Kent pazarlamasında kullanılacak bir raf ürünü: Homeros!

Ali Rıza Avcan

Geçtiğimiz 8-9 Temmuz 2021 tarihlerinde, İzmir Ahmed Adnan Saygun Kültür Merkezi‘nde iki gün süren Uluslararası Sempozyum: İzmirli Homeros ve Dönemi başlıklı bir sempozyum yapıldı.

Söz konusu sempozyumun Organizasyon Komitesi’nde İzmir Büyükşehir Belediyesi, Yaşar Üniversitesi, Houston-Clear Lake Üniversitesi, Dünya Kenti İzmir Derneği ile İzmir Müzikleri Uygulama ve Araştırma Merkezi bulunuyordu.

Sempozyumla ilgili duyurular sosyal medyaya ilk düştüğünde haliyle bu sempozyumda hangi konuların hangi konuşmacılar tarafından ele alınacağını merak edip bu iş hazırlanan görsellerin üzerindeki yazıları okumaya çalıştık. Ancak hazırlanan görsellerde okunup anlaşılabilirlik yerine estetik kaygılar ağır bastığı için, bu okuyup öğrenme işinde başarılı olamadım. Onun üzerine hem bu sempozyum için oluşturulmuş hem de Yaşar Üniversitesi‘ne ait İnternet sayfalarına mesajlar göndererek sempozyumun indirilip okunabilir programını edinmeye çalıştım. Sonuç, orada da aynıydı ve geri dönüp bilgi veren tek bir ses yoktu. En sonunda konuşmacı bir arkadaşa gönderilen yüksek çözünürlüklü bir görsel imdadıma yetişti ve böylelikle sempozyumun programını öğrenme fırsatını yakalamış oldum.

İki gün arka arkaya izlediğim sempozyum sırasında çok değerli konuşmacıları dinleyip bilgilerimi tazelerken, çok ilginç olaylara da tanık oldum. Hatta Homeros adına yapıldığını düşündüğüm organizasyona yakıştıramadığım bu gariplikler nedeniyle kendimi zar zor lobiye attığım da oldu. İsterseniz şimdi bu tanıklıkları teker teker ele alıp değerlendirmeye çalışalım…

1. Sempozyumun yapıldığı Ahmed Adnan Saygun Kültür Merkezi‘nde katıldığım en son etkinlikler, İzmir Büyükşehir Belediyesi eski başkanı Aziz Kocaoğlu döneminde İzmir Akdeniz Akademisi tarafından yapılan sempozyumlardı. Çoğu, İzmir Akdeniz Akademisi Onursal Başkanı Prof. Dr. İlhan Tekeli‘nin İzmir Büyükşehir Belediyesi başkan danışmanlığını yaptığı sürede yapılan bu sempozyumlarda, sempozyumun başından sonuna saat gibi işleyen bir düzen sergilenir, salona girişinizden çıkışınıza kadar akademik bir ortamda olduğunuzu hissederdiniz. Lobide gelen konuklara sempozyum programının dağıtılması, etkinlikte yabancı konuk olması durumunda simultane çeviri aparatlarının verilmesi, İzmir Akdeniz Akademisi yayınlarının sergilenmesi, sempozyumun düzenli olarak kaydedilmesi ve yayınlanması, Prof. Dr. İlhan Tekeli‘nin tüm konuşmacıları izleyip notlar alması; hatta, zaman zaman tartışmalara katılıp sorular sorması, sempozyum programının Prof. Dr. İlhan Tekeli‘nin “kuramsal çerçeve” adını verdiği bir giriş bildirisi ile başlayıp tüm konuşma ve görüşmelerin bu çerçeve içinde gelişip sonucun bu çerçeveye bağlanması katılıp keyif aldığımız o toplantıların temel ritüelleriydi.

Ancak bu kez böyle olmadı. Ana kapının girişinde gelişigüzel bir şekilde bir masaya bırakılan program broşürleri, fuayedeki danışma masasında hiç bir görevlinin bulunmayışı, ilk günkü toplantının başında yapılmayan şehitlere saygı duruşu ve İstiklal Marşı‘nın okunması ritüelinin ilk konuşmacının organizasyon komitesini bu nedenle kınaması üzerine büyük bir kaygıyla toplantının yarısında yapılması, İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer‘in sempozyuma bizzat gelerek katılım yerine her iki günde de video kaydı ile konuşması, moderatörlere yardımcı olması gereken kürsü görevlilerinin yokluğu, zamanın iyi kullanılmaması nedeniyle ortaya çıkan gerginlik sonucunda gerek konuşmacılara gerekse soru sormak isteyen katılımcılara yapılan “zamanınız kalmadı” ya da “sorunuzu kısa sorun” şeklindeki tacizler, konuşmacılarla 30 dakikalık konuşma süresi üzerinden yapılan ilk anlaşmanın uygulamada kısaltılması nedeniyle bilimsel sunumlardaki kısıtlamalar, bir yanda zamanın yetmediği söylenirken diğer yanda programda olmayan korsan konuşmacıların kürsüye çıkıp konuşturulması, bir vefa örneği olarak hatırlanan Aydınlı Arkeolog Şükrü Tül‘ün bir İzmirli olarak tanıtılması gibi aksaklık ya da yanlışlıklar toplantının aslında iyi kurgulanmadığını ve bu işin İzmir‘le İzmir‘in değerlerini yeterince bilmeyen acemilerin eline kaldığını gösteriyordu.

2. Söz konusu uluslararası sempozyumu beş ayrı kuruluşun düzenlediği bilinmekle birlikte toplantının Dünya Kenti İzmir Derneği‘nin bir iki yöneticisinin elinde kaldığı: ancak, dernek yönetiminde yer aldığını bildiğimiz kişilerin bile sempozyuma katılmadığı görülüyordu.

Oluşum ve kaynağı, beslendiği mali ve siyasi yapı, Tunç Soyer ile Aziz Kocaoğlu arasında gidip gelen farklı isimlerden oluşan yönetim yapısı ve söylemiyle İzmir siyasetinin geleceği açısından nasıl bir rol üstleneceği şimdilik kestirilemeyen Dünya Kenti İzmir Derneği ile ilgili analiz ve değerlendirmelerimi başka bir yazıda ele almayı düşünmekle birlikte; bu organizasyondaki asıl ağırlık ve sorumluluğun söz konusu derneğin yönetici ve destekçilerine ait olduğu anlaşılıyordu.

3. Sempozyuma giderken gerek Dünya Kenti İzmir Derneği yöneticilerinin gerekse derneğin üyesi ya da sponsoru olarak tanıtılan destekçilerinin İzmir’in tanıtımında ünlü antik şair Homeros‘u bir marka olarak rafa yerleştirmek niyetinde olduğunu tahmin etmekle birlikte; dernek başkanı Ahmet Güler‘in yaptığı konuşmalarda adeta bir AKP’li siyasetçi gibi İzmir‘i bir marka şehir yapmaktan söz etmesi, Adnan Menderes Hava Limanı girişinde “Homeros’un kenti İzmir’e hoş geldiniz” tabelasının yerleştirilmesinden ya da kentin değişik yerlerine; özellikle de Homeros Vadisi‘ne yeni Homeros heykellerinin konulması gereğinden bahsetmesi derneği kuran bu ilginç siyasi yapıdaki Homeros algısının ne düzeyde olduğunu net bir şekilde göstermekteydi.

Evet, onlar için Homeros İzmir’in turizm pazarlamasında kullanılacak marka değeri yüksek bir mal ya da metaydı. İzmir‘in tanıtımlarında bu antik şair Homeros adı kullanıldığı, onun İzmirli Homeros olduğu söylenseydi İzmir‘e daha çok turist gelir, İzmir Dünya çapında tanınır, İzmir bir “Dünya Kenti” olarak marka olur çıkardı… Kısacası, iş bu kadar basitti…

Oysa bugüne kadar Homeros ya da İzmir turizminin geçmişi, bugünü ve geleceği üzerine ciddi hiç bir araştırma yapmadan, Homeros sonrasında ondan bize kalan ya da kalamayan kültürel mirası yeterince ortaya koymadan onu alıp kullanmaya kalkmak…. Aynen süt veren ineği tanıyıp bilmeden ve onu sağlıklı bir şekilde beslemeden onu devamlı sağmayı istemek gibi… Homeros‘u ve ondan kaynaklanan kültüre sahip çıkıp özümsemeden onu kullanmaya kalkmak gibi… Aynen sahte Chanel, Gucci ya da Prada marka kadın çantalarının çakmasını merdiven altı imalathanelerde yapıp satmaya kalkmak gibi…

Neyse ki, davet edilen konuşmacıların tümü derneğin bu amacının farkındaydılar ve konuşmalarında bunun böyle olmaması için çok ciddi uyarılar yaptılar… Özellikle 2018 yılında düzenlenen Troya Yılı kutlamaları nedeniyle iktidarın gündeme getirdiği neoliberal söylemi hatırlatarak…

Ama anlaşılan o ki, arkalarına bir iki büyük sermayedarı, büyükşehir üst yönetimini ve vakıf üniversitesini alarak geniş ufuklara açılmak isteyen bu “ilginç” ve “siyasi” grup, yapılan uyarılardan hiç etkilenmemiş bir şekilde ‘İzmirli Homeros‘un tüyünden, etinden ve sütünden yararlanarak bir yerlere gelmek ve etkin olmak istiyor…

Bence söylenen güzel sözleri, verilen sertifika ve armağanları aşarak bunun arkasındaki asıl niyetleri fark etmek ve rahmetli Ekrem Akurgal‘ın “uygarlığın merkezidir” diye tanımladığı İzmir‘e “marka kent” ya da “dünya kenti” yaftalarının uygun görülmesi ile yapılan haksızlığı görmek gerekiyor.

Kafalar, bayağı bir karışık…

Ali Rıza Avcan

Dün akşam, internette Türkiye ile İzmir’in tanınırlığı ya da bilinirliği üzerine Google arama motorunu kullanarak bir araştırma yaptım. Bunu da Türkiye ve İzmir’le ilgili olduğunu düşündüğüm bazı anahtar sözcükleri ‘ara’ bölümüne yazıp açılan ilk sayfada, o sözcükle ilgili olarak yaklaşık kaç adet sonuca ulaşıldığını gösteren rakamları not ederek gerçekleştirdim. Çünkü bildiğim kadarıyla Google arama motoru, aranılan sözcüklerin içinde yer aldığı metinleri teker teker belirliyor ve kullanım sıklıklarına göre sıralayıp listesini hazırlayarak bizlere yardımcı olmaya çalışıyor.

Böyle yapmamın diğer bir nedeni ise, Türkiye’yi ve İzmir’i bir ‘marka’ olarak kabul edenlerin ya da etmek isteyenlerin, aradığım sözcükleri birer ‘marka bileşeni’ olarak kabul etmelerinden kaynaklanıyordu. Çünkü ‘marka bileşeni’ adı verilen bu isimlerin, başka bir deyişle ‘alt marka’ların ‘üst marka‘nın oluşumunda katkısı olduğu, bunlar sayesinde bir marka haline geldiği ya da bu ‘alt marka‘ ya da bileşenlerden söz edildiğinde markayı hatırlattığı söyleniyor. 

Örneğin ‘Türkiye’ bir ülke adı olmanın dışında şayet bir marka ise onun marka bileşenlerinin ‘Mustafa Kemal Atatürk’, ‘İstanbul’, ‘Antalya’, ‘Anadolu’, ‘Anatolia’, ‘Alanya’, ‘Taksim’, ‘Ararat’, ‘Topkapı’, ‘Recep Tayyip Erdoğan’; ‘İzmir‘ şayet bir kentin adı olmanın dışında bir marka ise onun marka bileşenlerinin de ‘Ege’, ‘Smyrna’, ‘Konak’, ‘Efes’, ‘Karşıyaka’, ‘Çeşme’, ‘Göztepe’, ‘Ephesus’, ‘Dokuz Eylül’, ‘İzmir Fuarı’, ‘Homeros’, ‘Piyale’, ‘Aziz Kocaoğlu’, ‘Smirni’, ‘İzmir Enternasyonal Fuarı’, ‘Tantalos’, ‘Sevinç Pastanesi’ ve ‘Turyağ’ olması beklenir. Tabii ki unuttuklarımız, bu arada aklımıza gelmeyenler hariç…

Türkiye’ ve ‘İzmir’ sözcüklerinin bileşeni olarak kabul ettiğimiz bu anahtar sözcüklere teker teker baktığımızda ise 31 Ocak 2017 itibariyle karşımıza çıkan rakamlar aşağıdaki tabloda gösterilmiştir:

resim3

Bu tablonun incelenmesinden de anlaşılacağı üzere, ‘Türkiye’ isminin bileşeni olup onu destekleyen diğer ‘alt markalar’ arasında büyük bir fark olmayıp; ‘Türkiye’ ismi ile bu ismi destekleyip onu daha da güçlendiren bileşenlerinin oluşturduğu bütünlüğe karşı, ‘İzmir’ ya da ‘Smyrna’, ‘Smirni’ şeklinde somutlanan isimlerle onun bileşeni olarak ortaya çıkan isimler arasındaki büyük fark, ‘alt marka’ olarak da tanımlanabilecek bu isimlerin ‘İzmir’ ismine/markasına çok fazla bir katkısının olmadığını ortaya koymaktadır.

Bu verileri belirleyip yorumlamaya çalışırken elime geçen 15-16 Aralık 2014 tarihleri arasında düzenlenen ‘Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi 60. Yıl Etkinlikleri Marka Şehir İzmir Sempozyumu’ sonuç bildirgesi ise bu konuda çok farklı şeyler söylüyordu:

Bu sempozyumun yapıldığı tarihlerde, ticari ya da sınai yaşamda geçerlilik kazanan ‘marka’ olgusu ile ‘kent’ arasında neoliberal işletmeci anlayışıyla ilişkiler kurup kentleri markalaştırıp pazarlamaya dayanan bir anlayışa karşı çıkmakla birlikte; bu sempozyumdan nasıl bir sonuç çıktığını açıkçası merak etmemiş ve sonuçlarıyla ilgilenmemiştim.

Ancak, dün akşam tesadüfen bulduğum bu sonuç bildirgesini incelediğimde, 6 ayrı oturumda yapılıp ülkemizin ve kentimizin önde gelen birçok siyasetçi, belediye başkanı, bürokrat, akademisyen ve sanatçısının konuşmacı olarak katıldığı bu toplantıların her birinde birbirinden farklı; hatta birbirini olumsuzlayan, birbirini ortadan kaldıran sonuçlara ulaşıldığını, bazı oturumların sonucu olarak “İzmir marka değil, markalar şehridir” denilirken diğer oturumlarda da “İzmir, yerel bir markadır; uluslararası bir marka olabilmek için sürdürülebilir projeler üretmek, bu projelere gerekli bütçeyi ayırmak, atak yapmak ve konusunda uzman iletişimcilerle çalışmak gerekmektedir” denildiğini gördüm.

Tabii ki sempozyuma katılan herkesin ve her oturumun aynı sonuca ulaşması, herkesin hemfikir olması beklenemez. Bu, insanın ya da eşyanın doğasına aykırı bir bir durumu beklemek olur. Ancak 60 yıllık bilgi ve deneyime sahip bir iletişim fakültesi tarafından düzenlenen ve çoğu işletme kökenli akademisyenlerden oluşan bir grubun yönlendiriciliğinde gerçekleştirilen bu 6 oturumluk sempozyumun sonucunda birbirini doğrulayan ya da en azından birbiriyle çelişmeyen, birbirini olumsuzlamayan veya birbirini bütünleyen bir sonuca ulaşılması, onca bilgi ve deneyimle donanmış uzmanların katılımıyla gerçekleşen bir sempozyumdan uygulama fırsatı bulabilecek sonuçlarla çıkılması beklenirdi.

İşte o nedenle, ‘marka’, ‘İzmir’, ‘marka kent İzmir’, “pazarlama stratejisi” gibi konularda kafaların bayağı bir karışık olduğunu, bu karışık kafalar nedeniyle de bu konuda bir adım dahi atılamadığını, sonuç alınamadığını söylemek mümkün. Bunun sonuçsuz kalan en iyi örnekleri ise bir zamanlar İzmir Kalkınma Ajansı’nın büyük bütçe ve iddialarla (İZKA) yaptığı ‘İzmir Marka Kent Pazarlama Stratejisi’ çalışmalarıyla İzmir Ticaret Odası’nın (İZTO) yaptığı çalışmalardır… 

Son yıllarda ‘üst perdeden yapılan‘ ve sonuç alınamayan bu tür çalışmalar unutulmuş gitmiş olmasına karşın, İzmir’in gerçekten marka olan yerel değerleri, isimleri teker teker ve sessiz sedasız ortadan kalkmakta, yok olmaya devam etmektedir…

Yakın geçmişte kökleriyle bağlantısı koptuğu için yok olan ‘Alga Çikolata’, ‘Kula Mensucat‘, ‘Turyağ’, ‘Piyale’, ‘Tansaş’ gibi markalar bunun en somut örnekleridir… Sanırım sırada ‘Bonjour’, ‘Sevinç’, ‘Mennan’ gibi markalar vardır… Bu tür kendi olanakları ile bir yerlere gelmiş yerel markalar korunmadığı, onlara sahip çıkılmadığı sürece İzmir’in, adı markalaşma olsun ya da olmasın daha fazla tanınması, bilinmesi mümkün olmayacaktır ne yazık ki…

resim4

Üniversitelerin bu kaybolup giden İzmir’in yerel markaları ile ilgili olarak ne yaptığını merak ettiğimizde ise başvuracağımız en iyi kaynak, Yüksek Öğretim Kurumu’nun (YÖK) Türkiye’deki tüm üniversitelerde yapılan yüksek lisans, doktora ve uzmanlık tezlerini gösteren ve izinli olanları indirip okuyabileceğimiz ‘Tez Merkezi’ olmaktadır.

1 Şubat 2017 tarihi itibariyle bu bilgi kaynağında yaptığımız araştırmalarda ise bugüne kadar bir zamanların ünlü ‘Piyale’ markası hakkında Dokuz Eylül Üniversitesi’nce 1 yüksek lisans tezi (2006), ‘Tursil’ ve ‘Persil’ gibi ünlü markaların kaynağı olan ‘Turyağ’ hakkında Anadolu Üniversitesi’nce 1 yüksek lisans tezi (1989), ‘Tansaş’ hakkında da Dumlupınar, Anadolu ve Dokuz Eylül üniversitelerince 3 yüksek lisans tezi (1997, 2002, 2005) hazırlandığı, ‘Kemal Kutucu’, ‘Mennan’, ‘Bonjour’, ‘Sevinç Pastanesi’, ‘Özsüt’ ve ‘Aligalip Şekerlemecisi” gibi ünlü İzmir markaları hakkında tek bir lisansüstü, doktora  ya da uzmanlık tezinin hazırlanmadığı görülmektedir.

Evet, bu araştırmalardan da gördüğünüz gibi kendi yerel markalarımıza değer vermeden, İzmir’i İzmir yapan bu değerleri araştırıp korumadan; hatta onları ihmal edip unuturken İzmir’i ‘marka kent‘ yapmaya çalışıyoruz. Üstüne üstlük bu konuda kafamız bayağı bir karışık iken…


Not: Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi’nin 60. Kuruluş Yılı nedeniyle 15-16 Aralık 2014 tarihleri düzenlediği ‘Marka Şehir İzmir Sempozyumu’ Sonuç Bildirgesi, oturum sonuçları arasındaki farkı ve kafa karışıklığını görebilmeniz için ‘Kent Stratejileri Merkezi’ isimli Facebook grubumuzun ‘Dosyalar’ bölümüne eklenmiştir.

Hangi İzmir, Nasıl İzmir?

Varlığıyla, geçmişiyle, umut vadeden geleceğiyle, coğrafi durumu ve iklimiyle, çeşitli etnik kültürüyle, her gelir grubundan hemşehrisiyle her daim ‘’Egenin İncisi’’ , Türkiye’nin göz bebeği…

Tam da düşman çatlatan cinsten (!)

Ama kabul etmeli, İzmir yorgun…

Amaç, umut kırmak değil kesinlikle, kent hakkı olan markayı ranta değil, hak sahibine, kente, layık olduğu şekilde elbirliğiyle teslim edilmesi için tekrar düşünmeye davet etmektir.

Her duruşun İzmir üzerine ayrı bir kimlik yaratma çabasından bitkin düşen bir kentin kimlik çırpınışlarına tanıklık ediyoruz. Kent kimliği üzerinden yapılan markalaşma denemelerinde tıpkı bir kobay faresi İzmir…

saat-kulesi-01

30 ilçesinde ayrı hava esen güzel İzmir üzerinde denemelerden sadece birkaçı

  • Fuarlar Kenti
  • Emekliler Kenti
  • Liman Kenti
  • Kruvaziyer Turizm Kenti
  • Öğrenci Kenti
  • Tarım Kenti
  • En Hızlı Gelişen Kent
  • Deniz-Kum-Güneş Kenti ve 

tabii ki Gâvur İzmir 😉

Beklentilerin ölçeğine göre belirli süreli olmak üzere başarılı olan da var, sadece söylemde kalanlar da… Belirli süreli başarılı olanlar da kentin pek işine gelmiyor, hemen bir ekonomik değeri oluşan rant pazarlarında değersizleşme…

Peki ya sürdürülebilir marka yönetimi?

Hah, unutmadan, tabi bir de kentlilerin beklentileri var, bunlar da işi biraz karıştırıyor

İzmir dediğin güzel olmalı, temiz, bakımlı olmalı. Aynen insanı gibi; yeşil olmalı ki yaşanılası olsun, ekonomisi güçlü olmalı ve tabi ki modern olmalı, hak odaklı olmalı ki etik yerini bulsun.

Gerçekten tek kimlikle tüm bu etiketleri birbirine uyumlu hale getirmek mümkün değil mi?

Yoksa bu şekilde yaratılan kimlik bunalımı daha mı fazla rant sağlıyor?

Bu arada unutmadan hiç dillendirilmese de hepimizin gördüğü;

Rant merkezi İzmir 😉

Tüm nitelikleri birbirine entegre edilmiş vatandaşların kendini kentte giderek daha da yabancı hissetmediği hatta tam tersine kendini kentin bir parçası olarak kabul edip sahiplendiği bir kent yaratmak acaba Amerika Kıtası’nı yeniden mi keşfetmek demek?

Kentlerin insanoğlundan çok da farkı yoktur aslında. En önemli fark, ölümsüz olma şansına sahip olmalarıdır. O nedenle bunun bilincinde olan bilim insanları sürdürülebilir kentlerin önemini her geçen gün daha fazla dile getiriyorlar

Hasbelkader sahip olduğumuz biyoloji ve çevre psikolojisi bilgimizle mantık yürütürsek; peki, bu kadar kimliği üzerinde taşımaya çalışan bir insana ne olur?

Kentler insanlar gibidir, yaşarlar, can damarları vardır, suya ihtiyacı vardır, temiz havaya, temizliğe ve iyi bakıma muhtaçtır, sosyaldir sosyalleşmezse depresyon geçirir, eğitim ister, sağlık, barınma ve ulaşım gibi temel yaşam olanakları ister.

Kökleri vardır, atası vardır, soyu bellidir, gelenekleri köklüdür.

Misafirleri vardır, kapısı açıktır tüm tanrı misafirlerine. Ağırlamak ister…

Hak odaklı bakmazsan ona, iyi bakmazsan sağlığı bozulur yaşlanır bitkin düşer, tükenir, ölür gider. İnsan formundan çıkıp hurda bir gemiye dönüşür, deniz dibinde bir batık olur sadece. Balıkların yumurta bıraktığı üreme alanından ibaret kalır.

Hep derler ya, zenginin derdi büyük olur!

Değerler zengini İzmir’in derdi de öyle işte!

Muhteşem doğası, tarihi, ören yerleri, verimli toprakları, koyları, endemik çeşitliliği, termal kaynakları, rüzgârı, güneşi, limanı, imbatı, körfezi, balığı, bağları, saymakla biter mi?

Bu kadar çok kimliğin bir arada uyumsuza yaşatılmaya çalışılması İzmir’e haksızlık değil mi? Değerleri teker teker tüketip sonra bir diğerine geçip yeniden marka kent olma çabası…

050620121443544249171_3
İzmir gerçekten “öncülerin şehri” midir?

Tek suçu kaynaklarının bu kadar fazla oluşu mudur acaba?

Verimli topraklarını yüksek yüksek binalarına terkeden, yükselen binalarıyla rüzgâr koridorlarını kapatan, bin türlü AVM’ye olağanüstü çeşitliliğine karşılık rakip olamayan Kemeraltı’nın tükenmeyen sorunları, İzmir’e göç edenle İzmir’den ayrılıp giden beyin göçü arasında oluşan sosyo-kültürel farklılıkların önüne geçilememesi bahsi geçen markaların oluşturulması gibi uzun bir yolun önünde ki engellerden sadece birkaç tanesidir.

Kentin markalaşması ve markanın sürdürülebilirliği kentliye ve kentlinin yaşam standartlarına bağlıdır, markalaşma bir süreçtir ve katılımcılık ister.

Katılımcılık süreçlerinin doğru yönetildiği, gerçekten değerli rant alanlarının değil de, İzmir’in değerli kaynaklarının sürdürülebilir kılındığı, her birimizin kendini yaratılan markanın bir parçası hissedeceği bir kentte yaşamak hepimizin dileği…

Bu süreç için gerçekçi eylem planlarının görünürde değil, gerçekten katılımcılık içermesi gerekmektedir. Katılımcılık, “anket yaptık”, “1000 kişiye sorduk, sonuç budur”, “toplantıda oy çokluğuyla bu karar çıktı” deyip kentin geleceğini etkileyen kararların verilmesi demek değildir.

Katılımcılık, yaratma, bir kampanya yönetimi ve pazarlama süreci değildir.

Gerçek hedef kitlelere ulaşmak, katılımcılığın daimi olmasını sağlamak, aidiyet duygusunu vatandaşın benimsemesini sağlamak, aktif vatandaşlık ve demokrasi kelimelerini sadece projelerde değil, kentlinin hayatına sokarak işe başlamak gerekmektedir.

Katılımcılık denince maalesef gözümüz hemen yerel yönetimlere kayar. Ancak bu aşamada sadece yerel yönetimlere yüklenmek de büyük haksızlık olur. Hele ki hala yerel yönetimlerin yönetim biçimlerini ve mevcut kaynaklarının yeterliliğini tartıştığımız bu süreçlerde…

Yerel yönetimlerin, eğitim kurumlarının, sivil toplum kuruluşlarının işbirliği ile 21.yüzyılda olmanın getirdiği kolaylıkları kullanarak katılımcılık ruhunun oluşturulması, kentin ihtiyaçlarının takip edilmesi, ihtiyaçların planlı giderilmesi, iş planlarının sürekli güncellenmesi ile kentin kaliteli yaşam standartlarına kavuştuğu an kent kendi markasını yaratacak ve kentli ona sahip çıkacaktır.

Belki de gerçekten İzmir’e, İzmirliye dönüp bir bakmak sormak gerekiyordur! Ne de olsa akıl akıldan üstündür!

Bolca umutlar…