İzmir İktisat Kongresi (3)

Ali Rıza Avcan

17 Şubat-4 Mart 1923 tarihleri arasında yapılan Türkiye (İzmir) İktisat Kongresi ile bu kongrenin 100. yılına isabet eden tarihlerde İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından yapılacak kongre arasındaki benzerlik ve farklılıklara; ayrıca, İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından yapılan hazırlık çalışmalarındaki yanlışlık ve eksiklikleri tartışıp değerlendirmeye devam ediyoruz.

Bu amaçla başladığımız dört bölümlük seri yazımızın ilk bölümünde, 1923 tarihli Türkiye (İzmir) İktisat Kongresi ile bu kongrenin 100. yıl kutlaması için yapılan hazırlık çalışmaları hakkında bilgi vermiş, ikinci yazıda ise 1923 tarihli kongrede, İzmir‘in ve tüm bir Ege Bölgesi’nin ayanı, derebeyi ya da toprak ağası olan Karaosmanzade Kani Bey‘in başkanlığıyla şekillenen “Çiftçi Grubunun İktisat Esasları” üzerinde durarak, 2023 yılında bunun bir benzeri olarak tasarlanıp kamuoyuna açıklanan “Çiftçi Grubu Deklarasyonu“ndaki vaatlerin, ülkemiz tarımıyla topraksız köylülerin ve küçük çiftçilerin sorun ve taleplerinden ne ölçüde uzak olduğunu, kendi içinde önemli yanlışlık ve eksiklikler barındırdığını göstermeye çalışmıştık.

Bugünkü yazımızda ise, 1923 tarihli kongrede -Vikipedi’nin yazar, gazeteci ve siyasetçi olarak tanımlamasına karşın- “amele” kimliğiyle “İşçi Grubu Reisi” seçilen Aka Gündüz‘ün başkanlığında, “İşçi Grubunun İktisat Esasları” olarak karara bağlanan 34 karardan esinlenerek İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nce davet edilen sendika temsilcilerinden oluşan bir grubun katıldığı 5 Ekim 2022 tarihli İşçi Grubu Teknik Çalıştayı ile 17 Kasım 2022 tarihli İşçi Buluşması‘nda yaptığı görüşmeler sonrasında kamuoyuna açıklanan 14 temel ilke üzerinde durarak, bu ilkelerin ne ölçüde gerçeğe uygun olduğunu, ne ölçüde işçi sınıfının sorun ve taleplerini karşıladığını görüp anlamaya çalışacağız.

Bu konu ile ilgili http://www.iktisatkongresi.org isimli İnternet sitesindeki yazılı bilgi ve görsellere göre, 5 Ekim 2022 tarihinde Tarihi Havagazı Fabrikası Kültür Merkezi‘nde yapılan “İşçi Grubu Teknik Çalıştayı“na 35’i şahsen, 9’u da çevrim içi olmak üzere toplam 44 sendika temsilcisi ve uzmanı, 17 Kasım 2022 tarihinde yine aynı mekanda gerçekleştirilen “İşçi Buluşması“na ise Birleşik Kamu-İş, DİSK, HAK-İŞ, KESK ve TÜRK-İŞ konfederasyonlarının bileşeni 50’den çok sendika ile iki bağımsız sendika temsilcisi katılmış. Ancak her iki toplantıya hangi sendika adına hangi yetkilinin katıldığı isim isim bildirilmediği için katılımcıların ülkede tüm işçiler açısından ne ölçüde temsil kabiliyetine sahip olduklarını bilmiyoruz.

İşçiler adına karar alanlar, işçilerin küçük bir bölümünü temsil etmektedir…

1. 12 Eylül faşist dikta yönetiminin bir ürünü olan mevcut yasal düzenleme ve yasaklamaların sonucu olarak, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı‘nın 22 Temmuz 2022 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanan en son tebliğine göre, ülkemizde tüm işkollarında örgütlü olan toplam 218 sendika toplam 2.280.285 işçiyi; yani, 15.987.428 olan toplam işçi sayısının sadece % 14,26’sını temsil etmektedir. Bu durum, henüz hiçbir sendikaya üye olmayan toplam 13.707.143 adet işçinin; yani, tüm işçilerin 85,74’ünün toplantıya katılan sendikalar tarafından temsil edilmediğini göstermektedir.

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı‘nın Çalışma Hayatı İstatistiklerine göre Türkiye’deki sendikalaşmanın oranı 1984 yılında % 55,89 iken, her yıl düzenli olarak azalarak 2022 Temmuz ayı itibariyle % 14,26 düzeyine inmesi de bu durumun en somut örneklerinden biridir. (1)

O nedenle, bu kararların alınma sürecindeki sendika temsilcilerinin, her şeyden önce kendi faaliyet alanlarındaki baskı, yasak ve engellemeleri dile getirerek, bir anlamda kendi eksiklik ya da yetersizliklerini, geçtiğimiz yılların antidemokratik iktisat politikalarının sonuçlarını gündeme getirerek önümüzdeki 100 yıl içinde tüm işçileri kendi çatıları altında toplayarak ülke iktisat politikalarına nasıl yön vereceklerine dair vaatlerde bulunmamış olmaları, bir araya gelme gerekçeleri açısından büyük bir eksiklik olmuştur.

Bu anlamda, önümüzdeki 100 yıl içinde tüm işçilerin sendikalarda örgütlenerek elde edecekleri gücün, toplumdan ve işçi sınıfından yana iktisat politikalarının geleceği açısından büyük bir güvence olacağı unutulmamalı, bu hayati eksiklik sonraki çalışmalarda telafi edilmelidir.

2023 ve sonrasındaki iktisat politikalarının aktörü korporatist meslek grupları değil, işçi sınıfıdır...

2. İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nce düzenlenen toplantılara işçileri temsil ettikleri iddiasıyla katılan işçi sendikalarının, Türkiye (İzmir) İktisat Kongresi‘nin 100. yılı ile ilgili kutlamaların, 1923’de olduğu gibi “korporatist” bir yaklaşımla “işçi grubu“, “çiftçi grubu” ve “sanayi-tüccar-esnaf grubu” olarak belirlenen üç meslek grubu üzerinden kurgulanması konusunda hiçbir itirazlarının olmadığı, bu meslek grupları dışında toplumda başka grup, kesim, toplum ve sınıfların; özellikle de sayıları milyonları bulmasına karşın temsili akla bile getirilmeyen işsizlerin bulunduğu hususunu kutlamayı düzenleyen belediye yöneticilerine hatırlatmadıkları ya da uyarmadıkları anlaşılıyor.

İktisat politikaları ile ilgili tarafların, 1923 gibi Ulusal Kurtuluş Savaşı‘nın henüz barışla neticelenmediği, bu nedenle toplumdaki milliyetçi heyecanın dorukta olduğu tarihlerde “korporatist” bir yaklaşımla sadece mesleklerle sınırlı tutulması, o dönemin özellikleri itibariyle anlayışla karşılansa bile, 2023 yılı Türkiye‘sinde toplumu sadece bu gruplarla sınırlı tutmak aynı zamanda ülke gerçeklerinden habersiz olmak anlamına da gelir.

Şayet düzenlenen toplantılar sonucunda tüm toplumu temsil eden kararların alınması ve bu kararların ülke geleceği açısından etkili ve sürdürülebilir olması isteniyorsa, temsil edilmeyen diğer grup, kesim, topluluk ve sınıfların da karar alma süreçlerine dahil edilmesi gerekmektedir.

CHP parti programının gerisinde kalmak…

3. 1923 tarihli Türkiye (İzmir) İktisat Kongresi‘nin 100. yıl kutlamaları çerçevesinde Türkiye’nin gelecek 100 yıldaki iktisat politikalarını belirlemek amacıyla yapılan bu toplantılar CHP’li bir büyükşehir belediyesi tarafından örgütlenmekle birlikte, yazılı hale getirilip kamuoyuna açıklanan taleplerin arasında Cumhuriyet Halk Partisi‘nin genel başkan Deniz Baykal döneminde (2008) kabul edilmesi nedeniyle günümüz yer yer gerçeklerini karşılamayan CHP Parti Programı‘ndaki hedef ve vaatlerin bile çok gerisinde kalan vaatlere yer verildiği ya da parti programında yazılı olan vaatlerin dikkate alınmadığı belirlenmiştir.

CHP Parti Programı‘nın “Çalışma Hakkı Kutsaldır, Emek En Yüce Değerdir” başlıklı bölümünde, çalışma sürelerinin azaltılması konusunda “Çalışma süreleri kısaltılarak, aşamalı olarak AB ülkeleri düzeyine indirilecektir.” ya da eşit işe-eşit ücret ilkesine aykırı uygulamalar için gündeme getirilen “Ücretli çalışanların farklı statülerde istihdamından dolayı hak kaybına son verilecek, eşit değerde işe eşit ücret ilkesinin uygulanması sağlanacaktır.” vaatleri yer almasına karşın, düzenlenen “İşçi Grubu Sonuç Bildirgesi“ne bu konuda tek bir vaadin yazılmamış olması bu tespitin en önemli örnekleridir. (2)

Emeklilerin, özellikle de işçi emeklilerinin sosyal güvenlik sistemi ile ilgili herhangi bir talepte bulunmamak, büyük eksikliktir…

4. Bilindiği üzere ülkemizde üç kurum arasında bölünmüş (Emekli Sandığı, SSK ve Bağ-Kur) sosyal güvenlik sistemi kağıt üzerinde SGK adı altında birleşmiş gibi gözükse de, emeklilik mevzuatı ve işlemleri pratikte birbirinden farklı uygulamalara konu olmakta; bu nedenle, sayıları milyonlara varan emekliler sahip oldukları ekonomik ve sosyal haklar açısından üç farklı gruba ayrılmakta, Emekli Sandığı emeklilerine göre daha az ekonomik ve sosyal haklara sahip SSK ve Bağ-Kur emeklileri, memur emeklilerinden farklı olarak açlık ve yoksulluk sınırının altında bir hayat sürdürmektedir.

İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nce düzenlenen iki ayrı toplantıya davet edilen işçi ve memur sendikası temsilcilerinin işçi ve emekçilerin sadece fiili çalışma süresi içindeki haklarıyla değil; aynı zamanda, bu sürenin bitimiyle ortaya çıkan emeklilik durumlarında da ikinci bir iş aramaya gerek duymaksızın ve yoksullaşmadan yaşayabilmeleri için tüm emeklilerin, en azından Emekli Sandığı emeklileri düzeyinde ekonomik ve sosyal haklara sahip olması için talepte bulunmaları gerekmektedir.

Çünkü gerçek işçi ve emekçi dostu olmak demek, emeklilik nedeniyle sendika üyeliği bitenleri yalnız bırakmak değil, onlara sahip çıkıp haklarını korumak anlamına gelir…

Kamu kaynaklarının kullanımı…

5. Hazırlanan “İşçi Grubu Sonuç Bildirgesi“nde, kamu kurum ve kaynaklarının yağmalanmasını önleyecek vaatlere yer verilmediği görülmüştür.

Bu bağlamda, kamu kaynakları ve kurumlarının iktidara yakın sermaye gruplarına devri anlamına gelen özelleştirmeleri önlemek amacıyla; özellikle de, arkeolojik, tarihi, kültürel ve doğal değerlerin yağmalanıp özelleştirilmesinden, kent rantının iktidarın emrindeki beşli çetelere teslim edilmesinden ve kamusal denetimin yok edilmesinden en fazla etkilenip zarar gören işçi sınıfının ve onların temsilcisi işçi ve emekçi sendikalarının gelecek yüzyılın iktisat politikaları çerçevesinde kamu kaynaklarının verimli, adil, yerinde ve etkin kullanımıyla kamusal denetimin yeniden güçlendirilmesi konusunda ciddi taleplerde bulunması gerekmektedir.

“Bütün ülkelerin işçileri….”

6. Söze “bütün ülkelerin işçileri” diyerek başlaması gereken işçi ve emekçi sendikalarının; özellikle de memur sendikaları arasında yer alan KESK‘in altına imza attığı bu bildirgedeki iki ayrı maddenin “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı” tanımıyla başlamasının nedeni anlaşılamamıştır.

Bildirgenin ikinci ve üçüncü maddelerinde yer alan bu koşul ile çalışma hakkı ile bazı temel haklar sadece “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı” olan işçiler için talep edilirken bunun dışında kalıp vatandaşlık bağı ile hiçbir ilgisi olmayan “göçmen emeği“, “emek göçü“, “küresel insan hareketliliği ile emek göçü arasındaki ilişkiler“, ucuz emek sömürüsünün yabancı sermaye yatırımı adı altında teşvik edilmesi ve küresel sermayenin ulusal hükümetlerden talep ettiği imtiyazlı korunmuş özel statülü organize sanayi üsleriyle serbest bölgelerden söz edilmemiş olması da, ikiyüzlülük kokan büyük bir çelişkidir.

Evet, 1923 tarihli “İşçi Grubunun İktisat Esasları” başlıklı eski bildirinin 2. maddesinde salgın hastalıkların ırkın özünü mahvettiğine, 26. maddesinde de “memlekette açılacak tüm işlerin Türk işçi ve çalışanlarına tahsis edilmesine” ilişkin ifadelere yer verilmiş olmakla birlikte; Ulusal Kurtuluş Savaşı‘nın henüz devam ediyor olması nedeniyle milliyetçilik duygusunun tavan yaptığı o günlerde, o günlerin heyecan, coşku ve öfkesi içinde bu tür kararların alınmasını “zamanın ruhu” nedeniyle anlayışla karşılamak mümkün görülmekle birlikte; aradan 100 yıl geçtikten sonra, işçiler arasında böylesine ayrımcılık yapmanın evrensel hukuk kurallarına aykırı olduğu bir dönemde CHP’li bir büyükşehir belediyesi eliyle hazırlanan bir bildirinin 2 ve 3. maddelerinde çalışma hakkı ile “maddi ve manevi varlığını geliştirme, insan onuruna yaraşır bir yaşam sürme, yetenek ve tecrübelerine uygun bir işte çalışma, çalışma saatleri içinde veya dışında kendi kabiliyetlerini geliştirme” gibi hak ve özgürlükleri sadece “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı” olanlara vermek, onların dışında kalanları; örneğin doğal yıkım, siyasi baskı, ekonomik neden ve savaşlar nedeniyle ülkemize gelmek zorunda kalan göçmen, mülteci ve sığınmacıları, yurtdışından getirilen uzman işgücünü başta İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi olmak üzere ülkemizin imzaladığı tüm uluslararası anlaşmalara; ayrıca, aynı bildirgenin 5. maddesinde yazılı olanlara aykırı olarak bu haklardan mahrum etmeye kalkmak, -bırakın başka gerekçeleri- başta hiçbir insani gerekçe ile açıklanamaz. Hele ki, böyle bir vaadin 2008 tarihli CHP Programı‘nda bile olmadığını hatırladığımızda…

Konu sermayenin dünya çapındaki dolaşımına gelince Türk sermayesi ile yabancı sermaye arasında ayrım dahi yapamayan ve içlerinde, temsil ettikleri işçi ve emekçilerin dünya çapındaki kardeşlik ve birlik ruhundan tek bir iz taşımayan, o nedenle de açık bir şekilde faşizan duygularını ortaya koyan bu tür sendika temsilcilerinin, altına imza attıkları bu vaatler için işçi ve emekçilerden özür dileyerek en kısa sürede görevlerinden ayrılması en uygun ve doğru yol olacaktır.

İşçinin diline yakışmayan bir talep: “Paylaşım iktisadı”

7. Evet, daha bildirgenin 1. maddesinde ve o maddenin de ilk cümlesinde yer alan bir “paylaşım iktisadı” kavramı… Belki içinde “paylaşım” sözcüğü geçtiği için ilk okuyuşta hepimize sempatik gelmiş de olabilir…

Ama kapitalizmin son hali dediğimiz neoliberal yaklaşımın dilinde, genellikle solcu, devrimci, sosyalist ve komünistlerin ve son olarak da çevrecilerin/ekolojistlerin kullandığı “dayanışma“, “paylaşım“, “imece” gibi sözcüklerin o eski saflığını yitirerek pek de iyi olmayan şeylere hizmet eder hale getirildiğini görüyor ve bu sözcüklerin kullanıldığı alanlarda kendimizi daha bir dikkatli olmak zorunda hissediyoruz. Bakalım hangi amaçla bu sözcüğü kullanıp neyi gizlemek, neyi şirin hale, neleri kabul görür hale getiriyorlar diye şüphelenip sözcüğün arkasındaki yeni anlamını çözmeye çalışıyoruz. Çünkü kapitalizmin en masum sözcüğü bile kendisine hizmet eder hale getirmekte oldukça becerikli ve maharetli…

Hele ki, daha geçen günlerde arkasında Fransız Renault-Mais Grubu’nun bulunduğu Paylaşım Ekonomisi Derneği (PAYDER), bu kentte İzmir Büyükşehir Belediyesi ile birlikte; hatta onun desteği ile 1. Uluslararası Paylaşım Ekonomisi Zirvesi adıyla bir toplantı düzenleyerek İzmir‘de İzmir Büyükşehir Belediyesi eliyle dernek üyelerine yeni pazarlar aramışsa…

Anlaşılan o ki, bu sözcük de o zirveden arta kalıp dilimize yerleşmiş ve bazı şahıs ya da kişileri etkileyip ikna edecek kuvvette bir kelime olarak seçilip bu bildirgeye konulmuş…

Ve yine, anlaşılan o ki, o koskocaman sendika, konfederasyon başkanları, temsilcileri bile bu “paylaşım iktisadı” kavramıyla ne demek istendiğini anlamamışlar, tek bir sözcük ya da kavramla dünyanın değiştirilebileceği gerçeğini unutmuşlar…

Oysa bu “paylaşım iktisadı” kavramının kapitalizm için anlamını bilmiş olsalar, bu kavramı kullanarak, tüketime konu olmayıp kenarda duran, iktisatçıların deyimiyle atıl durumdaki malların başkaları tarafından kullanılmasına dayanan ve daha fazla tüketmeyi esas alan “inovatif” (!!!) bir satış-pazarlama yönteminin taraftarı olduklarını, o nedenle bundan böyle çoğunlukla büyük sermaye grupları tarafından yönetilen “Huber“, “Zipcar” ya da “Balplacar” benzeri kent içi ya da dışı ulaşım sistemlerine, boş yazlıkların ya da evde kullanılmayan odaların kiralanmasına yönelik benzeri uygulamalara taraftar olup işçiler ve emekçiler için bundan medet umduklarını anlayacaklar.

Ama yine de belli olmaz, belki de halen bildirgenin birinci madde ve cümlesinde yazılı olan bu “paylaşım iktisadı” kavramının, üretilenin emek ve sermaye kesimlerince eşit oranlarda paylaşımını ifade eden bir kavram olduğuna, geleceğin Türkiyesi’nin üretim yanında bu kavram üzerinde yükseleceğine inanıyor da olabilirler…. Bilinmez ki…

Adını koyamamak: “Kontrolsüz ekonomik büyüme”

8. Hazırlanan “İşçi Grubu Sonuç Bildirgesi“nin 12. maddesinde, işçilerin de yaşam standartlarını kısıtlayan ekolojik yıkımların “kontrolsüz ekonomik büyüme” sonucunda ortaya çıktığı belirtilmektedir. Sanki ekonomi kontrolsüz büyümese, kapitalist sistem içinde ekolojik yıkımlar olmayacak gibi…. Sanki kapitalizm kendini kontrol etse kontrollü büyüyecek ya da kapitalist sistem içinde kontrollü bir ekonomik büyüme mümkünmüş gibi….

Hele ki kapitalizmin kendi doğasında olmayan gerekçelerle dolu bu tür anlatımların ya da gerekçelerin altı kendilerine, sol, sosyalist, devrimci, komünist diyen sendika, konfederasyon temsilcileri tarafından imzalanmışsa… Diyecek bir şey kalmıyor…

İşçilerin, işsizliği ve eksik istihdamın azaltılması diye bir vaadi olabilir mi?

9. Kapitalist sistem içinde geçerli olacak işçiden yana iktisat politikalarının belirlenmesi ile ilgili bir bildirgede, altına imza atılan diğer bir gaf da, “işsizlik ve eksik istihdamın azatılması” konusunun kamuya verilen temel bir görev olarak tanımlanmasıdır.

İşçiden yana iktisat politikalarının belirlenmesi amacıyla yapılan görüşme ve tartışmaların sonucunda ortaya çıkan vaatlerin, emek ve sermaye çelişkisi temelindeki bir ekonomik sistem içinde gerçekleşmesinin mümkün olmayacağı ya da bir yere kadar mümkün olacağı dikkate alınmadan “işsizliğin azaltılması” vaadi yerine “işsizliğe son verilmesi” vaadinin yapılmaması ya da Cumhuriyet Halk Partisi‘nin 2008 tarihli Parti Programı‘ndaki gibi “işsizlik sorununu aşmak” gibi daha açık ve net ifadelerin kullanılmaması (3), bu sorunun çözümünü bu şekilde dile getirememek körlüğe yol açan nasıl bir ideolojik maluliyetinin sonucudur, bunu da okuyucuya bırakmak isterim…

Temel insan hakları mı; yoksa, sınıf eksenindeki hak mücadelesi mi?

10. Tam bir sayfa ve 387 sözcükten oluşan “İşçi Grubu Sonuç Bildirgesi“nde, 17 kez temel insan hakları anlamında “hak” sözcüğü kullanılırken, sadece 11 kez “işçi“, 2 kez de “emek” sözcüğünün kullanıldığı görülmektedir. Bu ise, işçilerin Türkiye‘nin gelecek 100 yıldaki iktisat politikaları içindeki yerinin emek-sermaye çelişkisi üzerinden değil, temel insan hakları boyutunda ele alındığının önemli işaretlerinden biridir.

Bu nedenle, “işçilerin” ya da daha doğru bir tanımlamayla “işçi sınıfının” toplum içindeki varlığı ve bu var oluşun geleceği ile ilgili iktisat politikaları belirlenirken bu işin odağına, “insan hakları” ve dolayısıyla “insan hakları mücadelesi” kavramını mı; yoksa, başka bir kavramı mı koymamız doğru olacaktır? Böyle bir durumda, örneğin işçi ve emekçilerin ekonomik ve siyasi mücadele bütünlüğünü ifade eden ve sınıf mücadelesi ile ilişkisini ortaya koyan sınıf eksenindeki bir hak mücadelesi kavramını mı kullanmamız gerekmektedir?

1923’den bu yana geçen 100 yıllık süre sonunda, dün bir yazar, gazeteci ve siyasetçinin reisliğinde bir “meslek grubu” olarak temsil edilen işçiler, bugün sendika ve siyasi partileriyle bir “sınıf olarak” orada olduklarına göre, 1923’den 100 yıl sonra sınıfları adına katıldıkları görüşme ve pazarlıkları, neoliberal yaklaşımın emek ile sermaye arasındaki mücadele yerine koymaya çalıştığı “insan hakları mücadelesi” anlayışından uzaklaştırarak sınıf eksenindeki bir hak mücadelesi boyutunda yürütmenin daha doğru olacağını düşünüyorum.

Tarım işçilerini unutmamak…

11. 16 Kasım 2022 tarihli haberlere baktığımızda yeni kurulan Tarım-Sen isimli sendikanın başkanı sevgili arkadaşım Umut Kocagöz‘ün “Türkiye’de bugün 5-6 milyon tarım emekçisi var. Bu tarım emekçilerinin büyük bir kısmı güvencesiz ve kayıt dışı çalışıyor. Tarımı da kapsayan 1 No’lu avcılık, balıkçılık, tarım ve ormancılık işkolunda kayıtlı 180 bin işçi görünüyor. Bu, 6 milyon tarım emekçisini ifade etmeyen bir işkolu… Türkiye’de özellikle tarım işçilerinin örgütlendiği bir mecra yok. Mevcut 6356 sayılı Sendikalar Kanunu’nu, patronlar lehine bir kanun. Birkaç tanesini dışarıda tutarsak mevcuttaki ziraat odaları, kooperatifler, örgütlenme hakları ve tarımdaki piyasalaşma eğilimlerine bir karşı duruş sergilemiyorlar. Özellikle kendi üyelerinin, tarım emekçilerinin haklarını savunacak bir yapı oluşturmamışlar. Bütün tarım emekçilerinin haklarını savunacak bir yapıya ihtiyaç var. Biz, bu anlamda tabandan örgütlenen bir odak sendikacılığı inşa edeceğiz.” dediğini okuyoruz. (4)

Böylesi bir ihtiyaç, özellikle de hiçbir temel insan hakkı ile açıklanamayacak zor, insanlık dışı koşullarda çalıştırılan, bu yetmezmiş gibi zaman zaman ve yer yer ayrımcılığa maruz kalan mevsimlik tarım işçilerinin bu içler acısı hali “Çiftçi Grubu” ile ilgili deklarasyonda unutulmuş ya da yazılmamış olsa bile, Arzu Çerkezoğlu gibi koskocaman devrimci bir işçi konfederasyonu başkanının ya da bu konularda hassas olduğunu söyleyen KESK‘li sendikacıların bulunduğu işçi grubunda dile getirilip yeni bir talep olarak yazılamaz mıydı? Bunu yapmak o kadar zor muydu ya da o kadar önemsiz miydi?

Yasaklama ve engellemelerden uzak bir grev hakkı…

12. Bildirgenin 7. maddesinde tüm ücretli çalışanların grev hakkına sahip olduğu belirtilmekle birlikte; bu grevlerin hükümetler ya da bozuk adalet sisteminin olumsuz etkilediği mahkemeler tarafından haksız bir şekilde sık sık yasaklanması ya da ertelenmesi gibi temel bir sorunda çözüm geliştirilip vaatte bulunulmadığı görülmektedir. Aynen 2008 tarihli Cumhuriyet Halk Partisi Parti Programı‘nda yazıldığı gibi….

Yeni ve ilginç bir gelişme…

İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından Türkiye (İzmir) İktisat Kongresi‘nin 100. yılını kutlama etkinlikleri ile ilgili olarak önceden duyurulan programda yer almayan ve “Yüksek İstişare Kurulu” adı verilen yeni bir grup toplantısı da Ocak ayı içinde yapılacak uzman toplantılarının içeriği ile kongre programını belirlemek amacıyla 10Aralık 2022 tarihinde İstanbul’da yapılmıştır.

Verilen bilgiye göre, 41 kişinin davet edildiği “Yüksek İstişare Kurulu” denilen grup aşağıdaki isimlerden oluşmaktadır:

01. Ali Rıza Ersoy, ION Akademi, Yatırımcı,

02. Ali Yaycıoğlu, Prof. Dr., Tarihçi, Stanford Üniversitesi,

03. Alp Erinç Yeldan, Prof. Dr., Kadir Has Üniversitesi,

04. Alphan Manas, İş İnsanı, Fütürist,

05. Arzu Çerkezoğlu, DİSK Genel Başkanı,

06. Ayşe Buğra, Prof. Dr., Boğaziçi Üniversitesi,

07. Bekir Ağırdır, Araştırmacı, TESEV, TÜSES, Konda Araştırma (İBB anketlerini yapıyor),

08. Bilsay Kuruç, Prof. Dr., DPT Eski Müsteşarı,

09. Bülent Gültekin, Prof. Dr., Eski Merkez Bankası Başkanı, Koç Üniversitesi,

10. Çağlar Keyder, Prof. Dr., Boğaziçi Üniversitesi,

11. Faik Öztrak, CHP Genel Başkan Yardımcısı, CHP Sözcüsü,

12. Feyyaz Ünal, Türk Sanayicileri ve İş İnsanları Derneği (TÜSİAD), TÜRKONFED,

13. Fikret Bila, Gazeteci,

14. Gülfem Saydan Sanver, Dr., Siyasal İletişimci, İBB Şirketi İzenerji A.Ş. Yönetim Kurulu Üyesi,

15. Güven Sak, Prof. Dr., Türkiye Ekonomi Politikaları Araştırma Vakfı (TEPAV), CEO,

16. İlber Ortaylı, Prof. Dr.,

17. İzlem Erdem, Türkiye İş Bankası Genel Müdür Yardımcısı,

18. Korkut Boratav, Prof. Dr.,

19. M. Salim Kadıbeşegil, Orsa Stratejik İletişim Danışmanlığı,

20. Mehmet Aktaş, Dr., Yaşar Holding CEO,

21. Murat Karayalçın, Siyasetçi,

22. Murat Kubilay, Dr., Finans Danışmanı,

23. Mustafa Tanyeri, Prof. Dr., İzmir Ticaret Odası Genel Sekreteri,

24. Nur Batur, Gazeteci,

25. Önder Türkkanı, Arkas Holding CEO,

26. Refet Gürkaynak, Prof. Dr., Bilkent Üniversitesi,

27. Selçuk Sarıyar, İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi Üyesi,

28. Serdar Şahinkaya, Dr., İktisat Tarihçisi,

29. Sıtkı Şükürer, Yeminli Mali Müşavir, Sun Bağımsız Denetim (İBB şirketlerinin yeminli şirketi),

30. Soli Özel, Prof., Kadir Has Üniversitesi,

31. Süleyman Sönmez, TÜRKONFED,

32. Şenol Köksal, Kamu Emekçileri Sendikası Konfederasyonu Başkanı,

33. Şevket Pamuk, Dr., İktisat Tarihçisi,

34. Şükrü Ünlütürk, Sun Holding, TÜRKONFED,

35. Taner Timur, Prof. Dr. Tarihçi, Yazar,

36. Taşansu Türker, Prof. Dr. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi,

37. Tuncay Özilhan, Anadolu Endüstri Holding, TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Başkanı,

38. Ufuk Akçiğit, Prof. Dr., Chicago Üniversitesi,

39. Uğur Gürses, Finansçı, Köşe Yazarı,

40. Yusuf Işık, CHP Genel Başkanlığı Ekonomi Danışmanı,

41. Yusuf Kanlı, Gazeteci, Gazeteciler Cemiyeti Başkan Yardımcısı,

Ayrıca 17 Aralık 2022 tarihli T24 İnternet Gazetesi‘ndeki “Ertuğrul Özkök: Soyer’le görüşeceğim gün Ankara’dan gelen bir telefonla öğrendiği şey” başlıklı yazıdan öğrendiğimize göre bu sürece bundan sonraki toplantılarla asıl kongrenin İstanbul basını ile uluslararası basındaki tanıtım ve reklamı için Ertuğrul Özkök‘ün de dahil edildiği anlaşılmaktadır. (5)

Evet, hem sağdan hem de soldan, üniversiteden ya da üniversite dışından, belediyeden nemalanan veya nemalanmayan, iş dünyasının para babalarıyla şovmenlerinden ve sponsor olan firmaların yöneticilerine kadar uzanan geniş, uzun bir liste… Anlaşılan birileri bu isimleri bir araya getirebilmek için bayağı iyi bir çalışma yapmış… Yapılan çalışmalara itibar kazandırmak adına, her bir bilim insanının, gazetecinin değeri ve itibarı, hangi çevrede kimleri etkileyebileceği tek tek hesaplanmış… Akla kim gelirse düşünülüp davet edilmiş… Bu anlamda yok, yok… Davet edilenlere de, gelecek 100 yılın iktisat politikalarını belirleme fırsatı gibi bir armağan paketi sunulmuş… Bu paketin içeriğini ve programını siz hazırlayacaksınız denilmiş… Aynen 100 yıl önce toprak ağası Karaosmanzade Kani Bey‘e ya da gazeteci Aka Gündüz‘e sunulduğu gibi…

Anlaşılan o ki, İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer, 1923 tarihli Türkiye (İzmir) İktisat Kongresi‘nin 100. yılını bahane ederek kendisi için ya da kendisini destekleyen bir başkası/başkaları için büyük bir işe soyunmuş durumda… Türkiye’nin gelecek yüzyıldaki iktisat politikalarını konu edinerek çevresine her soy ve boydan isim yapmış, yer edinmiş akademisyenleri, gazetecileri, sermaye temsilcilerini, CHP üst yöneticilerini ve CHP‘nin ortağı olduğu Türkiye İş Bankası‘nın yöneticilerini alarak büyük, etkileyici, insanları ve toplumu sarsan bir çıkış yapmak istiyor… Hele ki CHP‘nin yakın tarihli ve ışıltılı vizyon toplantısıyla İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu‘nun geçtiğimiz haftaki çıkışından sonra, bütün bunları unutturacak, hem kendisinin hem de parti içindeki birtakım güç odaklarının önünü açacak bir hamle yapmak istiyor… Bunun için Osmanlı idealinin peşindeki İlber Hoca‘nın varlığına bile razı… Belediyenin mali kaynaklarıyla sermayenin fon, bağış ve sponsor katkıları da emrinde… Kongreye bir de CHP‘nin yeni akıl hocası Jeremy Rifkin‘i getirebilirse, “her şey daha iyi olacak” ya da “geliyor gelmekte olan” diyebilecek ve böylelikle iktidarın saray, sultan ve kahramanlık dolu tarihi dizi filmlerinden beklediği rantın hasadını, İzmir İktisat Kongresi kutlamaları üzerinden yapabilecek…

Tunç Soyer‘in, gazetelere verdiği demeçlerde aynı tarihlerde AKP iktidarı tarafından İzmir‘de yapılacak kutlama etkinliklerinin etrafından dolanarak belaya bulaşmak istemediği anlaşılsa da, bir büyükşehir belediyesinin Türkiye‘nin gelecek yüzyıldaki iktisat politikalarını belirleme iddiasının iktidarı açık bir şekilde rahatsız ettiği de ortada ve bu durumun, önümüzdeki Ocak ve Şubat aylarında Cumhurbaşkanlığı düzeyine kadar ulaşan bir kapışma gündemi oluşturacağı da anlaşılıyor…

Bizim dileğimiz ise, CHP içindeki bazı şahıs ya da grupların seçimler yaklaştıkça ortaya çıkan gelecek planları için ortaya çıktığını düşündüğümüz, o nedenle de İzmir’in ve İzmirlinin gündeminde yer bulmayan bu yeni kapışmaların, içinde yaşayıp çalıştığımız kente ve ülkeye zarar vermemesidir…

Seri yazımızın gelecek son bölümünde “Sanayici-Tüccar-Esnaf Bildirgesi“ni analiz edip değerlendirmeye çalışacağız.

Devam edecek…

(1) Adnan Mahiroğulları, Yrd. Doç. Dr. (2001) “Türkiye’de 1980 Sonrası Sendikalaşma ve Sendikalaşmayı Etkileyen Unsurlar“, İ.Ü. İktisat Fakültesi Maliye Araştırmaları Merkezi Konferansları, s.123-144.

(2) Cumhuriyet Halk Partisi Programı, sh.59

(3) Cumhuriyet Halk Partisi Programı, sh.59

(4) https://www.cumhuriyet.com.tr/ekonomi/tarim-iscileri-sendikasi-kuruldu-baska-bir-yol-arayacagiz-2003280

(5) https://www.t24.com.tr/haber/ertugrul-ozkok-soyer-le-gorusecegim-gun-ankara-dan-gelen-bir-telefonla-ogrendigim-sey,1079550

İzmir İktisat Kongresi (2)

Ali Rıza Avcan

Geçtiğimiz hafta yayınladığımız ilk yazımızda, 17 Şubat-7 Mart 1923 tarihleri arasında İzmir‘de toplanan Türkiye (İzmir) İktisat Kongresi‘ne işçi, çiftçi, tüccar ve sanayici temsilcisi olarak katılan toplam 1.135 kişinin 16 gün süresince yaptığı çalışmalar sonucunda 12 maddeden oluşan Misak-ı İktisadi Esasları‘nın neler olduğu ile her bir meslek grubunun aldığı kararları anlatmaya çalışmıştım.

Ardından da kongrenin 100. yılı kutlamaları nedeniyle İzmir Valiliği‘nin yaptığı hazırlıklardan söz açıp, İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin 100 yıl önceki kongrenin senaryosundan esinlenerek, üç ayrı grup olarak bir araya getirdiği çiftçi, işçi ve sanayici-tüccar-esnaf temsilcileriyle 2022 yılının Ağustos-Aralık ayları arasında toplantılar yapıp birtakım kararlar aldığını bildirerek, bundan sonraki seri yazılarımda, bu üç grubun aldığı kararları ele alıp değerlendireceğimi ifade etmiştim.

Ama bütün bunlardan önce, İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin tüm bir ülkenin gelecek 100 yıldaki iktisat politikalarını belirleme iddiası ile toplantılar yapıp kararlar almaya başlamasının, kendisine yasalarla verilmiş görev, yetki ve sorumluluklar bağlamında bir “yetki gaspı” olduğunu hatırlatmak zorundayım.

Bunun dışında, aradan 100 yıl geçtikten sonra ülkenin gelecek 100 yıldaki iktisat politikalarını belirleyecek toplum kesimlerinin sadece işçi, çiftçi, sanayici, tüccar ve esnaflardan oluşmadığını, bugünün Türkiye koşullarında bunların dışında kalan daha başka grup, kesim, topluluk ve sınıfların varlığını da göz önüne almalıyız.

Türkiye’nin gelecek 100 yıldaki ekonomi politikalarını belirlemek, İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin görev, yetki ve sorumluluk alanı dışında kalan bir konudur.

1923 tarihli Türkiye (İzmir) İktisat Kongresi ile ilgili tarihi belgelere baktığımızda, bu kongrenin kimin tarafından yapılacağı konusunun kongre öncesinde TBMM‘nde hararetli tartışmalara konu olduğunu, 1923 yılında siyasi bir suikast sonucu öldürülen Trabzon Milletvekili Ali Şükrü Bey‘in verdiği sözlü soruyla, bu kongrenin TBMM‘ne bilgi verilmeden ya da hükümetten izin alınmadan İktisat Vekili Mahmut Esat Bey (Bozkurt) tarafından düzenlemiş olmasını eleştirerek kongre gündemi ile katılımcıların ve tartışma konularının kimler tarafından nasıl belirlendiği konularıyla kongrenin alacağı kararlar karşısında asıl karar alma yetkisine sahip olan meclis, hükümet ve bakanlığın ne yapacağı gibi önemli sorular sorduğunu görürüz. Bu sorulara cevap veren İktisat Vekili Mahmut Esat Bey (Bozkurt) ise kongrenin sırf bakanlığının teşebbüs ve teşviki ile toplanacağını, hükümetin bu konuda bir kararı olmadığını, kendisi tarafından hazırlanan teklifin “Başkumandan Reis Paşa” tarafından uygun görülmesi üzerine işe başladıklarını belirtmiş, kongrede hangi konuların görüşülebileceği konusunda yardımcı olmak amacıyla bir risale hazırladıklarını ve görüşülen konuların bir karar şeklinde değil de, bir tavsiye olarak yazılacağını belirtmiştir.

Bu meclis görüşmelerinden de anlaşılacağı üzere, 100 yıl önce yapılan Türkiye (İzmir) İktisat Kongresi‘nin bile kimin davetiyle nasıl toplanacağı, gündemi ile katılımcılarının ve görüşme konularının kim tarafından neden ve ne şekilde belirlendiği konusunun önemsenerek tartışma konusu yapıldığı, kongrede ortaya çıkacak sonuçların bir karar mı yoksa bir tavsiye olarak mı formüle edileceği gibi hassas konuların gündeme getirildiği görülmüş, böylesi önemli bir kongrenin toplanması görevi, o tarihlerde İzmir Belediye Başkanı olarak görev yapıp içişleri bakanlığı yaptığı dönemdeki ilginç asimilasyon politikaları ile tanınan Şükrü Kaya‘ya ya da İzmir Valisi olarak görev yapıp Talat Paşa‘nın kayınbiraderi olarak binlerce Ermeni’nin ölümüne neden olması nedeniyle sicili hayli kabarık olan Abdülhalik Renda‘ya verilmemiştir.

Bugün ise böyle bir tartışma ve değerlendirme yapılmadan; en azından o tarihlerdeki tartışma ve değerlendirmeler dikkate alınmadan 100 yıl önce İktisat Vekaletince şekillendirilen bir kongre modeli üzerinden bu görevin, İzmir sınırları içinde belediye hizmetlerini yapmakla görevli, yetkili ve sorumlu bir büyükşehir belediyesi tarafından yapılmaya kalkışıldığı görülmektedir. Daha doğrusu o büyükşehir belediyesi, “bu benim görevim midir, bunu yapabilir miyim; şayet yaparsam bu doğru ve anlamlı olur mu?” gibi temel soruları sormayı akıl etmeden ya da bu konuların ciddiyetini dikkate almadan yola çıkmayı tercih etmiştir.

Bu durum, temeli anayasa ve diğer yasalarla belirlenmiş ülke yönetim modeli ve yapılanması ile ilgili hukuki ilke, değer ve teamüllere aykırı bir durumdur. Ortada o ülkeyi yönetmekle görevli merkezi bir yönetim ve onun birimleri dururken, çıkıp bir büyükşehir belediyesinin bu işi yapmaya kalkması, ülke yönetimi ile temel hukuk kurallarına aykırı, “de facto” bir durum yaratmaktan başka bir şey olmayacaktır. Şayet yarın öbür gün, CHP‘nin merkezi yönetimi eline geçirdiği bir dönemde, muhalif bir büyükşehir belediye başkanının merkezi yönetime sormadan ya da onu dikkate almadan aynı şekilde davranması durumunda taraflar birbirlerine ne şekilde tepki verecektir?

O nedenle, bu konuda ülke yönetimine aday olması mümkün olmayan bir belediye ve onun başkanı yerine, kendini o göreve aday gören bir siyasi partinin; tartışmamıza konu olan olay itibariyle, örneğin Cumhuriyet Halk Partisi‘nin İzmir‘de alternatif bir kongre düzenleyerek ülkeyi yönetecek bir siyasi parti kimliğiyle yeni bir 100 yıla dair iktisat politikalarını belirlemesi, yapılabilecek en makul ve doğru hareket olacaktır.

İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin gelecek 100 yılın iktisat politikalarını belirlemek için seçtiği meslek grupları bugünkü toplumun bütününü temsil etmemektedir.

Ülkenin gelecek 100 yılda uygulayacağı iktisat politikalarını tartışıp öneriler geliştirirken, 100 yıl önce dünya ve ülke gündemine egemen olup sınıflar arası işbirliğini savunan korporatist anlayışla sadece işçi, çiftçi, sanayici, tüccar ve esnafları ele alıp onların talepleri üzerinden bir iktisat programı belirlemek, bugünün koşullarında ne ölçüde doğru ve anlamlıdır? Sadece belirli kesimleri dikkate alarak ortaya çıkacak öneriler “ortak aklı” oluşturur mu? Yoksa 2023 Türkiyesi’nde tüm iş, sektör, meslek ve menfaat gruplarıyla toplumsal sınıfları ve onların arasındaki ilişki ve etkileşimi dikkate alan daha ilerici, yenilikçi ve kapsayıcı yöntemlere mi başvurmak gerekir?

Geride şayet sayıları milyonlara varan küskün bir işsizler ordusu, tarım dışına itilmiş topraksız köylüler, 2022 yılı verilerine göre 13 milyon 722 bin adet işçi, memur ve Bağ-Kur emeklisi, 2020 yılı verilerine göre 8 milyon 812 bin adet mühendis, mimar, plancı, muhasebeci, avukat ve hekim gibi serbest çalışanlar, sendikaların örgütleyemediği milyonlarca işçi ve emekçi, henüz örgütlü olmayan mevsimlik tarım işçileri varsa herkesin görüş, düşünce ve önerisi alınmış olmaz; aksine, sadece ve sadece örgütlenmiş belirli kesimlerin görüşleri alınıp onların o herkesi kucaklamayan önerileri üzerinden yola çıkmış olursunuz.

İşte bütün bu nedenlerle, İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin en kısa sürede 1920’li, 1930’lu yılların o eski korporatist anlayışından vazgeçerek, toplumdaki tüm grup, kesim, topluluk ve sınıfları, aralarındaki bağlantıları ve bunların kesişim noktalarıyla karşılıklı etkileşimlerini de dikkate alarak katılımcı ve çoğulcu demokrasi boyutunda kucaklayan farklı, yeni, ve yaratıcı bir yaklaşımı benimsemesi gerekmektedir.

Gelelim, İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin üç ayrı toplantıda bir araya getirdiği 150 çiftçi kuruluşunun “ilkeler” ve “kararlar” başlığı altında ifade ettiği “Çiftçi Buluşması Deklarasyonu” metninin incelenip değerlendirilmesine:

İzmir Büyükşehir Belediyesi’nce belirlenen çiftçi kurumlarının aldığı ilke ve kararlar, ülke tarımının mevcut birçok sorun ve ihtiyacını kapsamamaktadır.

Ama isterseniz ondan önce 17 Şubat-4 Mart 1923 tarihli Türkiye (İzmir) İktisat Kongresi‘nde çiftçi temsilcisi olarak bir araya gelenlerin, ayan sıfatıyla 17. yüzyıldan bu yana başta Manisa, Akşehir ve çevresinden başlamak üzere tüm Ege Bölgesi’nde hakimiyet kuran Karaosmanoğulları ailesinden gelip Çiftçi Grubu Reisi seçilen Manisa temsilcisi Karaosmanzade Kani Bey‘in başkanlığında görüşüp oyladığı “Çiftçi Grubu’nun İktisadi Esasları” başlıklı metinden söz edelim.

Söz konusu metin, mümkün olduğu kadar günümüz Türkçesi’ne uyarlayıp yazıma eklediğim linkteki metni incelediğinizde de göreceğiniz gibi, “Reji Meselesi”, “Ziraat ve Maarif Meselesi”, “Asayiş Meselesi”, “Aşar Meselesi”, “Ziraat Bankası ve İtibarı-ı Zirai Meseleler”, “Yollar Meselesi”, “Orman Meselesi”, “Ziraatte Hayvanat Meselesi”, “Çiftçiliğe Ait Bazı Maddeler” ve “Ziraatte Makine Meselesi” başlıklı 10 ayrı bölümde yer alan toplam 83 talepten ve bu taleplerin oylanmasıyla ortaya çıkan sonuçlardan oluşmaktadır.

Kongreye katılıp bu kararları alanların tam bir listesi elimizde olmamakla birlikte, kongre öncesinde İktisat Vekaleti‘nce yayınlanan risale ve genelgelere göre her bir kazadan gönderilecek toplam 8 temsilcinin 3’ünün çiftçi olması ve kongreye toplam 1.135 temsilci katılmış olması hesabına göre “Çiftçi Grubu” olarak tanımlanıp bu kararları alıp oylayanların toplam sayısının 425-426 civarında olması gerekir. Ama o dönemdeki günlük gazetelere baktığımızda, kazalar itibariyle seçilen temsilcilerin hiç de bu kurala uymadığını, bazı kazalarda 8’den az ya da fazla temsilci seçildiğini, bazı kazalarda da çiftçilik yapmayanların çiftçi olarak gönderildiğini görürüz. Örneğin Mersin Milletvekili Yusuf Ziya Bey‘in Mersin‘den, İstanbul Emirgan Numune Mektebi muallimi Asım Sungur Bey‘in Çorum Sungurlu‘dan, Cumhuriyet Gazetesi sahibi Yunus Nadi‘nin Çiftçiler Derneği üyesi olarak Ankara‘dan çiftçi temsilcisi olarak gönderilmiş olması bu karışıklığın en iyi örnekleri olarak gösterilebilir. Ayrıca bu durumun diğer işçi, tüccar ve esnaf grubu üyeleri içinde geçerli olduğunu söyleyebiliriz.

1923 tarihi Türkiye (İzmir) İktisat Kongresi‘ne “murahhas” olarak katılanların tümünü gösteren bir liste bugüne kadar yayınlanmamış olsa da, Afet İnan‘ın “İzmir İktisat Kongresi” isimli kitabı ile Gündüz Ökçün‘ün “Türkiye İktisat Kongresi, Haberler-Belgeler-Yorumlar” isimli kitaplarındaki isimleri teker teker tarayarak oluşturduğumuz ve 1.135 katılımcının % 23,70’ini oluşturan 81 ayrı yerleşim merkezinden gelen toplam 269 kişilik liste, tüm eksiklik ve yanlışlarının mazur görülmesi dileğiyle PDF formatında yazımıza eklenmiştir.

10 Ağustos-4 Kasım 2022 tarihleri arasındaki üç ayrı toplantı sonucunda ortaya çıkan ve yazımıza bir link halinde eklediğimiz “Çiftçi Buluşması Deklarasyonu” ise, 15 ilke ile “Tarımsal Gen Kaynaklarının Korunması ve Geliştirilmesi”, “Ürün Planlaması ve Sulama”, “Üreticinin Örgütlenmesi”, “Gıda Üretim Alanlarının Korunması”, “Satış ve Pazarlama”, “Tarımsal Lojistik”, “Tarımda Eğitim ve İnovasyon” ve “Kırsal Turizm” başlıklı 8 ayrı bölümde yer alan toplam 57 taahhütten oluşmaktadır. “Çiğli Buluşması Deklarasyonu“nun hazırlığında katkısı olanların sayısı belediye haberlerinde 150 olarak verilmiş olmakla birlikte bunların hangi çiftçi kuruluşları olduğunu yazılı olarak sormuş olmamıza karşın, katılımcı kuruluş ve temsilcilerinin isimlerini bugüne kadar öğrenemedik. Tabii ki şahsen tanıdığımız 5-6 kurum ve temsilcisi dışında…

Söz konusu toplantılarla ilgili görsellerde -muhtemelen son toplantıda- gözümüze çarpan Cumhuriyet Halk Partisi‘nin tarım konusundaki çalışmalarında ön plana çıkan Bursa Milletvekili ve ziraat mühendisi Orhan Sarıbal‘ın bu çalışmalara davet edildiğini; böylelikle, bu toplantılarda alınan kararlarla Cumhuriyet Halk Partisi‘nin tarım politikaları arasında bir bağlantı kurulmak istendiği anlaşılmaktadır.

Ama diğer yandan da, Deniz Baykal‘ın CHP genel başkanı olduğu 2008 yılında son şeklini alan CHP Parti Programı‘ndaki tarımla ilgili değerlendirme ve vaatlerin, son yıllarda önce İzmir Büyükşehir Belediye başkanları Aziz Kocaoğlu ve Tunç Soyer tarafından ortaya atılan “Tarımda İzmir Modeli” ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin tarım danışmanı TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası eski başkanı ve CHP eski milletvekili Doç. Dr. Gökhan Günaydın‘ın ortaya attığı “Tarımda İstanbul Yaklaşımı” ya da başka bir yaklaşım çerçevesinde dikkate alınarak günümüz koşullarına uygun olarak güncellenmediğini de unutmamamız gerekiyor.

1923 tarihli “Çiftçi Grubu’nun İktisadi Esasları” ile 2023 tarihli “Çiftçi Buluşması Deklarasyonu” metnini yazım dili açısından karşılaştırdığımızda, 1923 tarihli ilk belgedeki hususların bir talep olarak yazılıp tüm grupların oylaması ile bir karara dönüştürüldüğünü, 2022 tarihli ikinci belgedeki hususların ise geleceğe yönelik bir taahhüt ya da vaat şeklinde ifade edildiği görülecektir.

2023 tarihli “Çiftçi Buluşması Deklarasyonu“ndaki toplam 20 madde halinde belirlediğimiz eksiklik ve yanlışlıklarını teker teker anlatmaya kalktığımızda;

“Yerli ve milli” olmak ya da olmamak…

1. Söze, “geleceğin Türkiyesi’nin tarım politikaları, bilim ve üstün kamu yararı doğrultusunda çiftçi ve üreticiden yanadır” diyerek başlamak varken; AKP jargonundan çalınan “yerli ve milli olmak” söylemiyle başlamak, başta sermaye olmak üzere emek, teknoloji ve bilginin dünya ölçeğinde istediği şekilde dolaştığı bir zamanda, yabancı ülke, şirket ve kişilerin ülkemizde tarım toprağı alarak sektörün bir tarafı haline dönüştüğü ve bir tarım aktörü olarak onlarla birlikte çalışıp “Terra Madre” isimli bir İtalyan markasına bu ülkenin kadim topraklarında yer aradığınız bir zamanda, popülist söylemlerden medet ummaktan başka bir şey değildir. Zira bu cümlenin gerisinden gelen hiçbir ilke ve karar, ülke tarımının “yerli ve milli” olmasını sağlayacak politika, strateji, uygulama ve faaliyetleri kapsamamakta, bunun nasıl yapılacağını açıklamamaktadır.

O nedenle, ülke tarımının durumunu bilimsel yöntemlerle doğru ve net bir şekilde ortaya koyup sorun ve ihtiyaçlarını belirlenmeden; yani, ele alınan konunun “mevcut durum analizi” yapılmadan, nedenler yerine sadece arzuları dikkate alan bu ve buna benzer çalışmalarla bir yere varılamayacağı bilinmelidir.

“Kırsalda doğan her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı” diye bir şey…

2. Çiftçi Buluşması Deklarasyonu“nun 2. maddesindeki, “geleceğin Türkiyesi’nin tarım politikası, kırsalda doğan her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşına onurlu, nitelikli ve evrensel değerlere erişebildiği bir yaşam hakkı tanır” ifadesi, şayet Ulusal Kurtuluş Savaşı‘nın hemen ertesindeki Türkiye (İzmir) İktisat Kongresi‘nin sonuç bildirisine yazılmış olsaydı, o günlerde yaşanan savaşın, zaferin ve zorlukların getirdiği heyecanla bir anlam ya da haklılık kazanırdı. Çünkü o zaman ülke toprakları üzerindeki egemenliğimizi kaybetmiş ve onu yeniden kazanmak için savaşıyorduk. Ama o egemenliği kazanışımızdan tam tamamına 100 yıl sonra, yaşam hakkı açısından kırsalda doğanları, doğmamış olanlardan ayıran; örneğin kırsalda doğmamış benim gibi insanları ya da savaşların, açlıkların ve diktatörlüklerin zorlamasıyla gönüllü ya da zorunlu olarak ülkemize göç eden göçmen, mülteci ve sığınmacıların ücret karşılığında Torbalı‘daki ya da Kemalpaşa‘daki meyve bahçelerine girip toprağı belledikleri, meyve topladıkları ya da Gürcistan ya da Ermenistan‘dan gelen geçici tarım işçilerinin çay ve fındık bahçelerine girip ücret karşılığında çalıştıkları zaman onları o onurlu, nitelikli ve evrensel değerlere erişebilir yaşam hakkından yoksun mu kılacağız acaba diye düşünmekten kendimi alamıyorum.

O nedenle, bence tarım alanında çalışan tüm insanları ve hatta doğanın devamını sağlayan bitki tohumlarını bile 1789 Fransız İhtilali‘nin ürünü olan “milliyetçi” ya da “milli olmak” düşüncesiyle birbirinden ayıranların bu ayrımcı politikayı çıkıp bizlere açıklaması gerekir diye düşünüyorum….

Tüm iktisat politikalarını endüstriyel bir sürece bağlamak…

3. Hazırlanan “Çiftçi Buluşması Deklarasyonu“nda, önümüzdeki yeni bir yüz yılla ilgili tarımsal iktisat politikalarının, neoliberal kapitalist sistemin son icatlarından biri olarak piyasaya sürülen; ama, aslında tüm ekonomik kaynakları hunharca yok edip yağmalayan kapitalizmin, atık üretimi ile ilgili endüstriyel bir süreci sürdürülebilir hale getirmek amacıyla ortaya koyduğu “döngüsel ekonomi” kavramı üzerinden izah edilmeye çalışıldığı görülmektedir.

Tarım topraklarının adaletsiz dağılımı ile topraksız köyü sorununu görmemek ya da görmek istememek…

4. Türk tarımının en önemli sorunu olan tarım topraklarının adaletsiz dağılımı ve bunun doğal bir sonucu olarak ortaya çıkan topraksız köylü olgusuna, buna ilişkin toprak ve tarım reformu hedeflerine, aynen, 7, 8, 9, 10 ve 11. ulusal kalkınma planlarında yapıldığı gibi bu bildirgede de yer almadığı, ülkemizde sanki böyle bir temel sorun, ihtiyaç ve talep yokmuş gibi davranıldığı görülmektedir.

Tarım örgütlenmesinde sendikaları unutmamak…

5. Söz konusu sonuç bildirgesinde tarımda örgütlenme bağlamında kooperatif ve üst birliklerinden söz edilirken tarım emeğinin örgütlenmesini sağlayan sendikalaşmadan söz edilmemesi Türk-İş ve Hak-İş bünyesinde yer alan tarım ve orman işçileri sendikaları ile Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu kapsamında çiftçilerin çıkarlarını ulusal ve uluslararası kurumlara, şirketlere karşı korumak amacıyla Üzüm Üreticileri Sendikası (Üzüm-Sen), Tütün Üreticileri Sendikası (Tütün-Sen), Fındık Üreticileri Sendikası (Fındık-Sen), Ayçiçeği Üreticileri Sendikası (Ayçiçek-Sen), Hububat Üreticileri Sendikası (Hububat-Sen), Zeytin Üreticileri Sendikası (Zeytin-Sen) ve Çay Üreticileri Sendikası (Çay-Sen) olmak üzere ürün bazında örgütlenen yedi sendikanın dikkate alınmaması, sendikalaşmanın ayrı bir örgütlenme alternatifi olarak yok sayılması anlamına gelir.

O nedenle, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı‘nca yayınlanan 2022 Temmuz istatistiklerine göre Türkiye’de avcılık, balıkçılık, tarım ve ormancılık işkolunda çalışan 183.903 işçiden % 20,53’ünü; yani 37.741 işçinin örgütlü olduğu tarım işçileri sendikalarının tarım örgütlenmesinde dikkate alınması gerekir.

Topraksız yoksul tarım işçiliğinin nedenlerinden biri olan sözleşmeli tarımı unutmak…

6. Tarımda yoksullaşması ile çiftçinin ve küçük üreticinin tarım işçisine dönüşmesinin en temel yöntemlerinden biri olan “sözleşmeli tarım“dan tek bir söz edilmeyişi ve buna dair bir amaç ya da hedefin belirlenmeyişi de körler-sağırlar oyununun en iyi örneklerinden biri olmuştur. Daha önce bu konuda net politikalar izleyen TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası‘nın sessiz kalması da anlamlı bir durumdur.

Tarımdaki yabancı sermaye ile yerli firmalarla işbirliği yapan ulus-ötesi yabancı gübre, ilaç, tohum tekellerini unutmak…

7. Ülke tarımındaki yabancı sermaye yatırımları ile gübre, zirai ilaç ve tohum gibi alanlarda faaliyet gösteren ya da yerli firmalarla işbirliği içinde çalışan, büyüklük ve siyasi güç itibariyle ülke politikalarını etkileyip yönlendiren, çoğu kez endüstriyel tarımı destekleyen yabancı ya da ulus-ötesi tekeller konusundaki iktisat politikalarının ne olacağı, bunların ülke tarımını olumsuz etkileyen uygulamaları hakkında neler yapılacağı da unutulan ya da unutturulmak istenen konulardan biri olsa gerek…

Suyun sürdürülebilirliği kadar ticari bir meta olmaması gerektiğini de unutmamak….

8. Düzenlenen deklarasyonda suyun akılcı kullanımına dair birçok politika bulunmasına rağmen hem tarımda hem de diğer alanlarda kullanılan müştereğimiz suyun ticari bir meta haline gelmesi konusunda sessiz kalınması da anlamlıdır.

Tarımın kurumsallaşması ile ilgili vaatlerdeki savrukluk…

9. Ülkemizin önümüzdeki 100 yılı içinde tarımsal iktisadi politikaları çerçevesinde kurulacağı vaat edilen 10 adet tarımsal kurumun içinde halen mevcut olanların; örneğin kurulacağı vaat edilen Milli Su Konseyi‘nin görevlerini yapan bir Türkiye Su Enstitüsü örgütünün var olduğu; ayrıca, Türkiye‘deki bitki, hayvan, su ürünleri ve mikroorganizma genetik kaynaklarına ait araştırmalarla koruma faaliyetleri Tarım ve Orman Bakanlığı‘na bağlı Tarla Bitkileri Tarımsal Araştırmalar ve Politikalar Genel Müdürlüğü‘ne bağlı araştırma merkezi, enstitü, laboratuvar ve gen bankaları düzleminde yapıldığı halde aynı bildirinin “Tarımsal Gen Kaynaklarının Korunması ve Geliştirilmesi” başlıklı bölümünün 2. maddesinde “yerel tür, çeşit ve ırkların korunması için ülke düzeyi ve farklı coğrafi bölgelerde Tarımsal Gen Kaynaklarını Araştırma ve Geliştirme Merkezleri“nin ve bunun bir tekrarı niteliğinde olmak üzere, aynı metnin “Tarımda Eğitim ve İnovasyon” başlıklı bölümünün 4. maddesinde “tarımsal gen kaynaklarını korumak ve geliştirmek için bir yıl içinde Türkiye Tarım Genetiği Laboratuvarının kurulacağı” vaat edilmiştir.

Anlaşılan odur ki, bu kararların temelini oluşturacak Türkiye tarımı ile ilgili inceleme, araştırma ve mevcut durum analizi çalışmaları toplantı öncesinde yeterince yapılmadığı ve karar verecek olan temsilcilere dağıtılmadığı ve temsilcilerin ülkemizdeki tarım sistemini yeterince bilmediği anlaşıldığı için ortaya böylesine yanlış vaatler çıkmıştır.

Vaatlerin yerine getirilmesi ilgili vadeler, işin gerçeği ile uyuşmayacak kadar afakidir…

10. Verilen bazı vaatlerdeki gerçekleşme sürelerinin ülke gerçeklerine uymayacak şekilde afaki olduğu görülmektedir. Türkiye’deki tüm ilçelerdeki yerel tohum, hayvan , süs ve peyzaj bitkileri ile ilgili tür, çeşit ve ırk tespitlerinin tespit tarihinden itibaren bir yıl içinde yerinde koruma altına alınması, kır kent gelişme bölgelerinin bir yıl içinde belirlenmesi, her ilde en geç iki yıl içinde bir uygulamalı tarım lisesi kurulması, Türkiye Fidan Laboratuvarı‘nın bir yıl içinde kurulması bu gibi kararlara örnektir. Anlaşılan o ki, bu kararları verenler şimdiye kadar böylesi kurum ve kuruluşların oluşumunda görev almamışlar, bu konuda tecrübe sahibi olmamışlardır.

Yapılan vaatlerde, bozulup darmaduman edilmiş tarım sisteminin eski normal düzeyine getirilebileceği bir rehabilitasyon döneminin öngörülmediği anlaşılmaktadır…

11. Ülkemizdeki mevcut tarım sisteminin mevcut durumu, tarımdan anlamayan insanları bile kaygılandırırken ve mevcut AKP iktidarlarının tarım sisteminde kalıcı hasarlar bıraktığı bilinirken herhangi bir iktidar değişikliğinde sanki bunların hiçbiri olmamış gibi yola kalındığı yerden devam edileceğini düşünmek ya tarımı bilmemektir ya da tüm somut gerçeklere rağmen pembe bulutların üstünde gitme alışkanlığından vazgeçmemektir…

Tarım, hayvancılık ve balıkçılık ürünlerinin satış ve pazarlamasında dikkate alınmayan noktalar…

12. Tarım ürünlerinin satış ve pazarlamasında önemli bir durak olarak nitelediğimiz ve ürünlerin tüketiciye ulaşması açısından çeşitli sorunları barındıran sebze, meyve ve balık gibi ürünlerle ilgili toptancı halleri ile ilçe belediyeleri tarafından açılan semt ve üretici pazarlarının; ayrıca son günlerde sık sık gündeme gelen büyük alışveriş merkezlerini (AVM) unutmak, bunlarla ilgili tarımsal politikalar belirlememek de büyük bir eksiklik olarak değerlendirilmelidir.

Mevcut tarım sistemini değiştirirken bir risk ya da tehlike olarak karşımıza çıkabilecek siyasi, ekonomik ve hukuki engelleri dikkate alıyor muyuz?

13. Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Bankası (WB), Amerikan Merkez Bankası (FED), Avrupa Merkez Bankası (ECB), Dünya Sağlık Örgütü (WHO), Dünya Ticaret Örgütü (WTO), uluslararası banka, fon, kalkınma ajansı gibi kapitalizmin küresel örgütleriyle imzalanan sözleşme ve anlaşmalarla kurulan bağlayıcı ilişkiler ve bunun 5488 ve 5553 sayılı Tarım ve Tohumculuk Kanunları gibi ülke mevzuatına yansıyan yönleriyle ortaya çıkan yeni tür kapitülasyonların nasıl çözümleneceğine dair vaatlerin unutulduğu ya da unutulmasa bile bu yeni bağlılık türünden yana bir tavır sergilendiği anlaşılmaktadır.

Ülkemizin sulama ile ilgili politika ve uygulamaları anlatıldığı gibi mi?

14. TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası‘nın 7. maddedeki sulama ile ilgili şerhi yerinde ve doğru bir müdahaledir. Metindeki anlatım merkezi yönetimin sulama ilgili politika ve uygulamalarını yansıtmamakta, aşırı sulama konusunda yapılanları göz ardı etmektedir.

Belediyelerin, ülkemizin tarım politikası içindeki yeri ve fonksiyonu net bir şekilde gösterilmelidir…

15. Ülkemizdeki tarımsal faaliyetlerin asıl sorumlusu, Tarım ve Orman Bakanlığı ve bağlı kuruluşları olduğuna göre, hazırlanan deklarasyonda belediyelerin bu yapılanma içindeki yer, fonksiyon ve görev paylaşımlarını net şekilde gösteren önerilerde bulunulmalıdır.

Tarımla ilgili tanım, kavram ve anlayışlardaki farklılıklar

16. Çiftçi Buluşması Deklarasyonu“nun bazı bölümlerinde tarımsal faaliyetlerin doğasına aykırı benzetmeler ya da yanlış tanımlamalar yapıldığı görülmektedir. Deklarasyonun 10. maddesinde buğdayın her bölgede farklı mevsimlerde ekilip biçilmesi ile ilgili bölgesel farklılıkların bir “çeşitlilik” olarak tanımlanması buna örnektir. Türkiye gibi büyük ülkelerde birbirinden uzaktaki farklı bölge, havza ve yerlerdeki tarım ürünlerinin hem fiziki coğrafyanın farklılığı hem de iklimin etkisi ile farklı mevsimlerde hasat edilmesi o ülkedeki “biyolojik çeşitlilik” kavramını çağrıştıran çeşitliliği değil, farklı tarım bölgelerinin varlığını gösterir.

Hazırlanan metinler, ülkemizin bundan sonraki 100 yıllık iktisat politikaları ile ilgili olup İzmir İktisat Kongresi‘nin kendi özel tarihinde önemli bir yere sahip olacağından, kullanılacak sözcüklerin seçiminde tarımın kendine ait dil, sözcük ve kavramlarının kullanılması konusunda daha hassas olunması, olgu, olay ve vakaların doğru sözcük ve kavramlarla tanımlanıp ifade edilmesi uygun olacaktır.

Tarımın finansmanı ve özellikle de Ziraat Bankası’nın uygulamaları niye unutulur ki?

17. 1923 tarihli ilk İzmir İktisat Kongresi’nde bile Ziraat Bankası uygulamaları hakkında şikayetler ve haklı talepler bulunmakla birlikte; tarımı finanse edip krediler veren bankaların; özellikle de bu alanda görevli olan Ziraat Bankası’nın tarımın ya da tarım dışı faaliyetlerin finansmanı konusundaki yanlış ve partizan uygulamalarından söz edilerek talepte bulunulmamış olması, ikinci yüz yıllık dönemde uygulanacak banka ve finans politikalarını belirlemek açısından büyük bir eksiklik olmuştur.

Tarıma dayalı organize sanayi bölgeleri ne ölçüde yararlı ki, bu konuda vaatte bulunuluyor?

18. Ülkemizdeki bugüne kadarki uygulamaları açısından, kurulduğu doğal çevre ve kaynaklarla yakın çevrede yaşayan insan yerleşimleri açısından büyük sorunlara neden olduğu anlaşılan; ayrıca, bu bölgelerde sıklıkla uygulanan sözleşmeli tarım yöntemi ile çevredeki çiftçilerin yoksullaşıp tarım işçisine dönüşmesini sağlayan ve bu özelliği nedeniyle endüstriyel tarımın gelişme odaklarından biri olarak kabul edilen tarıma dayalı ihtisas organize sanayi bölgeleri konusu yeterince tartışılıp değerlendirilmeden, bu bölgelerin bir çözüm olarak önerilmesi, küçük çiftçiyi koruduğunu, sözleşmeli tarıma karşı çıktığını söyleyip bu kararın altına imza atanlar açısından yanlış bir davranış olmuştur.

Büyükşehir belediyeleri kapsamındaki köy-kent ayrımı ile ilgili yanlışlıklar unutuldu mu?

19. 2012 tarihli 6360 sayılı kanunla büyükşehir belediyesi sınırları içinde mahalleye dönüştürülen köylerle mahalleye dönüştürülen bu köylerin daha sonra 7254 sayılı kanunla “kırsal mahalle” ya da “kırsal yerleşik alan” olarak tanımlanması ile ortaya çıkan sorunun, ülkemizin önümüzdeki 100 yıllık tarımsal iktisat politikalarının belirlendiği böylesine önemli bir belgede dikkate alınmaması, buna dair bir politika vaadinde bulunulmaması büyük bir eksiklik oluşturmuştur.

Tarım üniversitesi kurulması ile ilgili vaadin deklarasyondan kaldırılmış olması doğru bir müdahaledir.

20. İzmir İktisat Kongresi ile ilgili http://www.iktisatkongresi.org isimli İnternet sitesinde, “Çiftçi Grubu Deklarasyonu“nun hazırlanması sırasında bir tarım üniversitesi kurulmasından söz edilmemiş olsa da; toplantılara katılan arkadaşlarımdan aldığım bilgilere göre, bu konu ile ilgili bir vaadin katılımcıların genel olarak karşı çıkması nedeniyle deklarasyon metninden çıkarıldığını öğrendim.

Evet bu müdahale de konusu ve gerekçesi itibariyle doğru, yerinde bir müdahale olmuş; böylelikle mevcut ziraat fakülteleri dışında hesapsız kitapsız bir şekilde popülist bir söylemle yeni bir üniversitenin açılması hayali engellenmiş, bugünkü koşullarda iş bulmakta zorlanan ziraat mühendislerine yenilerinin eklenmesinin yolu kapatılmıştır.

Gelecek yazımızda İşçi Grubu adıyla bir araya gelen sendika temsilcileriyle uzmanların hazırladığı “İşçi Grubu Deklarasyonu”nu inceleyip değerlendirmek dileğiyle…

Devam Edecek….

Yazının ilk bölümü:

İzmir İktisat Kongresi (1)

Yararlanılan Kaynaklar

A. Gündüz Ökçün, İzmir İktisat Kongresi, 1923-İzmir, Haberler-Belgeler-Yorumlar, Bütün Eserleri 4, Sermaye Piyasası Kurulu, Yayın No: 59, 4. Baskı, Ankara-1997.

Afet İnan, İzmir İktisat Kongresi, 17 Şubat-4 Mart 1923, Türk Tarih Kurumu, 3. Baskı, Ankara 2020.

İzmir İktisat Kongresi, 17 Şubat-4 MArt 1923, İzmir Büyükşehir Belediyesi Kent Kitaplığı, İzmir, Haziran 2001.

Kazım Karabekir, İktisat Esaslarımız (Hatır ve Zabıtlarıyla 1923 İzmir İktisat Kongresi), Emre Yayınları, 2001.

Özal Çiçek, “Türkiye Tarımında Sendikalaşma Mücadelesi: Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu Örneklemi“, Institutions National İdentity, Power and Governance in the 21. Century/Proceeding Book, ss.35-54

Serdar Şahinkaya, “Türkiye İçin Seçenek Var… İzmir İktisat Kongresi 1923-2006″, Mülkiye Dergisi C: XXX, Sayı: 250, s.191-196.

Gürol Ergin, “Cumhuriyet’ten Geleceğe Türkiye Topraklarının Mülkiyet Yapısı“, Toprak Mülkiyeti Sempozyum Bildirileri, Memleket Yayınları, Haziran 2010, Ankara, ss.64-72.

Ruşen Keleş, Ayşegül Mengi, Türkiye’de Kırsal Kalkınma Politikaları, İmge Yayınları, 1. Baskı, Kasım 2022, Ankara.

Taner Timur, Türk Devrimi ve Sonrası, İmge Yayınları, 2018 Ankara.

Şenay Balbay, Adem Sarıhan, Edip Avşar, “Dünya’da ve Türkiye’de Döngüsel Ekonomi/Endüstriyel Sürdürülebilirlik Yaklaşımı“, Avrupa Bilim ve Teknoloji Dergisi, Sayı 27, Kasım 2021, s.557-569

İzmir Ekonomik Kalkınma ve Koordinasyon Kurulu (İEKKK), İzmir’in kalkınmasında ne ölçüde etkili ve başarılı?

Ali Rıza Avcan

Belediye Başkan Danışmanı Prof. Dr. İlhan Tekeli‘nin çabasıyla oluşturulan “İzmir Yönetişim Ağı“nın önemli bir parçası olarak, İzmir Büyükşehir Belediyesi eski başkanı Aziz Kocaoğlu tarafından 6 Temmuz 2009 tarihinde kurulan İzmir Ekonomik Kalkınma ve Koordinasyon Kurulu (İEKKK), kuruluşundan bu yana geçen 13 yıl 5 aylık çalışma süresi sonrasında şu an itibariyle nerede? Kuruluşunda ifade edilen amacına ulaştı mı ve bugünkü durumu itibariyle İzmir‘in kalkınmasında ve bu kalkınmanın koordine edilmesinde başarılı mı; yoksa, başarısız mı oldu?

Bu tür can alıcı sorulara doğru cevaplar verebilmek için, İzmir Ekonomik Kalkınma ve Koordinasyon Kurulu‘nun çalışabilmesi için İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından düzenlenen “İzmir Ekonomik Koordinasyon Kurulu Çalışma Esasları” başlıklı düzenlemeye bakmamız gerekiyor.

Söz konusu düzenlemenin “Amaç” başlığını taşıyan 1. maddesine göre, İzmir Ekonomik Kalkınma ve Koordinasyon Kurulu, İzmir‘in ekonomik yönden kalkınmasına, ulusal ve uluslararası düzeyde etkinliğinin artırılmasına yönelik ortak akıl geliştirmek ve kentin icra kuruluşu olan İzmir Büyükşehir Belediyesi‘ne istişari düzeyde katkıda bulunmak amacıyla kurulmuş.

Aynı düzenlemenin 4 ve 5. maddelerine göre, İzmir Büyükşehir Belediye Başkanlığı‘nın koordinatörlüğünde; İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin (Başkan ve Genel Sekreteri), İzmir ilindeki kamu kurumlarının, üniversitelerin , özel sektör ve sivil toplum kuruluşlarının temsilcilerinden ve İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı tarafından belirlenmiş kişilerden oluşan İzmir Ekonomik Kalkınma ve Koordinasyon Kurulu‘nun görev ve çalışma alanları şu şekilde belirlenmiş:

1. İzmir’in ekonomik yönden kalkınmasına katkıda bulunacak, ulusal ve uluslararası düzeyde etkinliğinin artırılmasına yönelik fikir, plan ve proje önerilerinde bulunmak, İzmir’in güncel öncelikleri ve sürdürülebilir kalkınmasına ilişkin konularda ortak akıl geliştirmek,

2. İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin mevcut ve planlanan proje ve uygulamalarının geliştirilmesine yönelik önerilerde bulunmak,

3. İl düzeyinde yürütülen projelerin öncelikler doğrultusunda uygulanması ve koordineli bir şekilde yürütülmesi konusunda görüş ve önerilerde bulunmak, destek olmak,

4. Kurulu yönetmek üzere iki yılda bir “Kurul Başkanı” seçmek,

5. Genel görüşülecek konulara ilişkin gerekli hazırlıkları yapmak ve alınan kararların yürütülmesini ve takibini sağlamak üzere Kurul Başkanı’nın önerisi ve Büyükşehir Belediye Başkanı’nın ön onayı ile oluşturulacak çalışma grubu üyelerini seçmek,

6. Belirlenmiş olan esaslara göre yeni üye katılımlarına karar vermek.

Ancak bu kurulun resmi bir kurul değil, tamamıyla İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı’nın inisiyatifi ila kurulmuş sivil bir oluşum, daha doğrusu platform olduğunu belirtmemiz gerekiyor. Ancak yapısı resmi olmamakla birlikte, yüzlerce kişiyi bir araya getiren bu sivil platformun, kuruluş amacını ortaya koyan duyurusunda da belirtildiği gibi İzmir’e, İzmirliye ve İzmir kamuoyuna 2009 yılından bu yana verilmiş bir sözü var: İzmir’in ekonomik/sürdürülebilir kalkınmasına katkıda bulunmak.

Çünkü diğer yandan İzmir’in bölgesel ve ulusal düzeyde kalkınmasından sorumlu olan asıl resmi kuruluş olarak bir İzmir Kalkınma Ajansı (İZKA) var ve bu ajans içinde görev yapan kamu görevlileri, kamu kurulları var. 2006 yılında kurulan ve o tarihten bu yana 16 yıldır hizmet veren İzmir Kalkınma Ajansı‘nın içinde bir kurul başkanı, sekiz kişilik bir yönetim kurulu ve elli kişilik bir kalkınma kurulu bulunmakta.

İzmir Kalkınma Ajansı, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’na bağlı böylesi bir yapılanma ile İzmir’in kalkınmasından yerel düzlemde görevli, sorumlu ve yetkili tek resmi kuruluştur.

İzmir Ekonomik Kalkınma ve Koordinasyon Kurulu ise, İzmir’in kalkınmasından sorumlu İzmir Kalkınma Ajansı‘na ve diğer resmi kuruluşlara yardımcı olmak üzere kurulup gönüllüğü kabul etmiş sivil bir oluşum.

İzmir Ekonomik Kalkınma ve Koordinasyon Kurulu, Devlet-Sivil Toplum-Özel Sektör üçlemesi olarak anlatılan “iyi yönetişim” zihniyetinin, bu ilişki ve işbirliğinden koparılmış bir parçası olarak İzmir Kent Konseyi içinde yer alması gerektiği halde, barındırdığı üniversiteler ve özel sektör kuruluşları ile İzmir’deki “iyi yönetişim” kurallarını bozan, ondan ayrı düşen bir yapılanma karakterini taşıyor. O nedenle de, sadece belediye cephesi ile bazı sivil toplum örgütlerini barındıran İzmir Kent Konseyi‘nden koparılarak özel sektör kurum, kuruluş ve kişilerinden oluşan ayrı bir grup yaratılmış olması, kentle ilgili büyük ve önemli projelerin ortak akıl amacıyla İzmir Kent Konseyi yerine İzmir Ekonomik Kalkınma ve Koordinasyon Kurulu‘na getirilip tartışılması nedenleriyle kamuoyu algısında yaratılan şekliyle bir “patronlar kulübü” olarak eleştiriliyor, asıl yerinin “iyi yönetişim” anlayışı çerçevesinde İzmir Kent Konseyi olduğu ifade ediliyor.

İzmir Ekonomik Kalkınma ve Koordinasyon Kurulu faaliyette bulunduğu 13 yıl 5 aylık süre içinde ve çalışma süreleri birbirinden farklı 11 kurul başkanı zamanında her ay toplam 109 toplantı yapmış ve 2022 yılı Nisan ayından bu yana toplanmamış gözüküyor.

İzmir Ekonomik Kalkınma ve Koordinasyon Kurulu‘nu, kuruluşundan bu yana titizlikle takip eden biri olarak, bu kurulda ilk günden bugüne başkan ve üye olarak toplam 250 kişinin görev yaptığını, 20 Haziran 2022 tarihli toplam 143 kişilik üye listesinin yakın zamanda İzmir Büyükşehir Belediye Başkanlığı‘nca listeye yeni kişilerin eklenmesi suretiyle değiştirilmesi sonrasında çoğu üyenin liste dışında bırakıldığını ve böylelikle toplam üye sayısının 82’ye indirildiği görülmektedir.

İzmir Ekonomik Kalkınma ve Koordinasyon Kurulu‘nda baştan bu yana iş insanları, şirket ve holding sahipleri ve bunların kurdukları dernekler çoğunlukta olmakta, kurulda diğer sendika, meslek odası, kooperatif ve üniversite temsilcilerine de yer verilmekle birlikte temel ağırlığın sermayeden yana olduğu, belediyenin bu temsilcilerle İzmir Kent Konseyi bünyesinde muhatap olmak yerine onları teker teker seçerek oluşturduğu böylesi bir “patronlar kulübü” ile çalışmayı tercih ettiği, tüm kurul başkanlarının onlardan seçildiği görülmektedir.

Bu anlamda söz konusu kurulda 2 adet işçi sendikası konfederasyon temsilcisiyle 2 adet TMMOB‘ne bağlı oda temsilcisinin bulunması, “bulunmuş olmak için bulundurulan“, temsil ettikleri geniş kitle ile kalkınma içindeki yerlerini dikkate almayan bir anlayışa dayanmaktadır. Nitekim yeni düzenlenen 82 kişilik listede kendisi, şirketi, holdingi ya da yöneticisi olduğu iş dünyası derneği düzeyinde üye olanların sayısı en iyiniyetli tespitle 45’e; yani katılımcıların % 54,88’e ulaşmaktadır. Diğer katılımcıların dahil oldukları gruplara göre dağılımı ise şu şekildedir: Belediyeciler: 5 kişi, % 6,10 – Üniversite rektörleri: 9 kişi – % 10,98 – Kamu görevlileri: 1 kişi, % 1,22 – Meslek Odası temsilcileri 5 kişi, % 6,10 – Sendikacılar: 2 kişi, % 2,28, Kooperatifçiler: 3 kişi, % 3,66 – Dernek ve vakıf yöneticileri: 6 kişi, % 7,32 – Spor kulübü başkanları: 4 kişi, % 4,88, Akademisyenler: 1 kişi, % 1,22 ve Danışmanlar: 1 kişi, % 1,22.

Şimdi bu durumda İzmir‘in, Ege Bölgesi‘nin ve ülkemizin ulusal kalkınması anlamında sahip oldukları güç, önem ve öncelik itibariyle doğru, dengeli ve adil bir dağılım yapılmadan oluşturulan bir kurulun nasıl olup da “ortak akıl” yaratacağı, nasıl olup da toplumun tümü adına kalkınmadan yana fikir ve proje geliştireceği, mevcut projeler için düşünceler üreteceği sorulabilir.

Hele ki, Kurul’a şimdiye katılmış 250, şu an üye olan 82 kişi arasında yer alan 6 kişinin (Prof. Dr. Bedriye Tunçsiper, Zekeriya Mutlu, Prof. Dr. Saffet Köse, Yusuf Baran, Kamil Porsuk ve Osman Öztürk) aynı zamanda İzmir Kalkınma Ajansı‘nın Kalkınma Kurulu üyesi olduklarını bildiğimizde…

Ama bütün bunlardan önce, 6 Temmuz 2009 tarihinde kurulup faaliyette olduğu 13 yıl 5 aylık süre içinde toplam 250 kişinin katılımıyla 109 kez bir araya gelen İzmir Ekonomik Kalkınma ve Koordinasyon Kurulu‘nun İzmir’in kalkınması adına, kalkınma için ortak akıl geliştirme adına, İzmir’in kalkınmasının asıl sorumlusu İzmir Kalkınma Ajansı ile arasında etkili bir koordinasyon geliştirmek adına neler yaptığı, İzmir’in kalkınmasında nasıl bir paya sahip olduğudur? Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 2018 yılında gerçekleştirdiği Zeytin Dalı Harekatı‘nı bile destekleyen Kurul’un bunun dışında asıl görevi ile ilgili olarak neler yaptığı bilinmelidir. Daha kısa ve net bir soruyla, bu kurul İzmir’in kalkınması ve koordinasyonunda ne işe yaramaktadır? İzmir bu kurul olmadan kalkınamamakta mıdır? Birinin ya da birilerinin çıkıp bize bu konularda doğru, sağlam, inandırıcı bilgiler vermesi, “biz bu konuda şunu, şunu, şunu yaparak şu ölçüde yararlı olduk, biz olmasaydık bu gelişme olmazdı, işte o nedenle bize gerek var” diye beni ya da bizleri inandırması gerekiyor. Yoksa oraya toplaşan bu beyler, bayanlar başka bir şeye mi yarıyor, örneğin yerel iktidarı yönetip yönlendirmede bu görev mi üstleniyorlar? onu anlatması gerekiyor…

Örneğin, hazırladığı veriler doğru ya da yanlış da olsa, Türkiye İstatistik Kurumu‘nun 2010-2019 döneminde, Birleşmiş Milletler Örgütü‘nün sürdürülebilir denilen kalkınma hareketinin ölçülebilmesi için geliştirdiği “Sürdürülebilir Kalkınma Göstergeleri“ni kullanarak bize Türkiye’nin kalkınması ya da kalkınmaması konusunda bir fikir verdiğini görüyor ve bu verilerin Ege Bölgesi ya da İzmir özelinde de geçerli olup olmadığını, örneğin bu kurul sayesinde tarımın daha fazla geliştiğini, İzmir’de yaşayan nüfusun yaşam kalitesinin arttığını, insanların daha iyi beslenmeye başladığını hazırlanan verilerle kanıtlanmasını istiyorum.

İşte tam da bu noktada, İzmir’deki her topluluk ya da etkinlikte var olmak için çırpınan, kapıdan kovsan bile bacadan girmeye çalışan birinin çıkıp bana yine öküz altında buzağı arıyor diyeceğini tahmin ediyorum. Oysa öküz altında buzağı aramak bence iyi, hayırlı bir şeydir… Hele ki kimin elinin kimin cebinde olduğunun bilinemediği İzmir gibi bir kentte… Bence şimdiye kadar bir öküz ya da buzağıyı elleyememiş kişiler; öküz, iğdiş edilmiş bir erkek sığır olarak buzağı sahibi olamasa da bolluğu, bereketi ve geleceği simgeleyen buzağının anlamını, temsil ettiği şeyleri bilmezler, bilemezler. Ben kendilerine bu konuda da şans diliyor ve İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer‘in onu da -mahzun bırakıp üzmemesi için- İzmir Ekonomik Kalkınma ve Koordinasyon Kurulu‘na üye yapmasını rica ediyorum.

Evet, öküz altında buzağı arayıp 2009’dan bu yana şehirlerin anası İzmir’de doğup anasını arayan bir buzağının, yani onu besleyip büyütecek bir kalkınma hamlesinin olup olmadığını ve şayet böylesi bir hamle, böylesi olumlu bir gelişme varsa, İzmir Ekonomik Kalkınma ve Koordinasyon Kurulu‘nun bu güzel gelişmedeki payını, etkisini, rolünü öğrenmek istiyorum. Böylelikle İzmir Ekonomik Kalkınma ve Koordinasyon Kurulu‘nun aradan geçen 13 yıl 5 aylık süre içinde varlık nedeninin oluşup oluşmadığını ortaya koyup bir müjde olarak İzmirlilerle paylaşmak istiyorum.

Unutmayalım ki, kurduğumuz her örgüt, her kurum ya da kuruluş ortaya atılmış ciddi bir iddianın somut örnekleridir. Bu anlamda, şayet kalkınmadan ve onun koordinasyonundan söz edip bunun için, bize anlatılan tüm “iyi yönetişim” kurallarını dikkate almadan özel bir “patronlar kulübü” kurup “kabul günü” mantığıyla suya sabuna dokunmayan işler yapmayı sürdürmek istiyorsak, bu hareketimizin yararlı olduğunu, başarılı olduğunu, etkili olduğunu göstermek zorunda kalırız. Aksi takdirde kendimizi ve kentimizi, yalıçapkınları yerine kargaların bile güldüğü bir durumda bulur, İzmir’e en büyük kötülüğü yaparız.

İmece ve dayanışmanın ticarileşmesi: Paylaşım ekonomisi

Ali Rıza Avcan

Paylaşım ekonomisi”, Rekabet Kurumu‘nun İnternet sayfasında “bir malın veya hizmetin sahibi tarafından ücretli veya ücretsiz olarak bir çevrimiçi platform üzerinden paylaşılması temeline dayanan bir ekonomi sistemidir. Paylaşım ekonomisi malların satın alınması yerine kiralanması veya paylaşılmasını ifade etmektedir. Paylaşım ekonomisinde mal sahibi, ev, araba, bisiklet vb. gibi kullanmadığı bir malı geçici bir süreliğine başka bir kişiye kiralar. Paylaşım işleminin yapıldığı çevrimiçi platformlar kişilerin birbirlerine güven duyabilmesi adına genellikle bir puanlama ve eleştiri sistemine sahiptir.” şeklinde tanımlanmaktadır. (1)

İzmir Kalkınma Ajansı ise “paylaşım ekonomisi” yanında “Dayanışma Ekonomisi” ya da “İşbirlikçi Ekonomi” gibi kavramları kullanmaktadır. (2)

Kapitalizmin, mal ya da hizmetlerin tüketimi aşamasında ortaya çıkan daralmaları aşmak amacıyla geliştirdiği bu iş modelinin adı, “paylaşım“, “dayanışma” ve “işbirliği” gibi kapitalizm karşıtlarını bile etkileyip ikna edebilecek tılsımlı güce sahip sözcüklerle ifade edildiği için, bizlerde olumlu çağrışımlar yapmakla birlikte; “paylaşmak“, “dayanışma içinde olmak” ya da “işbirliği yapmak” suretiyle yararlanılan mal ya da hizmetlerin özünü oluşturan mülkiyet hakkı kullanıcının eline geçmemekte, yine eskisi gibi emek-sermaye çelişkisi içinde sermaye sahibinin elinde kalmaktadır. Paylaştığı, işbirliği yaptığı ya da dayanışma içine girip gerektiğinde istediği kadar ve istediği şekilde kullandırıp, istemediği takdirde kullandırmadığı mal ya da hizmetler, onun elinde atıl kalan ya da az kullanılanı mal ya da hizmetlerdir. O nedenle, sermaye sahibinin mülkiyetini elinde bulundurduğu mal ya da hizmetlerin kullanılmayan atıl kısmını bir iş modeli içinde başkalarına kullandırmasının gerçek anlamda “paylaşmakla“, “dayanışma içinde olmakla” ya da “işbirliği yapmakla” alakası bulunmamaktadır. Çünkü buradaki amaç, atıl kalanın ya da az kullanılanın ücretsiz kullanımı değil, ondan elde edilen faydanın maksimum düzeye çıkarılarak en fazla faydanın/kazancın sağlanması arzusudur. (3)

Bu bilgi çerçevesinde bu iş modelinin akla ilk gelen örnekleri ise geçtiğimiz yıllarda büyük tartışmalara konu olup mahkeme kararlarıyla engellenen ÜBER uygulaması ile özel konutların otel gibi kullanılmasını mümkün kılan Airnbn uygulaması, kentlerdeki e-scooter ya da bisikletlerin ortak kullanımını esas alan girişimler, tohum takasları ve açık sistem yazılımlarının kullanımı gibi birbirinden farklı alanlardır. Bu alanların ne kadar fazla ve farklı olduğu Vikipedi‘nin aşağıdaki linkinden incelenebilir. (4)

İzmir Büyükşehir Belediyesi, 15 Kasım 2022 tarihinde Paylaşım Ekonomisi Derneği (PAYDER) ile birlikte Ahmed Adnan Saygun Kültür ve Sanat Merkezi‘nde 1. Uluslararası Paylaşım Ekonomisi Zirvesi‘ni düzenledi. Bu etkinliğe İzmir Büyükşehir Belediyesi dışında ayrıca belediye şirketlerinden Nilüfer Çınarlı Mutlu‘nun yönetim kurulu başkanı, İyi Parti’nin kurucular kurulu ve genel idare kurulu üyesi olan Nihal Ağca‘nın da genel müdürü olduğu İnovasyon ve Teknoloji A.Ş. ile Erhan Bey‘in yönetim kurulu başkanı, 2019 yerel seçimlerinde CHP‘den Tire Belediye Başkan adayı olan Burak Alp Ersen‘in de genel müdür olarak görev yaptığı İzelman A.Ş. katkıda bulundu.

Zirvenin açış konuşmasını yapan İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer, paylaşım ekonomisinin temeli temeli imeceye, yani çok insanın ortak akılla hareket etmesine dayanıyor diyerek, paylaşma ile bereket arasında ilişki kurarak bereketin paylaştıkça arttığını belirtirken; zirvenin ikinci açılış konuşmasını yapan Paylaşım Ekonomisi Derneği (PAYDER) yönetim kurulu başkanı M. İbrahim Aybar, konuşmasında “bugün bizler paylaşmanın daha çok ekonomik değer yaratan tarafına bakacağız” diyerek, adeta zirveye konu olan paylaşım eyleminin, imece ya da bereket ile pek de alakası olmadığını ortaya koymuş.

Belediyenin bu konu ile ilgili 11 ve 15 Kasım 2022 tarihli haber bültenlerine göre, söz konusu zirvede demokratik, şeffaf, çevreye duyarlı ve israfı reddeden yeni gelişme fırsatları çerçevesinde paylaşım ekonomisi üzerinde konuşmalar yapılarak paylaşım ekonomisi alanında dünyadaki başarılı ulaşım paylaşımı örnekleri verilerek bu alandaki yeni gelişmeler aktarılmış.

Zirve programına İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer ile Paylaşım Ekonomisi Derneği (PAYDER) yönetim kurulu başkanı M. İbrahim Aybar‘ın açılış konuşmalarından sonra gazeteci Emin Çapa, EKAR isimli taşımacılık şirketinin sahibi Vilhelm Hedberg, TÜSEV Onursal başkanı Prof. Dr. Üstün Ergüder, PAYDER yönetim kurulu üyesi Gökhan Turan, NTN Partners isimli şirketin yönetim kurulu başkanı İbrahim Ateş, SHERPA & DAM Start-Up Studio kurucusu Yakup Bayrak, Renault Group Türkiye CEO‘su Hakan Doğu, gazeteci Hakan Çelik, İZELMAN A.Ş. genel müdürü Burak Alp Ersen, Otoplan ve Yoyo yönetim kurulu başkanı Mürşit Unat, İYTE rektörü Prof. Dr. Yusuf Baran, i-Wallet kurucu ortağı Harun Soylu, SC&P kurucu ortağı Faika Ergüder, DCEY kurucuları Eda Franci ve Seda Aksoy, DCEY COO‘su Ekin Köseoğlu konuşmalar yapmışlar.

Zirvede konuşulan 8 ayrı konunun başlıkları ise şu şekilde belirlenmiş:

“Paylaşım ekonomisini neden önemsemeliyiz?”, “Ulaşım paylaşımında yeni gelişmeler”, “Türkiye’de hayırseverliğin gelişimi”, “Paylaşım ekonomisinde hukuki ve sosyal altyapı nasıl olmalı?”, “NFT ve Blackchain neler getiriyor?”, “Paylaşım ekonomisinde elektrikli mobilite”, “Ulaşımda Taşıt Paylaşımı” ve “Paylaşım ekonomisinde dijital yapılanma”, “Paylaşım ekonomisinde Luxury Fashion”.

Kuruluşu 23 Mart 2022, ilk genel kurulu 20 Temmuz 2022 tarihinde yapılan (PAYDER) Paylaşım Ekonomisi Derneği‘nin İnternetteki web sayfasına (https://paylasimekonomisidernegi.org) baktığımızda ise;

Zirvenin konuşmacıları arasında yer alan İZELMAN A.Ş. genel müdürü Burak Alp Ersen ile SC&P şirketinin kurucu ortağı olan Faika Ergüder‘in PAYDER yönetim kurulu üyesi oldukları,

📍Paylaşım Ekonomisi Derneği‘nin bugünkü tarih itibariyle toplam 16 üyesinin bulunduğu,

📍 Söz konusu dernek tarafından 20 Mayıs 2022 tarihinde Almanya‘nın Berlin kentinde, 30 Ağustos 2022 tarihinde Avustralya‘nın Sydney ve 17 Ekim 2022 tarihinde Birleşik Arap Emirlikleri‘nin Dubai kentinde yapılacağı önceden duyurulan uluslararası toplantılarının belirtilen tarihlerde yapılmadığı,

📍 15 Kasım 2022 tarihinde İzmir‘de yapılan zirve ile ilgili belediye haberlerinde sözü edilmeyen diğer paydaşların ise, dernek başkanı M. İbrahim Aybar‘ın yönetim kurulu başkanı olduğu Vesiile Paylaşım Ekonomisi Çözümleri Yönetim Danışmanlığı A.Ş. ile PAYDER Başkan Yardımcısı Emre Ayyıldız‘a ait Moov Dijital Ulaşım Çözümleri A.Ş. ve Görkem Aybar‘ın ajans başkanlığını yaptığı Artbar Ajans/GK Yapım, Turizm, Sanayi ve Dış Ticaret Ltd. Şti. olduğu görülmektedir.

Konuşmacıları tek tek ele alıp irdelediğimizde ise;

📍 PAYDER yönetim kurulu başkanı olan M. İbrahim Aybar‘ın Ekim 2000-Ağustos 2016 döneminde Renault Mais A.Ş. genel müdürü, Ağustos 2016-Ocak 2017 döneminde de Renault Mais A.Ş. yönetim kurulu başkanı olarak görev yaptığı, emekli olması sonrasında Vesiile Paylaşım Ekonomisi Çözümleri Yönetim Danışmanlığı A.Ş.‘ni kurduğu,

📍 PAYDER yönetim kurulu üyesi olan Faika Egüder’in Seagull Crow & Partners şirketinde kurucu ortak ve başkan olduğu, 2019 yılının Ekim ayından bu yana Vesiile A.Ş.‘de kurucu ortak olduğu,

📍 Dubai‘de faaliyet gösteren Vilhelm Hedberg‘in Ortadoğu’nun ilk kişisel hareketlilik şirketi EKAR’ın sahibi olduğu,

📍 Gökhan Turan‘ın Forum Makina isimli bir şirketin sahibi, İbrahim Ateş‘in NTN Partners isimli bir hukuk şirketinin yönetim kurulu başkanı, Yakup Bayrak‘ın 2010 yılında kurulan DAM Start-Up isimli şirketin kurucusu olduğu, Docar isimli oto kiralama şirketini kuran Mürşit Unat‘ın halen Otoyol, Yoyo ve 2Plan şirketlerinin yönetim kurulu başkanı olarak görev yaptığı, Harun Soylu‘nun ise bir ödeme sistemleri şirketi olan i-Wallet‘in kurucusu olduğu anlaşılmaktadır.

Yaptığımız araştırmalarla ortaya koyduğumuz bütün bu bilgi ve verilerin bütüncül bir bakışla yorumlanması sonucunda, söz konusu zirveyi PAYDER isimli bir dernek aracılığıyla, İzmir Büyükşehir Belediyesi ve şirketlerinin katkılarıyla örgütleyen bu girişimin arkasında, Renault Mais ya da Renault Group olarak adlandırılan Fransız otomotiv tekelinin paylaşım ekonomisi adı verilen satış modeli ile ülkemizde ve özel olarak İzmir‘de belediye aracılığıyla ne gibi kazançlar temin edebileceği ile ilgili ticari kaygılar olduğu söyleyebiliriz.

Özünü ve odağını, toplu ulaşımda paylaşıma konu olabilecek elektrikli ya da elektriksiz taşıt araçları üreten bir Fransız otomotiv devinin oluşturduğu böylesi bir yeni kurulmuş derneğin ya da başka bir deyişle, paylaşım ekonomisi lobisinin, daha ilk etkinliğinde, kalkıp İzmir Büyükşehir Belediyesi ile birlikte bir paylaşım ekonomisi zirvesi düzenlemesinin hikmet-i sebebi ise, yakın bir zamanda bu dernekle İzmir Büyükşehir Belediyesi arasında imzalanması muhtemel bir işbirliği protokolü ile ortaya çıkacak UBER benzeri paylaşımlı bir ulaşım sisteminin gündeme gelmesi ihtimali olabilir…. Hele ki işin içinde İZELMAN ve onun genel müdürü, eski siyasetçi ve PAYDER üyesi Alp Burak Ersen gibi biri varsa…

O nedenle, yakın bir zamanda İzmir Büyükşehir Belediye Meclisi‘ne belediyenin bu dernekle ve bu derneğin arkasındaki irili ufaklı firmalarla işbirliği yapması için bir protokol teklifi gelecek ve bu protokol çerçevesinde dernek üyesi iş adamlarının kazancına kazanç katması düşünülen yeni bir toplu ulaşım paylaşım sistemi gündeme gelecektir… İşte o nedenle bekleyip görelim derim…

– – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – – –

(1) https://www.rekabet.gov.tr/tr/Sayfa/Yayinlar/rekabet-terimleri-sozlugu/terimler-listesi?icerik=7d42f16b-4861-428a-b14d-0b521c95c4f9#:~:text=Paylaşım%20ekonomisi%2C%20bir%20malın%20veya,kiralanması%20veya%20paylaşılmasını%20ifade%20etmektedir.

(2) https://kalkinmasozlugu.izka.org.tr/?p=554

(3) Yaprak, B., Ercan, S. (2021) “Kapitalizmin Sözde Ölümü: Paylaşım Ekonomisine Eleştirel Bir Bakış“, Düşünce ve Toplum Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı: 5, Aralık 2021, ss.92-121.

(4) https://en.wikipedia.org/wiki/Sharing_economy#Types_of_sharing

Bedava sirke baldan tatlıdır…

Ali Rıza Avcan

Seyahat etmek güzel şeydir… Hele ki bedava olanı, parası bir başkasının ya da bir resmi, özel ya da sivil kurumun, kuruluşun cebinden çıkanı, daha da bir güzeldir…

Bugünkü yazımız da, bu tür bedavaya gelen, parası başkasının cebinden çıkan yurtdışı yolculuklarla ilgili olacak… Bilgi, görgü edinmek, iş görüşmesi yapmak, bilimsel, teknik araştırma ve uygulamalar yapmak, toplantılara katılmak amacıyla yapılan seyahatler…

Bu tür yurtdışı seyahatleri ele alıp mercek altına koyacağımız kurum ise İzmir Büyükşehir Belediyesi olacak…

Çünkü 31 Mart 2019 tarihinden bu yana İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı olarak görev yapan Tunç Soyer, 2009-2019 döneminde yaptığı Seferihisar Belediye Başkanlığı sırasında oldukça fazla sayıda yurtdışı yolculuk yapan, Seferihisar‘da kalmayı pek sevmeyen bir belediye başkanı olarak tanınıyor, biliniyor…

Şimdi şu sıralarda da, İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı olarak sürdürdüğü görevi nedeniyle aynı alışkanlığını devam ettirdiği, çoğu görevini bu merakı nedeniyle süresi içinde layıkıyla yapmadığı, temel belediye hizmeti olarak kabul edilen görevleri yapmadığı söyleniyor… İşte o nedenle, gerek kendisinin, gerekse çevresindeki belediye görevlilerinin 1 Nisan 2019-21 Kasım 2022 hizmet döneminde hangi nedenle yurtdışındaki hangi ülke ve şehirlere gittiklerini belirlemeye çalıştık ve o nedenle de, aynı dönemde yurtdışı seyahatlere onay veren toplam 4.924 adet belediye meclisi karar özetini tek tek inceleyerek bir veri seti oluşturmaya çalıştık.

Ama ondan önce, sizlere belediyelerdeki yurtdışı seyahatlerle ilgili olarak tanık olduğum iki örnek olayı anlatarak konuya giriş yapmak isterim.

İlk olay, 1991 yılında İstanbul‘daki Marmara ve Boğazları Belediyeleri Birliği‘nde eğitim danışmanı olarak çalıştığım dönemle ilgili. O dönem birliğe üye olan ya da olmayan belediye başkanlarını bir hafta süre ile Kuzey Kıbrıs‘ın Girne kentine götürmek için hazırlıklar yapıyoruz. Ben eğitime katılacak olanların sayısını, eğitimi yapacağımız Asil Nadir‘e ait yeni açılan Jasmine Court Hotel‘in eğitim salonundaki koltukların sayısına göre ayarlamaya çalışırken, birliğin müdürlük görevini yapan Devlet Konakçı‘nın, daha önceki eğitimlerden edindiği tecrübe çerçevesinde, gelenlerin büyük bir bir kısmının eğitimine katılmayıp başka işlerle uğraşacağını söylemesi üzerine kontenjanı arttırarak gerçek durumdan yavaş yavaş haberdar olmaya başlıyorum. Bunun üzerine Girne‘ye ülkemizdeki tüm büyükşehir, il, ilçe ve belde belediyelerinden gelen toplam 67 belediye başkanını götürüyoruz.

Uçakla yapılan yolculuk sırasında her bir belediye başkanının, cüzdanındaki deste deste dolarları bir diğerini göstermeye başladığında durumu daha net bir şekilde anlamaya başlıyorum. Nitekim eğitimdeki en kalabalık katılımı, Kuzey Kıbrıs Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş‘la Türkiye’nin Kıbrıs Büyükelçisi Cahit Bayar‘ın katıldığı açılış oturumunda sağlıyoruz ve ondan sonraki tüm oturumlarda katılım devamlı olarak düşüyor, salonlar sürekli olarak boşalıyor.

Çünkü çoğumuzun tanıdığı o anlı şanlı belediye başkanları cüzdanlarındaki dolarlarla Girne‘nin ünlü kumarhanelerinden, eğlence mekanlarından çıkmaz hale geliyorlar. Hatta Adana‘nın büyük bir ilçesinin belediye başkanlığını yapan tanınmış bir şahsı, sadece Kıbrıs‘a giderken ve Türkiye‘ye dönerken uçakta görüyorum. Söylenti, bu süre içinde Kuzey Kıbrıs‘taki ikinci karısını ziyaret ettiği şeklinde…

İşte o zaman anlamaya başlamıştım ki, eğitim amacıyla yapıldığı söylenen yurtiçi ve dışı seyahatlerin neden rağbet gördüğünü ve seyahat acentelerine dönüşen belediye birliklerinin bu konudaki misyonlarını…

Nitekim bu tür organizasyonları yapan kuruluşlar, götürdükleri belediye başkanları ile görevlilerinin zaaflarını dikkate alarak Paris‘e gidiliyorsa erotik kankan danslarının yapıldığı Moulin Rouge‘u, Amsterdam‘a ya da Hamburg‘a gidiliyorsa kırmızı fenerli sokakları, Los Angeles‘e gidiliyorsa kumarhaneleri, Moskova‘ya gidiliyorsa Kremlin Meydanı‘nı ve Nazım‘ın mezarını, Güneydoğu Asya ülkelerine, örneğin Tayvan’a ya da Kamboçya‘ya gidiliyorsa seks ticaretinin yapıldığı mekanları, saunaları ilave ederek gezdirdikleri konukların merak, heves ve ihtiyaçlarını gidermeye çalışırlar.

Size anlatacağım ikinci olay ise daha yakın tarihli… 2018 yılında kurucu başkanlığını yaptığım Yaya Derneği‘nin ilk genel kurulundayız. Genel kurul sonucunda oluşan yeni yönetim kuruluna giren ve İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin Ulaşım Planlama Dairesi‘ndeki görevi nedeniyle sık sık yurtdışı seyahatler yapan bir arkadaşımızın o seyahatlerin oluşturduğu alışkanlıkla sorduğu ilk sorusu şu olmuştu: “Yaya Derneği’nin yurtdışı seyahatleri hakkında da bir karar alalım mı?” Oysa o tarihlerde, Yaya Derneği‘nin bırakın yurtdışı seyahatleri finanse edecek bir bütçesi, bir sonraki dernek kirasını ödeyecek hali yoktu…

Gelelim İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer ile çevresindeki üst düzey belediye yönetici ve çalışanlarının, 1 Nisan 2019-22 Kasım 2022 dönemini kapsayan 1.331 günlük sürede yaptıkları yurtdışı seyahatlerin hacmine ve trafiğine…

Yasal düzenlemelere göre, bu tür yurtdışı seyahatleri, seyahat öncesinde ya da sonrasında belediye meclisinin gündemine getirilip onaylanmadığı takdirde yapılamıyor ve yolculuk masrafları ödenmiyor. O nedenle, belediye meclis kararlarının üst sıralarında bu onaya ilişkin kararları rahatlıkla görebiliyoruz. Yaptığımız ayrıntılı çalışmada toplam 4.924 adet belediye meclisi karar özetini ayrıntılı bir şekilde incelemekle birlikte; gözümüzden kaçan kararlar olabileceği kaygısıyla, verdiğimiz rakamların düşük bir olasılıkla maddi hata barındırabileceğini de baştan düşünüp ifade etmek isterim.

Ayrıca çoğu yurtdışı seyahatin masrafları, belediye bütçesinden karşılanmakla birlikte bazı seyahatlerle ilgili harcamaların, ihaleyi alan ya da alması muhtemel firmalarca karşılandığını görüyoruz. Bu çerçevede hiçbir firma, hayır amacıyla bir yurtdışı seyahatin maliyetini karşılamayıp bu maliyetleri yaptığı işin maliyetine dahil edeceği için bu tür seyahatlerle ilgili harcamaların da aslında, iş ya da fiyat artışı gibi yöntemlerle dolaylı bir şekilde belediye bütçesinden çıktığını da kabul etmemiz gerekiyor.

Yaptığımız ayrıntılı incelemeler sonucunda, 1 Nisan 2019-22 Kasım 2022 döneminde gerçekleştirilen yurtdışı seyahatlere katılan 273 kişinin, toplam 2.670 gün görevli olarak yurtdışında bulunduğunu belirledik.

Covit-19 Pandemisi ve Samos Depremi nedeniyle yurtdışı seyahatlerin hacmi ve trafiği azalıyor; ama, ya sonrası?

Bu seyahatlerin yıllara dağılımı ise şu şekildeydi:

📌 1 Nisan-31 Aralık 2019 döneminde 64 seyahate katılan 105 kişi,

📌 2020 yılında 24 seyahate katılan 45 kişi,

📌 2021 yılında 15 seyahate katılan 37 kişi,

📌 1 Ocak-22 Kasım 2022 döneminde 67 seyahate katılan 86 kişi,

Görüldüğü gibi hizmetin ilk yılında 64 seyahate ulaşan sayı Covit-19 Pandemisi ve 30 Ekim 2020 tarihli Samos Depremi‘nin İzmir‘de yarattığı yıkım nedeniyle 2020 yılında 24’e, 2021 yılında da 15’e düşüyor.

Ancak hastalıkların ve deprem felaketinin öneminin azalması ile birlikte yurtdışı seyahatlerin sayısı ve katılımcı sayısı yeniden 2019 düzeyini yakalıyor. Anlaşılan o ki, bu sayılar 2023 ve 2024 yıllarında daha da artacak gibi gözüküyor…

Bu verilerin hemen arkasından iki ayrı konuda bilgi edinemediğimi belirtmek isterim.

Birincisi, İzmir Büyükşehir Belediyesi‘ne bağlı dışında ESHOT ve İZULAŞ genel müdürlükleri ile belediye şirketi olarak tanımlanan sermayesinin % 50’sinden fazlası belediyeye ait olan İZFAŞ, İzmir Metro A.Ş., Grand Plaza A.Ş. gibi belediye şirketleriyle belediye hissesinin % 50’den az olduğu TARKEM, TETUSA A.Ş. gibi şirketler üzerinden yapılan yurtdışı seyahatlerin, bu alandaki verilerin şeffaf olmayışı; hatta ticari sır sayılması nedeniyle bu sayılara dahil edilemeyişidir.

İkincisi ise 7-17 Eylül 2019 tarihleri arasında itfaiye personelinin Rusya‘nın Saratov kentinde katıldığı uluslararası yarışmalarla 8-15 Mayıs 2022 tarihleri arasında İzmir Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatrosu sanatçılarıyla görevlilerinin Kıbrıs Turnesi ile ilgili meclis kararlarında bu seyahatlere kaç kişinin katıldığı belirtilmediği için, onları bu verilere dahil edemeyişimizle ilgilidir.

Gelelim hangi makamlardaki kişilerin hangi sürelerle yurtdışı seyahat yaptığına:

İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer ile 70 belediye meclis üyesinin, genel sekreterin, 4 genel sekreter yardımcısının, 4 başkan danışmanının, 2 Cittaslow görevlisinin, “başkan asistanı” adı verilen bir görevlinin, Dış İlişkiler ve Turizm Dairesi Başkanı‘yla diğer belediye çalışanlarının bu süre içinde kaç kez seyahat yaptığını, bu seyahatlerde kaç günü yurtdışında geçirdiğini ve bunun toplam 2.670 günlük yurtdışı seyahat süresi içindeki oranını aşağıdaki tabloda görebilirsiniz.

Yukarıdaki tablonun incelenmesinden de anlaşılacağı üzere 01 Nisan 2019-22 Kasım 2022 dönemi içindeki toplam 1.331 günde;

✈️ Belediye Başkanı Tunç Soyer‘in toplam 144 günü; yani görev süresinin % 10,82’sini yurtdışında geçirdiği, İzmir Büyükşehir Belediyesi’ne ait 2.670 günlük toplam yurtdışı seyahat süresinin ise % 5,44’üne sahip olduğu görülmektedir.

Bu arada, kendisinin AKP iktidarı tarafından yurtiçi seyahatleri bile titizlikle izlenen ve bu seyahatler sırasında ne yapıp eylediği sıkı bir şekilde takip edilip raporlanan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu‘na göre, takip edilmeyişi ve görüntülerinin kayıt altına alınmayışı ya da bu seyahatlerin basında İstanbul boyutunda dile getirilmeyişi nedeniyle şanslı olduğunu söyleyebilirim.

✈️Diğer 165 belediye meclis üyesine göre daha şanslı (!) oldukları anlaşılan 70 belediye meclisi üyesinin 2.670 günlük toplam yurtdışı seyahat süresinin % 16,70’i oranında yurtdışı seyahat yaptığı, Saadet Çağlın, Ayşegül Altuğ, Fırat Eroğlu, Murat Öncel, İzel Zenginobuz Derinsu, Burhan Suat Çağlayan, Çile Özkul, Onur Yiğit ve Hüsnü Boztepe gibi meclis üyelerinin birden fazla; hatta iki, üç kez yurtdışı seyahatler yaptığı, son zamanlarda bir görev nedeniyle yurtdışına çıkan belediye görevlilerine 3’er, 4’er kişilik gruplar halinde, gidiş amacıyla alakası olmaksızın belediye meclisi üyelerinin katılması suretiyle adeta dönem sonuna kadar tüm belediye meclisi üyelerinin en az bir kez yurtdışına çıkışını sağlayan bir programın uygulandığı anlaşılmaktadır.

İzmir Büyükşehir Belediye Meclisi üyelerinin yurtdışı seyahatlerini bu vesileyle ele alıp incelerken, İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer‘in 2022 yılının Temmuz ayında Bosna Hersek‘in Saraybosna kentinde gerçekleşmiş Srebrenitsa Katliamı‘nı anmak amacıyla tüm belediye meclisi üyelerinin 3-4 gün süreyle Saraybosna‘ya gitmesi için verdiği teklifin, önce belediye meclisince kabul edilmesine karşın; kamuoyundan gelen sert tepkiler nedeniyle geri çekilerek onun yerine 3-4 kişilik küçük bir heyetin gönderilmesi ile yetinildiğini de hatırlamamız gerekiyor.

✈️Eski Genel Sekreter Buğra Gökçe‘nin, Belediye Başkanı Tunç Soyer‘in sık sık yurtdışına çıkması nedeniyle 4 günlük yurtdışı seyahat süresi dışında İzmir‘de kaldığı için kendisine “en az yurtdışı seyahati yapan belediye bürokratı” unvanının verilebileceği,

✈️2.670 günlük toplam yurtdışı seyahat süresi içinde % 0,90’lık seyahat oranı ile yer alan dört genel sekreter yardımcısından Eser Atak‘ın diğer iki genel sekreter yardımcısına göre daha fazla yurtdışına çıktığı,

✈️Yurtdışı seyahat yapma hakkını en fazla kullananların ise başkan danışmanları olduğu, bunların içinde zirveyi gören danışmanın ise belediyenin “dışişleri bakanı” olarak nitelenen Onur Kadir Eryüce olduğu, bu görevlinin tek başına 2.670 günlük toplam seyahat süresi içinde yaptığı 25 seyahatle 164 gün yurtdışında kalarak en fazla dış seyahat yapan belediye görevlileri listesinde, Belediye Başkanı Tunç Soyer‘i ikinci sırada bırakarak zirveye yerleştiği görülmektedir. Diğer başkan danışmanlarının ise Onur Kadir Eryüce kadar şanslı olmadığı anlaşılmaktadır.

Ancak yine de, dört başkan danışmanının toplam seyahat süresinin, belediye başkanının seyahat süresini geçmesi gerçeğini dikkate aldığımızda; bu 4 danışmanının onca belediye çalışanının yurtdışı seyahat yaptığı bir kurumda toplam yurtdışı seyahat süresinin % 9,44’ü oranında bir ağırlığa sahip olması, bu danışmanların sahip oldukları bilgi, birikim, deneyim, beceri ve yetenek itibariyle “danışılan kişi” olmaktan çok, kendisinden iş beklenen ve bu nedenle yurt dışında iş takibi yapan, belediye başkanı için oradaki ortamı hazırlayan elçilik ya da konsolosluk görevlileri gibi çalıştırıldığını göstermektedir.

✈️Diğer bir grup ise, benzeri büyükşehir belediyelerinde görmediğimiz ve çoğu kez İZELMAN şirketinin ücretli elemanı olarak istihdam edilip belediyedeki ilgili ya da ilgisiz birimlerde “koordinatör” gibi yasal dayanağı olmayan unvanlarla çalıştırılan “Cittaslow görevlileri” ile resmi kayıtlarda ESHOT Özel Kalem Müdürü olarak gözükmekle birlikte kendini “Başkan Asistanı” olarak tanıtan görevliden oluşmaktadır. Bu bağlamda, “Başkan Asistanı” adıyla belediye başkanına oldukça yakın bir konumda çalışan Kerem Ziya Yangöz, son yıllarda devamlı olarak Tunç Soyer‘le yaptığı 70 günlük yurtdışı seyahati sayesinde, 2.450 günlük toplam yurtdışı seyahat süresi içinde tek başına % 2,63 gibi bir ağırlığa sahiptir.

✈️Daire başkanları arasındaki dağılım ise Dış İlişkiler ve Turizm Daire Başkanı lehine dengesiz bir durum göstermektedir. Bu durum bir yandan, “belediyenin dış ilişkileriyle turizmden sorumlu daire başkanının sık sık yurtdışı seyahat yapması beklenen, doğal bir şeydir” düşüncesini desteklemekle birlikte; belediyelerin yurtdışı ilişkileri, sadece bu birim üzerinden değil bunun dışında kalan diğer hizmet birimlerini ilgilendiren konuları da kapsadığından, 2.670 günlük toplam yurtdışı seyahat süresi içinde bir daire başkanı yaptığı yurtdışı seyahatleriyle % 2,10 oranında bir ağırlığa sahipken, geriye kalan daire başkanının çok daha yurt dışına çıkmış olması da ortada adaletli bir dağılımın olmadığını göstermektedir.

Nitekim 2020-2022 döneminde, İzmir Akdeniz Akademisi Şube Müdürlüğü ile UNESCO Dünya Mirası Daimi ve Geçici Listelerindeki yerlerle ilgili birçok görev, asıl olarak konuyla yakından ilgili daire başkanlıklarına verilmesi gerektiği halde, Dış İlişkiler ve Turizm Dairesi Başkanlığı‘na verilmiş olması nedeniyle, bu daire başkanlığı ile diğer daire başkanlığı arasında görev, yetki ve sorumluluk, bütçe ve stratejik plan kaynakları açısından bir adaletsizliğin yaratıldığı da görülmektedir.

✈️Şube Müdürleri, koordinatörler, uzmanlar, mühendisler, mimarlar, teknisyenler ve, teknikerlerden oluşan 210 kişilik belediye yönetici ve çalışanları grubunda ise her yıl düzenli olarak yurtdışı seyahat yapan; hatta, bu konuda üst yönetimdeki görevlilerin seyahat sürelerini aşan çalışanlara rastlanmaktadır. Bu görevlilerin kimler oldukları ise yazımıza eklediğimiz Excel dosyaların incelenmesi suretiyle anlaşılabilir. Böylesi bir durumun nedeni ise yurtdışı ile bağlantılı metro, tramvay ve hafif raylı sistem gibi büyük projelerde görevli olanların gerek belediye bütçesinden, gerekse işi yapan müteahhit firmaların davetiyle düzenli olarak yurtdışına gitme avantajını kullanmaları olarak yorumlanabilir.

Sonuç olarak;

İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer‘in yurtdışı seyahatleri konusunda kamuoyunda belirgin ve rahatsız edici bir durum olmakla birlikte; kendisine yardımcı olmak için sık sık yurtdışı seyahatlere çıkan başkan danışmanlarına, “başkan asistanı“na, Cittaslow görevlilerine ve Dış İlişkiler ve Turizm Dairesi Başkanı‘na ait seyahat sürelerini bu sürelere eklediğimizde, toplam 1.331 günlük hizmet süresi itibariyle ortaya çıkan ve bir yılı aşan toplam 548 günlük sürenin, 2.670 günlük toplam seyahat süresinin % 20,59’unu oluşturduğunu görürüz ve böylelikle Tunç Soyer‘in, İzmir Büyükşehir Belediyesi‘ndeki 1.331 günlük hizmet süresinde, her ne kadar Seferihisar Belediyesi‘ndeki seyahatlerine göre daha az seyahat etmekle birlikte, diğer büyükşehir belediye başkanlarına göre yurtdışı seyahat yapmayı daha fazla seven “gezgin” bir belediye başkanı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Ayrıca, yakın zamanda yayınlanan İzmir Büyükşehir Belediyesi 2021 Yılı Sayıştay Denetim Raporu‘nda toplam 13.638 olarak verilen toplam personel sayısını dikkate aldığımızda, yurtdışı seyahat yapamayan binlerce görevlinin, bu şanslı azınlık karşısına eşit fırsata sahip olamadıklarını, bu azınlığa sağlanan ayrıcalığın onlara verilmediğini ve somut bir ayrımcılık kurbanı olduklarını söyleyebiliriz. Hele ki belediyenin yurtdışı seyahatlere kimlerin katılabileceğini gösteren hizmetin gereğini dikkate alan, adil ve eşitlikçi bir hukuki düzenlemeye sahip olmadığını fark ettiğimizde…

Son olarak söylenebilecek tek söz ise, yurtdışı seyahatlere gönderilenlerin gönderildikleri yer, süre ve görevler itibariyle kendilerine verilen bu fırsattan yararlanıp yararlanmadığını ortaya koyan; kısacası, gidenin belediyenin bu seyahatten beklediği faydayı alıp almadığını gösterecek, yine önceden hazırlanmış verimliliği, eşitliği ve işin gereğini dikkate alan kriterlerle belirlenmiş bir ölçme-değerlendirme sistemine sahip olmayışı nedeniyle; “verimlilik“, “etkinlik” ve “tasarruflu davranma” gibi ilkeler dikkate alınmaksızın bugüne kadar yapılan ve bundan sonra yapılacak yurtdışı seyahatlerin İzmir Büyükşehir Belediyesi ile İzmir‘e ve biz İzmirlilere ne ölçüde fayda sağladığının dikkate alınmayışıdır. İzmir Büyükşehir Belediyesi yönetimince şimdiye kadar böylesi bir ihtiyaç hissedilmemiş olsa da, elimizde olup kullanabileceğimiz tek koz, kayırarak ya da kayırmadan yurtdışına seyahatlere katılan, başta belediye başkanı olmak üzere tüm belediye personelinin bu seyahatler sonucunda edindikleri bilgi ve tecrübeleri, bu bilgi ve tecrübelerin bizlere sundukları belediye hizmetlerine ne ölçüde yansıdığını ya da yansımadığını ortaya koyacak ve bir sonraki mahalli seçimlerdeki tercihlerimizi belirleyecek olan bu konulardaki “memnuniyetimiz” ya da “memnuniyetsizliğimizdir“… Yeter ki, bu memnuniyeti ya da memnuniyetsizliği seçim günü geldiğinde unutmayıp hatırlayalım…

İzmir’de kamu yayıncılığı… (3)

Ali Rıza Avcan

Başlangıçta iki bölüm olmasını düşündüğüm; ancak, gelen yeni bilgi ve yayınlar nedeniyle üç bölüme çıkarmak zorunda kaldığım “İzmir’de kamu yayıncılığı” başlıklı yazı dizisinin bugünkü üçüncü ve son bölümünde, İzmir‘deki bazı ilçe belediyelerinin yayıncılık faaliyetlerini ele alıp değerlendirmek istiyorum. Özellikle de kentin merkezinde yer alan Konak ve Karşıyaka belediyelerinin bugüne kadar yayıncılık adına neler yaptığını ya da yapamadığını ortaya koymak suretiyle…

Konak Belediyesi…

Bildiğimiz gibi Konak Belediyesi uzun bir süredir KNK isimli bir tarih ve edebiyat dergisi çıkarıyor. Bugüne kadar 52 sayı çıkan ve sorumlu yazı işleri müdürlüğü görevini 35. sayıya kadar Işık Teoman‘ın, 36. sayıdan sonra Ozan Yayman‘ın üstlendiği bu derginin editörlüğünü ise, İpek Yaşar ve Teodora Hacudi birlikte yapıyorlar. Bu derginin ilk 30 sayısı hakkındaki düşüncelerimi, 18 Şubat 2017 tarihli “KNK Kent Konak Dergisi” başlıklı yazımda; ayrıca, Yunan yazar Georges Poulimenos‘un 2022 Nisan ayında Yakın Yayınevi tarafından yayınlanan “Smyrna Seyahat Rehberi 1922” isimli kitabının sosyal medyada yoğun bir şekilde eleştirilmesi üzerine kitabın yazarıyla aralarında KNK dergisinin editörlerinden birinin de bulunduğu iki çevirmenden ve kitaba katkıda bulunduğu söylenen emekli bir akademisyenden oluşan dört kişilik bir grubun, Konak Belediyesi‘ne ait bu kurumsal dergiyi kullanarak eleştirilere cevap vermeye kalkması üzerine, 13 Haziran 2022 tarihli ve “İşgal ve savaşlar şehrin, uygarlığın ve insanlığın düşmanıdır…” başlıklı yazımla yanıt vermiş, bu dört kişiye ait şahsi cevabın Konak Belediyesi‘ne ait resmi ve kurumsal bir dergide yayınlanmasını doğru bulmadığımı ifade etmeye çalışmıştım. (1), (2)

18 Şubat 2017 tarihli “KNK Kent Konak Dergisi” başlıklı yazımda da belirttiğim gibi, bir belediyenin KNK gibi bir tarih ve edebiyat dergisi yayınlamaktan çok, görevli, sorumlu ve yetkili olduğu mahalle, cadde ve sokaklarda yaşayan halkın sorun, talep, beklenti, şikayet ve önerilerini kapsayan; bu anlamda, halkın sesi olup belediye yönetimi ile hizmet birimlerine yardımcı olacak, onların önünü açacak yayınlar yapması gerekir diye düşünüyorum. Yoksa örneğini, hem Konak Belediyesi‘nde hem de diğer belediyelerde çokça gördüğümüz gibi belediye başkanının, başkanı destekleyen milletvekili ve siyasetçilerin tanıtımının yapıldığı, sayfaların belediye başkanının fotoğraflarla doldurulduğu, yapılan belediye hizmetlerinin övülerek anlatıldığı gazete ve dergilere bu anlamda bir kent yayını dememiz mümkün değildir.

O nedenle, Konak Belediyesi‘ne önerimiz belediye yönetiminin uygun gördüğü isimlerin kaleme aldığı yazılarla dolu bir tarih ve edebiyat dergisi yayınlamak yerine, halkın sorun, ihtiyaç, beklenti, talep, şikayet ve önerilerine yer verilen; böylelikle belediye ile halk arasındaki karşılıklı iletişimin gelişmesini sağlayan bir yayın politikasını benimseyip uygulaması doğrultusunda olacaktır…

Karşıyaka Belediyesi…

Gelelim Karşıyaka Belediyesi‘ne… Karşıyaka Belediyesi, yeni belediye başkanı Cemil Tugay‘ın döneminde 23 Haziran 2020 tarihinden itibaren “haftalık süreli yerel gazete” olarak tanımladığı Gazete Karşıyaka isimli bir gazete çıkarmaya başladı ve bu gazetenin 117. son sayısı, 12 Eylül 2022 tarihinde yayınlandı. Gazetenin genel yayın yönetmenliğini Haluk Işık, sorumlu yazı işleri müdürlüğünü ise aynı zamanda belediye başkanı Cemil Tugay‘ın basın danışmanlığını yürüten İlker Çoban yapıyor. Gazetenin yazarlarını ise çoğu kez belediye yönetimine yakın ya da CHP‘li diye bilinen isimler oluşturuyor.

Şimdi bu yayın hakkında ne düşündüğümü bana sorarsanız, yerel basının büyük zorluklar yaşadığı günümüz koşullarında, İzmir‘deki bir belediyenin çıkıp yerel bir gazete çıkararak diğer yerel gazetelere rakip olmasını doğru bulmadığımı; hatta, bir dönem bu gazetenin Karşıyaka Çarşısı‘ndaki işyerlerinden reklam topladığı haberlerinin ortalarda dolaştığı bir ortamda, büyük borçları nedeniyle personel ücretlerini bile ödemekte zorlanıp çocuk parklarını bile ipotek ettiren bir belediyenin gazete çıkarmasının doğru olmadığını söylemek isterim.

Karşıyaka Belediyesi‘nin yayıncılığı konusunda beni hayrete düşüren ve dizi yazımızın bir bölüm daha uzamasına neden olan konu ise, geçtiğimiz günlerde bir tesadüf nedeniyle edindiğim iki ayrı belediye yayınından kaynaklanıyor.

Beni hayretlere düşüren bu yayınların her ikisi de Karşıyaka Belediyesi‘nde çalıştığını ve çok mütevazi bir kişiliğe sahip olduğunu öğrendiğim fotoğrafçı Can Yücel‘in fotoğraflarını bir araya getiriyor. Karşıyaka‘nın değişik yerlerinden çekilmiş fotoğraflardan oluşan 172 sayfalık ilk kitap “Karşıyaka 2021” ismini, büyük boy karton kapaklı şık tasarım ve cilde sahip olup Karşıyaka‘daki heykel fotoğraflarından oluşan kitap ise “Karşıyaka Heykelleri” adını taşıyor.

Oldukça masraflı olduğu anlaşılan bu kitaplardan ilki, 2021 yılının Aralık ayında, “Karşıyaka Heykelleri” isimli kitap ise 2021 yılının Mart ayında basılmış. Karşıyaka Belediyesi‘nin kültür hizmeti olarak basılıp parayla satılmayan her iki kitabın kaç adet basıldığı ve kimlere verildiği ise, -ne yazık ki- bilinmiyor.

Ancak her iki kitapta da, kitabın yazarı ya da sahibi Can Yücel‘le, “Karşıyaka Heykelleri” isimli kitapta “Kentler ve Heykeller” başlıklı dört sayfalık sunum yazısının sahibi Kamil Fırat‘ın kim olduklarına, hangi özellikleri nedeniyle bu kitapları hazırladıklarına ya da yazılarının bu kitapta yer aldığına dair tek bir bilgi yok. İşte o nedenle, hemen bir Google taraması yapıp Can Yücel‘in Karşıyaka Belediyesi‘nde çalışan bir fotoğrafçı olduğunu, Kamil Fırat‘ın da Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi ile Marmara Üniversitesi‘nde fotoğraf konusunda eğitimler veren bir akademisyen olduğunu ve fotoğrafçı Can Yücel‘in hocası olduğunu öğreniyoruz.

Buraya kadar her şey normal… Normal olmayan şeyler ise her iki kitabın ilk yapraklarının arkasında saklı…

Zira “Karşıyaka 2021” isimli kitabın ilk yaprağının arkasında Karşıyaka Belediye Başkanı Cemil Tugay‘ın kitabın “danışmanı” olduğu, “Karşıyaka Heykelleri” isimli kitabın ilk yaprağının arkasında da Karşıyaka Belediye Başkanı Cemil Tugay‘ın “katkıda bulunanlar” bölümünün ilk sırasında “Dr. Cemil Tugay” adıyla yer aldığını görüyorsunuz. Yani kitapların hazırlanıp basılması ve dağıtılması konusunda son karar verici olan belediye başkanının bir “danışman” ya da “katkıda bulunan” olarak takdim edildiğini görüyorsunuz.

Bildiğim kadarıyla Dr. Cemil Tugay bir hekim ve uzmanlık alanı da estetik; tıp dilindeki adıyla söyleyecek olursak, “Plastik, Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahi Uzmanı“. Yine bildiğimiz kadarıyla ve Karşıyaka Belediyesi‘nin resmi İnternet sayfasındaki özgeçmişine göre kendisi fotoğraf ya da heykel konusunda bir uzmanlık bilgisine sahip değil. Ama gelin görün ki, bir önceki belediye başkanı Hüseyin Mutlu Akpınar‘ın “ben yüksek lisans tezi yazdım” diyerek tezsiz yüksek lisans programında yaptığı bir ödevi yüksek lisans teziymiş gibi takdim etmeye kalktığında, Yükseköğretim Kurulu Başkanlığı‘ndan aldığımız resmi yazı ile bunun bir tez değil, bir dönem ödevi olduğunu nasıl belgeleyip ortaya koymuşsak; şimdi de, bir belediye başkanının belediyece yayınlanan iki yayından birine “katkıda bulunduğu“, diğerine de “danışmanlık” yaptığı iddiasıyla karşı karşıya kalıyoruz.

Şimdi bu durumda; yani karşımızdaki belediye başkanı heykeltraş olmadığı, bugüne kadar heykel sanatı ile ilgilenip uzmanlaşmadığı, bir fotoğraf sanatçısı olarak tanınıp bilinmediği halde kendisini kitapların ilk sayfasına “danışman” ya da “katkıda bulunan” sıfatlarını yazdırarak bizleri yanıltmaya kalktığında, o belediyenin diğer yayınlarındaki bilgilerin doğruluğundan da şüphe etmemiz gerekir diye düşünüyorum…

Karşıyaka Heykelleri” isimli kitap, bunca eksiklik ve yanlışlığı barındırmasına karşın, en güzel ve doğru olan bir yanı da, kitabın 318. sayfasında, 2018 yılında yıprandığı gerekçe gösterilerek yıktırılıp yerine daha büyüğü yapılan “Atatürk, Annesi ve Kadın Hakları Anıtı“nın 1971 yılında halkın katılımı ile yapılan ilk özgün örneğinin telif hakkı sahibi olarak, -bir önceki belediye yönetiminin yaptığının aksine- heykeltraş Tamer Başoğlu dışında, o anıtın mimari tasarımını yapan mimar Erkal Güngören‘den de söz etmiş olmasıdır. İşte o nedenle, Karşıyaka Belediyesi‘ni ve fotoğrafçı Can Yücel‘i Karşıyaka‘daki heykellerin fotoğraflarını çekerek bir tür envanter hazırlayıp bu gerçeği gündeme getirdikleri için teşekkür edip kutlamak isterim.

Şimdi bu aşamada, birbirini izleyen üç ayrı yazıda yaptığım bunca tespit, araştırma, istatistik, analiz, yorum ve değerlendirmeleri bir araya getirip bir sonuca ulaşmaya ve uygulanabilir ve sürdürülebilir öneriler geliştirmeye kalktığım takdirde;

1. Kurumsal Yayıncılık: Merkezi ya da yerel yönetimler düzeyindeki tüm yayın faaliyetlerinin, yayını yapacak kurumun özellikleri dikkate alınarak yayın politikasıyla önceliklerinin, stratejilerinin, amaç ve hedeflerinin, bunlara ilişkin plan ve programların, ilke ve değerlerle performans kriterlerinin önceden belirlenmesi suretiyle kurumsallaşması için çaba gösterilmesi,

2. Liyakat İlkesi: Tüm kurumsal yayıncılık faaliyetlerini yürütecek insan kaynağının, “adama iş bulmak yerine işe adam bulmak” anlayışıyla; önceden belirlenen politika, strateji, hedef, amaç, plan, program, ilke, değer ve performans kriterleri ışığında bilgi, birikim, deneyim, beceri ve yetenek; yani liyakat ilkesine uygun olarak gerçekleştirilmesi; böylelikle, elinde çanta belediye belediye gezip eş, dost, akraba, hatır gönül ilişkisi, siyasi ilişki, etnik kimlik ve şirinlik gibi gerekçelerle kitaplarını yazdırmaya kalkan, bunun için eski öğrencilerinden yararlanan ya da öğrencilerini yönetici yaptırmaya kalkan, bu uğursa menfaat şebekeleri kuran “tacir” akademisyenlerden, uzmanlardan, araştırma yapmayı bilmeyen araştırmacılardan, gazeteci kimliği taşımayıp tehditle iş yapan haber tacirlerinden, belediye ve şirket yöneticilerinden uzak durulması,

3. Hukuka Uygunluk ve Kamu Yararı: Hukuki zemine oturtulan tüm kurumsal yayıncılık faaliyetlerinde ‘kamu yararı‘ ilkesine öncelik verilmesi,

4. Demokratik yapılanma: Yayınlanacak eserlerin seçiminde kayırmacılıktan uzak demokratik bir yapılanmanın oluşturulması,

5. Açıklık: Yapılan kurumsal yayıncılık faaliyetleri konusunda, halkın anlaşılır bir dille bilgilendirilmesi,

6. Kolaylık ve basitlik: Yayıncılık faaliyeti sonucunda ortaya çıkan tüm kitap, dergi, broşür ve benzerlerinin halka ücretsiz ya da düşük bir bedelle ve kolay ulaşılabilir yöntemlerle sunulması,

7. İzleme, Ölçme ve Değerlendirme: Tüm kurumsal yayınların ne ölçüde okunduğunu ve yararlanıldığını gösterecek şekilde izlenip ölçülmesi ve yapılan yayıncılık faaliyetin fayda-maliyet boyutunda değerlendirilmesi,

uygun ve doğru olacaktır diyebiliriz.

………………………………………………………………………………………………………….

(1) https://kentstratejileri.com/2017/02/18/knk-kent-konak-dergisi/

(2) https://kentstratejileri.com/2022/06/13/isgal-ve-savaslar-sehrin-uygarligin-ve-insanligin-dusmanidir/

İzmir’de kamu yayıncılığı… (2)

Ali Rıza Avcan

Geçtiğimiz günlerde başlattığım İzmir‘deki kamu yayıncılığı ile ilgili yazı dizisinin bugünkü son bölümünde belediyelerin; özellikle de İzmir Büyükşehir Belediyesi ile belediye şirketi İzelman A.Ş‘nin; ayrıca, büyükşehir ilçe belediyesi olarak Konak ve Karşıyaka belediyelerinin yayın politikalarıyla uygulamalarını ele alıp değerlendirmeye çalışacağım.

Bu konudaki önceliği, İzmir Büyükşehir Belediyesi‘ne vermemin en önemli nedeni, yıllardır belediye yayınlarını temin etme konusunda yaşadığım sıkıntılardır. Özellikle de stratejik plan, performans programı, bütçe ve faaliyet raporu gibi mali belgeleri kapı kapı dolaşarak ve görevlilere defalarca rica ederek temin ettiğimi, o nedenle istediğim halde ulaşamadığım birçok yayının mevcut olduğunu hatırladığımda… Hele ki, ulaşamadığım bu belgelerin belediyenin web sayfasına yüklenmiş PDF formatındaki kopyalarını okumak için basmaya kalktığımda, dosyaya konulan engellemeler nedeniyle kağıda basamadığımda…

Evet, İzmir Büyükşehir Belediyesi yayınlarını ücretli ya da ücretsiz temin etmekte zorluk çektiğim doğrudur… Çünkü öncelikle bu yayınlar her biri farklı yerde olan birden fazla hizmet birimi tarafından bastırılıp dağıtılıyor. Yayın yapan birimler arasında bir ilişki ya da koordinasyon -ne yazık ki- yok. Stratejik plan, performans programları, bütçe ve faaliyet raporlarını Strateji Geliştirme ve Mali Hizmetler dairesi başkanlıkları, ulaşımla ilgili yayınları Ulaşım Dairesi Başkanlığı, İzmir’in tarihi, ekonomisi, doğası ve kültürel değerleri ile ilgili yayınları APİKAM ve İzmir Akdeniz Akademisi şube müdürlükleri yapıyor. Bu birimlere zaman zaman Kültür ve Sanat Dairesi Başkanlığı da katılıyor. Bütün bunlara bir de İZELMAN şirketini eklediğinizde, İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nce yürütülmekte olan yayıncılığın ne ölçüde çok başlı ve birbirinden kopuk olduğunu daha iyi görüyorsunuz.

Bu kadar farklı yayın yapan hizmet birimi ile iletişime geçip yayınlarını temin etmeye kalktığınızda ise, belediyenin temel belgeleri diyebileceğimiz stratejik plan, performans programı, bütçe ve faaliyet raporları için “ulaşılmaz“, APİKAM‘la ilgili yayınlar için “bürokratik“, İzmir Akdeniz Akademisi ile ilgili yayınlar için “maliyeti yüksek“, İZELMAN yayınları için de “dağınık“, “ilgisiz” ve “kuralsız” sözcüklerinin ne anlama geldiğini daha iyi anlıyorsunuz.

Ahmet Piriştina Kent Arşivi ve Müzesi (APİKAM)

Evet, bundan 5-6 sene önce TÜYAP İzmir Kitap Fuarı öncesinde fiyatları güncellenecek APİKAM kitapları için İzmir Valiliği‘nden beklenen tarife onayının son gün geldiğini, bu nedenle APİKAM kitaplarının en son anda fuarda sergilenip satılabildiğini hatırlıyorum. Çünkü APİKAM yayınları bir bedel karşılığında satıldığı için, buna ilişkin tarifenin önce İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin, sonra da İzmir Valiliği‘nin onayından geçmesi gerekiyor. Ayrıca APİKAM‘dan satın alacağınız kitaplar için kredi kartı kullanmanız mümkün olmakla birlikte, son zamanlarda artan kitap fiyatlarını da dikkate aldığımızda, bizleri rahatlatacak olan kartla taksitli satış sisteminin uygulanması henüz sağlanmış değil. İzmir Akdeniz Akademisi‘nin kitapları ve her geçen gün sayıları artan ya da azalan dergileri ücretsiz olduğu için onların dağıtımında şimdilik bir sorun yok. Ancak onları temin etmek için de ya İzmir Akdeniz Akademisi‘ni ziyaret etmeniz ya da İzmir Akdeniz Akademisi‘nin düzenlediği veya katıldığı bir etkinliğe gitmeniz gerekiyor.

APİKAM‘ın bugüne kadar yayınladığı toplam 135 adet kitap ve ansiklopedi, piyasa fiyatlarına göre oldukça makul ve mütevazi olmakla birlikte, ilk yıllarda yayınlanan kitapların baskıları tükendiği için ya yeni baskılarını beklememiz ya da sahaflardan arayıp bulmamız gerekiyor.

APİKAM ayrıca kendisine ait http://www.apikam.org isimli İnternet sitesindeki ‘süreli yayın grubu‘, ‘yazılı belge grubu‘, ‘görsel belge grubu’, ‘defter grubu’, ‘nadir eserler grubu’, ‘kitap grubu’, ‘İBB kent kitaplığı’, ‘açık arşiv’, ‘gazete’, ‘dergi’, ‘meclis tutanakları’, ‘albüm’ ve ‘şer’iye sicilleri’ bölümleri ile arşiv ve kütüphane hizmetleri vermekte, Facebook‘ta 1.200 kez beğenilip 1.300 takipçiye sahip olan kurumsal resmi sayfası, 493 takipçiye sahip ve 138 gönderi yapılmış Instagram sayfası, 16 Temmuz 2019 tarihinde oluşturulan ve 260 aboneye sahip olup 12.357 kez izlenmiş olan 73 videoyu barındıran Youtube sayfası ve 2021 Ağustosu’nda oluşturulup bugüne kadar 368 takipçiye sahip olan ve 206 adet tweet atılan Twitter hesabı ile hizmet vermektedir.

Özerklikten bağımlılığa; belki de yok olmaya giden bir birim: İzmir Akdeniz Akademisi…

İzmir Akdeniz Akademisi yayınları ise, APİKAM‘a göre çoğunlukla telif, tercüme, tasarım ve baskı açısından bütçe kaygısı taşımayan şık, gösterişli ve maliyeti yüksek yayınlardan oluşuyor.

Örneğin, 15-18 Eylül 2022 tarihleri arasında yapılan Karaburun Bilim Günleri‘nde temin ettiğim 2022 basımı ücretsiz “Selanik-İzmir 1880-1912 Bölgesel Merkezler Küresel Liman Kentleri” isimli Türkçe-İngilizce-Yunanca dillerinde hazırlanmış kitabı incelediğiniz takdirde, baskı açısından oldukça özenilmiş, bu nedenle yüksek maliyetli bir yayın olduğunu anlıyorsunuz. Alışılmışın dışındaki 23X28,5 cm boyutlarındaki 223 sayfadan oluşan kitap, 2 Kasım 2019 tarihinde İzmir Büyükşehir Belediyesi İzmir Akdeniz Akademisi ile Yunan Ulusal Bankası Kültür Vakfı (National Bank of Greece Cultural Foundation) işbirliğiyle Tarihi Havagazı Fabrikası Sanat Merkezi‘nde yapılan “Selanik-İzmir, Akdeniz Kent Portreleri Paneli“ne sunulan 4 bildiriyi ve aynı mekânda 04 Ekim-30 Kasım 2019 tarihleri arasında yapılan, “Ah Kardeşim Selanik-İzmir Sergisi“nde yer alan harita, fotoğraf ve metinleri kapsıyor. Etkinliğin yapıldığı tarihten üç yıl sonra 1.000 adet basılan bu kitap, -ne yazık ki- Selanik kentinin sadece 1880-1912 dönemini ele alıp, binlerce Müslüman ve Yahudinin bu kentten göçmesine neden olan 1917 Selanik Yangını‘nı ve sonrasını ele almıyor. Oysa, bu iki kentin ve belediyelerinin kardeşliği temasıyla düzenlenen bu panel, sergi ve yayının, her iki kentin 1912 sonrasındaki gelişimini de ele alıp kardeşlik ve işbirliği çağrısını günümüzün somut koşullarına kadar taşıması gerekirdi diye düşünüyorum.

İzmir Akdeniz Akademisi‘nin, düzenlediği etkinlikler ya da ele aldığı ‘tarih‘, ‘tasarım‘, ‘kültür-sanat‘, ‘ekoloji‘ ve ‘komünite‘ temaları itibariyle kurulduğu 12 Mart 2012 tarihinden bu yana yayınlanmış birçok yayını bulunmakta. Akademi’nin kendini belediye örgütünden bağımsız olarak tasavvur ettiği Prof. Dr. İlhan Tekeli zamanında değişik konularda 38 adet kitabın yanısıra yayınına halen devam edilen “Yeniden Akdeniz” dergisini kendi adıyla 10 kez, “Yeniden Akdeniz Ekoloji” adıyla 2 kez, “Yeniden Akdeniz Komünite” adıyla 2 kez ve “Yeniden Akdeniz Ekoloji” adıyla 1 kez yayınladığı görülmektedir. Kurucu yayın kurulunun Oruç Aruoba, Şebnem Gökçen, Sezai Göksu, Melek Göregenli, Aylin Güney, Güven İncirlioğlu, Uygur Kocabaşoğlu ve Zafer Yörük‘ten, arada yapılan değişikliklerle bugünkü durumuna gelen mevcut yayın kurulunun da Uygun Aksoy, Borga Kantürk, İrfan Kökdaş, Derya Nizam, İlkay Südaş, Burcu Şentürk ve Ahmet Uhri‘den oluştuğu ve editörlüklerini şu an itibariyle Aydın Arı ile Özay Göztepe‘nin yaptığı Meltem dergisinin ise kurulduğu 2016 Aralık ayından bu yana 1 kitap ve 10 dergi olarak yayınlandığı anlaşılmaktadır. İzmir Akdeniz Akademisi‘nin diğer yayınlarından biri olan Platform dergisinin ise 2017 Aralık ayından bu yana 14 sayı, Yıllık adı verilen yayının ise 2015-2020 döneminde 6 kez yayınlandığı görülmektedir.

İzmir Akdeniz Akademisi ayrıca http://www.izmeda.org isimli İnternet sayfası, 17 Eylül 2014 tarihinde oluşturulmuş 653 üyeli Youtube sayfasındaki 34.565 adet görüntülenmiş toplam 148 adet videosu, 2.289 takipçisi ve 292 gönderisi olan Instagram, 603 takipçisi ve Mayıs 2013’den bu yana atılmış 1.116 adet tivite sahip Twitter hesabı ile de yayın yapmaktadır.

Her biri ücretsiz olan bu yayınların kaç kişiye ulaştığı, okunup okunmadığı ise ayrı bir sorunun konusu… Çünkü bu yayınların kimler tarafından alınıp okunduğu bilinmiyor; yani, meçhul bir konu. Anlaşılan o ki, bu yayınları hazırlayanların okunup okunmamak gibi bir kaygıları ve gayretleri yok. Bu nedenle de -belediye içinden aldığımız bilgilere göre- genellikle 1.000 ila 1.500 adet arasında bastırılmasına karşın dağıtılamadığı için depoları dolduran bu kitap, dergi ve yıllıkların devamına yüksek bütçeler gerektirmesi nedeniyle ara verilmiş durumda. Ama şimdiye kadar çıkarılanlara bakıldığında, telif hakkı sahiplerine, çevirmenlere, kitabı basanlara, bu yayınların yapılmasına karar veren seçici kurul üyeleriyle yöneticilere her anlamda oldukça yararlı olduğunu söylemek mümkün…

Gelelim son yıllarda, özellikle de 2020 yılının son ayları ile birlikte ortaya çıkan yeni bir yayın odağına… İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin % 63,32 oranıyla, İZULAŞ‘ın % 18,13, İZBETON‘un % 15,03, İZENERJİ‘nin % 3,52 oranıyla ortak olduğu İZELMAN şirketine ve bu şirketin çatısı altında şimdilik sessiz sedasız yapılan yayıncılık faaliyetlerine…

Ama ondan önce İZELMAN hakkındaki bilgilerimizi hatırlayıp doğrulayalım derim…

Bir İZELMAN hikâyesi…

Bugünkü adı, İzelman Genel Hizmet Otopark, Özel Eğitim, İtfaiye ve Sağlık Hizmetleri Ticaret A. Ş. olan ve 2 Aralık 1992 tarih, 3169 sayılı Türkiye Ticaret Sicili Gazetesi (TTSG)’nde yayınlanan ana sözleşmesi ile İzelman Genel Hizmet ve Temizlik İşleri Ticaret Ltd. Şti. adıyla kurulan ve aradan 13 yıl geçtikten sonra 8 Nisan 2005 tarih, 6278 sayılı TTSG’nde yayınlanan ilamla anonim şirkete dönüştürülüp 29 yıl 9 ay 24 gündür faaliyette olan eski bir belediye şirketidir.

Bugünkü sermayesi, son yıllarda yaptığı büyük zararlar nedeniyle devamlı azaltılıp çoğaltılması nedeniyle 661.000.000.-TL’yı bulmuş durumdadır.

Şirketin TTSG’nde yayınlanmış toplam 116 ayrı ilamını ayrıntılı bir şekilde incelediğimizde, şirkette bugüne kadar yönetim kurulu başkanı, üyesi, denetim kurulu üyesi, genel müdür, genel müdür yardımcısı, ticaret ve personel müdürü olarak toplam 129 kişinin görev yaptığını görürüz. Nurşen Alganatay, Nüzhet Tuncer ve Öcal Bengisu‘nun ilk müdürler olarak görev yaptıkları şirketin amaç ve konusu, daha doğrusu faaliyet alanı başlangıçta “genel hizmet ve temizlik hizmeti” olarak belirlenmiş olmakla birlikte; ilerleyen yıllarda, otopark, özel eğitim, itfaiye, sağlık, reklam ve yayıncılık gibi çok değişik konuları kapsamıştır.

İZELMAN Yönetim kurulu üyeleri ve üst yöneticileri, 2.12.1992-26.09.2022

İZELMAN‘ın bugünkü 11 kişiden oluşan yönetim kurulu üyeleri ise yönetim kurulu başkanı olarak ESHOT Genel Müdürü Erhan Bey, yönetim kurulu başkan vekili olarak İzmir Büyükşehir Belediyesi genel sekreter yardımcısı jeoloji mühendisi Ertuğrul Tugay, yönetim kurulu üyeleri olarak Bornova Belediyesi eski başkanı ve İBB eski başkan vekili hekim Süleyman Sırrı Aydoğan, İBB Destek Hizmetleri Dairesi başkanı Hakan Öztürk, sinema yazarı Halil Vecdi Sayar, İBB Şehir Tiyatroları Genel Yönetmeni Yücel Erten, CHP Eskipazar belediye başkan ve milletvekili adayı emekli eğitimci Aytekin Sözen, İBB Basın Danışmanı gazeteci İlyas Özgüven, CHP eski milletvekili Eren Erdem, İBB Şehir Tiyatroları Danışma Kurulu üyesi, Cumhuriyet gazetesi yazarı, şair ve Sivas Madımak Oteli Yangını‘nda katledilen Behçet Aysan‘ın kızı Eren Aysal Yığcı, eski kütür bakanı, Çiğli ve İzmir Büyükşehir belediyeleri meclis üyesi Burhan Suat Çağlayan‘dan oluşuyor. Şirketin genel müdürlüğünü ise 2019 seçimlerinde CHP Tire belediye başkan adayı olan inşaat mühendisi Burak Alp Ersen, genel müdür yardımcılığını ise İlknur Tanrıverdi ve Öztürk Kurt yapıyor.

Görüldüğü gibi İZELMAN‘ın yönetim kurulu üyeleriyle üst düzey yöneticilerini, şirketin faaliyet alanları konusunda bilgi, birikim ve deneyimi olmayan eski bakan ve milletvekilleri, CHP’li siyasetçiler, milletvekili ve belediye başkan adayları, sinema ve tiyatro camiasından gelip -muhtemelen- toplantılara bile katılmayan kişiler oluşturuyor. Tabii ki 2019 koşullarında 5.000 lira olduğunu bildiğimiz aylık huzur hakkının, 2020, 2021 ve 2022 yıllarında hangi düzeye çıkarıldığını bilmediğimiz günümüz koşullarında….

CHP, CHP’li belediyeler ve belediye şirketleri eliyle yaygın ve yoğun özelleştirmeler

Cumhuriyet Halk Partisi ve onun yönetimindeki belediyeler, 1980’li yıllarda Turgut Özal‘ın başlattığı özelleştirme uygulamalarına başlangıçta ideolojik nedenlerle karşı çıkmış olsalar da, ilerleyen zaman içinde özelleştirmenin nimetlerinden fazlasıyla yararlanmaya başladıkları için özelleştirme konusunda ANAP‘a, Doğruyol Partisi‘ne ya da AKP‘ye fırsat vermeyecek derecede özelleştirmeler yaparak, ellerinde bulunan belediyeler eliyle kamu hizmeti olsun ya da olmasın her alanda belediye şirketleri kurarak adeta belediye şirketlerinden oluşan holdingleri yaratıcısı olmuştur. İşte tam da bu nedenle, İzmir Büyükşehir Belediyesi nüfus ölçeğinde İstanbul (29 şirket) ve Ankara (16 şirket) büyükşehir belediyelerinden daha fazla şirkete sahip bulunmakta, bu skorla şampiyonluğu elinde tutmaktadır. Nitekim bugünkü koşullarda sermayesinin % 51’ine sahip olduğu şirketlerin yanında, ortak olduğu şirketlerle birlikte belediyenin görev, yetki ve sorumluluk alanına girsin ya da girmesin, diğer bir anlatımla tarımdan inşaata, özel eğitimden denizciliğe, ulaşımdan sağlığa uzanan geniş bir yelpazede yer alan 23 şirketlik portföyü ile adeta bir İzmir Holdingi oluşturmuştur.

Ancak yönetimi ehil ellerde olmayan ve çoğunlukla siyasi kaygılarla şekillendirilen bu şirketlerin çoğu devamlı büyük miktarlarda zarar etmekte, o nedenle de devamlı belediye bütçesinden desteklenmektedir.

Yeniden İZELMAN’a dönecek olursak…

İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin İZELMAN şirketinin, 2005 yılından bu yana şirket ana sözleşmesinin 3. maddesinin 5. fıkrasında yapılan sürekli değişikliklerin bir sonucu olarak daha önceki yıllarda da yayıncılık yaptığı bilinmekle birlikte, kreşlerdeki çocuklar için başlatılan çocuk kitapları yayıncılığının yanında son yıllarda başlatılan yetişkinlere yönelik yayıncılığın başlangıcı 2020 yılıdır. Nitekim bu kapsamda görüp satın aldığım ilk yayın, “İzmir Fecayii” isimli Türkçe-Osmanlıca kitaptır ve İzmir Büyükşehir Belediyesi İZELMAN A.Ş. ve Ahmet Piriştina Kent Arşivi ve Müzeler Şube Müdürlüğü ortaklığında Kasım 2020 tarihinde basılmıştır. Kitabın iç kapağında verilen bilgilere göre kitabın seçimi, tasarım ve uygulaması APİKAM, baskısı da İZELMAN tarafından Enver Yolver‘in şirketi Mono Kağıt Matbaa İnşaat Sanayi Ticaret Limited Şirketi‘ne yaptırıldığı anlaşılmaktadır. Nitekim Kent ve Yaşam portalindeki 12 Ekim 2021 tarihli “İzmir’deki yayınevleri arasına İzelman da katıldı” haberi bu durumu doğrulamaktadır. (1)

2021 yılının Eylül ayında APİKAM‘la ilişkilendirilmeden doğrudan doğruya sadece İZELMAN tarafından yayınlandığı anlaşılan 1.000 adetlik “Me, The Olive Tree” isimli İngilizce kitap tasarımının ise Gazete Yenigün‘ün sahibi Mesut Şimşek‘in tek ortaklı şirketi Ala Marka İletişim Hizmetleri San. Tic. Ltd. Şti. tarafından yapıldığı ve basım işinin Levent Demyen‘e ait Berke Ofset isimli şahıs işletmesine yaptırıldığı, İZELMAN‘ın en son yayınladığı Prof. Dr. Engin Berber‘e ait “Yunan Basınında İzmir’in İşgali ve Bozgun” isimli tarih kitabının ise yine aynı şekilde, İzmir Büyükşehir Belediyesi Ahmet Piriştina Kent Kitaplığı (ki bu kurumun tam adı, burada yazıldığı gibi değil; İzmir Büyük Şehir Belediyesi Ahmet Piriştina Kent Arşivi ve Müzesi şeklindedir) ve İZELMAN A.Ş. tarafından yayına hazırlandığı, kitap ve kapak tasarımının, İZELMAN genel Müdürü Burak Alp Ersen‘le iyi ilişkileri olduğu bilinen Gazete Yenigün‘ün sahibi Mesut Şimşek‘in şirketi Ala Marka İletişim Hizmetleri San. Tic. Ltd. Şti.‘ne yaptırıldığı, baskının ise Niyazi Akıncı’ya ait İmaj Basım Yayın Reklam ve Ticaret Ltd. Şti.‘ne yaptırıldığı görülmektedir.

İZELMAN‘a ait İnternet sayfasının “kitaplar” bölümüne baktığımızda, söz konusu şirketin bugüne kadar 13 adet çocuk kitabı, yetişkinler için de 9 kitap bastığını, bu 9 kitaptan 2’sinin (Umutlar Yarına Kaldı, Aristonikos ve Me, Olive Tree) Çiğli ve İzmir Büyükşehir belediyeleri meclis üyesi, eski Kültür Bakanı, eski İzmir milletvekili ve İZELMAN yönetim kurulu üyesi Dr. Suat Çağlayan‘a ait olduğunu, “İzmir Fecayii” isimli kitabın Türkçe-Osmanlıca, gazeteci Hakan Aksay ile gazeteci Olga Haldız‘a ait “Kar ve Güneşin Dostluk Öyküsü“nün Türkçe ve Rusça , Suat Çağlayan‘a ait “Me, Olive Tree” isimli kitabın İngilizce dillerinde basıldığını, geriye kalan tüm kitapların Türkçe olduğunu görüyoruz. (2)

Yazar ve kitap dostu olan arkadaşlarımızdan alıp doğruladığım bilgilere göre de, bu yayınların ve bunları izleyecek diğer yayınların 2005-2013 döneminde Yapı Kredi Yayınları‘nın genel yayın yönetmeni ve 1993-2005 döneminde Oğlak Yayınları‘nın sahibi olarak yayıncılık yapan İzmir Atatürk Lisesi mezunu Muğlalı Raşit Çavaş‘ın başkanlığında oluşturulan danışma kurulundaki akademisyenler, tarihçi Dr. Erkan Serçe ve Prof. Dr. Melek Göregenli ile edebiyat araştırmacısı A. Ömer Türkeş, yazar Bekir Yurdakul ve sinemacı Nesim Bencoya tarafından belirlendiğini öğrendim.

Bu çerçevede, 2021 yılında önce İzmir Ekonomi Üniversitesi Yayınevi‘nin genel yayın yönetmeliğini üstlenip daha sonra ayrılan ve akabinde de İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından belediye ile ilgili yayınları yönetecek bir yayınevini kurması amacıyla davet edildiğini öğrendiğim yayıncı ve reklamcı Raşit Çavaş‘ı şahsen tanımam. Ama kendisini tanıyan dost ve arkadaşlarım onun iyi bir yayıncı, iyi bir profesyonel olduğunu, Muğlalı olmakla birlikte İzmir Atatürk Lisesi‘nden mezun olması nedeniyle İzmir‘i tanıdığını söylüyorlar. Üstüne üstlük Yapı Kredi Yayınları‘nda 8 yıl süreyle genel sanat yönetmeliği yapması, ardından ortağı olduğu Oğlak Yayınları‘nda 12 yıl süreyle yayıncılık yapması nedeniyle kurumsal yayıncılığın ilke ve uygulamalarını iyi bildiğini ve bunu da ilk fırsatta ortaya koyacağını umuyorum.

Çünkü İzmir Büyükşehir Belediyesi ve bağlı kuruluşları İZSU ve ESHOT ile şirketleri itibariyle birbirinden çok farklı alanlarda hizmet vermesi nedeniyle her birimin kendine özgü yanlarının dikkate alınacağı bir yayın politikası ile buna uygun stratejilerin belirlenmesi, bunu hayata geçirecek plan ve programların hazırlanması, mevcut yayın sisteminin hazırlanacak bu yapıya uyarlanıp her hizmet biriminin kendine özgü farklılıkların dikkate alınması, örgütten gelecek olası itiraz, tepki ve engellemelerin karşılanması, değişen belediye yönetimleriyle birlikte uygulanacak esnek, değişken politikaların belirlenmesi, basılacak yayın ve danışma kurullarıyla ilgili kriterlerin önceden belirlenmesi, bütün bu çalışmalarda sorun ve ihtiyaçlarla yayıncılık sektörünün evrensel kurallarının uygulanması gerekiyor. Hele ki bu işin başına getirilen Raşit Çavaş‘ın daha önce İzmir Büyükşehir Belediyesi gibi bir belediyede görev yapmadığını ve İzmir Ekonomi Üniversitesi‘ndeki girişiminin çok kısa süreli olduğunu dikkate aldığımızda. (3)

Sonuç olarak, İzmir Büyükşehir Belediyesi ile İZSU ve ESHOT gibi bağlı kuruluşlarını; ayrıca tüm şirketlerini kapsayan tek bir yayın merkezinin kurulması düşüncesi eskiden beri savunup dile getirdiğimiz yerinde, isabetli ve doğru bir girişim olmakla birlikte;

🎯Bu işin gerçekleştirilmesinde, her bir hizmet biriminin özelliklerinin dikkate alınması,

🎯Bu amaçla oluşturulacak yayın otoritesi ile hizmet birimleri arasında sorunları, ihtiyaçları ve talepleri dikkate alıp müdahaleci olmayan etkin ve verimli bir işbirliği modelinin geliştirilmesi,

🎯Bu işin altyapısı oluşturulmadan kişisel yakınlıklar nedeniyle bir takım tercihlerin yapılması suretiyle seçici ya da danışma kurulları oluşturulmaması,

🎯Oluşturulacak yayın sisteminin omurgası çatılmadan, bir takım kişilere paye ve yetki verilmemesi, böyle bir sistem içinde görevlendirilecek kişilerin belirlenmesinden önce bunların seçimi ile ilgili ilke ve kriterlerin belirlenmesi ve tüm seçimlerin bu ilke ve kriterlere göre yapılması,

hem bilimsel yönden hem de pratik anlamda daha doğru ve uygun olacaktır.

Önerimiz ise, bu işin aynen İstanbul Büyükşehir Belediyesi‘nde olduğu gibi İstanbul Kültür A.Ş. benzeri bir şirket eliyle ve kurumsallaşmayı sağlayacak yayıncılık politikalarıyla plan, program, strateji, hedef, amaç ve kriterlerin önceden belirlenmesi; seçici kurul, tasarım, uygulama, baskı ve dağıtım gibi işlemlerle ilgili insan kaynakları çalışmasının bundan sonra yapılması şeklindedir. Şayet TTSG’nin verdiği bilgilere göre 15 Eylül 1992 tarihinde, İzmir Büyükşehir Belediyesi Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ticaret ve Sanayi A. Ş. ana sözleşmesinin tadili suretiyle oluşturulan İzmir Yayıncılık – İzmir Büyükşehir Belediyesi Yayıncılık ve Tanıtım Hizmetleri Ticaret ve Sanayi A. Ş. 11 Ocak 2002 tarih, 5463 sayılı TTSG’nde yayınlanan ilamla İzenerji-İzmir Büyükşehir Belediyesi Enerji Depolama İletim Dağıtım İthalat ve İhracat ve Ticaret A. Ş.‘ne dönüştürülmemiş olsaydı, bütün bu işlerin yayıncılığa özgülenmiş tek bir şirket eliyle yapılması daha kolay ve doğru olurdu.

Küçük bir sürpriz…

Başlangıçta size söz verip, bu yazı dizisinin iki bölümden oluştuğunu belirtmiş olmama karşın; bu arada elime geçen Karşıyaka Belediyesi‘ne ait iki ayrı yayın nedeniyle, bu kadar uzamış olan bu ikinci bölüme üçüncü bir yazıyla devam etmenin daha doğru olacağını düşündüm. İşte o nedenle, İzmir Büyükşehir Belediyesi ve bağlı birimleriyle İZELMAN‘a ait yorum ve değerlendirmelerime, gelecek yazımda Konak ve Karşıyaka gibi ilçe belediyelerinin yayıncılıkla ilgili uygulamalarını yorumlayıp değerlendirmek üzere, burada son vermek istiyorum.

Devam Edecek…

(1) https://kentyasam.com/2021/10/12/izmirdeki-yayinevleri-arasina-izelman-da-katildi/

2) https://www.izelman.com.tr/tr/kitaplar/114

3) https://www.hurriyet.com.tr/egitim/20inci-yilini-yayinevi-ile-taclandirdi-41799450

İzmir’in işgal ve kurtuluşunun anahtarı…

Ali Rıza Avcan

Pandemi koşullarının hepimizi evlere soktuğu 2021 yılında, bir yandan baba tarafı sülalemin 6 kuşak ve 421 kişiden oluşan soy kütüğünü hazırlayıp bitirirken, diğer yandan da ben kendimi bildim bileli Çanakkale‘de şehit düştüğü söylenip geride hiçbir iz bırakmayan dedem Rıza bin Ali‘nin peşine düşüp doğruları öğrendiğim bir yıl oldu.

Aslen Çerkez olan baba sülalem, tarihe 98 Harbi olarak geçen 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında Soçi yakınlarındaki anayurtlarından Batum‘a, ardından da gemiyle İstanbul‘a gelerek, antik Miletos‘un kurduğu Karadeniz ticaret kolonilerinden biri olup, Osmanlı Dönemi‘ndeki 1877 Salnamesine göre Dersaadet Şehremaneti‘nden alınıp Üsküdar mutasarrıflığına bağlanan Şile kazasında, kendilerine tahsis edilen Padişah hasları olan topraklara yerleşerek Avcıkoru, Darlık, Heciz ve Kaşbaşı köylerini kurmuşlar. Nüfustaki köyüm Darlık olarak gözükmekle birlikte, baba evim bu köylerden eski adı sırasıyla Saffetiye ve Heciz olup, bugün adıyla Yeşilvadi olarak bilinen köydür. Çerkez köyü olarak bilinen Yeşilvadi, Şile‘ye 20 kilometre uzaklıkta, içinde iki derenin birleştiği, meşe ormanlarının ortasında şirin, güzel bir köydür. Bu köyde yaşayan ve birbiri ile akraba olan herkes geçtiğimiz yıla kadar, eski Üsküdar-Şile yolu üzerindeki bahçeli, iki katlı ahşap evden, ikinci çocuğuna hamile eşini geride bırakarak savaşa giden Tiz‘den doğma Ali Çavuş oğlu 1881 doğumlu 31 yaşındaki Rıza‘nın, hamile eşi Fethiye ile küçük kızı Atife‘yi geride bırakarak ve iki kayınbiraderiyle birlikte Çanakkale Savaşı‘na gittiğini, savaş sırasında kendisine yazılan mektupla bir oğlu olduğu haberinin verildiğini, onun da adını “Sami” koyun diye cevap verdiğini, ondan sonra da ne 4. Bölük çavuşu Rıza‘dan, ne de Faik ve Fevzi isimli iki kayınbiraderinden tek bir ses çıkmadığını söylerlerdi. İşte o mektup yazışmasıyla adı konulan erkek çocuk da, tüm yaşamı boyunca ailesinde kendisine rol modellik yapabilecek tek bir erkek kalmadığı için nasıl babalık yapacağını bilemeyip bocalayan, benim babam Sami idi.

Neredeyse bütün çocukluk, gençlik ve yetişkinlik çağım bu hikâyeyle geçmiş, tüm aramalarıma rağmen dedemin ve babamın dayılarının izini bulamamıştım. Ancak yakın zamanda nüfus müdürlüklerinin alt ve üst soy kütüklerinin yayınlanması ile birlikte dedemin “00.00.1912” tarihinde öldüğünü öğrendim ve bana anlatılan hikayeye göre bu tarihin, nüfus cüzdanında doğum tarihi “01.07.1913” olarak gözüken babamın doğumu ile ilişkisini kuramadığım için 06 Eylül 2021 tarihinde Milli Savunma Bakanlığı‘na bir yazı yazarak, dedemle ilgili bilgileri talep ettim. Söz konusu bakanlıktan gelen 17 Eylül 2021 tarihli yazı ile, 2 numaralı Balkan defterinin sahife 17, sıra 3 kayıtlarına göre Şile Taburu 4. Bölük çavuşu, Şile‘nin Kaşbaşı karyesinden Rıza bin Ali‘nin 1 Teşrinievvel 329 (14 Ekim 1912) tarihinde silah altına alınarak 9 Teşrinievvel 328 (22 Ekim 1912) tarihinde Geçkinli muhaberesinde şehit olduğunu, şehadeti nedeniyle geride kalan mahdumu Sami ile kerimesi Atife‘ye 50’şer kuruş aile maaşı bağlandığını öğrendim.

Balkan Savaşı’nda Osmanlı askerleri…

Bana verilen bu bilgi üzerine, arka arkaya Trablusgarp, Balkan, 1. Dünya Savaşı ve Ulusal Kurtuluş Savaşı‘nın yaşandığı Osmanlı‘nın son yıllarında bir erkeğin asker olarak evden ayrılıp savaşa gitmesi üzerine, geride kalan insanlar için o erkeğin biteviye devam eden savaşlardan hangisinde öldüğünün bir anlamı kalmadığını anlamış oldum. Onlara göre giden eş ve baba, ister Trablusgarp‘te, ister Balkanlar‘da, ister Çanakkale‘de ölmüş olsun; sonunda sevdiklerini bir daha geri gelmemek üzere terk edip gidiyor, yeni doğan oğlunu bile göremiyordu. O nedenle, ona en fazla bildikleri ya da duydukları Çanakkale Savaşları‘nı uygun görüp, kendi aile tarihlerine onun Çanakkale‘de şehit olduğunu yazıp bu inançlarını kuşaklar boyu sürdürmüşlerdi.

Evet, böylelikle benim için taşlar yerine oturmuş, neredeyse yüz yıllık aile içi “Çanakkale’de şehit oldu” hikâyesi bundan böyle temelden değişmiş; Çanakkale‘de şehit olduğunu sandığımız dedem Rıza bin Ali‘nin, 22 Ekim 1912 tarihinde, yani 1. Balkan Savaşı‘nın beşinci gününde Edirne ile Kırkkilise (şimdiki Kırklareli) arasındaki Süloğlu çiftliği yakınındaki Geçkinli‘de, Bulgar askerine karşı savaşırken şehit düştüğünü; böylelikle, büyük acıların çekildiği o kötü savaşın devamında yaşanan salgın hastalıklarla, ölümlerle, yokluklarla, yakıp yıkmalarla dolu günleri -neyse ki- yaşamadığını öğrenmiş, böylelikle kendimi -bir nebze de olsa- avutmaya çalışmıştım. O nedenle, yanlış bildiğimiz şeylerin değişmesi nedeniyle, aile tarihini oturup yeniden yazmamız, bu savaşlar nedeniyle akın akın Anadolu‘ya gelen Balkan göçmenleriyle Edirne, Selanik, İşkodra ve Manastır gibi Osmanlı kentlerini savunmak için şehit olan dedemin ve arkadaşlarının yaşayıp tanık olduklarını yeniden okuyup öğrenmem gerekiyordu. Çünkü beni ben yapan bir parçam, Balkanlar‘daki o anlamsız savaşta, o göç eden insanlar için orada can vermiş, o topraklarda beni, ailesini ve sevdiklerini bekler olmuştu… Oysa ben yıllarca, o topraklardaki belediyeleri, dedemin orada olduğunu, oralarda bir yerlerde gömülü olduğunu bilmeden teftiş etmiş, soruşturmuş, o toprağın insanları ile tanışıp arkadaş olmuştum… Belli olmaz, belki de savaşın o telaşı içinde hiç gömülmemiş, ortalık bir yere bırakılmış da olabilir… Keşke bu gerçeği daha önce bilseydim, keşke onun mücadelesi ile anlam kazanan o toprakları ve insanlarını daha iyi tanısaydım….

Tabii ki üniversitedeki siyasi tarih derslerinde Taner Timur, Sina Akşin, Seha Meray, İlber Ortaylı ve Gündüz Ökçün gibi ülkemizin önde gelen tarihçilerinin anlatıp öğrettikleri ile benim okuyup öğrendiklerim dışında yeniden bir Balkan Savaşları okuması yapmam, müfettişliğim döneminde Geçkinli‘nin çevresindeki neredeyse bütün belediyelerin denetimini yapmış olmama karşın; öğrendiklerimle birlikte Edirne‘ye, Süloğlu‘na ve Geçkinli‘deki savaş anıtına giderek kendim, babam ve tüm aile adına, adını taşıdığım dedem ve onun babasına karşı vazifemi yaparak saygılarımı dile getirmem, onun orada neler hissetmiş olabileceğini tahayyül etmem, hangi düşünce ve duygularla o savaşın içinde yer alıp neler yaşadığını öğrenip anlayabilmem gerekiyordu.

O nedenle bu cevap yazısını aldıktan sonra, Balkan Savaşları konusunda yazılmış tüm bilimsel kaynaklara ulaşarak, onları satın alarak bir kütüphane oluşturmaya ve okumaya başladım. Bugüne kadar devam eden bu çaba sonucunda, Türkçe ve İngilizce dillerinde toplam 47 basılı kitap, 10 E-kitap, 8 bilimsel makale, 4 doktora ve 7 yüksek lisans tezini bir araya getirip toplam 6.360 sayfalık 19 kitabı okudum ve toplam süresi 9 saat 35 dakika tutan üç belgeseli izledim. Önümüzdeki 22 Ekim tarihinde de, dedemin şehit olduğu Geçkinli Anıtı‘na giderek ona saygılarımı iletmeyi düşünüyorum. Gelecekteki okumalar bâbından da önümdeki 8.283 sayfalık 28 kitap, 2.908 sayfalık 10 E-kitap, 286 sayfalık 8 makale, 1.529 sayfalık 4 doktora, 1.803 sayfalık 7 yüksek lisans tezinin beni beklediğini biliyorum.

Okuduğum kitaplar arasında o dönemin önemli gazetecilerinden Aram Andonyan‘ın son derece tarafsız bir gözle yazdığı oldukça ayrıntılı “Balkan “Savaşı“, yıllar sonra Kızıl Ordu‘yu kuracak olan ve o tarihlerde gazeteci olan Lev Troçki‘nin savaşın ayrıntıları yerine savaşan ülkelerin ekonomik, toplumsal ve kültürel özelliklerini her ülkenin proleteryası açısından anlatıp yorumladığı “Balkan Savaşları“, İzmirli Barosu başkanlığı yapmış avukat Güney Dinç‘in “”Mehmet Nail Bey’in Derlediği Kartpostallarla Balkan Savaşı 1912-1913“, araştırmacı Serdar Dinçer‘in savaşın ardındaki Krupp gerçeği ile Alman militarizminin emperyalist politikalarını anlattığı, “Birinci Dünya Savaşı’nın 100. Yılında Alman Dışişleri Belgelerinde Krupp’un Bitmeyen Balkan Savaşı, Sürgün ve Soykırım” ve belki de bu kaynakların en önemlisi olan Uluslararası Carnegie Vakfı‘nın uluslararası düzeyde bilinip tanınan bilim insanlarını bir araştırma kurulu haline getirip, savaş suçlarını araştırmaları için savaş mahallindeki ülkelere göndererek yazdırdığı 1914 tarihli “Büyük Devletlerin Balkanlara ve Balkan Savaşlarına Bakışına Dair Bir Rapor: Carnegie Vakfı Raporu” var.

Balkan Savaşları ile ilgili kitapları, makaleleri, raporları ve benzerlerini okuyup haritalara baktığınızda, 1. Dünya Savaşı‘nın provası olarak nitelenen bu savaşların, özellikle de 2. Balkan Savaşı denilen dönemde değişik etnik kökenlerden gelen siyasetçilerin, orduların ve insanların birbirlerine yaptıkları kötülük, eziyet, işkence ve savaş suçları itibariyle adeta birbirleriyle yarıştıklarını, uygarlık denilen sınırı aşarak nasıl barbarlaştıklarını görüyoruz. Özellikle de savaş sonrasında Carnegie Vakfı‘nın, savaşan ülkelere gidip yerinde tespitler yapan Viyana Üniversitesi Hukuk Profesörü Dr. Josef Redlich, Senatör Baron d’Estournelles de Constant, Fransa Millet Meclisi Lyon Milletvekili avukat Justin Godart, Marburg Üniversitesi Hukuk Profesörü Walther Adrian Schücking, The Ekonomist Editörü Francis W. Hirst, gazeteci Dr. H. N. Brailsford, Rusya Duması Üyesi Profesör Pavel Milyukov ve Columbia Üniversitesi Eğitim Fakültesi Profesörü Samuel Trane Dutton‘dan oluşan bir soruşturma komisyonuna hazırlattığı Carnegie Raporu‘nu okuyup savaş suçu türleriyle vakaların ne kadar fazla ve yüz kızartıcı olduğunu gördüğünüzde…

Birinci Balkan Savaşı‘nda Bulgar, Yunan, Sırp, Arnavut, Hırvat ve Karadağlıların tek derdi ve düşmanının, onlara yüzyıllarca hükmeden Osmanlı ve Müslümanlar olduğunu görüyor ve Bulgarların Osmanlı ordularını kesin bir yenilgiye uğratıp Çatalca‘ya kadar gelmesi nedeniyle özgüven patlaması yaşayan Bulgaristan ile Yunanistan ve Sırbistan‘ın kapıştığı savaşın ikinci bölümünde verimli Makedonya topraklarına ve liman kenti Selanik‘e sahip olmak adına yüzlerce kenti ve köyü nasıl yakıp yıktığına, milyonlarca insanı nasıl öldürdüğüne ya da sakat bıraktığına, ele geçirdikleri topraklardaki halkları nasıl akıl almaz yöntemlerle Ortodoks Kilisesi‘ne bağlayıp asimile ettiğine ve bunun sonucunda nasıl bir etnik temizliğe yol açtıklarına tanık oluyor, her üç tarafın hadsiz hesapsız şekilde birbirine karşı işlediği yüz kızartıcı savaş suçlarının, 1. Dünya Savaşı‘na katılan ordularla İzmir ve Anadolu‘yu işgal eden Yunan Ordusu‘nda nasıl yeni alışkanlıklar oluşturduğunu yakından görüyorsunuz.

Örneğin Hırvat şair ve gazeteci Antun Gustav Matoš‘un Hrvatska gazetesinin 13 Eylül 1913 tarihli nüshasında yayınladığı, daha sonra ise 1914 tarihli Carnegie Vakfı Raporu‘nda yer alan Yunan askeri Spilidopus Filipos‘un ailesine gönderdiği 11 Temmuz tarihli mektupta aynen şunları yazdığını belgeliyor: “Savaş çok acı verici. Bulgarların bıraktıkları köyleri yaktık. Onlar Yunan köylerini yakıyorlar, biz de Bulgar köylerini yakıyoruz. Onlar kasaplık ediyor, biz kasaplık ediyoruz ve bizim elimize düşen o nefret edilesi insanların hepsi Mannlicher tüfekleriyle öldürülüyor. Nigirita’daki 1200 savaş esirinden sadece 41’i kalmış. Biz nereye ayak bassak bu aşağılık ırktan hiç iz kalmıyor.” (1)

Diğer yandan Balkanların jeopolitiği üzerine araştırmalar yapıp kitaplar yazan Tim Judah, “The Serbs: History, Myth & the Destruction of Yugoslavia” isimli kitabında 2. Balkan Savaşı sırasında Bulgarların ve Yunanların birbirlerinin köylerini yakmakta ve büyük çaplı kıyımlar yapmakta birbirleriyle adeta yarıştığını, hatta Evzonların düşmanlarını canlı canlı çiğnediklerini örnekleri ile anlatmaktadır. (2)

2. Balkan Savaşı‘nın tarafları olan Bulgar ve Yunan orduları arasındaki bu vahşi mücadele 1914 tarihli Carnegie Vakfı Raporu‘nda şu şekilde anlatılmaktadır:

… Yunanların Bulgarlara karşı olan genel düşüncesi, basında ve sözlü ifadede tek kelime ile şöyle özetlendi: “Onlar insan değildir!” (Dhen einai anthropoi!)” Yunanlar, heyecan ve kızgınlıklarıyla kendilerinin insanlıktan çıkan bu ırktan medeniyetin intikamını almakla görevlendirildiklerini düşünmeye başladılar. Heyecanlı güney ırkı buı şekilde bir nedenle harekete geçtiğinde, oluşabilecek sonuçları tahmin etmek kolaydır. Düşmanlarınızın insan olduğunu inkar edecek ve ardından onlara böcek gibi davranacaksınız. Nitekim Yunan bir yetkilinin “Barbarlarla uğraşmak zorunda olduğunuz zaman siz de barbarlar gibi davranmak zorundasınız. BU onların anladığı tek şeydir” şeklindeki sözleri buna örnek teşkil etmekte ve pek az kişi bu sözlerin manasını idrak edebilmektedir. Bu şekilde savaşa giren Yunan ordusunun zihni öfke ve kibirle doldu. Selanik ve Pire sokaklarında görülen ve evlerine dönen Yunan askerlerince satın alınmış parlak renkli bir afiş, onları mahveden bu ırksal nefreti gözler önüne sermekteydi. Afiş, Bulgar askerini iki eli ile yakalamış vahşi bir hayvan gibi dişleriyle kurbanının yüzünü ısıran Yunan dağ adamını (evzone) gösterir. Afişin başlığı “Bulgar Yiyen”dir ve afiş aşağıdaki dizelerle süslenmiştir:

Göğsümde kaynayan ateş denizi

Ruhumun vahşi dalgalarını intikama çağırıyor

O ateş ancak Sofya canavarları

Kanlarıyla nefretimi söndürdüklerinde sönecek” (3)

Bir başka popüler savaş afişinde bir Yunan askerinin canlı bir Bulgar askerinin gözlerini çıkardığı görülmektedir…. Tüm bu afişler Yunan ordusunun coşkulu duygularının delili olarak önem arz eder. Ancak bir batı ülkesinde bu tür resimleri satan kişi büyük ihtimalle ordusunu karalamakla suçlanırdı” (4)

Alıntılar yaparak ya da kaynaklarını belirterek anlatmak istediğim şey, 1. ve 2. Balkan Savaşları‘nda; özellikle de, 1913 tarihli 2. Balkan Savaşı‘ndaki Osmanlı‘nın ya da Müslümanların devre dışında kaldığı Yunan, Bulgar ve Sırp orduları arasındaki savaşlarda, insanı insan olmaktan çıkaran savaş suçlarının, sanki uygar dünya ile “barbarlar” arasındaki sıradan bir mücadelenin normal sonuçlarıymış gibi sunulması nedeniyle, “barbar” olarak nitelenen halklara karşı her kötülüğü yapmak sanki savaş suçu değilmiş gibi düşünmek ve bu suçların izleyen yıllardaki 1. Dünya Savaşı ile o savaşın bir devamı olarak yaşanan İzmir ve Anadolu‘nun işgalinde de yaşanabileceği, daha doğrusu yaşandığı gerçeğini ortaya koymaktır.

Evet, İzmir‘deki ve Anadolu‘daki bu işgalin bittiği 9 Eylül 1922 sonrasında, savaşın her iki tarafı, başta İzmir Yangını olmak üzere birçok Anadolu kentinin ve köyünün yakılıp yıkıldığını, birçok insanın suçsuz yere öldürülerek zorunlu göçe tabi tutulduğunu; hatta soykırıma uğradığını iddia ederek bunun suçlusu olarak karşı tarafı suçlamayı alışkanlık haline getirmiştir.

Ama herkes, 1912-1913 tarihli Balkan Savaşları dönemiyle 1919-1922 tarihleri arasındaki İzmir‘in ve Anadolu‘nun işgali döneminde aynı ismin, ünlü popülist siyasetçi Yunan başbakanı Elefhterios Venizelos‘un görevde olduğunu, Ulusal Kurtuluş Savaşı‘nın lideri Mustafa Kemal ile kurmaylarının da yine aynı şekilde paylaşılamayan Makedonya‘dan, Balkanlar‘dan, Osmanlı‘nın yitirdiği Selanik, Manastır, İştip ve Yanya gibi Balkan kentlerinden geldiğini bilmektedir. Ayrıca Balkan Savaşları‘nda, özellikle de 2. Balkan Savaşı‘nda işlediği insanlık dışı savaş suçları, Carnegie Vakfı Raporu ile belgelenip dünyaya duyurulmuş sabıkalı Yunan ordusunun, 10 Kasım 1912 tarihinde işgal edilen Selanik‘te nüfusunun çoğunluğunu oluşturan Yahudileri ve Müslümanları (1913 tarihi resmi nüfus sayımına göre Selanik nüfusunun % 38,92’sini Yahudiler, % 25,31’ini Yunanlar, % 29,05’ini Türkler, % 3,95’ini Bulgarlar ve % 2,77’sini de yabancılar oluşturuyordu) yerinden edip kentin tümüyle Yunanlaşmasına yol açan 18 Ağustos 1917 tarihli Selanik Yangını‘ndan çok kısa bir süre sonra İzmir‘e çıkıp Anadolu‘nun içlerine kadar ilerlediğini ve eski Bizans İmparatorluğu’nu yeniden yaratmayı amaçlayan “Megali İdea” hayali uğruna bu topraklarda yaşayan insanları ölüme, yaralanmaya, tecavüze, çeşitli eziyetlere ve en sonunda da birbirlerine düşman ederek göç etmeye zorladığını unutmamak ya da bu gerçeği gözardı etmemek gerekiyor. (5)

Üstüne üstlük Balkan Savaşları nedeniyle Anadolu‘ya göç etmek zorunda kalmış ve bu nedenle de taşıdıkları nefret dolu duygularla milliyetçilik anlayışını yeni geldiği topraklara taşımış milyonlarca Balkan göçmenleriyle ikinci bir kez Anadolu‘da karşılaşıp adeta onları takip edercesine…

İşte o nedenle, 15 Mayıs 1919 tarihinde İzmir‘in işgali ile başlayan bu uğursuz hikâyenin bu tarihten değil, Balkan Savaşları‘nın başladığı ve beş gün sonrasında benim dedemin şehit olduğu, 18 Ekim 1912 tarihinden itibaren başladığına inanıyor, Balkanlar‘da başlayan hikâyeyi, sırtını İngiliz emperyalizmine dayayarak İzmir‘de ve Anadolu‘da sürdüren bu maceracı oyuna, “katastrofi/καταστροφή” boyutundaki trajik ikinci perde ile son verildiğine inanıyorum.

1917, Selanik Yangını
1922, İzmir Yangını

İşte o nedenle, İzmir‘in ve Anadolu‘nun, –İngiliz emperyalizminin teşvik ve desteği ile- Balkan Savaşları‘nın sabıkalısı Yunan ordusu tarafından işgaliyle başlayan Ulusal Kurtuluş Savaşı‘nı yeniden sorgulayıp bu büyük mücadeleyi anlamak istiyorsak, bu hikayenin ta başına kadar gidip filmin makarasını 18 Ekim 1912’den bu yana sarıp, o tarihten bu yana neler olduğunu izlememiz ve gereken dersleri almamız gerektiğini ifade etmek istiyorum.

İşte o nedenle, 22 Ekim 1912 tarihinde Geçkinli‘de şehit olan dedem Rıza bin Ali‘nin sırf Balkan Savaşı şehidi değil; aynı zamanda, bu uzun hikayenin finalini oluşturan İzmir‘in ve Anadolu‘nun işgaline son veren ulusal direnişin de şehidi olduğuna inanıyorum.

………………………………………………………………………………………………..

(1) Despot, İ. (2020) Savaşan Tarafların Gözüyle Balkan Savaşları, Algılar ve Yorumlar, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2020 İstanbul, s. 221

(2) Judah, T. (2000) The Serbs: History, Myth & the Destruction of Yugoslavia, New Haven & Londra, s.84, 85

(3) Carnegie Vakfı Raporu 1914, Büyük Devletlerin Balkanlara ve Balkan Savaşlarına Dair Bir Rapor, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 2019, s.130-131

(4) Carnegie Vakfı Raporu 1914, Büyük Devletlerin Balkanlara ve Balkan Savaşlarına Dair Bir Rapor, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 2019, s.130, 132

(5) Veinstein, G. (1999) Selanik 1850-1918, “Yahudilerin Kenti” ve Balkanlar’ın Uyanışı, İletişim Yayınları, s. 276

‘Soyağacı turizmi’ denilen şey…

Ali Rıza Avcan

Konak Belediye Meclisi, 5 Eylül 2022 tarihinde yaptığı en son toplantısında aldığı 153/22 sayılı kararla 3 ayrı meclis komisyonunun (Turizm, Tarihsel ve Kültürel Değerleri Koruma, ve Esnaf Komisyonları) raporunu gerekçe göstererek belediye öncülüğünde “Soyağacı Turizmi” ile ilgili olarak yapılacak çalışmaların oybirliği ile uygun bulunduğuna karar vermiş.

Söz konusu rapor yayınlanmadığı için içeriğinde hangi bilimsel bilgi, analiz ve çözümlerin bulunduğunu, -ne yazık ki- bilmiyoruz; ama, bu raporun hangi komisyon üyelerince hazırlanıp imzalandığını biliyoruz: En azından bu komisyon üyelerinin bilgisi, görgüsü ve düzeyi itibariyle yazılıp çizilen raporun da hangi düzeyde olduğunu anlarız diye düşünüyorum.

Komisyon üyesi olarak söz konusu kararı veren meclis üyeleri şu şahıslardan oluşuyor: Turizm Komisyonu başkanı olarak Cenap Börühan (CHP), başkan vekili olarak Doğan Kılıç (CHP), üyeler İbrahim Yıldız (CHP), Hamit Mumcu (CHP), İsmail Özen (AKP), Tarihsel ve Kültürel Değerleri Koruma Komisyonu başkanı olarak Erhan Uzunoğlu (CHP), başkan vekili olarak Ulvi Puğ (CHP), üyeler Esra Yılmaz Keskin (CHP), Şamil Sinan An (CHP), İkbal Sezgin (AKP), Esnaf Komisyonu başkanı olarak Mehmet Şerif Demir (CHP), başkan vekili olarak İbrahim Yıldız (CHP), üyeler Doğan Kılıç (CHP), Rıdvan Tekin (CHP) ve Nurullah Arık (AKP).

Şimdi de bu meclis ve komisyon üyelerinin, dünyada “Genealogy Tourism“, “Diaspora Tourism“, “Roots Tourism“, “Homeland Tourism” ya da “Soybilim Tourism” veya “Soyağacı Turizm“i de denilen bu tür turizm faaliyeti hakkında bilgi, birikim, deneyim, beceri ve yetenek sahibi olup olmadıklarını ortaya koymak için asıl mesleklerini; yani uzman oldukları konuları, CHP Genel Merkezi‘nin 2019 tarihli yerel seçimler için hazırladığı Konak Belediye Meclisi aday adayları listesini, İzmir Büyükşehir Belediyesi İnternet sayfasındaki bilgileri ve gazeteci arkadaşlarımızdan aldığımız bilgileri toparlayarak şu şekilde sıralayalım:

Cenap Borühan, fotoğraf sanatçısı, ekonomist, Doğan Kılıç, lokantacı, İzmir Lokantacılar ve Gazinocular Odası Başkanı, İbrahim Yıldız, Efes Pilsen Karşıyaka bayisi, Hamit Mumcu, serbest meslek, İsmail Özen, mali müşavir, Erhan Uzunoğlu, makine mühendisi, Ulvi Puğ, avukat, Esra Yılmaz Keskin, mimar, Şamil Sinan An, ekonomist, iş adamı İkbal Sezgin, AKP Konak İlçesi önceki dönem Kadın Kolları Başkanı, Mehmet Şerif Demir, emekli, Rıdvan Tekin, işletmeci, Nurullah Arık, kafe işletmecisi.

Komisyon üyelerinin mesleki dağılımlarından da anlaşılacağı üzere, aralarında bırakın “Genealogy Tourism” ya da “Soyağacı Turizmi” kavramından, turizmden anlayacak, bu alanda bilgi, birikim, deneyim, beceri ve yetenek sahibi biri olmamasına karşın hazırladıkları raporlarla Konak Belediyesi‘nin, Konak ilçesi sınırları içindeki; özellikle de kentin tarihi merkezini oluşturan Konak, Kemeraltı, Basmane, Kadifekale, Pasaport, Damlacık, Göztepe ve Güzelyalı gibi yerlerinden İzmir‘in emperyalist ülkelerin taşeronu Yunan Ordusu‘nun işgalinden kurtulduğu 9 Eylül 1922 tarihi sonrasında gönüllü olarak ya da mübadele çerçevesinde başka ülkelere ya da kentlere gitmiş -muhtemelen- Rum, Ermeni ve Yahudi ailelerin yeni kuşak üyelerini bir turist olarak İzmir‘e davet edip; ailelerinin eskiden yaşadığı mahalle, sokak, mezarlık ve evleriyle komşuluk ve akrabalık ilişkilerini araştırıp bulma konusunda hizmetler vermesi için öneride bulunmuşlar ve bu önerileri Konak Belediye Meclisi tarafından kabul edilerek bir karara dönüştürülmüş.

Ve tabii ki, adını ve mesleklerini verdiğimiz bu meclis ya da komisyon üyeleri, bu tür konularda yetkin olmadıkları için, bunu akıl eden belediye başkanına ya da meclis üyelerine yakın bir bürokrat ya da danışmanın ortaya attığı anlaşılan bu fikrin meclis komisyonu ve meclis kararı ile kabul görüp meşruluk kazandığı anlaşılıyor.   

Gelelim “Genealogy Tourism“, “Root Tourism” ya da Türkçesi ile “Soyağacı Turizmi” kavramının ne olduğuna ve geçmişte “kültür turizmi” kapsamında ele alınan bu turizm faaliyetinin neden son yıllarda ayrı bir turizm faaliyeti olarak kabul edildiğine…                    

Uzun yıllardır turizm ve turizm çeşitleri üzerine çalışır, araştırma ve çalışmalar yaparım. Bu konuda yaptığım son çalışmalar, Kuşadası Belediye Başkanlığı adına Etik Araştırma ile birlikte yaptığım Kuşadası İmaj, Turizm Algı ve Marka Kent Kurumsal Kimlik Araştırması ile Marmaris-Köyceğiz-Datça Turizm Altyapı Birliği (MARTAB) adına Stratejipoll Araştırma Ltd.‘in ortağı ve yöneticisi olarak yaptığım Marmaris Kırsal Turizm Araştırması ve Envanteri çalışmasıdır. Ayrıca bu araştırmalar dışında eski çalışma arkadaşım Nihat Demirkol ile birlikte yaptığım Çeşme Turizm Arama Konferansı ve Bergama Turizm Arama Konferansı çalışmalarını da sayabilirim. Tabii ki bütün bunları gerçekleştirmek ve turizmle ilgili son gelişmeleri bilmek adına ilgili bilimsel literatürü düzenli olarak izlemeye çalışır, bu alanda kimin ne söyleyip yaptığını öğrenmeye çalışırım. Özellikle de, dini hac geleneği dışında kalıp, 19. yüzyılda ortaya çıkıp gelişen turizm hareketlerini kavramsal anlamda sorgular; özellikle, “Roma’dan bu yana hiç bir şeyin değişmediğini” düşündüğüm öğrenme, eğlenme ve dinlenme amaçlı turizmin geleneksel türleri dışında kalan yeni bir turizm türlerini inceleyip diğerlerinden farklılıklarını öğrenip tartışmaya çalışır, yeterli olmadığımda da bu konuları benden daha iyi bilen bilim insanlarına, uzmanlara ve turizm profesyonellerine sorar; böylelikle, anlayamadığım konuları daha iyi kavramaya çalışırım.

Bu çerçevede, Marmaris‘in 12 köyü ile ilgili yaptığım çalışmada ele aldığım “kırsal turizm” araştırmasının hangi kavram boyutunda ele alınması gerektiğini uzun uzun araştırdığımı, “çevre turizmi“, “ekoturizm“, “doğa turizmi” ve “tarım turizmi” gibi diğer yeni kavramlarla ilişkisini soruşturduğumu ve sonunda da “kırsal turizm” kavramında karar kıldığımı hatırlıyorum.

Ayrıca, Kuşadası İmaj, Turizm Algı ve Marka Kent Kurumsal Kimlik Araştırması‘nı yaptığım sıralarda, turizm alanında ortaya çıkan bu tür yeni kavramların, “kum-güneş-deniz” üçlemesiyle ifade edilen “kitle turizmi“nin dünyanın birçok bölgesinde; özellikle de ülkemizin Kuşadası‘nda ve ülkemizin kıyı bölgelerindeki eski parlaklığını yitirmesi nedeniyle yeni arayışlara girildiğini, bu alanda yeni icat edilen ne varsa bir kurtarıcı gibi hemen ona rağbet edildiğini, turizm araştırmacılarının “turistik ürün çeşitlendirilmesi” olarak adlandırdıkları bu stratejinin birçok turizmciye cazip geldiğini keşfetmiştim. Nitekim araştırmasını yaptığım Kuşadası, dünya çapında “kitle turizmi” nedeniyle tanınmış olmasına karşın, Kuşadası‘nda “kitle turizminin” krize girmesi nedeniyle büyük sorunlar yaşayan turizmciler “inanç turizmi“, “kır turizmi” ve “kongre turizmi” gibi yeni turizm faaliyetlerine ilgi gösterip ortaya kafaların karıştığını gösteren bir çorbanın konulmasını sağlıyorlardı.

Bu kapsamda yıllar önce öğrendiğim bilgilere göre, İngilizcesi “genealogy tourism” olup kimilerinin “root tourism” ya da Türkçesiyle “soyağacı turizmi” dediği bu yeni turizm türünün ülkesinden, yaşadığı köyden, kentten, mahalle ya da sokağından gönüllü olarak ya da zorla koparılmış olup başka diyarlara gidenlerin ve onların neslinden gelenlerin, “Ben kimim, nereden geliyorum, geldiğim/geldiğimiz yeri nasıl bulabilirim, bu şekilde kaybettiklerimi yeniden nasıl edinebilirim” sorularına cevap veren, bu nedenle de çoğu kez kapitalizmin geliştiği 18 ve 19. yüzyıllarda Kuzey ve Güney Amerika‘ya göç eden İrlandalı, İskoç, İtalyan, Polonyalı, zorla Amerika‘ya götürülmüş kölelerin Afroamerikan torunları, gönüllü göç, pogrom, soykırım ve mübadele gibi göçler nedeniyle yaşadıkları yerleri terk eden ya da etmek zorunda kalan Yahudi, Ermeni, Rum, Giritli ve Balkan mübadilleri örneğiyle cisim bulan bir turizm cinsi olarak lanse edildiğini ifade etmek isterim.

Türkçeye “Soyağacı turizmi” olarak çevrilen “Genealogy tourism” ile ilgili bilimsel araştırmalarda bu tür turizmin ilk kez İskoçya ya da İrlanda‘dan ABD‘ne göç etmiş yeni kuşak İskoç ya da İrlanda kökenli Amerikalıların yaptığı seyahatler için kullanıldığı söylenmekte. Böylelikle, ana babalarından ya da daha üst kuşaktaki büyüklerinden dinledikleri öykülerle dile getirilen geçmişin mirası olan yerleri, evleri, kasabaları, hatta uzun süredir görmedikleri komşu ve akrabalarını görmek mümkün olmaktadır.⁽¹⁾

Aslında, bir yerden gönüllü ya da zorunlu olarak göç eden insanların geride bıraktıkları toprağı, evleri ve insan ilişkilerini; daha doğrusu kaybettikleri “mirası” aile ilişkileri boyutunda kilise ya da kütüphanelerden yararlanarak, eski yerleşimdeki komşu ve akrabalarıyla görüşerek ya da ailenin elinde kalmış eski eşyaları kullanarak köklerini aramaları çok da yeni bir çaba değildir. Çünkü insan, eski çağlardan bu yana gittiği yerde güçlü olup ayakta kalabilmek adına, geldiği yer ile gittiği yer arasında mekânsal ilişkileri bilip yeniden kurmaya, yabancı yerlerde ailesinden, kabilesinden, aşiretinden ya da hemşerilikten gelen ilişkileri kullanarak güçlü olup kendine yer açmaya çalışmaktadır. Ancak kimlik politikalarının öne çıkarıldığı içinde bulunduğumuz postmodern çağlarda kendisinin, ailesinin, kabile ya da aşiretinin etnik kimliğini oluşturan unsurları araştırıp o gücü yitirilmiş olan mekânla ilişkilendirerek güçlendirmek ve kimliğini bu şekilde güçlendirmeye çalışmakta; artık bundan böyle, ekmeğini kazandığı yerleri değil de, geldiği yerlerdeki toprakları ve insanları bilip tanıyarak, geride bıraktığı mirası bulup geri isteyerek, bu amaçla seyahatler yaparak, onu kendi toprağı, kendi yurdu olarak kabul etmeye hazır hale gelmektedir.⁽²⁾

İhmal edildiği için yıkılıp yok olan kültürel miras yoksa yeni bir sahip mi arıyor?

Bu örnekten hareketle yıllar önce İstanbul‘dan gelerek Karaburun‘da film çeken bir grup sinemacıyla ilgili bir anımı, bu konuda çok iyi bir örnek oluşturduğu için sizlerle paylaşmak isterim.

2012 yılında, ünlü “Takva” filminin yapımcısı sevgili dostum Sevilay Demirci‘nin ricası üzerine, İzmir‘e gelip Türk-Yunan ortak yapımı bir film çekecek olan yönetmen Ulaş Güneş Kaçargil ile Dilek Keser‘e yardımcı olmuştum. Senaryosunu Ulaş Güneş Kaçargil‘in yazdığı filmi, o sıralar Tunç Soyer‘in belediye başkanı olduğu ve her sinemacının gidip çekeceği film için yardım istediği Seferihisar‘da çekmek istiyorlardı. Bense Tunç Soyer‘in bu tür yardım taleplerinden yorulup bunaldığını söyleyerek filmi Urla‘da ya da Karaburun‘da çekmelerini önermiştim. Nihayetinde onlar Urla‘yı ve Karaburun‘u gezerek Karaburun‘da karar kılmışlardı.

Çekimlerin sonrasında beni arayarak Karaburun Nergis Kafe‘de yapılacak galaya çağırdılar ve onlarla 1-2 gün kalarak misafir olmamı istediler. Böylelikle, o sıralarda televizyonlarda yayınlanan “Muhteşem Yüzyıl” dizisindeki Matrakçı Nasuh rolüyle ünlenen Fatih Al, Cem Bender, Gökçe Sezer, Ferit Aktuğ, Uğur Uzunel, Oral Özer ve Serkan Deniz‘le tanışarak -aynen linki verdiğim fragmandaki son sahnede olduğu gibi- deniz kıyısındaki kayaların üstünde soğuk biralarımızı içerek uzun uzun sinema ile felsefe arasındaki ilişkileri tartışmış, Fatih Al‘ın nasıl bir entelektüel düzeye sahip olduğunu görmüştüm. Filmin Yunan sanatçıları orada olmadığı onları tanıma fırsatım olmamıştı.

Galanın yapıldığı 9 Ağustos 2013 akşamı Nergis Kafe‘ye neredeyse tüm Karaburunluların geldiğini, filmi seyrettikçe filmde kendileri aradıklarını, gördüklerinde de heyecanlanıp büyük bir keyifle bağırdıklarına tanık oldum. Çünkü neredeyse tüm Karaburunlular filmde gözükmüşler, adeta figüranlıklar yapmışlardı.

9 Ağustos 2013, Karaburun Nergis Kafe

Filmin konusu ise geçmişinin peşine düşen bir kadınla, geleceğine sahip çıkmaya çalışan bir adamın, yıllardır her şeye sessizce tanık olan ve paylaşılamayan bir evde kesişen hayatlarıyla ilgiliydi. 1990´lar sonbaharında Ege´de bir sahil kasabasında doğmuş, büyümüş, mübadelede Yunanistan´a göç etmek zorunda bırakılmış 80´li yaşlarını süren Agapi (Melpo Zarokosta), evini bulmak için yollara düşer. Yanında torunu Elpida (Romy Vasiliadis) vardır. Evi artık bir Türk genci Yaşar´a (Fatih Al) aittir. Agapi evi satın almak ister fakat Yaşar satmamakta kararlıdır. Yaşlı kadın inat, genç adam inat, evi paylaşamazlar. Birbirine yabancı bu üç kişi aynı evde yaşamaya başlarlar. 

Filmle ilgili açıklamalarda bu gencin Türk genci olduğu belirtilmekle birlikte, ben filmi seyrederken tek başına yaşayıp işçi olarak çalışan bir gencin Kürt olduğu gibi bir izlenim edinmiştim. Aslında öyle olmayıp da, benim düşündüğüm gibi olsaydı, gönüllü ya da zorunlu bir iç göçle Karaburun‘a gelmiş bu Kürt genci ile zorunlu olarak dış göçle Yunanistan‘a gitmiş Rum bir kadının aynı evi paylaşmak konusunda karşı karşıya gelip mücadele etmesi, Ulaş Güneş Kaçargil tarafından yazılmış senaryoyu daha ilginç, daha çekici ve anlamlı bir hale getirirdi diye düşünüyorum.

Görüldüğü gibi yaşlı Agapi geride bıraktığı topraklara torunu genç Elpida ile geri gelmekte ve bıraktığı evi anılarına, geçmişine sahip çıkmak amacıyla yeni sahibinden satın almayı istemekte; böylelikle, turizm literatürdekindeki deyimiyle bir “soyağacı turizmi“nin öznesi olmaktadır. Bu durumda da ortaya, gidenlerin meşru ya da gayrimeşru bir biçimde bıraktığı mallar ile bu malları satın alma, yağmalama ya da gayrimeşru yollarla edinenler arasındaki gergin ilişki, mahkeme, dava ve tazminat gibi insanları; hatta halkları birbirine düşüren yeni sorunlar ortaya çıkmaktadır.

Şimdi düşünün bir, İzmir‘i 1923 sonrasında terk ettiğinde elindeki taşınır ya da taşınmaz malları buradaki güvenilir arkadaş, dost ya da ortaklarına emanet eden halı tüccarı İspartalızade Hacı Ohannes, tefeci İsteratani Petro Kokiz ve kuyumcu Bersahoğlu Kirkor benzeri zengin ailelelere ait varislerin, o malları bir şekilde edinerek zenginleşen Şerif Remzi Reyent benzeri türedi zenginlerin varislerinden, bıraktıkları mal ve mülkleri geri istediklerini, bunu sağlamak için mahkemelere gidip davalar açtıklarını… Ortalık ne kadar da şenlenir, ne kadar eğlenceli bir hale gelirdi? O dönemlerde yağma, yıkma ve yakma ile zenginleşenlerin varislerini nasıl bir korku, nasıl bir telaş sarardı? Sanırım böylesi bir soruna bu ülkedeki ve kentteki ulusalcılardan çok, o dönemlerde sebepsiz ve hadsiz hesapsız bir şekilde zenginleşen ailelerin varisleri karşı çıkar, hemen siyasetin demagoglarını ya da loncaları harekete geçirirlerdi.

Aslında ayrı bir tür turizm faaliyeti olarak kabul edilse ya da kültür turizmi adı altında yürütülse bile, dünyadaki birçok ülke, şehir ve bölge için yararlı olabilecek “soyağacı turizmi” ile ilgili temel kararları alırken, turizmle ilgili tüm tarafların bir araya getirilmesi ve ele alınıp tartışılacak turizm türünün İzmir ya da Konak ilçesi koşullarında uygulandığı takdirde uygulamanın güçlü ve zayıf yönleriyle tehdit ve fırsat oluşturan yanlarının net bir şekilde ortaya konulması; yani, iyi bir SWOT Analizi yapılarak güçlü yanların nasıl fırsata dönüştürüleceği ya da tehditlerin hangi yöntemlerle nasıl karşılanacağı gibi konuların tartışılması ve bu şekilde ortaya çıkacak düşünceler çerçevesinde özel bir turizm politikası ve stratejisinin belirlenmesi gerekir. O nedenle de, İzmir’deki resmi, özel ve sivil turizm otoritelerini; başta İzmir İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü‘yle UNESCO İzmir Tarihi Liman Kenti Alan Başkanlığı‘nı, ulaşım, konaklama, yeme-içme, eğlence, rehberlik ve turizm sektörleriyle ilgili meslek odalarını, dernek ve vakıfları, onların temsilcilerini çağırıp onları işe katmadan; üstelik bu işten anlamayan insanlarla verilen kararların ve yapılan işlerin “yapılabilir“, “sürdürülebilir” ve “verimli-etkili” olmayacağını zaman ortaya koyacaktır.

Zira geçtiğimiz günlerde Balkan Savaşları tarihi ile ilgili okumalarım sırasında Hırvat tarihçi İgor Despot‘un Mete Tunçay tarafından çevrilip 2020 yılında Tarih Vakfı Yurt Yayınları tarafından yayınlanan “Savaşan Tarafların Gözüyle Balkan Savaşları, Algılar ve Yorumlar” kitabının 222. sayfasındaki (137) nolu dipnotunda “Son birkaç yıldır Sofya’daki Devlet Arşivlerine gidenler, orada iki grup ziyaretçi görebilmektedirler: Ege Makedonyası’nda toprak sahipliği belgeleri arayanlar ve aynı şeyi Türk Trakyası (Doğu Trakya) için yapanlar. BU insanlar o devletlerden tazminat almak, hatta mülkiyetlerini tanıtmak umudundadırlar. Bulgaristan bir AB üyesi olduğu, Türkiye de olmak istediği için, başarılı olabilecekleri umudu bile vardır.” diyerek ülkemizi savaşlarla ya da zorunlu mübadelelerle terk edenlerin olası hak arayışları konusunda uyardığını hatırlıyorum.

Evet bir Hırvat tarihçinin görüp yazdığı bir gerçeği, acaba Konak Belediyesi‘nin turizmden anlamayan, bu konuda bilgisiz, deneyimsiz ve tecrübesiz olan meclis ve komisyon üyeleri neden görmez ya da görmemezlikten gelir acaba?

……………………………………………………………………………………………………

⁽¹⁾ Santos, C.A., Yan, G. (2010), “Genealogical Tourism – A Phenomenological Examination“, Jopurnal of Travel Research, February 2010, s.56-67

⁽²⁾ Prinke, R.T. (2010) “Genealogical tourism – An overlooked niche“, Rodziny, Spring 2010, s.16-23

Yararlanılabilecek diğer yayınlar

+ Robert Lanquar, Turizm-Seyahat Sosyolojisi, İletişim Yayınları, İstanbul, 1985.

+ Winfried Löschburg, Seyahatin Kültür Tarihi, Dost Kitabevi Yayınları, Ankara, 1998.

İzmir Büyükşehir Belediyesi’nde çalışan birinin birinci dereceden akrabası olmak istiyorum… (2)

Ali Rıza Avcan

Bu kadar uzun bir başlığa neden olan yazımın dünkü ilk bölümünde İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından İzmir Körfezi‘nde yolcu ve taşıt aracı taşımak amacıyla kurulmuş olan İZDENİZ İzmir Deniz İşletmeciliği ve Turizm Ticaret Anonim Şirketi‘nin kuruluş tarihi, sermayesi, yönetimi, çalışanları, mali yapısı ve Sayıştay denetim sonuçlarını sizlerle paylaşarak, devamlı zarar etmesi üzerine tüm harcamaları İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nce üstlenilmesinin neden ve sonuçlarını ortaya koymaya çalışmıştım.

Yazımın bugünkü son bölümünde ise, bu temel bilgiler üzerinden, “İzmir Büyükşehir Belediyesi’nde çalışan birinin birinci dereceden akrabası olmak istiyorum” şeklinde ifade ettiğim dileğin asıl nedenini açıklayacağım.

Ada, acaba kime göründü?

Bildiğiniz gibi İZDENİZ A.Ş. 2022 yılının başında bir karar alarak İzmir-Midilli arasında turizm amaçlı seferler düzenlemeye başladı.

Bu konu ile ilgili haberlerde, İzmir Büyükşehir Belediyesi ile Midilli Belediyesi arasındaki anlaşma uyarınca, yaz ayları boyunca her Cuma günü saat 09.30’da Alsancak Limanı’ndan kalkacak 404 yolcu kapasiteli İhsan Alyanak yolcu gemisinin 2 saat 45 dakikada Midilli‘ye varacağı, geminin Pazar günleri saat 17.30’da Midilli‘den hareketle İzmir’e döneceği, bu yolculuk için yetişkinlerden gidiş-dönüş bedeli olarak 85 Avro, tek yönlü yolculuklarda 50 Avro alınacağı, 7-12 yaş grubunda % 50 indirimin uygulanacağı ve 0-6 yaş grubu çocuklarda ücret alınmayacağı duyuruldu ve ilk sefer 17 Haziran 2022 tarihinde yapıldı.

Bizler ise, o tarihlerde İzmir‘e 120 kilometre uzaklıktaki Dikili ile 150 kilometre uzaklıktaki Ayvalık‘tan Midilli‘ye üç ayrı firma tarafından yapılan yolculukların daha ucuz ve yeterli olduğunu; böylelikle, Dikili ve Ayvalık‘ın turizm boyutunda gelişimine katkıda bulunulduğunu, bu iki ayrı yerleşim ya da iskelede bunlar yapılırken devreye girecek olan İZDENİZ‘in Dikili ve Ayvalık‘tan Midilli’ye gidecek yolcu sayısını azaltarak haksız rekabete neden olacağını ve çift gövdeli katamaran gemilerin hırçın Ege Denizi için uygun olmadığını ifade ederek, bu kararın “uygulanabilir” ve “sürdürülebilir” olmayışı nedeniyle yeniden gözden geçirilmesini istemiştik.

Çünkü Dikili-Midilli ya da Ayvalık-Midilli arasındaki yolculuklar üç ayrı firma (Jale Tur, Jalem Tur ve Turyol) tarafından hem deniz otobüsü hem de feribotlar marifetiyle yapılıyor. Bu yolculuğun asıl merkezi Ayvalık olmakla birlikte, Bergama turizmine katkıda bulunmak amacıyla 2019 yılında başlatılıp Pandemi nedeniyle ara verilen ve 2022 yılında yeniden başlatılan Dikili-Midilli seferlerinde, en azından haftada bir gün sefer düzenleniyor. Deniz otobüsü ile yapılan yolculuklar 45, taşıt aracı taşıyan feribotlarla yapılan yolculuklar ise 90 dakikada gerçekleştiriliyor, deniz otobüsü ve feribotlarla yapılan yolculuklarda yetişkinlerin gidiş-dönüşünde 35 Avro, tek yönlü yolculuklarda 25 Avro, 6-12 yaş grubundaki çocukların gidiş-dönüşünde 17,5 Avro, tek yönlü yolculuklarda 12,5 Avro, 0-5,99 yaş grubundaki çocukların gidiş-dönüşünde ya da tek yönlü yolculuklarında ise 5 Avro alınıyor.

Görüldüğü gibi ortada Dikili ya da Ayvalık üzerinden daha kısa sürede, daha kolay ve ucuz bir alternatif varken ve bu alternatif, Dikili, Bergama ve Ayvalık gibi merkezlerin gelişmesine katkı koyarken; ayrıca, Midilli seferleri konusunda ortada ek bir talep yokken İzmir üzerinden Midilli seferleri düzenlemek öncelikle para kazandıracak, arkasından da sürdürülebilecek bir iş değildi.

İZDENİZ‘in Facebook‘taki resmi sayfası üzerinden derlediğimiz bilgilere göre düzenlediğimiz aşağıdaki tabloya göre, İZDENİZ 17 Haziran-9 Eylül 2022 tarihleri arasında İzmir Alsancak Limanı‘ndan Midilli‘ye gidip gelen 15 sefer düzenlemiş; daha doğrusu, bu seferlerin 6’sı Midilli Limanı‘na, geriye kalan 9’u Midilli adasının güneyinde, 2011 yılı sayımına göre 3.276 nüfusa sahip ufak bir kasaba olan Plomari İskelesi‘ne yapılmış. Anlaşılan o ki, ya Midilli Limanı‘ndaki seyrüseferin yoğunluğu ya da İzmir-Plomari arasındaki mesafenin deniz mili itibariyle daha kısa olması bu değişikliğin gerekçesi olmuş. Ancak, Plomari-Midilli arasında 1 saat 16 dakika süren 40 kilometrelik zorlu virajlarla dolu yol ya da Plomari-Molivos (Mithimna) arasında 1,5 saat süren 78 kilometrelik yol, Midilli‘ye gidenlerin, hem gidişte hem de dönüşte bir araç kiralamak zorunda kalıp ayrıca ödeme yapması (Midilli-Plomari arası taksi ücreti 50 Avro) nedeniyle yoğun şikayetlere yol açmış.

Yukarıdaki tabloyu incelediğiniz takdirde 17 Haziran-9 Eylül 2022 tarihleri arasında 404 koltuklu İhsan Alyanak gemisi ile 6 kez Midilli Limanı‘na, 9 kez de Plomari iskelesine yapılan yolculuklarda, o tarihlerde Avro ya da TL üzerinden geçerli olan gidiş-dönüş ücretleri üzerinden tahsil edilebilecek olası maksimum tahsilat tutarını hesaplayarak, bunun 5.521.884,12 TL olabileceğini ortaya koyduk.

Ancak hem İzmir Büyükşehir Belediyesi ve İZDENİZ içinden, hem de bu şekilde Midilli‘ye gidip dönen yolculardan aldığımız bilgilere göre, bunun hiç de böyle gerçekleşmediğini, gemideki tüm koltukların hiçbir şekilde tam olarak dolmadığını, yolculukların çoğu kez 20-30 kişi ile yapıldığını öğrendik. Daha doğrusu, İzmir-Midilli seferleri ile ilgili fizibilite (yapılabilirlik) hesaplarının doğru olmayışı ya da böyle bir hesabın hiç yapılmaması nedeniyle İhsan Alyanak gemisinin, tıpkı 1. Kordon‘daki “Nostaljik Tramvay” ismi verilen lastik tekerlekli otobüsler gibi boş gidip boş geldiğini tespit ettik.

İzmirli olan ya da olmayanlar için 890 lira, belediyeciler için 200 lira…

Bu yetmezmiş gibi, elimize İzdeniz A.Ş.‘nin 18 Ağustos 2022 tarih, E-35199552-000.99-1793 sayılı yazısı üzerine, İzmir Büyükşehir Belediyesi İnsan Kaynakları ve Eğitim Dairesi Başkanlığı tarafından düzenlenip belediyedeki tüm birimlere gönderilen 23 Ağustos 2022 tarih, E-11455660-900-912974 sayılı bir yazı geçti.

Bu yazıda, İzmir Büyükşehir Belediyesi İzdeniz A.Ş. Genel Müdürlüğü tarafından düzenlenen İzmir Alsancak-Midilli seferleri kapsamında, Ağustos ve Eylül aylarında devam eden sefer programı dahilinde, gemi yolcu kapasitesinin uygun olması koşuluyla belediye personeli ve 1. derece akrabaları ile belediye iştiraki şirketlerin yönetim kurulu üyeleri ve personeliyle 1. derece akrabalarının İzmir-Midilli seferlerine gidiş-dönüş 200 TL bedel ödeyerek katılabilecekleri belirtilip verilen telefon numarasını arayarak ya da e-posta adresi ile yazışarak rezervasyon yaptırabilecekleri belirtiliyordu.

Yani İhsan Alyanak gemisi, Midilli‘ye boş gidip boş gelmesin düşüncesiyle ve boş koltukları doldurmak için dahiyane bir çözüm bulunmuş ve böylelikle İzmirliler bu seyahati 890 liraya yaparken belediye ve şirket yöneticileriyle çalışanları ve onların 1. derece akrabaları bu yolculuğu 200 liraya yapabilecekler; böylelikle, ödeyecekleri 200 lira gibi komik bir bedelle söz konusu şirketin zararını kapatmaya çalışacaklardı!!!

Evet, İzmir Büyükşehir Belediyesi, İZSU ve ESHOT gibi bağlı kuruluşlar ya da belediye şirketleri İzmirlilerin bir sorunu çözülsün ya da ihtiyaç ve talepleri karşılansın düşüncesiyle her zaman ve her koşulda herhangi bir yatırım ya da hizmet yapılabilir; ama, yapılacak bu yatırım ve hizmetlerin kentte yaşayan ya da çalışanların taraf olduğu bir sorun, ihtiyaç ya da talep doğrultusunda “gerekli“, “yapılabilir” ve “sürdürülebilir” olması koşuluyla… Bunu gerçekleştirmek için de, en tepedeki yöneticinin yapması gereken tek şey, bu tür doğru ve isabetli kararları alacak olanlardan oluşan bilgili, birikimli, deneyimli, becerikli ve yetenekli bir ekibe sahip olması ve bu tür yatırımların bu nitelikli ekip tarafından incelenip analiz edilerek geliştirilmesi, kamu zararına yol açmamasıdır.

İşte o nedenle de, içinde bulunduğumuz Eylül ayında önüme gelen bu değerli fırsatı değerlendirip, belediye kasasındaki milletin parasıyla Midilli’ye gidip tatil yapabilmek için, beni 1. derece akrabası olarak kabul edebilecek bir belediye yöneticisi ya da çalışanını, Antik Dönem filozofu Sinoplu Diyojen gibi elimde lamba ile arıyorum.

Ama diğer yandan da, çalışan işçi ve emekçilerin tüm çabasına rağmen bilgisiz, deneyimsiz, beceriksiz ve yeteneksiz yöneticilerin elinde bir oyuncağa dönüşen İZDENİZ‘in niye devamlı zarar eden bir şirket olduğunu daha iyi anlıyorum…