve “sürdürülebilir” olmaktan uzak ve uçuk önerilerin komisyonlarda tartışılıyor olmasını dikkate aldığımızda… Buna ek olarak 2024-2025 döneminde mülkiyeti yine İzmir Büyükşehir Belediyesi‘ne ait Gültepe‘deki 21.269,34 metrekarelik 12 ayrı taşınmazla Mersinli‘deki 460 metrekarelik iki ayrı taşınmazın 25 yıl süreyle bedelsiz olarak Konak Belediyesi‘ne verildiğini de bilerek…
Oysa “stratejik ortaklık” ya da “stratejik işbirliği” dediğimiz çağdaş yönetim stratejileri, hem belediye başkanlarının hem de belediye yönetimlerinin inatla denemesi, başarıyı yakalamak için üzerinde çalışmalar yapması gereken, kendilerine zor gelse de kenti iyi yönetmek adına yaşama geçirmeleri gereken bilimsel ve akılcı stratejilerdir. Hele ki söz konusu olan şey, Mustafa Kemal Atatürk, Kurtuluş Savaşı ve İzmir’in Kurtuluşu gibi önemli ve öncelikli konularsa…
Çünkü asıl işaret etmek istediğim konu ve hedef, tarihi bir konağın imar planlarına yazılıp her an değiştirilebilecek fonksiyonları bahane ederek mirasyedi zihniyetiyle kimin elinde kalacağını ve nasıl kullanılacağını tartışmak değil; o konaktaki İzmir‘le ilgili önemli bir serginin varlığını, yeterli mali kaynağı, uzman personeli, bilgi, birikim ve tecrübesi olan belediyelerin işbirliğiyle geliştirip zenginleştirerek müzeye dönüştürülmesidir…
(4) Sümer, G., (2010) “Stratejik İşbirliği ve Stratejik Ortaklık Kavramlarına Karşılaştırmalı Bir Bakış, Ege Akademik Bakış Dergisi, 10(1), 2010:671-698.
Bugün size bundan tam 70 yıl önce, 1955 yılında yayınlanan ve İzmir‘de yaşayan iki seçkin sanatçının; şair ve yazar Fuat Edip Baksı‘nın 1946-1954 yılları arasında yazdığı şiirleriyle dekoratör ve ressam Kadri Atamal‘ın bu şiirlerin yer aldığı kitabın kapak tasarımını yaptığı “Reçete” isimli şiir kitabını tanıtıp bu küçücük kitap içine sığdırılan 23 güzel şiiri sizlerle paylaşmaya çalışacağım. Her ne o kadar o 70 yaşındaki eski küçük kitabın kokusunu içinize çekemeseniz de….
Fuat Edip Baksı ailesiyle birlikte
Ama ondan önce kısacık da olsa size Fuat Edip Baksı ile Kadri Atamal‘dan söz etmek isterim:
1912’de Diyarbakır‘da doğup 1974’de İzmir‘de ölen şair ve yazar Fuat Edip Baksıİzmir‘deki liselerle İzmir Yüksek İslam Enstitüsü‘nde öğretim görevlisi olarak çalışmıştır. Başlıca şiir kitapları 1935 yılında yazdığı “Delikanlım“, 1944’de yazdığı “Efe“, 1955’de yazdığı “Reçete“, 1963’de yazdığı “Bir Bahar Akşamı“, 1972’de yazdığı “İzmir Destanı“dır. Tanburi bestekâr Selâhattin Pınar‘ın çok sevilen “Bir Bahar Akşamı” şarkısının güftesini o yazmıştır. TRT repertuvarında, güftesi Fuat Edip Baksı‘ya ait 27 şarkı bulunmaktadır.
Grafiker, ressam, öğretmen Kadri Atamal…
1901 yılında İstanbul‘da doğup 1993 yılında yine aynı şehirde ölen dekoratör ve ressam Kadri Atamal ise Beşiktaş‘taki Afitab Maarif Mektebi‘ni ve İstanbul Sultanisi‘ni bitirdikten sonra Sanayi-i Nefise Mektebi‘nde İbrahim Çallı (1882-1960) ve Hikmet Onat (1882-1977) atölyelerinde edindiği birikimi, 1920-1924 döneminde Akademi der Bildenden Künste München (Münih Güzel Sanatlar Akademisi)’de ünlü Alman düşünür ve sanat adamı Hans Hoffmann (1880-1966) Atölyesi’nde daha sonra Müstakiller Grubu‘nu oluşturacak olan arkadaşları Zeki Kocamemi (1900-1959), Ali Avni Çelebi (1904-1993) ve Mahmut Cuda (1904-1987) ile pekiştirdikten sonra 1927 yılında İzmir‘e yerleşerek İzmir Erkek Muallim Mektebi, Birinci Erkek Lisesi (Atatürk Lisesi), Namık Kemal Lisesi, Karşıyaka Kız Öğretmen Okulu ve Gazi Ortaokulu‘nda resim öğretmenliği yapar.
9 Eylül 1952 tarihinde Kültürpark‘taki İzmir Resim ve Heykel Galerisi‘ni kurup müdürlük görevini üstlenir. Bir yıl sonra da galerinin Birinci Kordon‘da kiralanan bir binaya taşınmasını sağlar. 1964 yılındaki emekliliği sonrasında Kordon‘da dekorasyon mağazası açarak resim yapmaya devam eder ve 1993’de İstanbul‘davefat eder.
“Reçete” kitabının sevgili dostum Cem Üsküp’deki sayfa tasarımı… 24.06.2024
70 yıl sonra şairin 1 liralık şiir kitabı ile buluşması…
Bu haftaki yazımın konusu olan ve Fransızca Raison d’Etat terimine dayanan devlet aklı, devleti yönetmeye ilişkin bir akıl yürütme biçimi, tasavvur bütünü olarak tanımlayabilirim.
Bugüne kadar bu alanda kalem oynatıp görüşlerini açıklayan Machiavelli ve Hobbes gibi düşünürlere göre, devlet yönetiminin, genel ahlaktan farklı olarak elindeki politik gücü; yani, egemenliği koruyup bekasını sağlamaya ve bunu riske atan unsurları serinkanlı, sağduyulu, basiretli ve ferasetli bir tutumla yok etmeye öncelik veren kural tanımaz bir ahlaka, insani değerlerden uzak bir kurallar bütününe dayanması gerekmektedir. Bu tanıma göre, devlet aklı esas olarak “güvenlik” ve “istikrar” önceliği ekseninde çalışır. Devlet aklının temel amacı, devletin bekasını ve iktidar pozisyonunda olanların konumlarını korumaktır. Devlete nazaran öncel, dışsal ve hatta ardıl hiçbir amaç yoktur. Bir başka ifadeyle, üstün otoritenin çıkarlarının bireysel, toplumsal veya ekonomik çıkarlarla hukuk ve temel etik ilkelerden önce geldiği tasavvuru devlet aklının temelini oluşturur.
Hele ki, bu akıl, son günlerde gündemde olan Devlet’in devlet aklı ise…
Bu bağlamda devlet aklı adı verilen terimin en güncel uygulamalarını ya mahkemelere müdahale ederek ya da tarafların büyük bir hevesle katılıp sonuç alamadıkları “Barış süreci” adı verilen girişimlerde görebiliriz. Hem de, devlet aklı uğruna, onun bir gereğiymiş gibi gösterilerek… Çünkü her şey, devletin güvenlik, istikrar ve bekası için yapılmakta, bu şekilde bizim ahlaksızlık dediğimiz bir tutumla eyleme konulmaktadır.
Benim bugün sizinle paylaşacağım devlet aklı örnekleri ise, egemenlerin kendi varlıklarını koruyup sürdürmek için yaptıkları bu tür pazarlıklarla değil; iktidardaki siyasi partilerin, belediyeler düzlemindeki egemenliğini koruyup geliştirmek ve bu durumu sürdürmek amacıyla gerçekleştirdikleri nispeten daha küçük; ama, sonuç olarak devlet ve devlet aklı ile ahlak açısından ders niteliğinde çıkarımlarda bulunmamızı sağlayacak akıl almaz partizanlık örneklerinden oluşuyor…
Vereceğim örnekler, 1976’da Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi (Mülkiye)‘nden mezun olduktan hemen sonra görev aldığım Yerel Yönetimler Bakanlığı ile İçişleri Bakanlığı‘ndaki 13 yıllık devlet memuriyeti süresince devlet aklının ve onu çaresizliğinin bir sonucu olarak görüp tanık; hatta, muhatap olduğum acı, kötü, hazin ve trajikomik olaylarla ilgili olacak…
Nitekim bu dönemde, size anlatacağım bu olay ve durumlar dışında daha başkalarıyla karşı karşıya kalıp ilk önce devlet memurluğundan müstafi; yani görevimden kendi isteğimle ayrılmış, daha sonra da 2 kez devlet memurluğundan atılmış olma şeref ve unvanını taşıyan eski bir devlet memuru olarak bugün bunları sizlerle paylaşarak tarihe not düşmenin bir görev olduğunu düşünüyorum… Her ne kadar o tarihlerden bu yana ben dahil daha birçok kişi anlattıklarımdan daha kötü, daha acı, daha hazin ve daha trajikomik olaylarla karşılaşmışsa ya da devlet aklı adına yapılan bu akıl almaz kötülükler halen devam ediyor olsa da…
Gediz Depremi, 28 Mart 1970…
Büyük bir felaketin fırsata dönüştürülmesi girişimi…
Size vereceğim ilk örnek 28 Mart 1970 Gediz Depremi ve onun sonuçlarıyla ilgili olacak… Kütahya‘nın ilçesi Gediz‘in, Richter ölçüsüne göre 7,6 büyüklüğündeki o müthiş depremle alt üst olup 1.086 kişinin ölüp 1.260 kişinin yaralandığı, 33.000 aileyle yaklaşık 80.000 kişinin evsiz kaldığı o deprem sonrasında Gediz-Uşak yolu üzerinde Gediz‘e 7 kilometre uzaklıktaki “Kadınlar Pazarı” denilen yerde, “Yeni Gediz” adıyla yeni bir yerleşim kurulmuş, bundan böyle deprem görüp adeta yok olan Gediz‘e “Eski Gediz” adı verilmişti.
Devlet aklının sahipleri; daha doğrusu 1978 yılında henüz yeni kurulmuş olan Yerel Yönetimler Bakanlığı‘na İçişleri Bakanlığı‘ndan ithal CHP‘li partizan yöneticileri ise depremin üzerinden 8 yıl geçtikten, yaşam Yeni Gediz‘de yeniden canlanıp yaralar onarılmaya çalışılırken Yeni Gediz‘in Adalet Partili (AP) belediye başkanını siyasi anlamda sıkıştırmak, belki de parti değiştirmesini sağlamak amacıyla bir arkadaşımla birlikte beni belediye başkanı hakkında soruşturma yapmak üzere Yeni Gediz‘e gönderir. Soruşturmanın gerekçesi ise belediye binasının, bakanlar kurulundan izin alınmaksızın Yeni Gediz‘e taşınmasıydı. Ama ilk yaptığımız incelemede bırakın belediye binasını, kaymakamlık, emniyet, jandarma, hastane ve sağlık ocakları gibi diğer devlet kuruluşlarının da Yeni Gediz‘e taşınması için herhangi bir bakanlar kurulu kararının alınmamış olduğu ortaya çıktı.
Tabii bu durumu Ankara‘ya dönüşümüzde hazırladığımız raporda dile getirerek soruşturma yapılmasını gerektiren bir durumun söz konusu olmadığını belirttik; ama, bir yandan da şu soruyu sormaktan kendimizi alamadık:
“Bizi belediye binasının izinsiz taşındığı bahanesi ile Yeni Gediz’e gönderen devlet aklı diğer devlet kuruluşlarının da aynı şekilde oraya taşındığından; daha doğrusu Ankara’daki hükümetin ve İçişleri Bakanlığı’nın böylesine bir karar almadığından haberdar değil miydi acaba?“
Feodal düzenle ilgili sorunlara çözüm bulamayan devlet aklı…
Anlatacağım ikinci olay ise, Urfa‘nın Fırat nehri kıyısındaki Birecik ilçesine bağlı Ayran beldesi ile ilgili olacak… Hem de takvimlerin, 12 Eylül faşizminin tüm ağırlığı ile ülke gündeminin üstüne çöktüğü, başta Doğu ve Güneydoğu’daki Kürtler olmak üzere tüm ülkede zulüm, baskı ve işkencenin zirve yaptığı 1982 yılının Haziran aylarını gösterdiği zamanlarda… Çalışma arkadaşımla birlikte Birecik Belediyesi Elektrik ve Su İşletmesi‘nin, tek başına da HalfetiBelediyesi ile Halfeti‘nin Yukarı Göklü belde belediyesinin denetimlerini yaptıktan sonra sıra Birecik‘in Ayran Belediyesi‘ni denetlemeye gelmişti. Araba ile Fırat nehri kıyısındaki kelaynakları seyrederek Ayran‘a giderken yerleşimi uzaktan gördüğümde dikkatimi çeken ilk şey, buradaki evlerin ve diğer binaların, çevredeki diğer yerleşimlerinden farklı olarak kerpiç ya da briket renginde değil, daha özene bezene yapılmış ve çoğunun kırmızı, pembe, yeşil, mavi gibi gökkuşağının tüm renkleriyle “ben buradayım” deme yarışına girmiş olmalarıydı. Bunun nedenini sorduğumda, nüfusun büyük çoğunluğunun Avrupa’da çalışması nedeniyle herkesin eline biraz para geçince ilk yaptığı şeyin, gurbet ellerde gördüğü o güzel, boyalı evleri kendi topraklarında yapma arzularından kaynaklandığını öğrendim.
Ancak o gurbetçi işçilerin Avrupalı olma hali, -ne yazık ki- güzel ve boyalı ev yapma konusunda başlayıp ondan öteye gidemiyor, mensup oldukları aşiretlerin sürdürdükleri kan davalarının esiri olmaya devam ediyorlardı.
Çünkü tarihi adı Aran ya da Airam olan bu eski yerleşimde 12 Eylül öncesinde birbiri ile mücadele edip silahlı kavgaya giren ve birçok kişinin ölümüne neden olan iki aşiret arasında bir kan davası vardı ve bu aşiretlerden biri kasaba içindeki kavgalarda belediye başkanının yetkilerini kullanmak amacıyla belediyeye girdiğinde başkanlık mührü ile belge, defter, koltuk, masa ve sandalyeleri alıp kendi bölgesine götürüyor, başka bir gün diğer aşiret yine aynı şekilde çatışma sırasında belediyeyi girdiğinde ise kaptırılan eski başkanlık mührü, belge, defter, koltuk, masa ve sandalyeler yerine yaptırılan yenilerini alıyor; böylelikle, birçok kişinin öldüğü bir ortamda benim denetleyebileceğim hiçbir belge ve defter belediyede kalamıyordu.
Bu durumu, benden önceki denetimi yapan ve Kilisli olduğunu hatırladığım rahmetli Halis Elbeyli‘nin, belediyedeki nüshası çalındığı için Birecik Kaymakamlığı‘nda bulduğumuz raporunda Aziz Nesin‘i kıskandıracak bir düzey ve kıvamda anlatıldığını görüp; aslında ağlanacak bir durumla karşı karşıya olduğumuzu bilmekle birlikte, sinirlerimin boşalması nedeniyle kahkahalarla gülmekten kendimi alamamıştım.
Cumhuriyet’in kurulduğu tarihten tamı tamamına 60 yıl geçmiş olmasına karşın aşiretler arasındaki kan davalarına çözüm bulamayan; ancak, ülke yönetimine silah zoruyla el koyan o günlerdeki, o “yüce” devlet aklı, bu duruma çare bulmak amacıyla kendi vatanında işsiz kaldığı için Almanya‘ya gidip çalışmak zorunda kalan bir vatandaşı, adeta ödüllendirerek belediye başkanı yapmış, böylelikle kendince sorunu çözmeye çalışmıştı. Belediye başkanı olduğunu öğrenen arkadaşımız ise duyduğu sevinç ve heyecanın etkisiyle o güne kadar biriktirdiği parayla belediyede kullanılmak üzere araç, gereç, iş makinesi ve kamyonlar almış ve böylelikle, şimdilerde Birecik‘in mahallesi olan Ayran‘a, adeta Sezar‘ın Roma‘ya girişini hatırlatırcasına bu araçların oluşturduğu büyük bir konvoyla girmişti!
Şimdilerde yeni fotoğraflara bakarak ya da o bölgeyi iyi bilen sevgili dostum antropolog ve belgeselci Handan Türkeli‘nin anlattıklarını dinleyerek Ayran‘ın o tarihlerdeki renkli halinin yok olduğunu, oranın da çevredeki diğer yerleşimlere benzediğini anlıyor, Ayran denince aklıma gelen o renkli evlerin yok olmuş olmasına üzülüyorum…
Keşke orada hem benim hem de Halis Elbeyli‘nin yazdığı o mizah dolu raporları bugün sizlerle paylaşmak için saklasaydım, o allı yeşilli evlerin uzaktan fotoğrafını çekebileceğim bir fotoğraf makinem ya da cep telefonum yanımda olsaydı…
Böylelikle devlet aklı bir kez daha, yönetip yok edemediği ya da denetleyemediği feodal bir geleneğin sonuçlarını, işsizlik nedeniyle yaban ellerine gidip çalışan bir işçinin birikim ve heyecanı üzerinden; yani, bir sorunu henüz çözümlenmemiş başka bir sorunla çözme ya da aklama yöntemiyle ortadan kaldırma kurnazlığını göstermiş, bunu da elindeki silahın gücüyle gerçekleştirmişti.
1990’ın Arnavutköy hava fotoğrafı…
Arnavutköy’ün 2022 yılındaki halini gösteren hava fotoğrafı….
Deveye “boynun eğri demişler, nerem doğru ki” demiş…
Üçüncü örneğim ise, İstanbul‘un Boğaz kıyısındaki o güzelim Arnavutköy mahallesi ile değil; İstanbul’un kuzey-batısındaki Terkos (Durusu) gölü ve barajının hemen kıyısında, şimdilerde yapılan İstanbul Havalimanı‘nın hemen yakınında, 1980’li yılların başında küçük bir yerleşim iken bir anda bir mantar gibi büyüyüp 2009’de ilçe haline gelen, TÜİK’in 2023 yılı ADNKS verilerine göre 336.062 kişilik nüfusa sahip koskocaman bir ilçe. 2024 yerel seçimlerinde AKP‘nin % 41,94, CHP‘nin de % 38,44 oranında oy aldığı, adeta AKP‘nin oy deposu haline gelmiş bir kent…
1990-1991 döneminde bu yerleşimdeki belediyenin ikinci denetimini yaparken bir binanın inşaat ruhsatı olmaksızın inşa edildiğine ilişkin şikayet üzerine hemen inceleme-soruşturma işlemlerine başlamış; ancak, yaptığım ilk incelemeler sırasında yerleşimdeki belediye binası dahil olmak üzere bütün okul binalarıyla sağlık ocaklarının, camilerin ve geriye kalan tüm binaların ruhsatsız olduğunu fark edip “burayı da ben mi kurtaracağım” düşüncesiyle yaptığım inceleme-soruşturmadan vazgeçmiştim.
Çünkü karşımda tüm yerleşim alanının Terkos (Durusu) gölü ile barajının koruma sahasında kalması, o nedenle burada hiçbir yapının yapılmaması ile ilgili yasağa rağmen devlet aklının çözüm bulamadığı; hatta, İstanbul‘un karşı kıyısındaki Sultangazi‘de yaptığı gibi teşvik ettiği yağma sonucunda karşıma çıkan koskocaman bir beldeyle karşı karşıya kaldığımı ve bunun da benim gibi bir ademin aklıyla çözülemeyeceğine, devlet aklının çözemediği bir soruna yapacağım soruşturma ile merhem olamayacağımı anlamıştım. Ve o tarihte 1990 TÜİK ADNKS verilerine göre 21.143 olan nüfus bugün 15-16 kat büyüyerek koskocaman bir ilçe olmuş durumda…
Resim temsilidir… Anlattığım devlet aklı olayı ile ilgisi yoktur… 🙂
Faşist devlet aklının yapmak istediği eziyetler…
Vereceğim son örnek ise, yine İstanbul‘dan, İstanbul‘un Bayrampaşa Belediyesi ile ilgili olacak. İstanbul‘da ve tüm ülkede faşist devlet terörünün bir kasırga gibi estirilip sıkıyönetim komutanlıklarından gelen imzasız dilekçe ve emirlerle yapılan soruşturmalar sonucunda suçsuz insanların cezalandırıldığı bir dönemle ilgili olacak. Bayrampaşa Belediyesi 12 Eylül 1980 öncesinde vatandaşların talebi üzerine, özel mülk sahibinin itirazına konu olmaksızın özel mülkiyete konu olan bir taşınmaza halkın; yani, kamunun kullanımı için asfalt dökerek yol yapar ve o yoldan binlerce insan ve araç geçtikten sonra dökülen asfalt geçen zaman içinde eriyerek ekonomik ömrünü doldurur.
Ancak bu arada herkesin herkesi ihbar ettiği 12 Eylül faşizmi gelir ve fi tarihte o taşınmaz üzerinde açılan yol soruşturma açılır ve benden de o asfalt bedelinin tazmini için rapor düzenlemem istenir. Oysa o asfaltı yapan belediye başkanı ölmüş ve geriye zor durumdaki karısı ve çocukları kalmıştı. Ayrıca yapılan yol taşınmaz sahibinin itirazı olmaksızın yapılarak kullanılmış ve o kullanım sonucunda verdiği fayda neticesinde yok olup erimiştir. Ve benden bu asfaltın bedelini, ölmüş belediye başkanının karısıyla çocuklarından tazmin etmeleri için rapor yazmam istenmektedir.
Bense o raporu devlet memurluğundan istifa ettiğim tarihe kadar yazmayarak ve o tazminatı ödettirmeyerek kendimce bir direniş sergilediğimi, bilerek ve isteyerek yaptığım bu direnişin devlet memurluğundan 2 kez atılma işlemleri sırasında karşıma disiplin suçu olarak çıkarıldığını hatırlıyorum… Bense o iddiayı, 12 Eylül faşizmine karşı kendi bildiğimce ve elimden geldiğince gerçekleştirdiğim sessiz sedasız bir direnişin şeref madalyası olarak aldım ve göğsüme iliştirmiştim…
Sonuç olarak;
Devlet aklı denilen terim aslında, devletin kendi varlık ve geleceğini korumak amacıyla hiçbir ahlaki değer ve kurala bağlı kalmaksızın uyguladığı baskı, zulüm ve eziyetlerin; daha doğrusu devlet terörüne gerekçe yapılan akıl dışı siyasi bir ahlaksızlık olarak kabul edilmeli, hangi düzeyde olursa olsun reddedilmeli, yerine ise yurttaşların aklıyla temel etik değerlere ve evrensel hukuka güvenen demokratik bir anlayışın konulması sağlanmalıdır.
Hele ki devlet aklı, paradigmalar değiştirmeye kalkan faşist Devlet‘in aklı ise…
TMMOB İzmir İl Koordinasyon Kurulu (İKK), İstanbul ve Bursa‘daki uygulamalardan sonra, 24 Ekim 2019 tarihinde “toprak üzerinde yapılan her türlü insan yapımı faaliyetin; canlı yaşamı, ekolojik döngüler, kentsel yaşanabilirlik ve sağlıklı bir çevre üzerinde yarattığı veya yaratacağı tahribat ve bozulmanın ortaya çıkmasına neden olarak işlenen suç” olarak tanımlanan İzmir‘deki kent suçları ile ilgili bir haritayı çevrimiçi olarak hazırlamış ve bizlerin de bu haritayı inceleyip bilgilenmesi amacıyla http://kentsuclari.org isimli bir İnternet sayfasını hizmete açmıştı. (1)
O tarihlerde TMMOB İzmir İl Koordinasyon Kurulu (İKK) kapsamındaki meslek odalarında yönetici olarak görev yapmakla birlikte; şimdilerde belediye başkanı, belediye üst yöneticisi ya da belediye meclis üyesi olarak görev yapan mimar Nilüfer Çınarlı Mutlu, çevre mühendisi Helil İnay Kınay, mimar Ahmet Giliz, şehir plancısı Yusuf Ekici, peyzaj mimarı Elvin Sönmez Güler ve şehir plancısı Özlem Şenyol o tarihlerde bu haritanın hazırlanmasına yardımcı oluyor; hatta, yapılan basın toplantılarında bu konularda açıklamalar yapıyorlardı.
24 Ekim 2019 tarihli basın toplantısı.
Şimdilerde alan adı bloke edildiği için çalışmayan bu İnternet sayfasını açtığımızda o tarih itibariyle işlenmiş 72 kent suçunun kent haritası üzerinde işaretlendiğini görüp bunların neler olduğunu ayrıntılarını öğrenebiliyor, suçu oluşturan uygulamaların içeriğine ve süreçlerine dair bilgilere ulaşabiliyor ve bu bilgiler üzerinden kent içinde gerçekleştirilmiş kent suçlarını rahatlıkla ifşa edebiliyorduk.
Şu an itibariyle bu haritaya ulaşamamakla birlikte o tarihlerde eş zamanlı olarak TMMOB Şehir Plancıları Odası İzmir Şubesi yönetim kurulu üyesi şehir plancısı Dr. Dalya Hazar ile İzmir Büyükşehir Belediyesi şehir plancısı Zeynep Yıldırım‘ın birlikte yazdıkları “Kent Suçu ya da Kente Karşı Suç: İzmir Örneği” isimli makaleyi okuduğumuzda (2), bu 72 kent suçundan bazılarının Basmane Çukuru, Kültürpark, Ege Palas Oteli, Üçkuyular pazar yeri/İstinye Park AVM, Bahçeşehir Çiçekli Köy Kampüsü, Özdilek AVM ve Oteli, Zorlu Gökdelen Projesi ve imar planı, Folkart İncity, Konak tünelleri, Mahal Bomonti ve Çandarlı Liman Projesi gibi kentin doğasına ve yaşamına müdahale eden kent suçları olduğunu öğreniyorduk.
24 Ekim 2019 tarihi basın toplantısı.
Ama şimdi ne olduysa oldu, 2019 yılından bu yana bu kentte Rönesans Holding‘in Rönesans Eğitim Vakfı (REV) eliyle yaptığı Neva Yalı, İZKA İnşaat tarafından Yeşildere‘ye yapılan Merkez Yaşam Konak, Alsancak‘ın arka cephesine yapılan onlarca gökdelen, Yamanlar Dağı yamaçlarına yapılan şehir hastanesi ve konut inşaatları, Tınaztepe Üniversitesi tarafından Buca‘da yapılan hukuka aykırı yüksek binalar bu haritaya işlenmiyor ve bu suçlar kamuoyuna ifşa edilmiyor.
21 Kasım 2024 tarihli TMMOB İzmir İKK basın açıklaması.
Ancak TMSF tarafından satılmak istenen İzmir Elektrik Fabrikası arsasına yapılacak 30 katlı gökdelene, TMMOB İzmir İKK tarafından düzenlenip benim de katıldığım 21 Kasım 2024 tarihli basın açıklamasında, Konak belediye başkanı mimar Nilüfer Çınarlı Mutlu bu gökdelenin yapılmasını mümkün kılacak olan imar planı değişikliğine karşı çıkarak “İsteğimiz, Elektrik Fabrikası’nın restore edilerek kamusal kullanıma açılması. Bu bir miras, bu mirasa bu kentli sahip çıkmak zorunda. Bütün kenti yanımızda olmaya ve bizimle birlikte dayanışmaya davet ediyoruz” çağrısı yapıyor ve bizler de onu destekliyorduk. (3)
Üstüne üstlük İzmir Elektrik Fabrikası‘nın hemen yakınında ruhsatları belediyelerce verilmiş onlarca gökdelenin ve gökdelen inşaatının daha yükseğe çıkmak uğruna göğün en yükseği arş’ına doğru ilerlediği bir ortamda!
Alsancak’ı sarıp sarmalayan gökdelenler. Fotoğraf: 4 Ocak 2025.
Ancak İzmir Elektrik Fabrikası ile ilgili imar planlarının Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı‘nca değiştirilerek o parsele 30 katlı bir gökdelenin yapılmasına karşı çıkan Konak belediye başkanı mimar Nilüfer Çınarlı‘nın, seçim çalışmaları sırasında ziyaret ettiği Basmane Kocakapı mahallesi halkının kendisinden kentsel dönüşüm konusunda yardım istemesi üzerine, eliyle hemen yakındaki Diyarbakırlı müteahhit mimar Azat Yeşil‘e ait 38 katlı ve 380 daireli İZKA gökdelenini işaret ederek “isterseniz size müteahhit de buluruz” dediğini bu olaya tanık olan birbirinden bağımsız üç haber kaynağım sayesinde biliyor ve siyasi arenanın yeni bir aktörü olarak, sırf seçilebilmek uğruna yapılan ittifaklar nedeniyle eski söylediklerinden farklı bir tutum alabileceği ihtimalini düşünerek bu bilgiyi bir köşeye not almıştım.
Ancak aldığım bu notun mürekkebi henüz kurumadan, geçtiğimiz günlerde Alsancak Türkan Saylan Kültür Merkezi giriş katındaki danışma biriminden aldığım Konak Belediyesi‘ne ait ait 20 Aralık 2024 tarihli bir gazete/derginin ön ve arka yüzlerini görüp ön yüzde söylenenlerle arka yüzdeki göklerin arş katını zorlayan İZKA gökdelenini görünce, bu kaygımda ne kadar haklı olduğumu bir kez daha anladım.
Konak Belediyesi Türkan Saylan Kültür Merkezi‘nin giriş katındaki danışma biriminden aldığım bu sekiz sayfalık dergi/gazete, “İZKONAK, İz Dergi Özel Sayı” başlığını ve 20 Aralık 2024 tarihini taşıyordu. Anlaşıldığı kadarıyla Tunç Soyer döneminde pek bir makbul olup İzmir‘deki bazı inşaat şirketlerinden destek alıp ödüller dağıtan İz Gazete, geçtiğimiz dönem mimar Abdül Batur‘a yaptığı gibi yeni belediye başkanını allayıp pulladığı bir dergiyi, tabii ki o tam sayfalık reklam için İZKA İnşaat‘tan aldığı ücretle “0” maliyetli hale getirerek belediyeye teslim ediyor ve belediye de bu gazeteyi reklam amacıyla ücretsiz dağıtıyordu.
Belediyenin ve belediye başkanının reklamını yapmak amacıyla hazırlanıp pazarlandığı anlaşılan bu derginin manşetine, belediye başkanı mimar Nilüfer Çınarlı Mutlu‘nun gülümseyen büyük bir fotoğrafıyla yine büyük harflerle yazılmış “Toplumcu Belediyecilik Konak’tan yükseliyor” başlığı yerleştirilerek manşetten daha küçük bir bölümde bir kaç sözcük ile belediye başkanının 8 ayda yaptıkları özetlemeye çalışıyor, bu bölümün hemen altında da İzmir‘deki tüm gökdelenlerin uygulama projelerini yaptığı için “Bayan Gökdelen” lakabı ile tanınıp bilinen ve yakın zamanda BASİFED başkanı olması nedeniyle mimar Nilüfer Çınarlı Mutlu ile birlikte Konak Belediyesi Personel İstihdam Ofisi‘nin açılış kurdelesini kesen mimar Semiha Güneş‘le birlikte çekilmiş bir fotoğraf yer alıyordu.
Buraya kadar her şey beklendiği gibiydi ve olağanüstü bir durumun yokluğu nedeniyle benim bu gazete/dergi üzerinden çıkaracağım yeni bir haber yok gibiydi. Ancak eski zamanlarda spor haberlerini okumak için yaptığımıza benzer şekilde gazeteyi çevirip arkasına baktığımızda, ön sayfada yazılı olan yükselen toplumcu belediyecilik ifadesine nazire yaparcasına; daha doğrusu onu çürütürcesine İZKA İnşaat‘ın Konak ilçesinde, Yeşildere vadisinde yaptığı gökdelenin yükselip işyerleriyle dairelerinin satıldığını duyuran bir ilanla karşılaşıyorduk. Hem de yanından yakınından geçen ya da uzaktan görüp fark eden herkesin, “bu, burada ne arıyor?” diye sorular sorduğu, bu yaparken de bunun bir kent suçu olduğunu vurguladığı Diyarbakırlı müteahhit mimar Azar Yeşil‘e ait İZKA gökdelenini görüyorduk.
“Bu ne alaka şimdi” ya da “bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu” dercesine; hatta, “Konak’tan yükseldiği söylenen toplumcu belediyecilik, Yeşildere’den yükselen bu gökdelen mi acaba?” diye sormaktan kendimizi alamıyorduk…
Üstüne üstlük sol görüşün en radikalinden en ılımlısına uzanan bir yelpazedeki mimar, mühendis ve şehir plancılarını kendi çevresine toplamış, bir zamanlar ya da şimdilerde gözünü kestirdiği bazı gökdelenlere, özellikle tarihi kent merkezinde yapılmak istenenlere karşı çıkıp bazılarına; özellikle de içinde bulunduğu doğal çevre ile yerleşim dokusunu dikkate almayan İZKA gökdelenine karşı çıkmayan, onun için basın açıklaması yapmayan; aksine onun kendi belediye gazetesi/dergisi eliyle reklamının yapılmasına izin veren mimar ve TMMOB yöneticisi bir belediye başkanı bizlere ne mesaj vermek istiyor, acaba bu durumdan gözünden mi kaçtı ya da basın danışmanları bunun farkında değil mi? diye düşünmekten kendimizi alamıyorduk.
İZKA Merkez Yaşam Konak Gökdeleni
Bildiğim kadarıyla, İZKA İnşaat‘ın “Merkez Yaşam Konak” adını verdiği bu gökdelen, tapunun İzmir İli, Konak İlçesi, Kocakapı mahallesi 11153 ada, 1 parselinde kayıtlı 7.401,17 metrekarelik arsa üzerinde. Söz konusu arsa, daha önceleri İzmir ve Ege Bölgesi‘ndeki küçük esnaf ve bakkallara mal tedarik etmek amacıyla Bursa Büyükşehir Belediyesi‘nin hissedar olduğu BESAŞ şirketine aitti ve burada Besaş‘ın toptan gıda satış merkezi bulunmaktaydı. Bu deponun uzun yıllardır kullanılmayıp harabe haline gelmesi üzerine, % 40 oranındaki hisseyle Gültekinler Grup İnşaat San. ve Tic. A.Ş., % 50 oranındaki hisseyle İZKA Gayrimenkul İnşaat A.Ş. ve % 10 oranındaki hisseyle VBZ İnşaat ve Tic. Ltd. Şti.‘nin satın aldığı arsa 2020 yılında mahkeme kararı ile İZKA Gayrimenkul İnşaat A.Ş.‘e satılmış ve buradaki yapının yüksekliği Konak Belediyesi tarafından düzenlenip İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nce onaylanan 2021 tarihli imar planı değişikliği ile düşürülmekle birlikte; kat yüksekliğini düşürüyormuş gibi gözüken bu imar planı değişikliği, TMMOB Şehir Plancıları Odası‘nın açtığı dava sonucunda İzmir 1. İdari Mahkemesi’nin kararı ile bozulmuş ve bu mahkeme kararı istinaf mahkemesine taşındığı için mahkemenin ne karar verdiği/vereceği; ayrıca, mahkeme süreçleri devam ederken inşaata devam edilip edilmediği gibi konular da bilinmiyor…
Anlayacağınız İzmir‘deki herkesin gözü önünde yeni bir kent suçu işlenmiş ve bu suçla ilgili sabıka kaydı 2019 tarihli İzmir Kent Suçları Haritası‘na işlenmemiş durumda…
İşte o nedenle, 20 Aralık 2024’den bu yana geçen sürede Konak Belediyesi‘nden yaptıkları bu gaf konusunda bir açıklama, bir düzeltme gelir diye bekledik; ama boşuna!
Anlaşılan o ki, yapıp eyleyen bir belediye başkanı olmak yerine polis eşliğinde yıkıp yok eden bir belediye başkanı olmayı amaçlayan uygulamalardan vazgeçilmesi, Basmane‘deki kaçak fırın inşaatına, seçim sonrasında ruhsat alıp çalışmaya başlayan Çorakapı Camisi yanındaki otele ve mimar Abdül Batur döneminde Pazaryeri mahallesi muhtarının Pazaryeri Camisi bitişiğinde, belediye pikaplarını kullanarak yaptırdığına tanık olduğum kendisine ait kaçak binaya ve halen devam etmekte olan kaçak, ruhsatsız yapım, onarım faaliyetlerine müdahale edilmesi, toplumsal amaçlarla bağışlanan Basmane Nebahat Tabak Semtevi‘nin halka açılması gibi değişik konularda yaptığım dostça uyarı ve önerilere bugüne kadar tepki verilmemesi nedeniyle, bu kez de Konak Belediyesi-İz Gazete-İZKA İnşaat zinciri üzerinden karşımıza çıkan ve belediye başkanının bugüne kadar yapıp eylediği her şeye zarar veren olumsuz manzaradan söz ederek gündeme getirdiğim bu olaya da tepki verilmeyeceğini umuyorum.
Bir tesadüf neticesinde gözümüze çarpıp aslında “Konak’ta yükselişte olan toplumcu belediyecilikle” hiç ilgisi olmayan; aksine, “ama hiç paramız yok” söylemi ile başlayıp kentteki rantı her biri ayrı bir “kent suçu” olan gökdelenler ve “gökdelenci bayanlar” eliyle arttırma düşünce ve uygulamasıyla zarar veren bu tür “sponsor gökdelenci firma-işbitirici gazetecilik” anlayışının ürünü basit kurnazlıklara son verilmesi, bu tür çalışmalarda yerel basın eliyle belediye yönetiminin önüne açılan tuzaklara dikkat edilmesi; ayrıca, TMMOB İzmir İKK tarafından 2019 yılında hazırlanan İzmir Kent Suçları Haritası uygulamasına, tüm İzmir‘i; özellikle de Yeşildere‘deki İZKA gökdelenini kapsayacak şekilde devam edilmesi dileğiyle…
Uzunca bir süredir Karabağlar ve Konak belediyeleriyle İzmir Büyükşehir Belediyesi‘ne ait 2025-2029 dönemi stratejik planlarını ve bu planların ilk uygulama dilimi olan 2025 yılı performans programlarını inceleyerek bu belgelerin hazırlık süreciyle tasarımında yapılan isabetsiz tercihlerle yanlışlık ve eksiklikleri; ayrıca, aralarındaki farklılık ve benzerlikleri belirlemeye, belediyelerin anayasası anlamına gelen bu belgelerin geçmiş dönemdeki eski plan ve programlardan farklı ya da benzer yanlarını ortaya koymaya çalışıyorum. Böylelikle bu tür plan ve programların nasıl olması ya da olmaması gerektiğini, “tersten öğrenme yöntemi” ile öğrenip anlamaya çalışıyorum.
Bugün size coğrafi anlamda İzmir ilinden, “İzmir metropolü” olarak tanımlanan 12 ilçe (Balçova, Bayraklı, Bornova, Buca, Çiğli, Gaziemir, Güzelbahçe, Karabağlar, Karşıyaka, Konak, Menemen ve Narlıdere) ile geriye kalan 18 ilçeden sorumlu İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin 2025-2029 dönemine ait yeni stratejik planıyla 2025 yılı performans programı kapsamında, 2025 yılında ulaşılmak istenen amaç ve hedeflerle gerçekleştirilmek istenen faaliyetlerden, bunların içinde bulunduğumuz koşullar itibariyle mümkün olup olmadığından söz edeceğim.
Çorbaya eline ne geçerse atan, her telden çalan aşçı…
Seçim bildirgeleri ile stratejik plan ve performans programları arasındaki ilişki…
Ancak bunu yapmadan önce, şunu belirtmeliyim ki; seçim sonrası hazırlanıp belediye meclislerince kabul edilen tüm plan ve programları, belediye başkanlarının seçim beyannamelerinde ne yazıp, halka ne vaat ettiklerini dikkate alarak değerlendirmemiz gerekiyor. Seçim döneminde belediye başkan adayı olarak radyo, televizyon, gazete ve sosyal medyada neler söylediklerine ya da yaptıkları görüşmelerle miting alanlarında neyi dile getirdiklerine, halka hangi konularda söz verdiklerine bakmamız gerekiyor.
Tabii ki, seçim döneminde vaat edilen bütün bu hususların, göreve gelir gelmez öğrenilen doğru ve yeni bilgiler ışığında yeniden gözden geçirilip güncellenmesi koşuluyla…
Bu anlamda seçim sonrasında hazırlanan her plan ve programın, seçimi kazanan belediye başkanının kendi idealleriyle halka söz verdiği söz ve vaatleri kapsaması gerekiyor. O nedenle de, belediye başkanının değiştiği her belediyede, planlanıp programa bağlanacak her türlü faaliyetin eskisinden farklı olması, belediyeye yeni bir yol çizmesi beklenir. Aksi takdirde, bugünkü yazımızda da göstermeye çalışacağımız gibi, başarılı bulunmadığı için tercih edilmeyen eski başkanların yolundan gidilmesi gibi garip bir durumla karşı karşıya kalınır.
Plan ve programların disiplinler arası bir anlayışla hazırlanması gerekiyor…
Ayrıca, daha önceki yazımlarımda defalarca belirttiğim gibi, hazırlanacak plan ve programlarda bütün bilim ve disiplinlerin; özellikle de, kentin geçmişiyle bugününü ve geleceğini mekânsal düzeyde tasarlayıp programlamanın yanında, tarih ve coğrafyasıyla ekonomisini, kültürel, sosyal ve siyasi yapısını ele alıp inceleyen ekonomi, tarih, coğrafya, nüfusbilim, sosyoloji, ekoloji ve siyaset bilimi; özellikle de hemşeri/seçmen davranışları gibi temel bilgi kaynaklarıyla ve bunlar üzerinden geliştirilecek taktik ve stratejilerle ele alınıp incelenmesi, başka bir anlatımla plan ve programların tüm bilim ve disiplin temsilcilerinin dahil olduğu bir ekip eliyle ve disiplinler arası bir anlayışla, kenti mekânsal düzeyde tasarlayan imar planlarıyla mali, sosyal ve siyasi açından tasarlayan stratejik planların birbirleriyle ilişkilendirilmesi suretiyle bir bütün halinde hazırlanması gerekiyor.
O nedenle de, Vizyon 2074 Çerçeve Belgesi gibi bir kentin uzun erimdeki geleceğine dair plan ve programların oluşmasında, sadece 1950’li yıllardan sonra gelişen ve son yıllarda etkisi ve yeterliliği sıklıkla tartışılan mekânsal planlama odaklı şehir ve bölge planlama disiplininden yararlanılmaması gerektiğini, bu disiplini temsil eden bölge ve şehir plancıları dışındaki diğer bilim ve disiplin temsilcilerinden de yararlanılması ve planlamanın onlarla birlikte yapılması, buna ilişkin çalışmaların disiplinlerarası bir anlayışla gerçekleştirilmesi gerektiğini söylemek isterim.
Margaret Thatcher, Ronald Reagan, Turgut Özal, Tayyip Erdoğan ve diğerleri…
Performansa dayalı tümplanların, Thatcher ve Reagan döneminin başlattığı neoliberal ürünler olduğunu unutmayalım!
Bu bağlamda 2006 yılından bu yana değişik belediyelerin stratejik planlarının hazırlamasında danışmanlıklar yapıp eğitimler veren ya da hazırlanan planları “tersten okuyup öğrenmek” amacıyla hazırlanmış plan ve programları inceleyip analiz eden bir planlama uzmanı olarak sizlere geçmişte kalan bir anımı anlatmak isterim:
İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin 2006-2017 dönemi ilk stratejik planını okuyup fazlasıyla beğenen biri olarak, sanırım ilk yıllardaki acemiliğin verdiği cesaretle katıldığım her eğitim çalışmasında o plan belgesini elimle havaya kaldırarak hazırlanacak belgelerin o plana benzetilmesi önerisinde bulunuyordum. Ancak daha sonra herkese önerdiğim bu planı, plan dönemine isabet eden yıllık performans programları, faaliyet raporları, bütçe ve kesin hesaplarla mukayeseli olarak inceleyip analiz ettiğimde ve bu analiz çalışmasını diğer belediyeleri de katarak bugüne kadar sürdürdüğümde, herkese önerdiğim o planın aslında içi boş kof bir plan olduğunu, planın her yıl hazırlanan yıllık performans programlarıyla delik deşik edildiğini, performans programlarını hazırlayanların kendi başarılarını yüksek göstermek amacıyla her yıl faaliyetlerin sayısıyla performans göstergelerinde bilinçli değişiklikler yapmak suretiyle manipülatif davrandıklarını; yani, sahtekarlık yaptıklarını keşfettiğimde; hem stratejik plan ve programlara verdiğim önem azalmış, hem de bu konuda daha dikkatli olunması gerektiğini öğrenmiştim.
Ayrıca önce Maliye Bakanlığı, daha sonra Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı tarafından hazırlanan rehberlerle stratejik planı hazırlama işi fazlasıyla sulandırılıp hazırlanan planlar plan olmaktan çıktığında, belediye bürokratlarının yaptığı manipülasyonlar meşrulaştırıldığında ve belediyeler uygulanmayan planların çöplüğüne döndüğünde stratejik planların gözümdeki ciddiyet ve önemi azalmış, bu işin yapılmış olmak için yapılan bir işe dönüştüğünü anlamıştım.
İşte o nedenle, bu mukayeseyi ilk kez yaptığım tarihten bu yana her belediyede, özellikle de İzmir Büyükşehir Belediyesi gibi büyük belediyelerde hazırlanan her yeni planı şüpheyle karşılayıp, hem kendisinden öncekilerle, hem de kendi dönemi içinde uygulanan performans programı, faaliyet raporu, bütçe ve kesin hesap gibi belgelerle mukayese ederek o planın ve uygulamasının kalitesini, daha doğrusu kalitesizliğini anlamaya çalışırım.
Öte yandan 1980’li yıllarda İngiltere başbakanı Margaret Thatcher ve ABD başkanı Ronald Reagan ile başlayan kapitalizmin neoliberal dönemi ve bu dönemin uygulama disiplinine dayanan bütüncül planlama anlayışı yerine koyduğu stratejik planlamanın alternatifi olarak bir şeyler yapılabileceğini düşünmeye başladım. O nedenle, önümüze konulan stratejik planlama şablonunu, hazırlık ve uygulama süreçlerinin esnek bırakılıp ciddi hiçbir denetime tutulmaması nedeniyle, bir belediyeyi çevresiyle ilişki ve etkileşim içindeki bir organizma gibi düşünerek ve plan uygulamasını titizlikle izleyip takip ederek esnetebileceğimi; böylelikle, stratejik planlamayı 1960 Anayasası‘nın getirdiği Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) merkezli uygulama disiplinine sahip bütüncül planlama anlayışıyla buluşturabileceğimi, bir şekilde ona benzetebileceğimi, bu konuda bana tanınan uygulama alanı dar olmakla birlikte bir ölçüde “kaleyi içerden fethedebileceğimi“ keşfettim.
Çünkü yine bir şablon olarak Avrupa Birliği (AB)‘nden alınıp getirilen kent konseyleri ya da kalkınma ajansları modelleri uygulanmaya başladıkları tarihten bu yana o ilk geldikleri halden çıkıp ülkemiz koşullarına uyup garip bir hal almamışlar mıydı? İşte onların bu topraklarda değişip dönüşmesi gibi stratejik planlama anlayış ve uygulaması da, yapılan plan ve programların uygulanmadan çöpe atılmasını önlemek amacıyla pekala da bu coğrafyanın koşullarına göre değiştirilip dönüştürülebilir, bize ait bir uygulama haline getirilebilirdi.
Yeter ki bu konuya siyasi açından bakan plancının ideolojik bir tercihi olsun! Tabii ki bu arada bunun ayırdında olmayıp, Avrupa‘da, ABD‘nde ne görürse, ne duyarsa onu alıp getiren ya da önüne konulan her şablonu hevesle uygulayan kötü plancıların, YÖK komutasındaki akademisyen unvanlı üniversite öğretmenlerinin varlığına rağmen…
Hazırlanan stratejik planın ilk yıla ait performans programıyla delik deşik edilmesi…
Gelelim İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin 2025-2029 dönemi ile ilgili yeni stratejik planı ile bunun ayrılmaz parçası olarak düzenlenen 2025 yılı performans programı hakkındaki tespit ve değerlendirmelerime….
Her şeyden önce şunu belirtmeliyim ki, yasal ve pratik olarak eş zamanlı olarak aynı ekip tarafından hazırlanması, o nedenle de birbiriyle çelişmemesi gereken birbirine bağlı bu iki belgenin bu kez daha önceki planlardan farklı olarak İzmir Planlama Ajansı (İZPA) ve İzmir Büyükşehir Belediyesi olarak iki ayrı ekip tarafından hazırlandığı ve belediye ekibinin İzmir Planlama Ajansı (İZPA)‘nın hazırladığı stratejik planı performans programı eliyle değiştirdiği anlaşılmaktadır.
Çünkü İzmir Planlama Ajansı(İZPA) tarafından beş yıllık bir süre için 5 amaç, 12 hedef, 116 faaliyet ve 158 performans göstergesi üzerinden, aslında somutlamadan belirtilmesi mümkün faaliyet ve projelerin somut bir şekilde belirtilmesi suretiyle hazırlanan planın ilk uygulama yılı ile ilgili 2025 Performans Programı’nda büyük ölçüde değiştirilerek; hatta planda yer alması nedeniyle 2025 yılı başlatılacak olan ya da planın kabulü beklenilmeksizin 2024 yılı içinde başlatılan bazı faaliyetlere 2025 yılında yer verilmeyip plan uygulamasına performans programı ile çok fazla sayıda performans göstergesinin eklendiği, bu çerçevede içerikleri büyük ölçüde değiştirilen faaliyet ve projelerin sayısının 116’dan 111’e indirildiği, bunların başarısını ölçecek olan performans göstergesi sayısının ise % 54 oranındaki olağanüstü bir artışla 158’den 244’e çıkarıldığı görülmektedir. Bu ise, soruna 2025 yılı performans programı gözüyle baktığımızda, aslında kendisine altlık olması gereken 2025-2029 dönemi stratejik planının zayıflığını göstermekte olup bu yetersizliğin performans programı eliyle çare bulunmak istendiğini göstermektedir.
Bu arada tabii ki plandaki bozuk, kötü “tercüme Türkçesi“ni düzeltip daha önceki planlardaki düzeye getirmek suretiyle planın diline de çare bulduğunu ya da Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı‘nın 25 Temmuz 2022 tarih, E-14399437-622.02-4169256 sayılı genelgesinde belediye zabıtasının hiçbir şekilde trafik denetimi yapamayacağı belirtilmiş olmasına karşın; hem stratejik planda hem de performans programında, mevcut yasal düzenlemelere aykırı olarak “trafik denetimi yapılan araç sayısı” şeklindeki bir performans göstergesine yer verildiğini söyleyebilirim…
Anlaşılan o ki, stratejik planı, plan uygulaması hakkında pek fazla bilgi ve deneyim sahibi olmayan İzmir Planlama Ajansı ekibi, 2025 yılı performans programını da belediye ekibi hazırlamış; böylelikle, belediye ekibi hem 2006 yılından bu yana edindiği zengin deneyimler çerçevesinde karşısına çıkan bu zayıf ve yetersiz stratejik planı düzeltmek, hem de Tunç Soyer döneminde başlatılan birçok proje ve uygulamayı devam ettirmek niyetiyle Aziz Kocaoğlu ve Tunç Soyer dönemlerindeki plan ve programlara çok benzeyen, yeni iktidar sahiplerinin “ezber bozmak” niyetiyle yapmak istedikleri yeni ve farklı bir stratejik plandan çok farklı bir belgeyle karşımıza çıkmış durumda… (1)
Hem de İZPA başkanı Koray Velibeyoğlu‘nun, kendisine geçmişteki havza planlarında olduğu gibi yeni yeni iş alanları çıkaracağı için şahsen çok önem verdiğini tahmin ettiğim; ancak, hangi yıllar hangi düzeyde gerçekleştirilip hangi yıl bitirileceğine dair herhangi bir bilgi vermeksizin plana yerleştirdiği Cemil Tugay‘ın seçim projelerinden “İzmir Otogarı yenileme faaliyetleri“, “ulaşım master planı“, “Ahmed Adnan Saygun Senfoni Orkestrası faaliyetleri” ve “Karavan parkları” ile eski planlarda da olmasına rağmen yıllardır bir türlü hayata geçirilemeyen “İzmir ili gürültü eylem planlarının oluşturulması faaliyetleri“; ayrıca, çalışmaları stratejik planın kabulünü beklemeksizin 2024 yılında başlatılıp halen sürdürülen “Vizyon 2074 Çerçeve Belgesi” gibi öncelik verilen faaliyetlere 2025 yılı performans programında yer verilmeyerek…
Üstüne üstlük Cemil Tugay‘ın seçim projeleri arasında yer almasına rağmen stratejik planda yer almayan başta “Karşıyaka Zübeyde Hanım Stadı Yapım Faaliyeti” olmak üzere birçok faaliyetin 2025 yılı performans programına eklenmesi gibi plan dışında bırakılmış birçok işin performans programına dahil edilmesi suretiyle planın daha ilk yılında delik deşik edilmesi suretiyle…
Böylelikle Tunç Soyer zamanında büyük umutlarla kurulan İzmir Planlama Ajansı(İZPA) hazırladığı stratejik planla başka telden, belediye ekibi eliyle hazırlandığı anlaşılan performans programının ise ayrı bir telden çaldığına tanık olmuş oluyor ve böylelikle, bir ders niyetine “planlamada bütünlük” ilkesinin çiğnenmesi suretiyle konunun nerelere geleceğini somut bir şekilde görüyoruz…
Şapkadan Tunç Soyer’i çıkarmak…
Plan kime ait, Cemil Tugay’a mı, yoksa Tunç Soyer’e mi?
Belediyedeki ekibin hazırladığı 2025 yılı performans programına baktığımızda ise planın adeta Aziz Kocaoğlu ya da Tunç Soyer döneminde hazırlanan plan ve programlara benzediğini, Cemil Tugay dönemine benzemesi için İzmir Planlama Ajansı (İZPA)‘nın yaptıklarının performans programı ile yok edildiğini görürüz. Böylelikle bir kez daha, daha doğrusu bir zamanlar belediye yapılanmasından ayrı bir şekilde oluşturulan İzmir Akdeniz Akademisi ile belediye bürokrasisi arasındaki çatışmaya ve bu çatışma sonucunda İzmir Akdeniz Akademisi‘nin pasifize edilip ehlileştirilmesine benzer bir şekilde belediyeden bağımsız bir şekilde yapılanıp çalışmaya başlayan İzmir Planlama Ajansı (İZPA) ile yine aynı belediye bürokrasisi arasındaki benzeri bir çatışmaya tanık oluyoruz. İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin yeni başkanı bu iki ayrı iktidar odağı arasındaki çatışmadan kaynaklanan böylesi bir benzerliğin farkında mıdır ya da bundan haberdar mıdır, bilmiyorum; ama, durum bütün somut kanıtlarıyla bu vaziyette…
Buna ilişkin bulguları ise şu şekilde sıralayabiliriz:
📌 Benim 2022 ve 2023 yılı performans programlarında görüp büyük bir merakla üyesi olduğum İzmir Tarım Grubu‘ndaki tüm ziraat mühendisi arkadaşlarıma; hatta, Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi dekanıyla hocalarına sorduğum ve sonuçta ÇeşmeBelediyesi‘nde çalışan bir yöneticinin kurduğu kooperatifin elinde bulunup genetiği bilim dünyasınca henüz araştırılmadığı için yerli ve saf ırk olup olmadığı belli olmayan; hatta “Çeşme koyunu” ırkının melezi olduğu tahmin edilen “Kaçeli koyunu” isimli küçükbaş hayvanların, bu hayvanların sahibi kooperatifin menfaatleri doğrultusunda yetiştirilip dağıtılmasını hedefleyen ve bu amaçla 2022, 2023, 2024 yıllarının devamı olarak 2025 yılı performans programına konulan “Kaçeli koyun ırkının korunması ve çoğaltılması faaliyetleri” başlıklı projenin devam ettirilmesi,
📌 İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Cemil Tugay, 29 Kasım 2024 tarihinde Ege Sanayici ve İş İnsanları Derneği (ESİAD) tarafından düzenlenen 3. Yatırım Zirvesi‘nin açış konuşmasında güneş enerjisi santrallerinin maliyetleriyle ilgili kaygılarını dile getirmiş olmasına karşın; gerek stratejik planda, gerekse performans programında güneş enerjisi, biyogaz tesisleri gibi yenilenebilir enerji tesisleri için yapılacak ön etütlerle ilgili faaliyet ve performans göstergelerine yer verilmesi,
📌 İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Cemil Tugay‘ın seçim öncesinde kamuoyu ile paylaştığı 49 projesi arasında Akdeniz ülkeleri ya da kentleriyle ilgili bir proje ya da düşüncesi olmamakla birlikte; stratejik planla performans programında yer verilen ve daha çok Aziz Kocaoğlu ile Tunç Soyer dönemlerini hatırlatan “Akdeniz Kentler Ağı faaliyetleri” kapsamında “Akdeniz ülkeleriyle gerçekleştirilen uluslararası işbirliği” şeklinde bir performans göstergesinin kabul edilmesi,
📌 Aziz Kocaoğlu ve Tunç Soyer dönemlerinin o ünlü “Süt Kuzusu Projesi“nin adının değiştirilerek “Süt Kuzusu faaliyetleri” adı altında devam ettirilmesi,
📌 Tunç Soyer‘in son aylarında faaliyete giren İzmir Kültür Fonu‘nun gerçekleştirdiği fikir ve uygulama yarışmalarına ilişkin bir performans göstergesinin 2025 yılı performans programına konulması,
📌Yine Tunç Soyer zamanında kurulan Sinema Ofisi eliyle sinema ve televizyon filmlerinin desteklenip yayınlanmasına ilişkin faaliyetlerle performans göstergelerinin her iki belgeye de eklenmiş olması,
📌 Tunç Soyer zamanında “İztaşıt” olarak adlandırılıp halkın yoğun şikayetlerine konu olan ilçelere ulaşımı sağlayan özel ulaşım araçlarının belediye ulaşım sistemine entegrasyonunu sağlama işinin “Toplu ulaşım sisteminin geliştirilmesi faaliyetleri” adıyla devam ettirilmesi,
📌İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Cemil Tugay, seçim öncesinden bu yana tarımsal hizmetlerden ve işletmecilikten çok kırsal alan ve hizmetlerle bu hizmetlerin planlanmasından söz edip sırf bu amaçla Tarımsal Hizmetler Dairesi‘ni kaldırıp yerine ayrı bir Kırsal Hizmetler Dairesi Başkanlığı kurarak başına kendisinin eski Karşıyaka ekibinden gelen bir şehir ve plancısını koymuş olmasına rağmen; 2025 yılı performans programına, stratejik planda yer almayan “Tarımsal hizmetler faaliyetlerinin yürütülmesi” bölümünün eklenmesi.
Evet, şu an “kamuda işlerin sürekliliği esastır. Cemil Tugay ne yapsaydı, kendisinden önceki Tunç Soyer projelerini devam ettirmese miydi?” diyerek dile getirdiğiniz itirazları duyar gibiyim…
Dediğiniz gibi “kamudaki işlerin sürekliliği esastır“; ama göreve geldiğinden bu yana İZTARIM ya da İZDOĞA‘ya ait birçok Tunç Soyer projesini durduran, bu projelerle ilgili kamu görevlisini işinden çıkaran ya da başka başka isimlerle devam ettirmeye çalışan yeni bir belediye başkanının da kendisiyle ilgili bu tür plan ve programlara, o proje dile getirildiğinde kendisini hatırlayacağımız şekilde damgasını vurması, “Evet, bu bir Cemil Tugay projesidir ve bakın işte şimdi de uygulamasına başlanmış” dememiz gerekir. Çünkü ikinci bir stratejik plan, Cemil Tugay‘ın belediye başkanı koltuğunu işgal ettiği 2025-2029 döneminde bir kez daha hazırlanmayacak ve mevcut planla programa mührünü vurmadığı sürece kendisine tanınan bir şansı da böylelikle kaybetmiş olacak…
Bu arada, tabii ki Aziz Kocaoğlu, Tunç Soyer ve Cemil Tugay dönemlerinde, başkanlar değişse bile sürekli bir şekilde başkanların çevresinde yer alıp danışman sıfatıyla çalışanlar sayesinde bu tür benzerliklere, bu tür birbirini tekrarlayan konulara rastlanmasının beklenen bir şey olduğunu, hatta bazen her bir belediye başkanına aynı düşünce ya da projelerin başka başka isimler altında kabul ettirilmesinin mümkün olduğunu bilip unutmadan… Her dönemde tekrar eden bütün bu benzerliklerin bu tür düşünce, proje ve belgelerin altına imza atanların aynı kişilerden oluşması nedeniyle ortaya çıkıp tekrarlanacağını bilerek… Bütün belediye başkanlarını, birbirlerinden çok farklı olsalar bile -ister istemez- aynı potada birleştirmeye çalışan; ama, bu arada bugüne kadar stratejik planla performans programlarının uygulamasında yer almadıkları için hazırladıkları planın ne hale geleceğinden habersiz kişiler ve onların acemi ekipleri sayesinde…
Ne işe yaradığı bilinmeyen “simit modeli” ya da “İzmir gevrek modeli”… 😀
Şu sıralarda İzmir‘de, özellikle de şehir ve bölge plancıları arasında “simit modeli” ya da “gevrek modeli” adıyla anılan; ama, özü itibariyle bu topraklara yabancı, kapitalizmin yeni bir oyuncağı bayağı bir revaçta… Ortalıkta , özellikle de önce Karşıyaka‘da, sonra Karabağlar‘da, şimdi de İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nde herkes simit ya da gevrek modelinin taraftarı, fanatiği olmuş durumda ya da öyle olmuş gibi davranıyor… Şimdi de bu model moda!
Ankara‘dan İzmir‘e transfer olan, daha sonra İstanbul‘a geçip İzmir adaylığını yoklayan ve sonuçta İstanbul‘daki eski göreviyle İstanbul Planlama Ajansı (İPA) koltuğu ile idare den şehir ve bölge plancısı Dr. Buğra Gökçe bile İstanbul Büyükşehir Belediyesi 2025-2029 stratejik planı ile 2050 yılını hedefleyen İstanbul Vizyon 2050 Strateji Belgesi‘nde “simit modeli“nden söz etmese bile, 7 Kasım 2024 tarihinde Florya kampüsünde DünyaDonut(Simit) Günü nedeniyle özel sektör, akademi ve STK temsilcileriyle buluşmayı ihmal etmeyip bizlere Kate Rawworth‘un adı aslında “Donut Ekonomisi” hakkında bilgiler veriyor. (2)
Sanırım yakında ben de bu önerilerden fazlasıyla etkilenerek buram buram İzmir kokan “Boyoz-yumurta modeli” adını verdiğim farklı bir modelle karşınıza çıkabilirim… Ya da İzmir‘in tarihi geçmişiyle kültürel zenginliğine sahip çıkmak adına “Kuluri modeli” ismini tercih edebilirim…
İdeolojik ve siyasi anlamda Batı hayranlığının, orada piyasaya ne çıkarsa hemen tercüme edip almak yarı aydın dediğimiz insanların yüzyıllardır devam eden geleneksel tavrı… Oysa Ülker markalı ürünlerin sahibi ve Anadolu Grubu‘nun patronu Murat Ülker bile, kendi kişisel blog sayfasında yazdığı yazı ile bu modelin kaşifi İngiliz Kate Rawort‘un söylediklerini Karl Marks‘ın düşünceleri ile mukayese ederek onu ütopist buluyor… (3) Anlayacağınız, bizim ülkenin mütedeyyin kapitalistleri, patronları bile bu İngiliz’in ne yaptığını gayet iyi biliyorlar; ama, bu konularda bilgisiz olan belediye başkanlarının gözünü boyama hevesinde olan, onu etkileyip yeni yeni strateji belgeleri ya da planlar hazırlamak isteyen, böylelikle dünyalığını oluşturmak hevesindeki Batı hayranı yarı aydınlarımız bu modeli hemen sahipleniyor, onun “donut economics” şeklindeki adını büyük bir heves ve iş bilirlikle “gevrek ekonomisi” ya da “İzmir gevrek modeli“ne dönüştürerek, işe yarasın ya da yaramasın her yere sokmaya, eklemeye çalışıyor. Bu bağlamda tabii ki, İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin 2025-2029 dönemi stratejik planı da kendisine düşen payı alıyor ve plan uygulamasını hiçbir şekilde etkilemeyecek şekilde 17 sayfalık bir plan ekine sahip oluyor. Aynen Karabağlar Belediyesi‘nin 2025-2029 dönemi stratejik planında olduğu gibi….
2012 yılında İngiliz iktisatçı Kate Raworth tarafından, vahşi kapitalizmin toplumsal yaşamda ve doğada yarattığı tahribatların pansumanın yapmak amacıyla “Donut Economics” adıyla ortaya atılıp Türkçeye “Simit Ekonomisi” olarak çevrilen bu modelin, 2019 yılında Kate Raworth‘un, eski sömürgeciliğin ve Avrupa emperyalizmin merkezi Amsterdam‘daki belediye ile yaptığı işbirliği çerçevesinde, modeli küçülterek kent hizmetlerine yansıtmayı hedefleyen bütüncül çalışmaların sonuçları henüz ortada yokken; hatta, Hollanda‘daki bazı sivil toplum örgütleri ve siyasi partiler bu durumu yavaş yavaş eleştirmeye başlamışken böylesi bir çalışmanın İzmir‘de, bu önerinin ülkemizin ve İzmir‘in içinde bulunduğu koşullar itibariyle uygulanıp uygulanamayacağına ilişkin herhangi bir araştırma yapılmaksızın, bunu mümkün kılacak unsurların ölçülüp değerlendirilmesine ilişkin herhangi bir ölçümleme sistemi oluşturulmaksızın ya da modelle ilgili herhangi bir pilot çalışma yapılmaksızın ve bütün bunlar İzmir kamuoyu ile tartışılmaksızın “ben başkanı ikna ettim, oldu” cin fikriyle 17 sayfalık bir eki stratejik plana ekleyerek bir çırpıda hayata geçirilmeye çalışılması, modelin mucidi Kate Raworth‘u bile hayrete düşürüp şaşırtacak bir gayretkeşlik olarak değerlendirilmelidir.
Böylelikle bu tür işlerin başkanlık sisteminin egemen olduğu antidemokratik yerel yönetimlerde istendiği takdirde ne kadar kolay olduğu; ancak, her zaman için etkili olan belediye içindeki alternatif iktidar odakları marifetiyle önce “Karşıyaka Gevrek Modeli“, daha sonra “İzmir Gevrek Modeli” olarak adlandırılan ithal bir hayalle şekillendirilen ve dumanı halen üstünde tüten yepyeni bir stratejik planın, delik deşik edilmiş başka bir plana nasıl dönüşebileceğinin, sizi nasıl boşa düşürebileceğinin somut bir örneği olarak ortaya çıkmaktadır.
Aynen Aziz Kocaoğlu döneminde uygulama aşaması düşünülmeden ve adeta suya yazı yazarak önce Çeşme Yarımadası, daha sonra Küçük Menderes ve Gediz-Bakırçay havzalarıyla ilgili strateji belgelerinin sonuçsuz kalışında olduğu gibi… Yeter ki, biz masa başında ya da bize verilen lüks mekanlarda kendi arkadaş ve öğrencilerimizle bol bol çalıştaylar, paneller, atölye çalışmaları yapalım, kendi aramızda havanda sular dövelim, bu konulardan bihaber belediye başkanının gözünü boyayalım , gerisi “Allah kerim”… Hem de “artık ondan sonra ne yapılır, ne yapılmaz beni alakadar etmez” tavrıyla…
Bu durumda; yani hikayenin ve yazının bittiği şu aşamada bize de, “oradan alıp buraya koyalım, takas yapıp günü kurtaralım” diyen kent simsarlarının ruhuyla hareket eden bir belediye başkanı ile bilimsel çalışmayı ticarete dönüştüren bu tür akademisyenler sayesinde hazırlanan plan ve programların aslında hiçbir işe yaramayacağını, bu bozuk düzen içinde suyun her zaman olduğu gibi yine kendi yatağında akmaya devam edeceğini, bu kadrolarla planlı programlı hiçbir işin yapılamayacağını, her şeyin tesadüflere; daha doğrusu, hayatın normal seyrine kaldığını söylemekten başka bir şey kalmıyor…
Bu yazıyı, bilimselliği kendi egosunun tatmini için gösteriye dönüştüren tüm yarı aydınlara adıyorum… 😊
Evet, öfkeliyim… Hem de fazlasıyla… Çünkü uzun bir süredir endişelenip olmaması için adeta dualar ettiğim bir kötülük, bir uğursuzluk sırf birilerini ihya etsin düşüncesiyle habis bir ur gibi bu kentin ortasında, denizinin kıyısında herkese meydan okurcasına yükseliyor ve bir kanser hücresi gibi çevreye yayılma tehlikesi gösteriyor… Üstüne üstlük her birine büyük ölçüde değer verdiğim kurumlar ve kişiler bu kötülüğün ortaya çıkıp gelişmesi için el birliği etmiş gibi bu kötülüğün ortaya çıkmasına yataklık yapıp sessiz kalıyor, karşı çıkmıyor ve mücadele etmiyor…
Doğanın, tarihin, arkeolojinin, kültürel ve ahlaki değerlerin; kısacası tüm insanlık değerlerini oluşturan zengin bir geçmişin ve onun ışığında filizlenip güçlenecek umut dolu geleceğin, barbarlara yaraşır bir şekilde yok edilip onun yerine insanı ve onun değerlerini ezip un ufak eden bir yapının yükseldiğini görüyor ve buna engel olamıyorum…
Turan ya da diğer adıyla Aya Trianda. Önde, bugün yok edilmiş olan ünlü Agia Trianda Manastırı…
İnsan yaşamında etkili olan bazı yerler, bazı mekânlar vardır ki, orada kendi geçmiş yaşamınızla ilgili hiçbir iz olmamakla birlikte; orası, yüreğinizden bir parçanın orada olduğunu hissettirip sizi kendisine çağırır, size ait bir şeyin kendisinde saklı olduğunu, oraya gidip gördüğünüzde ya da yaşadığınızda o sakin, sessiz ve gözlerden saklanmış güzel yerde kendinizi daha iyi hissedeceğinizi söyler…
İşte o anlamda, benim için İzmir‘in tam da orta yerinde, körfezin bittiği yerde ya da başka bir ifadeyle, İzmir‘den Karşıyaka‘ya karadan gitmeye kalktığınızda ya da tersini yaptığınızda “35” ile “35,5”un tam ortasında yer alan ve İzmir‘e yerleştiğim ilk günlerden bu yana karayolundan ya da demiryolundan gelip geçerken beni kendisine çeken, “gel, beni gör, beni hisset” diyen yerlerden biridir Turan mahallesi…
Bu kıyıda köşede kalmış küçük, güzel ve gizemli yer, ne bir zamanlar bağlı olduğu Karşıyaka‘ya, ne de şimdilerde bağladıkları Bayraklı‘ya yâr olmuş, bir başına, özgür, içinde yer aldığı bütünle ilişki kurmayan, ona benzemeyen, kendine özgü apayrı bir dünyadır…
Yamanlar‘ın yamaçlarındaki AlurcaVadisi ve deresinin denizle buluştuğu kumul alanda şimdilerde terk-i diyar etmiş olan Sana ve Vita yağları ile ünlenen Turyağ fabrikası, Petrol Ofisi‘ne aitakaryakıt ve kömür depolarıyla çatısına bir deniz teknesinin yerleştirildiği Tacar Tekne binasıyla hatırladığımız, hemen arka yamaçlarda yer aldığı bilinen Agia Triada Manastırı nedeniyle yakın zamana kadar Aya Triada adıyla bilinen bu küçük, kuytu yerleşim bir yanındaki yeşil orman parçası, diğer yanındaki sığ ve sakin deniziyle sanki sizi kendisine çeker, adeta “beni gör, hisset ve anımsa” der…
Bir zamanlar Turan…
İşte benim bu yerleşime, yüzünü gelip geçenden gizleyip beni devamlı olarak çağıran bu doğa parçasına olan tutkulu sevgim ve yakın bir gelecekte bu güzel yerin rant uğruna yok edileceğini hissetmem nedeniyle bundan sekiz yıl önce, 2017 yılının ilk aylarında bu güzel yeri birçok kez ziyaret ederek kıyısını köşesini keşfetmeye, muhtarı ve orada yaşamış ya da yaşamaya çalışan insanlarıyla konuşarak, arşivleri karıştırarak o sessiz sakinliğin arkasındaki dünyayı öğrenmeye çalıştığım tarihlerde o bölgenin başına gelecekleri tahmin ederek “Meş’um geleceğini bekleyen bir mahalle: Turan” başlıklı birbirini izleyen 6 ayrı yazı yazarak hem kendimi hem de tüm İzmirlileri uyarmaya çalışmıştım. (1)
Çünkü o dönemde Turan‘da, başında bir zamanlar Binali Yıldırım‘ın bulunduğu Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı tarafından 360 yatlık bir marinanın yapılacak olması dışında Turyağ‘ın bıraktığı alanla sahildeki Braggiotti köşkünün bulunduğu dört ayrı parselde Nokta İnşaat A.Ş. ile Rönesans/Nakkaştepe A.Ş. tarafından ÇED raporları alınmış ve 117 metre yüksekliğindeki 41 katlı bir gökdelenle 102 metre yüksekliğindeki 36 katlı ikinci bir gökdelenin yapılması öngörülüyor; ayrıca, arkadaki askeri bölgenin özelleştirilip yapılaşmaya açılacağı konuşuluyor, Atatürk Ormanı‘nın içine ise kaçak olarak Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı Kıyı Emniyeti Genel Müdürlüğü‘ne ait İzmir Gemi Trafik Hizmetleri Merkezi (GTHM) binası yapılıyor, bu inşaatı engellemek amacıyla TMMOB Şehir Plancıları Odası İzmir Şubesi dava açıyor, oluşumunda İzmir‘in efsanevi belediye başkanı Behçet Uz‘la “İzmir Baba” lakabıyla tanınıp sevilen sevgili Sancar Maruflu‘nun büyük emekleri olan Atatürk Ormanı ise her geçen gün bozulan kalitesi ile “baltalık orman” kategorisine girip bu gerekçeyle her an gözden çıkarılma riski ile karşı karşıya kalıyordu.
2000’li yıllardan bu yana İzmir Büyükşehir ve Bayraklı belediyelerince hazırlanıp onaylanan “İzmir Yeni Kent Merkezi Bayraklı-Salhane-Turan Bölgesi” imar planlarında ve plan değişikliklerinde yazılı olan “bu alanlarda hmax serbesttir” şeklindeki plan notlarıyla yapımına izin verilen gökdelenlerde her tür ticaret, çarşı, büro, iş hanı, ticari depolama, banka, sigorta, çok katlı mağaza ve eğlence yeri, turizm tesis alanı, konut, çok katlı taşıt parkı, özel hastane ve özel eğitim (okul) tesisi açılmasına yataklık yapan belediye başkanları, meclis üyeleri, mimar, mühendis ve şehir plancısı unvanlı belediye yönetici ve çalışanları doğal ve tarihi sit alanı olarak tescilli bu değerli bölgeyi kendi elleriyle Rönesans Holding gibi yandaş inşaat şirketlerine, yerli ve yabancı rant lobilerine bir armağan paketi gibi teslim etmiş olsalar da; olası yağma girişimlerini engellemek ya da geciktirmek, bu arada da İzmirlilere bu bölgenin önem ve değerini yazıp çizerek anlatmak o tarihteki tek derdim olmakla birlikte; 2017-2023 döneminde inşaat sektörünü de etkileyen ekonomik krizler ve Covid19 salgını nedeniyle buradaki gökelenlerin yapımı 2023 yılına kadar geciktiğine tanık olduk.
Bu arada hepimizin evlerde kalmak zorunda kaldığı Covid19 salgını döneminde sevgili büyüğüm Karşıyakalı Uğur Durak‘ın elindeki ailesinden kalan eski bir Osmanlı tapusuna dayanarak, muhtemelen bugünkü askeri alanın subay lojmanlarına isabet eden bölümünde olup “şarken ve cenuben Müftü Efendi merası, garben taşçı Yanako tarlası ve şimalen cebel” olarak tarif edilen 50 dönümlük tarlanın yerini arayıp bulmak için uğraşıp durduk ve bu sayede Turan bölgesinin eski arazi kayıtları hakkında ayrıntılı bilgilere ulaştık.
Tabii ki bu arada, Turan‘daki eğlence yerlerine uyuşturucu ticareti nedeniyle yapılan polis operasyonlarıyla Alabaylar ve Zirek çetelerinin çökertildiği haberlerinden de haberdar olup, kentin kıyısında köşesinde kalmış bu güzel mekanın giderek bir suç mahalline dönüştüğünü öğreniyorduk…
Neva Yalı…
2017’den 2023’e kadarki sessiz, sakin dönemin hemen ertesinde takvimlerin 2023 yılının ilk günlerini gösterdiği günlerde, sahildeki o muhteşem Braggiotti Köşkü‘nün bulunduğu parsellere sahip yandaş inşaat şirketi Rönesans Holding‘in harekete geçerek Turan sahilinde “Neva Yalı” ismini verdiği bir gökdelen projesine başladığını öğrendik ve bundan böyle oradan her geçişimizde içimiz acıyarak dikilen gökdelenlerin adım adım yükselişine tanık olduk. Bu arada Neva Yalı projesinin sosyal medyaya verilen reklamların tanıdığım bazı kişiler tarafından bilinçsizce beğenildiğini her gördüğümde, o isimlere kızıp durdum; hatta, zaman zaman bu reklamların altına eleştirel mesajlar yazmaktan kendimi alamadım.
30 Ekim 2020 tarihli Sisam depreminden en fazla etkilenen Bayraklı ve Bornova‘ya en yakın mesafedeki Turan‘da, denizin hemen kıyısına yapılmak istenen gökdelenlere aklı başında olduğunu düşündüğüm kurum ya da kişilerden hiç kimsenin itiraz etmediği, CHP‘li belediyelerle TMMOB‘ne bağlı odaların sesini yükseltip dava açmadığı bir süreçte Ankara‘daki “Kaçak Saray“ı da yapan Rönesans Holding‘in patronu Erman Ilıcak‘ın Turan mahallesini işgal ederek yaptığı bu dört büyük gökdelene, tüm İzmir halkının hoşgörüsü; hatta, sosyal medya beğenileriyle göz yumduk, görmemezlikten gelip bugünkü noktaya geldik… Aynen Mehmet Cengiz ile akrabaları Şeref ve Ahmet Cengiz‘in Karşıyaka‘nın Yalı, Şemikler, Bostanlı ve Mavişehir mahallelerinde yaptığı apartmanlarla palazlanıp büyümesinde olduğu gibi…
2017 yılında dile getirmeye çalıştığım “Meş’um gelecek” öngörüsü, sanki ünlü Kolombiyalı yazar Gabriel García Márquez‘in “Kırmızı Pazartesi” isimli romanında yazdığı gibi önceden bilinip bekleniyordu…
“Biz tarihi değerlere önem veriyoruz” sahte algısı ile bir satış-pazarlama nesnesine dönüştürülüp etrafı kuşatılan Giraud ailesinin yazlık evi… Fotoğraf: Erol Şaşmaz
Ve sonunda geçtiğimiz 27 Aralık 2024 Cuma günü sevgili dostum Erol Şaşmaz‘la birlikte, görüp başıma gelecekleri düşünerek korka korka Turan‘a gidip bir zamanlar herkesten gizlenip cazibesini koruyan o güzel yerin onlarca kamyon, iş makinesi, tır, yüzlerce işçi, toz, duman ve çamurla koskocaman bir şantiyeye çevrildiğini, 2017’de görüp fotoğrafladığım birçok eski yapının yıkılarak kendi makus ve meş’um talihini beklemeye başladığını görene kadar…
Evet, geçtiğimiz hafta Cuma günü önce kara ve demiryolu ile deniz arasındaki tarihi Turan mahallesine, ardından da Cengizhan mahallesinden doğru Atatürk Ormanı‘na giderek tüm bölgenin inşaat şirketlerinin iştahını arttıran çöküşüne tanık olduk….
Turan‘ndaki durum gerçekten içler acısıydı… Konforlu köşesinde oturup dışarıda olup bitenlere ilgisiz kalan ya da “ekosistem“, “sürdürülebilirlik“, “girişimcilik” gibi neoliberal sözcükleri sık sık tekrarlayıp kılını kıpırdatmayanlar hariç, ortada tüm İzmirliler için, onların geçmişini, tarihini, doğasını, kurdu, kuşunu ve denizini yağmalayıp yok eden bir işgal söz konusuydu…
Önce Turan muhtarı Nursel Diken‘e uğrayarak selamımızı verip sohbetimizi yaptık, ardından da Rönesans Holding‘in 2009 yılında kurduğu Rönesans Eğitim Vakfı (REV) tarafından inşaatın merkez ofisi olarak kullanılan tarihi Braggiotti Köşkü‘ne uğrayarak güce, betona, çağdaş inşaat teknolojisine fetiş düzeyinde tapan, aldıkları binlerce liralık ücretler karşılığında kurdunu kuşunu, doğasını ve denizi satmak üzere patronlarına yardımcı olan, bunun için sahip olduğu bilgi, beceri ve deneyimi kamu yararı yerine özel çıkar sahiplerine sunan mimar, mühendis ve iktisatçılarla tanışıp konuştuk, bu kadar genç, dinamik ve yetişmiş insanın ne durumda olduğunu görerek kahrolduk… Çünkü böylesine kendi kendini kandırmış insanlara gerçeği anlatmak mümkün değildi… Onlara bu mahallenin tarihinden, o tarihten kaynaklanan kimliğinden, arkadaki ormanın, önümüzdeki denizin değerinden söz edecek gücü kuvveti kendimizde bulamadık… Çünkü karşımızda, kendilerinin “ekmek parası” dediği yüksek ücretler ve lüks çalışma ofislerinde “direktör“, “satış-pazarlama yöneticisi” gibi makam ve mevkiler uğruna çalışıp sahip olduğu tarihi, arkeolojik, kültürel ve toplumsal değerleri dikkate almayan insanlar vardı…
Beton bloklarla dört bir tarafı kuşatılıp adeta ezilen Braggiotti Köşkü…. Fotoğraf: Erol Şaşmaz
Onlardan insanları ve diğer tarihi yapıları ezip un ufak eden bu gökdelenlerdeki 469 daireden 1+1’lik en küçük dairenin bile 5,5-6 milyona satıldığını öğrenip, binaların ana kaya üzerine sabitlendiği yalanını dinledik, gökdelenlerle ilgili projelerin, İzmir‘in neredeyse tüm gökdelenlerinin uygulama projesini hazırlayan, o nedenle de “bayan gökdelen” adıyla anılan ve şu sıralarda Batı Anadolu Sanayici ve İş İnsanları Dernekleri Federasyonu (BASİFED)‘nun başkanlığını yürüten Epig Mimarlık şirketinin sahibi mimar Semiha Güneş tarafından hazırlandığını (2), iklim değişikliği nedeniyle denizin yükselmesi durumunda yapacakları duvar ve mobil bariyerlerle tehlikeyi savuşturacaklarını, çevreci görünmek adına denize kuşlar için adalar yapacaklarını ve inşaatı devam eden dört gökdelenin hemen yanındaki yeni bir bölgede de yeni gökdelenler inşa edeceklerini öğrendik…
Kısacası, kentin ortasındaki en değerli bir bölümü, kentin AKP emrindeki yöneticileriyle tacir avukatlarının koruyup kollamasında, bu bölgenin planlarını hazırlayıp kabul eden İzmir Büyükşehir ve Bayraklı belediyeleriyle onların başkanları, meclis üyeleri, yönetici olarak çalışan mimar, mühendis ve şehir plancıları tarafından hazırlanan senaryoların bir sonucu olarak yandaş bir şirketin insafına ve işgaline terk edildiğini gördük.
Turan‘dan ayrılışımız, 8 sene önce tahmin ettiklerimin gerçekleştiğini görmekle ve bu kötülüğün önümüzdeki günlerde daha da artıp yayılacağını anlamış olmanın acısı ile doluydu…
O nedenle, çevre felaketlerinin yaşandığı Kazdağları, Cerattepe ya da Dalaman gibi yerlere gidip oradaki yıkımları protesto etmek kadar İzmir‘in ortasında, hemen yanı başımızda kimselerin fark etmediği ya da görmezlikten geldiği bu yıkımı, bu yok edişi, bu işgali de gidip görerek protesto etmemiz ve engellememiz gerekiyor…
Bir şantiye haline dönüşen Turan… Fotoğraf: Erol Şaşmaz
Çöküşün ve soylulaştırma girişiminin somut örnekleri… Fotoğraf: Erol Şaşmaz
En azından yolun karşı kıyısında şimdilik herhangi bir girişime konu olmayan askeri bölgeyi ve İzmir’in efsane belediye başkanı Behçet Uz‘la “İzmir Baba” lakaplı Sancar Maruflu‘nun girişimiyle yaratılan Atatürk Ormanı‘nı, onlara olan borcumuzun bir gereği olarak bu yağmadan, bu yok edişten uzak tutup kurtarmak adına…
Evet, yazı başlığında da belirttiğim gibi Turan‘ın yağmalanması ve bu yağmanın önümüzdeki günlerde daha da genişleyecek olması nedeniyle öfkeliyim ve bu öfkemi, bu kızgınlığımı olumlu bir sonuca dönüştürmek amacıyla başta belediyeler olmak üzere çevreyle, kentle ve İzmir‘le ilgili tüm sivil toplum kuruluşlarıyla meslek odalarını, İzmir Barosu‘nu, İzmir Tabip Odası‘nı ve aklıma gelen gelmeyen diğer kurum ve kişileri Turan‘a, Turan‘ın doğal, kültürel, arkeolojik ve tarihi değerlerine sahip çıkmaya davet ediyorum…
İşte o nedenle, sevgili Sancar Maruflu‘dan bizlere bir miras olarak kalan İzmir Atatürk Ormanı’nı – Kültürpark’ı Koruma ve Anıt Yaptırma (ATAORMAN) Derneği‘nin yeni bir üyesi olarak, onların emeği ile oluşturulduğu tarihten bu yana ilgisizlik ve bakımsızlık nedeniyle “bozuk orman” vasfını kazanmış olan Atatürk Ormanı‘na ait kullanım/intifa hakkının İzmir Büyükşehir ve Bayraklı belediyeleri tarafından Tarım ve OrmanBakanlığı‘ndan alınarak oranın bir kent ormanına dönüştürülmesini talep ediyor, kent içinde Kültürpark‘tan sonra gelen bu ikinci yeşil alanın, yeni yağma ve yapılaşmalara konu olmayacak şekilde geliştirilmesini arzuluyorum.
Bugünkü yazımda söze, kedilerle ciğer arasındaki karşı konulmaz iştah açıcı ilişkinin, karşılıklı güvene dayanan “emanet” ve “emanet etmek” olgusunu olumlu ya da olumsuz anlamda nasıl etkilediğini daha iyi anlatmak amacıyla kullandığım metafor için, 14 yıllık kedisini yakın zamanda yitirmiş bir “kedi dostu” olarak tüm kedilerden ve kedi dostlarından özür dileyerek başlamak istiyorum.
Evet, benim kedim ömrü hayatında hiç ciğer yemeyip hazır mamayı tercih etmiş olmakla birlikte; evde tavuk, balık ya da ciğer gibi et ürünleri yendiğinde koku duyusunun baştan çıkarıcı uyarılarıyla tabağımdaki şeyleri merak edip gelir koklar; ama, hiçbir zaman kendisine verdiğim şeyleri tercih etmez, gider kendi mamasını yer, suyunu içerdi.
Yani, kedilerin çoğu -tabii ki buldukları takdirde- ciğerin üzerine atlayıp mideye indirmekle birlikte, benim kedim gibi azınlıkta kalanlar kendilerini ciğerin dayanılmaz koku ve tadına terk etmeyip kendilerine ait olanla idare ederler…
İşte o nedenle, bugün sizlere anlatmak istediğim öyküde kendisine emanet edilen ciğeri alıp mideye indirenleri “emanete hıyanet eden kötü kediler“, benim kedim gibi kendisine tabak içinde ikram edilen et parçasını kokladıktan sonra yemeye tenezzül etmeyenleri de “emanete hıyanet etmeyen iyi kediler” olarak tanımlayıp; “emanete hıyanet eden kötü kediler“in kendilerine emanet edilene nasıl ihanet ettiklerini ya da edebileceklerini ve böyle bir ihtimali ortadan kaldırmak için neler yapılması gerektiğini konuşup tartışacağız…
“Emanete hıyanet edeyim mi; yoksa etmeyeyim mi?“
Mesleki kariyerimin ilk 13 yılı, Yerel Yönetimler Bakanlığı ile İçişleri Bakanlığı‘nda Anadolu ve Trakya‘daki yüzlerce büyükşehir, il, ilçe ve belde belediyesini denetleyip soruşturmaları yapmakla geçti. Bu sürenin son yıllarında, bir yandan İçişleri Bakanlığı‘ndaki cemaatçilerin uyguladığı taciz ve saldırıları göğüsleyip savuşturmaya çalışırken, diğer yandan da yeni soruşturmaları sürdürmeye ve elimdeki dosyaları bitirmeye çalışıyordum.
Bu anlamda yaptığım en son soruşturma ise, İstanbul Büyükşehir Belediyesi‘nin Taksim‘deki Atatürk Kütüphanesi‘nden incelemek amacıyla aldığı tarihi kartpostalları satmaya çalışan ünlü bir yazar ve koleksiyoncuyla ilgiliydi. Daha sonraki tarihlerde vefat ettiği için adını vermek istemediğim bu şahıs, kütüphaneden emaneten aldığı Osmanlı Dönemi kartpostalları satmaya kalkınca, Kasımpaşa‘da bir fırın işleten başka bir koleksiyoncunun ihbarı üzerine yakayı ele vermiş, ona o kartpostalları veren kütüphane müdiresini ise korku ve telaşlara gark etmişti. Bence hırsızlığın nitelikli halini oluşturan ve basına yansıtılmayan bu olayla ilgili dosya, yazarın Yahudi olması nedeniyle araya giren Hamambaşı‘nın gayretleri neticesinde kapatılarak benden başkaca bir işlem yapmamam istenmiş, görevden ayrılırken de bu dosyaya ait belgeler ısrarla istenerek geride iz bırakılmamasına gayret gösterilmişti.
İBB Atatürk Kütüphanesi Kartpostal Arşivi
Böylelikle, o güne kadar kendilerine fazlasıyla değer verdiğim koleksiyoncular hakkındaki izlenimlerim bir çırpıda olumsuza dönmüş; ihbar eden fırıncı gibi “emanete hıyanet etmeyen iyi koleksiyoncular” olduğu gibi, topluma ait ortak değerleri kendi mülkiyetine geçirmek ya da onlar üzerinden ticaret yapıp zenginleşmek isteyen “emanete hıyanet eden kötü koleksiyoncular“ın da mevcut olduğunu ve bu ihtiraslı, sınır tanımaz gözü dönmüş son grubun çoğunluğu oluşturduğunu öğrenmem mümkün olmuştu. Her işte ya da meslekte olduğu gibi ortada az da olsa “emanete hıyanet etmeyen iyi kediler“, bol miktarda da “emanete hıyanet eden kötü kediler” vardı ve bu gerçek, zaman içinde gelişerek ticari bir sektör haline gelen koleksiyonculuk için de geçerliydi.
Daha sonra İzmir‘e gelmemle birlikte, başka bir yerde görmediğim şekilde Milli Kütüphane‘ye ait eski gazete koleksiyonlarında jiletle kesilerek özel koleksiyon ya da arşivlere dahil edilen “kupür kesme” ile başka bir hırsızlık olayı ile tanışmam mümkün oldu. Üstüne üstlük bu gazeteleri inceleyen bazı araştırmacılar isim vererek kesme biçme işinin kimler yapıldığını söyleyerek gerçek suçluları ifşa ediyorlardı. Anlayacağınız herkes birbirinin ne olduğunu, neler yaptığını, hangi gazetelerden hangi kupürleri kestiğini gayet iyi biliyor; ama, kimselere söylemiyor, söylemeyi tercih etmiyordu…
İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin kaybolan ve halen bulunamayan tablolarından biri: Aliye Berger‘in 50X42 cm. boyutlarındaki pastel “Mevleviler” tablosu. Şu sıralarda televizyonlarda izlemeye başladığınız “Şakir Paşa Ailesi” isimli dizide çocukluk halini seyrettiğiniz Aliye‘nin yaptığı tablo…
Ardından, 1984-1989 ve 1994-1999 dönemlerinde İzmir Büyükşehir Belediyesi sanat danışmanlığı görevini yapan sevgili Mülkiyeli ablam Alev Bursalıoğlu‘nun uyarı ve ricasıyla başlattığım süreç içinde, kültür ve sanata ilgi duyduklarını sandığım İzmir milletvekili ve CHP genel başkan yardımcısı olarak görev yapan Zeynep Altıok ile Konak Belediyesi eski başkanı Muzaffer Tunçağ‘ın sessiz ve ilgisiz kaldığı, yerel ve ulusal basının bilerek ve isteyerek tek bir haber dahi yapmadığı İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin kaybolan 33 tabloluk resim koleksiyonunu bulma mücadelesi sırasında bilirkişilik görevini yapan İzmir Resim ve Heykel Müzesi uzmanlarından dinlediğim Kültür ve Turizm Bakanlığı sorumluluğundaki resim ve heykel müzelerinden çalınan tablolarla ilgili hikayeler, soruşturma ve mahkeme aşamalarında görüp dinlediklerim, mahkemede büyük bir cehaletle “Google’a baktım, bu resimler tablo değilmiş” diyen kültür ve sanattan sorumlu genel sekreter yardımcısı gibi kamu görevlileri, belediyeye ait değerli tablo koleksiyonunu koruyamayan belediye görevlilerinin yargılanması amacıyla açılan davada İzmir Büyükşehir Belediye Meclisi CHP grup sözcüsü Nilay Kökkılınç ve eşinin, sanıkların avukatlığını üstlenmesi, mahkeme sonrası kayıp tabloların bulunması amacıyla yaptığım görüşme talebinin bana bu büyük boyutlu kültür-sanat hırsızlığının, işin içinde cirit atan kamu görevlileri, siyasetçiler, akademisyenler, sanatçılar, galeriler ve mezat firmaları sayesinde nasıl örgütlenerek bir sektör haline dönüştüğünü, topluma; yani hepimize, bizlere ait bu ortak değerlerin nasıl bir tezgahla bir yatırım malzemesi ve özel mülkiyet konusu haline getirildiğini gösterdi.
Hukuki anlamda hiçbir kayıt, belgeleme, denetleme ve ispat yükümlüğünün olmadığı bir ortamda değerli eşya, belge ve benzeri malzemelerin tarihi Osmanlı saray ve köşklerinden çalınması, yangın ya da sigorta gibi kamu hizmetleri için üretilen Pervititch haritası gibi haritaların çalma, çırpma, kaybedip yok etme yöntemleriyle birilerine satılması, İzmir‘in kurtuluş tarihi olan 9 Eylül 1922 sonrasında evlerden yağmalanan yüzlerce piyanonun müzayede salonlarında müşteri araması, devlet müzelerindeki tabloların çalınarak holding sahiplerinin özel müze ve depolarını doldurması, müzelerdeki tarihi eşyaların kopyalanmak suretiyle asıllarının ticaret konusu yapılması, bizzat tanık olduğum şekilde kutsal olduğu söylenen dini kitaplardaki alın yaldızların bile “çarpılırım” kaygısı duyulmadan kazınarak çalınması, bütün bu çalınanların “ailemden miras kaldı” ya da “müzayededen satın aldım” gibi yalanlarla aklanıp meşrulaştırılması, artık hepimizin bildiği, öğrendiği ve itiraz etmeyi bırakın kanıksayıp kabullendiği bir hale gelmiş durumda…
Aslında hepimizin yumuşak karnı olarak adını duyunca saygı ya da sevgi adına bir adım geriye çekildiği kültür ve sanat faaliyetlerinin, buna dair malzemelerin böylesine bir hırsızlık, yağma, ticaret ve yatırım süreci içinde özel mülkiyetin konusu haline getirilmesi, kültür ve sanatın bu şekilde istismar edilmesi hepimizin üzerinde durup düşünmesi ve bunu önleyecek sonuç alıcı ve etkili önlemlerin alınması için mücadele etmesi gereken bir alan… Özellikle de bu değerlere sahip çıkıp onların özel mülkiyetin konusu yapılmaması konusunda görevli olan kamu kuruluşları ve kamu görevlileri açısından…
İşte bu çerçevede kuruluşundan bu yana; hatta kuruluşundan önce birçok gelişme, görüşme ve toplantısına tanık olup 7 Mart 2015 tarihinde Çanakkale Kent Müzesi‘nin düzenlediği VII. Çanakkale Müzeler Buluşması‘nda, yaptığı çalışmalar konusunda bir bildiri sunduğum İzmir Büyükşehir Belediyesi Ahmet Piriştina Kent Arşivi ve Müzesi‘nin, kısa adıyla APİKAM‘ın bugüne kadar edindiği ya da bağış yoluyla sahip olduğu İzmir‘e ait koleksiyon ve arşivi titizlikle koruma, o değerlerin kişisel işlerde kullanılmaması ve özel mülkiyete konu olmaması açısından..
İzmir Büyükşehir Belediyesi‘ne ait değerli tabloları takip ettiğim süreçte İstanbul‘daki bir sahaftan e-ticaret yöntemiyle satın aldığım İzmir Büyükşehir Belediyesi yayını “İzmir Anıtları” isimli kitabın iç sayfasıyla sırt kısmında “İ. B. B. Ahmet Piriştina Kent Arşivi ve Müzesi, Kayıt No: 5602, Tasnif No: 732.92 İZM 1999” ibaresinin yazılı olduğu damga ile “732.92 İZM 1999” etiketi görüp hem kitabı hem de kitabın 70 liralık bedelini ödediğimi gösteren faturayı alıp o tarihteki APİKAM şube müdürüne göstererek, herhangi bir kitabın bu kuruma ait kütüphaneden rahatlıkla çalınabileceğini, acı ama gerçek bir örnek üzerinden gösterip teşhir ettiğimi dikkate aldığımız takdirde… BU kitabın halen kendi şahsi kütüphanemde bulunduğunu da geçmeden belirtmek isterim.
Kaybolan tablolarla APİKAM kütüphanesinden çalınıp satılan kitap dışında bu kez de 2020 yılının başında APİKAM‘a ve İZFAŞ‘a ait büyük boy eski İzmir fotoğraflarının İnternet üzerinden satıldığını öğrendiğimizde sevgili dostum Orhan Beşikçi ile birlikte o tarihte Kültür ve Sanat Dairesi Başkanı olarak görev yapan Kadir Efe Oruç‘u ziyaret ederek o fotoğraflara sahip çıkması için talepte bulunduğumuzu; ancak bu konuda bizlere dönüp tek bir bilgi bile verilmediğini hatırlıyorum.
İnternette satışı yapılan İzmir Büyükşehir Belediyesi’ne ait büyük boyutlu fotoğraflardan sadece biri… Dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü Uluslararası İzmir Fuarı’nda…
En son örneğini, “Hatırlıyorum ve Unutmuyorum! İzmir Endüstriyel Mirasının Emeğin Miras Hakkı Boyutunda Hafızası” isimli çalışmamız sırasında gördüğümüz gibi, tarihi İzmir Elektrik Fabrikası‘nın bir zamanlar bağlı olduğu ESHOT‘a ait arşivin bir zamanlar Halkapınar‘da olmakla birlikte, satıp savma yöntemiyle yok edildiğini, geriye çok az belge ve malzeme kaldığını öğrendiğimizde olduğu gibi İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin ve İzmir hafızasına ilişkin belge, bilgi ve malzemelerin korunmayıp satıp savma yöntemiyle elden çıkarıldığını, bütün bu belge, fotoğraf, makine ve malzemelerin bugün -ne yazık ki- müzayede şirketlerince yapılan açık artırmalarda satıldığını ya da İnternet sitelerinde sergilendiğini görüyoruz.
Anlaşılan o ki, kaybolan tablolar, İstanbul‘daki sahaftan satın aldığım APİKAM kütüphanesine ait kitap, serbest piyasada satışı yapılan APİKAM ve İZFAŞ fotoğrafları, yok edilen ESHOT arşivinden de anladığımız ya da kulağımıza gelen çeşit çeşit söylentiler sayesinde öğrendiklerimizle; İzmir Büyükşehir Belediyesi ve ona bağlı birimler kamu adına sahip oldukları değerlere sahip olma konusunda iyi bir sicile sahip değiller… Gün geçmiyor ki, bir yerdeki ya da bir birimdeki bir tablo, bir kitap, bir fotoğraf kayboluyor, çöplüğe atılıyor, yok ediliyor…
İşte o nedenle oldum olası İZFAŞ ya da APİKAM gibi birimlerde tarihçilerin, sanat tarihçilerinin ya da o birimdeki malzemelerin koleksiyonunu yapan şahısların şube müdürü, danışman ya da koordinatör gibi görevlerde çalıştırılmasına karşı çıkıyor, kaybolan tablolar örneğinde gördüğümüz gibi kamuya ait bu değerler demirbaş kayıtlarına işlense, sergilerde değerlendirilse ve katalogları hazırlansa bile bir şekilde yok edildiklerini, özel mülkiyete geçirildiklerini ya da satılarak kişisel zenginliklere zenginlik katıldığını görüyor, bu tür tatsız olaylara tanık oluyoruz.
İşte o nedenle İzmirli gazeteci Hasan Tahsin Kocabaş‘ın eşi APİKAM editörü Buket Kocabaş‘ın önce İZELMAN‘a ait İzmir Art‘a sürülmesini, ardından da hiçbir gerekçe gösterilmeksizin işten çıkarılmasını hem APİKAM çalışanları üzerinde hem de işten atılan uzman çalışanlar üzerinde korku dolu bir rüzgar estirme arzusu, hem de APİKAM‘ın elindeki zengin koleksiyon ve arşiv malzemelerinin rahatlıkla kullanılabileceği steril bir ortam yaratma açısından sakıncalı görüyor, APİKAM ve İZFAŞ gibi birimlere ait arşiv ve koleksiyonların kamu görevlisi unvanına sahip olmayan “tarihçi“, “sanat tarihçisi“, “akademisyen” ve “koleksiyoncu” gibi görevlilere teslim edilmemesini, bu görevlerin sınıf arkadaşı, eş, dost ve yandaş gibi yakınlara değil, belge ve bilgi yönetimi konularında uzmanlaşıp söz konusu birimin daha etkili ve verimli çalışmasını sağlayacak, oradaki belge, bilgi ve malzemeleri bir “ciğer” gibi değil, korunup kollanacak kamu malı olarak gören müze ve arşiv işletmeciliği konusunda uzmanlaşmış kurullar eliyle yapılmasını öneriyorum.
Ayrıca APİKAM‘ın özel koleksiyoncuların ellerindeki malzemelerin ticari değeriyle kişisel itibarlarını artıracak şekilde kişisel bir konuşma platformu olmaktan çok, APİKAM‘a bugüne kadar bağışta bulunmuş olan İzmirlilerin hatırlanıp onurlandırıldığı ve bağışladıkları belge ve malzemelerin sergilenerek yeni bağışçıların ortaya çıkmasını sağlayacak bağış yönetim politika ve uygulamalarının geliştirildiği bir kurum olmasını diliyorum.
İzmir Büyükşehir Belediyesi‘ne ait tablo koleksiyonunun halen bulunamadığı bu süreçte her şeyi ciğeri kediye emanet etmemek, özellikle de emanete hıyanet edebilecek karakterdeki kedilere emanet etmemek, 2008 yılında imha ettik hikayesi ile ortadan kaybolan tabloları, kütüphanemdeki APİKAM damgalı kitap gibi APİKAM‘dan kaybolan her kitap ve malzemenin bir an önce bulunması, 2020 yılı başında İnternette satılan İZFAŞ ve APİKAM fotoğraflarının satılması gibi olayların bir kez daha tekrarlanmaması dileğiyle… Daha doğrusu, ciğeri kediye teslim etmemek üzere…
Bugünkü yazımın konusu, iki kez devlet memurluğundan atılıp bir kez “müstafi“; yani, Danıştay kararına rağmen görevine iade edilmeyip işten ayrılmış kabul edilen, daha doğrusu daha önceleri bir konuda kötü tecrübeler yaşamış biri olarak, büyük bir kötülüğün mahsulü olarak son günlerde sıkça duyduğum ya da bizzat tanık olduğum bir insanlık suçu ile ilgili olacak…
İzmir Büyükşehir Belediyesi ile çevre ilçe belediyelerinden çıkarılan işçilerin ve emekçilerin dramı.. Gözümüzün önünde yaşanan büyük bir İşçi, emekçi kırımı… İşçi ve emekçilerin hiçbir gerekçe gösterilmeksizin, telefonlarına gelen SMS mesajlarıyla işten çıkarılması, kapı önüne atılmaları ile ilgili olacak…
Kayyum yönetimindeki İzmir Büyükşehir Belediyesi ve onun işçiyi-emekçiyi tehdit edip işten atmayı seven emek düşmanı belediye başkanı…
31 Mart 2024 seçimlerinin hemen sonrasında önce İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nde, sonra Karşıyaka Belediyesi‘nde ve şimdi de yeniden İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nde ortaya çıkan işçi kıyımı, haksız hukuksuz bir şekilde kapının önüne konulan insanlara karşı işlenen insanlık suçu ile ilgili olacak…
İktidarı ele geçirmenin şımarıklığı ile yüreklerdeki kötücül egoların harekete geçmesi sayesinde belediye işçi ve emekçilerini düşman olarak gören habis bir ruhla ortaya konulan, kötünün kötüsü bir cadı avıyla ilgili olacak…
Emek dostu olduğunu iddia eden siyasi bir partinin bütün bu olup bitenlere ses çıkarmadığı, çıkaramadığı; hatta, teşvik edip özendirdiği bir suçla ilgili olacak…
Önce İzmir Büyükşehir Belediyesi cephesinde imzalanacak toplu iş sözleşmeleri nedeniyle ortaya çıkan ve belediye başkanının tehditleriyle ortalığın toz duman olduğu bir çatışma, bir çekişme ve karşılıklı çekilen kılıçların sonucunda mevcut işsizler ordusuna eklenen nice nitelikli, işinin ehli insanlar…
Ardından o başarısız ve defolu belediye başkanının geldiği Karşıyaka Belediyesi‘nin Kent A.Ş. isimli şirketindeki insanlığa sığmayan işten çıkarmalar, buna karşı gelişen direnişler ve halen devam eden mücadelelere dönüp bakmayan siyasi partiler, siyasetçiler ve sendikalar… Ne CHP‘den ne de diğer sol parti ve sendikalardan…
Şimdi de sendikaların ilgisiz; hatta seyirci kaldığı yılbaşı öncesi toplu işten çıkarmalar… Yöneticilerin arasında TMMOB Kimya Mühendisleri Odası eski şube başkanının bulunduğu İZENERJİ‘den atılıp geçtiğimiz günlerde İzmir Mimarlık Merkezi‘nde tanıdığım gepgenç, ışıltılı gözlerle bakan mühendis, mimar ve şehir plancıları… Ardından tek bir SMS ile İzmir Kent Konseyi‘nden atılan işçiler ve aralarında CHP genel Başkanı Özgür Özel‘in işe yerleştirdiği bir kadın işçinin yer alması nedeniyle ve büyük bir ikiyüzlülükle tornistan edilip geri döndürülenler… Son olarak, gazeteci Hasan Tahsin Kocabaş‘ın canını acıtmak amacıyla önce görev yeri değiştirilen, daha sonra işten çıkarılan yılların APİKAM çalışanı eşi Buket Kocabaş‘ın durumu ya da İzmir Büyükşehir Belediyesi Spor Kulübü‘nde ve diğer belediye şirketlerinde 10 aylık sürelerle ve asgari ücretle bir köle gibi çalıştırılan kadrosuz sözleşmeli işçilerin kadroya geçiş için kendilerine verilen vaatlere rağmen yeniden geçici işçi olarak çalışmayı kabul etmeleri için yapılan baskı ve tehditler… Diğer yanda da bütün bu kötülükleri yapmakta sorun görmeyen Cemil Tugay‘ın kurşun askerleri ya da ona yaranmak, oturduğu koltuğu koruyup cüzdanı şişirmek amacıyla çevresindeki insanlara kötülük yapmayı tercih eden bilgisiz, cahil yöneticiler, hukuki anlamda hiçbir yetkisi olmayan emir kulları… Bir kötüsü giderken onun yerine oturup 4,5-5 yıl sonra mabadına tekmeyi yiyecek işten anlamaz, liyakatsiz kötüler, daha kötüleri, en kötüleri… Sınıf arkadaşları, sınıf arkadaşlarının eşleri, eşler dostlar, CHP genel merkezinin gönderdiği İzmir‘i bilmez daire başkanları, belediyeye gelmeden önce belediye kapısından girmemiş, kültür sanattan anlamaz hekimler, arkadaşlar ve bilumum siyasi yandaşlar…
“Başkan Baba“nın besili askerleri…
Ve yaptıkları bütün bu kötülüklerin müsebbibi olarak, kendi beceriksizliklerin bir sonucu olarak, gelecekteki cumhurbaşkanlığı hayali; daha doğrusu yatırımı için hamle üstüne hamle yapan ve İzmirlinin iradesine saygı duymayan Ekrem İmamoğlu‘nun “İzmir kayyumu” sıfatıyla gönderdiği şahsı gösteren, “bütün bunları o istediği için yapıyoruz” diyen beceriksiz, çaresiz, çapsız ve kaypak yöneticiler…
Kötücül bir ruhun, işçiyi, emekçiyi sonuna kadar sömürüp istismar etmeye kalkan faşist bir anlayışın ürünü gelişmeler ve bunun sonucunda yılbaşı öncesinde kapının önüne konulan insanlar, gençler, kadınlar, emekçiler ve işçiler…
“Emek en kutsal değerdir” diyen bir partinin ve onun kadrolarının marifeti… İktidara geldikleri takdirde neler yapacaklarını ortaya koyan somut deliller, kötü örnekler, işçi düşmanı politikalar… Sendikaları, sendika yönetici ve üyelerini hedef alan istismar ve mobbingler, işçi ve emekçilerin sendikaya üye olmasını engelleyen ya da yeni kurulmakta olan sendikaların önünü kapatmak isteyen, onları dikkate almayan kötü yöneticiler…
Yerel iktidarla iş tutup her geçen gün sararıp solan sendikalar… Belediyelerin, belediye başkanlarının işçiyi, emekçiyi satan bu sahte işçi liderlerinin babaları adına parklar yaptırdığı, çoluk çocuklarını işe aldığı sarı sendikalar, sendikacılığı yüksek ücret koparma olduğunu sanan sendikalar, sendika ağalarının egemen olduğu, işçi ve emekçileri satan sendikalar…
Ve bütün bunlar olurken, birçok belediye işçi ve emekçisi kendilerine gönderilen SMS‘lerle işsiz kalıp akşam eve ne götüreceğini, çocuğunu nasıl besleyeceğini düşünürken, görev, yetki ve sorumluluk anlamında hiçbir hukuki yanı olmayan danışmanlarını, şirket yönetim kurulu üyelerini paraya boğan, yaklaşan yılbaşı için Kültürpark‘a çam ağacı diken, cadde ve sokakları süsleyen, kermesler düzenleyenler, kokusu ve ölü balıkları ile ünlenen körfez için sonuca etkisi olmayacak göstermelik toplantılar düzenleyen, insan hakları adına “yetmez ama evet” diyenleri baş köşelere yerleştiren toplantılar düzenleyenler, kaçak yapılarla sokak ve kaldırım işgallerine göz yumanlar ve uyguladıkları “sade suya tirit” politikaların sonucu olarak oy oranları sürekli düşenler… Devamlı olarak “emek en yüce değerdir” demesine rağmen; elinde bulundurduğu belediyelerde bunun tam tersini yapan; böylelikle, şayet bir gün iktidara geldiği takdirde neler yapacağını bu şekilde gösteren CHP‘den ve onun belediyelerinden umudunu kesen seçmenler, kentliler, hemşeriler ve yurttaşlar…
Evet, belediye ve şirketlerinde gereğinden fazla sayıda memur, sözleşmeli personel, kadrolu ve geçici işçi çalıştığı ve bu durumun bütçeleri zorladığı hepimizin malumu bir konu… Ama bu durumun, özellikle de bir önceki dönemde makbul olan CHP‘li başka bir belediye başkanından teslim alınmış belediyelerdeki bu sorunun suçlusu ne biziz, ne de AKP iktidarı, onun Saray’ı, bakanları ve milletvekilleri… Bu sorunun tek suçlusu uzunca bir süredir sizsiniz; yani, CHP içindeki anti-demokratik uygulamalar nedeniyle kendinize taraftar ya da delege edinmek amacıyla çevrenizdeki insanları belediyeye alıp çalıştıran, bizzat sizsiniz… Hem de CHP genel merkezinin ya da yerel örgütlerinin bilgisi dahilinde; hatta, onların desteği, teşviki ve özendirmesi ile… Belediyelerde fazla sayıda memur, sözleşmeli personel, kadrolu ve geçici işçi çalıştırmanın tek nedeni sizin parti içinde demokrasiyi oluşturamayan kendi sakat tutumunuz… O çerçevede, daha dün hazırladığınız “mavi” ya da “beyaz” listelerde delege, seçmen ya da yandaş olarak yer verip oyunu, desteğini aldığınız, kongrelerde amigoluk yaptırdığınız insanlara şimdi ihtiyacınızın kalmadığı anlaşılıyor ve şimdi onları sanki bir safraymış gibi gemiden atmak, işsiz bırakmak; hatta, cezalandırmak istiyorsunuz… Böylelikle de kurşunu ayağına sıkan bir aptal gibi davranıyorsunuz…
Öte yandan işten atılan işçi ve emekçilerin araya hatırlı, gönüllü kişileri koyarak, onların hatırına binaen geri dönmeleri de ayrı bir sorun… Onları “kötü polis” rolüyle işten atıp birilerinin torpili ile, bu sefer de insafa gelmiş “iyi polis” edasıyla tekrar işe aldığınızda, o insanların onurlarını bir kez daha zedeliyor, onların eskiden olduğu gibi size biat etmelerini bekliyorsunuz… Oysa işten bir atılıp bir alınan insanların bundan böyle nasıl davranacakları, yaşadıkları bu kötü deneyim nedeniyle neler düşündükleri hiç aklınıza gelmiyor mu? İşten atıp yeniden aldığınız bu arkadaşların size yeniden biat edip sözünüzden çıkmayacaklarını mı düşünüyorsunuz? Örneğin eskiden sizi sevip sayan; hatta güvenen bu insanlar bundan böyle size değil de; emrinde olduğunuz başka birilerine, söz gelimi “kayyum” sıfatıyla İstanbul’dan gelenlere ya da İstanbul’dakilere mi bağlanacaklar? Bunu hiç düşünmediniz mi? Hele ki, seçimin hemen sonrasında CHP genel başkanı Özgür Özel‘in genel sekreter olarak önerdiği eski milletvekili Aykut Erdoğdu için, haklı olarak “belediyede ikili bir yapı oluşur” diyerek karşı çıktığınızı hatırladığımızda….
Kötülük her yerde ve kötülerin kötü yönetimi ile de hayat her geçen gün daha bir zorlaşıyor… O nedenle de, bütün bu olanlar için “hayra alamet” diyelim ve yeni yılda herkesin iş sahibi olmasını, kimsenin işsiz bırakılmamasını dileyelim…