İçinden tren geçen şiirler…

Geçtiğimiz günlerde sevgili arkadaşım Dr. Turgay Gülpınar‘ın yakın zamanda İletişim Yayınları tarafından yayınlanan “Yerel Hükümet: Gültepe, Bir Özerklik Deneyimi (1973-1980)” isimli kitabıyla ilgili sunumunu izlemek için Bornova Uğur Mumcu Kültür Merkezi‘ne giderken , 2012 yılında büyük bir restoran ve kafe olarak düzenlenip açılması için hiçbir şey talep etmeden gönüllü olarak büyük emekler harcadığım tarihi Bornova Tren İstasyonu‘nun kapısı çerçevesi kırılmış, harabeye dönüştürülmüş halini görünce büyük bir hayal kırıklığına uğradım ve eve geldiğimde o çalışmayla ilgili dosyaya bakarak o istasyonunun canlandırılması için neler neler yaptığımı hatırladım.

Tarihteki Bornova İstasyonu…
2012’deki düzenlenmiş haliyle Bornova İstasyonu…
2012’deki düzenlenmiş haliyle Bornova İstasyonu’nun içi…

Örneğin tarihi Bornova Tren İstasyonu‘nda kullanılmak üzere onlarca lokomotif, tren sesi efektiyle müzik örneği toplamışım, bahçeye konulan vagonun altından buhar efektinin verilmesi için araştırmalar yapmışım, duvara asılmak üzere eski banliyö tarifelerini büyütmüşüm, bahçeye konulmak üzere satın alınacak TCDD‘nin eski büyük fenerleri için görüşmeler yapmışım, restoranda çalışacak 70 görevli için 140’a yakın kişiyle görüşmeler yapıp onların görevleriyle ilgili iş tanımlarını yapmışım, eğitim notları hazırlayıp masalara bırakılacak menülere yazılmak üzere trenlerle ilgili şiirleri derlemişim.

Bornova tren istasyonun geçmişini, 2012 yılında bizim düzenlediğimiz halini ve son kötü halini ayrı bir yazıda dile getirmek üzere o dönem hazırladığım tren, istasyon, lokomotif şiirlerini bugün sizlerle paylaşarak sahip olduğumuz kültürel mirası koruyup sahiplenmek için TCDD, İzmir Büyükşehir Belediyesi ve Bornova Belediyesi gibi görevli, yetkili ve sorumlu kurumlardan bu değerlere sahip çıkmak için çaba göstermelerini talep ediyorum.

Bornova İstasyonu’nun 2025’deki hali…
Bornova İstasyonu’nun 2025’deki yağmalanmış hali…

İşte o dönem istasyon ziyaretçilerinin okuması için derlediğim tren şiirlerinden bazıları….

BURDAYIM SÖZÜMDE

…Düşüyorum

Karıncanın peşine minik depremler oluyor

Yabanıl ot kokuları, sonra düşler, düşüyorum…

Puslu bir görüntü tarih dediğimiz ve kirli

Sular buharlaşıyor buluşalım dediğin denizde

Burdayım sözümde, yanlışsa da bu istasyon

Bir ben yitirmedim galiba belleğimi bir de

Şiir yazanlar, ne kadardılar ve nerdeydiler

Hatıralar üretiyorum telgraf tellerinden

Akşamüstleri fesleğenleri suluyorum

Bekle demiyorum kimseye, unutma demiyorum

Acı soysuzlaşınca tiranlaşıyor belleksizlik

İnat ve öfke, kaybediş ve kayboluş oluyoruz

Komikti dıştan bakınca dünya ama hırçın

Ayışığı, telgraf direkleri ve fesleğenler

Burdayız işte durgun bir sessizlikteyiz şimdi

Unutulan bir şey kaldı mı diye soruyor tiran

Kampana çalarken çöldeyiz o geniş çevrende

Mısır’ı soyun diyordu Musa belleksizdir firavun

Babil ve burası iki istasyon iki uzak nokta

Belki bir imgede düzlem olabilen iki grilik

Düşler ve tarih inilecek son istasyon

Burdayım işte güzel bir yanlıştayım şimdi

Beklemesini bilmiyor acelesi olan ve nedense

Çekip gidiyorlar, kalanlar o kadar azız ki

O kadar azız ki mutluluk bile bizden çok

Ahmet Telli

Fotoğraf: Ara Güler

NE ZAMAN EĞİLİP BAKSAM YÜREĞİME

Ne zaman eğilip baksam yüreğime

Eski aşklarımın kırıntıları

Parlayıp söner

Ve bir yaz gecesi karanlığında gözlerim

İki gölge seçer

İstasyon binası, ağaçlar ve merdivenler

Rumca söylenen bir ezgiyi dinlerken

Dalar gider

Ve bir tren gelip geçer aniden

Ne zaman eğilip baksam yüreğime

Arif Damar

Fotoğraf: Bärtschi, Hans-Peter 1989

MENDİLİMDE KAN SESLERİ

“…

Bilmezlikten gelme Ahmet Abi,

Umudu dürt

Umutsuzluğu yatıştır

Diyeceğim şu ki,

Yok olan bir şeylere benzerdi o zaman trenler

Oysa o kadar kullanılışlı ki şimdi

Hayalsiz yaşıyoruz nerdeyse

Çocuklar, kadınlar, erkekler

Trenler tıklım tıklım

Trenler cepheye giden trenler gibi

…..

Ah güzel Ahmet Abim benim

Gördün mü bak

Dağılmış Pazar yerlerine benziyor şimdi istasyonlar

Ve dağılmış Pazar yerlerine memleket

Gelmiyor içimizden hüzünlenmek bile

Gelse de

Öyle sürekli değil

Biz caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün

O kadar çabuk

O kadar kısa

İşte o kadar

….”

Mendilimde Kan Sesleri

Edip Cansever

Tren durdu

Haykırışmalar oldu dışarıda

Yemekli vagonun mavi camlarına dışardan

Bir şeylerle yüklü ıslak kadın ve çocuk elleri vurdu

Baktı bu tırmanan mavi ellere yemekli vagondakiler

Bir tek elma almadan fakat

Kalktı Sapanca’dan Anadolu Sürat Katarı

Nazım Hikmet, Memleketimden İnsan Manzaraları- Şiirler: 5, Adam Yayınları, Eylül 1997, s: 200.

Fotoğraf: İlteriş Tezer

İSTASYON

Yalnızım bir kompartımanda

Bir hızar testeresinin yaz ışığı ufuk hattından

Ağır ağır gözlerime geliyor köşede rüzgar

Tozla yıkıyor söğüt dalını çocuk

Onaltı bağımsız devlet büstünün

Sarkan bıyıklarını düzeltiyor zaman

Düşündükçe koyu bir renk alıyor

Buraya uzun bir yol boyunca

Kurulu bir kumpanya çadırlarından

Tuğla harmanlarından geldim her ateşin

Çemberinde yanarak ve darağacında

Kurutarak dikişsiz gömleklerimi

Her sabah Zekeriya sofralarında herkesle

Kalın kitapların yufkasını yeniden ıslatıp

Yedik açlık

Düşündükçe daha da artıyor hangi geçmişin

Kaynağına eğilsem acı bir su

Gelecek günlerin yorgun treni yıllardır

Telaki bekliyor

Bekle bekle bekle gençliğin karanlık yıldızı

Yıllardır takım değiştiriyor ve cephe

İsimsiz bir tortuyla kapanmış

Bilemedim nasıl bir mangal yüreğimiz

Kömür gözlü çocuklarla yanıyor ve bedenim

Ateş içinde

Eylül.

Her yanımdan geçen öpüşlerinin

Islak serçelerini duymasam

Kör testereyi bile göremeyeceğim.

Onat Kutlar

SEYAHAT

Söğüt ağacı güzeldir.

Fakat trenimiz

Son istasyona vardığı zaman

Ben dere olmayı

Söğüt olmaya

Tercih ederim.

Orhan Veli

Kayadibi İstasyonu

TREN SESİ

Garibim;

Ne bir güzel var avutacak gönlümü

Bu şehirde,

Ne de bir tanıdık çehre;

Bir tren sesi duymaya göreyim

İki gözüm

İki çeşme.

Orhan Veli

Deniz İskelesinden Alsancak İstasyon Sundurmalarının Görünüşü, 19. yy. sonu, Atatürk Konutu Müzesi.

YAĞMURDA

Yağmurda parkta oturulmuyor,

İstasyon çok hüzünlü;

Acaba nasıl geçirmeliyim,

Bu koskoca günü?

Kitaplar koltuğumda ıslandı,

Sigaram söndü sudan,

Belki methiyeler yazdığım için,

Çok iyilik gördük bulutlardan.

Dudaklarımda dostlardan şiirler,

Şimdi haykırarak da okusam kimse duymaz;

Şehir acınacak halde

Boşalmış bütün caddeler.

Hayatımı sürükleyen ayaklarım,

Suları kabul ederek neredeyse;

Ağaçlar benimle alay etmeye başladı,

Sokakta kalmadı kimse…

Şükran Kurdakul

Evet, şimdi de bütün bu güzel şiirlerden sonra şarkılar, şiirler, müzik ve hiç değişmeyen vefa duygumuzla kültürel mirasımıza, o mirasın çok değerli parçaları olan demiryolu istasyonlarına, trenlere, ray döşeli yollara ve buharlı lokomotiflere, onların kokusuna, sesine, buharına olan özlemimizi dile getirerek hep birlikte haykırmalıyız:

Bornova Tren İstasyonu yeniden Vali Rahmi Bey‘in bir zamanlar inip bindiği o eski özgün haline dönüştürülmeli, Bornova halkı; öğrencileri, üniversite öğretim üyeleri ve öğretmenleri, subay ve askerleri, Levanten aileleri, onların o eski köşklerinde faaliyette bulunan İzmir’in en zengin vakıfları ile birlikte kendisine ait Bornova Tren İstasyonu‘na sahip çıkarak onu mezbelelik halinden kurtarmalıdır…

Katılımcı-çoğulcu demokratik yönetim anlayışında ‘makam’…

Ali Rıza Avcan

Smira, Lesmira, Zmirra, İsmira, Samorna, Smurna, Smyrna ya da en son haliyle İzmir adını verdiğimiz bu kentte, 2020’li yılların başından bu yana büyükşehir ya da ilçe belediye başkanlarının çalışıp hizmet ettikleri makam adı verilen büyük ve gösterişli çalışma mekânlarına, aynen kral, sultan ve padişahların yatıp kalktıkları saraylara, oturup çalıştıkları taht, koltuk ve masalara, giydikleri kaftan, pelerin gibi giysilere, başlarına koydukları taçlarla ellerindeki asalara mistik anlamlar yüklenmesi gibi özel bir önem verilmekte, saray olarak adlandırılan belediye hizmet binalarındaki çalışma odalarının sembolik anlamda bir minibüse ya da başka bir araca yüklenip içine de bizzat belediye başkanının kendisinin oturtulması suretiyle “Mobil başkan“, “Seyyar makam” ya da “Başkanlık makamı mahallenizde” gibi duyurularla mahalle mahalle gezdirilmesine ya da belediye başkanlarının kentin değişik yerlerinde kendisi için makam odası adıyla hazırlanan birden fazla mekânda çalışmasına tanık olmaya başladık…

Makamların en yükseği, en yücesi: Makam Dağı, Ergani-Diyarbakır

Böylelikle belediye başkanı ile birlikte onun makam olarak adlandırılan çalışma mekânının da kutsanarak; adeta, belediye başkanının mütemmim cüzü; yani ayrılmaz bir parçası olarak reklamının yapıldığını, oturup çalıştığı mekâna Hoca Nasreddin‘in “ye kürküm ye” masalındaki değerli kürk parçası gibi bir anlam yüklendiğini görmeye başladık…

Aynen kaymakamın çalıştığı makamı kirletmemek amacıyla ayakkabılarını çıkararak giren köylüler gibi belediye başkanının çalıştığı mekâna da kutsal, dokunulmaz ve saygı duyulması gereken bir yer olarak bakmaya başladık…

Aynen “baba” ya da “reis” yerine koyduğumuz siyasetçilere yaptığımız gibi…

Kırıkkale vali yardımcısının makam odasına ayakkabılarını çıkararak giren Hüsne Keser…

Makam adı verilen mekân ve nesneler sanki o belediye başkanının fiziki varlığından ayrı bir şeymiş ve belediye başkanlarıyla birlikte, onun yanında gezdirildiği takdirde o başkana güç, kuvvet, iktidar veriyor, çalıştığı masa ve koltuk mahalle mahalle dolaştırıldığında halka daha yakın oluyormuş, onlara daha fazla ilgi gösteriyormuş gibi…

Makam adı verilen bu kavramın, temsili demokrasinin bir gereği olarak halkın tercih ve oyuyla göreve gelmiş belediye başkanlarından bağımsız; ama, onunla birlikte olduğu takdirde göklerden gelen ilahi bir güce sahipmiş gibi kabul gördüğü çağ ve toplumlarda yaşandığı gibi…

Ve tabii ki, böylesine önemli, ayrıcalıklı ve kutsanmış güçlere, dolayısıyla makam sahibi belediye başkanlarının kullandığı makam odası, makam arabası, makam şoförü ve makam tazminatı olgusunun sanki onların en doğal, vazgeçilmez hakkıymış gibi kabul gördüğü günümüz koşullarında tanık olduğumuz gibi…

Arapçadan gelip dilimize yerleşen makam‘ sözcüğü, Arapçanın ‘kwm‘ kökünden gelmekte olup müzikteki anlamı dışında daha çok kıyam (durma) edilen yer, durak, mevki, konak, konut, hizmet görme (memuriyet) yeri anlamında kullanılmakta ve İngilizce, Fransızca, Almanca gibi yabancı dillerde de çoğu kez ofis, büro ve görev gibi insanın içinde bulunduğu mekânla ilgili anlamları kapsamaktadır. Buna ek olarak Anadolu’da çoğu kez dinsel anlamda kutsallık atfedilen türbe, kabir, kümbet ve yatır gibi yerlere de makam adının verildiğini görürüz.

Alman asıllı Amerikalı yazar Ernst H. Kantorowicz (1895-1963)’in ilk kez 1957’de yayınlanan “Kralın İki Bedeni, Ortaçağ Siyasal Teolojisi Üzerine Bir İnceleme” isimli eseri, Ortaçağ boyunca İngiltere özelinde kralın içinde iki ayrı beden vardır: doğal (görünen/maddi/ölümlü) ve siyasi (görünmeyen/ilahi/ölümsüz) bedenler… Kralın doğal bedeni diğer insanların bedenine benzer şekilde doğal nedenlerle ya da kazalarla ortaya çıkan insani kusurlarla çocukluk ve yaşlılık zaaflarına tabi ölümlü bir bedendir… Siyasi bedeni ise bu maddi kusurlardan uzak, siyasetten ve siyasi yönetimden oluşan, görülemez, elle tutulamaz ve ölümsüz bir bedendir. Bu nedenle kralın siyasi bedeninde yaptığı şey, doğal bedenindeki herhangi bir yetersizlik tarafından geçersiz kılınamaz veya engellenemez.

Yazara göre kralın iki bedeni düşüncesi, kendi içinde bir süreklilik ve daimilik sorununu barındırmaktadır. Bu çerçevede kralın sürekliliği hanedanlığın sürekliliği, tacın tüzel kişiliği ve kraliyet yüksek makamının ölümsüzlüğü olmak üzere üç etkenin etkileşimine dayanmaktadır.

Ancak Ortaçağ’dan bu yana geçen zaman içinde ilk iki etkenin; yani, hanedanın sürekliliği ile tacın tüzel kişiliği çağdaş değişimler karşısında o eski anlam ve geçerliliğini yitirmekle birlikte; yüksek makam denilen etkenin kralın iki ayrı bedenle ifade edilen mutlak egemenliğinden kaynaklanan etkisi devam etmiş, mutlakiyetin ya da meşrutiyetin unutulduğu cumhuriyet yönetimlerinde bile yüksek makam yönetim içindeki yerini korumuş, demokratik ilke ve yöntemlerle belirlenen birçok görev, yüksek makam olarak adlandırılıp kutsanmaya devam etmiştir.

Makam sahibi belediye başkanı ile yurttaşın eşitlendiği hikayesinin örnekleri… 🙂

Kantorowicz‘in Ortaçağ’daki mutlak iktidara sahip ölümlü kralları ölümsüz kılmak için yaptığı bu benzetme (alegori), aslında demokrasinin egemen olduğu günümüz yönetimlerinde de izlerini sürdürmekte, aslında demokrasinin temel ilkeleri uyarınca sivil bir otorite olarak seçilen ya da atanan yöneticilere mistik güçler vehmederek onların iktidarları kutsanıp güçlendirilmektedir.

Hele ki Osmanlıcılık hevesleriyle dolu AKP yönetiminin egemen olduğu bir ülkede adeta devlet yönetimi ile ilgili her olgu, olay ve kavramın Osmanlı düşüncesi ve diliyle anlatılmak istendiği dikkate alınırsa…

Aynen bu işin liderliğini yapan Recep Tayyip Erdoğan tarafından sık sık dile getirilen fıtrat, külliyen, zillet, cibilliyet ve makam gibi Osmanlıyı, Osmanlı kurumlarını çağrıştıran sözcüklerin sık sık kullanılmasında olduğu gibi…

Özellikle de makam ve mevki sahibi güçler yerine ulusun egemenliğine, her kesim ve sınıftan halkın katılımcı ve çoğulcu demokrasi anlayışı çerçevesinde hiçbir ayrımcılığa uğramaksızın aktif bir şekilde yönetime katılması uğruna mücadele etmesi gereken CHP‘nin ve CHP yönetimindeki belediyelerin, mutlak irade sahibi padişah, sultan ya da kralları makam, mevki gibi kavram ve sözcükleri kullanmayarak bunların yerine sivil ve ayrıcalıksız olmayı, demokrasiyi, katılımı, tek başına değil birlikte yönetmeyi, işbirliği yapmayı öne çıkararak, yöneticinin halktan kopuk olduğunu gösteren her şeyi bir kenara koyması; aynen, Batılı ülkelerdeki başbakanlar, bakanlar ve belediye başkanları gibi işe her gün yürüyerek ya da toplu ulaşım araçlarını kullanarak giden, jakuzili, saunalı lüks makam odalarıyla arabalarına, özel makam şoförleriyle güvenlik elemanlarına gerek duymadan kalabalıklar arasına rahatlıkla karışabilen, işçinin, emekçinin, yoksulun ve dar gelirli yurttaşların haklarına sahip çıkan belediye başkanlarının aslında halk tarafından seçilmiş bir yurttaş olduğunu gösteren politikalara yönelmesi ve bu temel tercihini tüm uygulamalarda göstermesi gerekmektedir…

CHP’nin makam odasını kaldırıp devrim yapan İzmir belediyesi ile devrim yapmayı düşünmeyen diğer belediyeleri…

CHP‘nin 2024 seçimlerinde kazandığı 14 büyükşehir, 21 il, yüzlerce ilçe ve belde belediyesi arasında sadece birinin çıkıp “makam odalarını kaldırıyoruz” ya da “açık ofisle devrim yapıyoruz” gibi popülist söylemlerin yanında CHP‘li diğer belediyelerin ne yaptığının belli olmadığı, bu bağlamda geride devrim yapmaya niyeti olmayan yüzlerce CHP‘li belediye dururken İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin “devrim yapıyoruz” söylemi ile öne çıkmasının ne ölçüde samimi olduğunun sorgulandığı günümüz koşullarında İzmir‘deki başkanın kentin değişik bölgelerinde iyi döşenmiş lüks mekanlarda çalışacağı haberlerinin gelmesi ve bunlar için harcamalar yapılması; ayrıca, CHP’li diğer belediyelerden bu konuda bugüne kadar tek bir sesin çıkmaması. belediye başkanlarının çalıştığı yerlere makam denilmese bile makam olgusunun fiilen lüks çalışma ofisleriyle devam ettirileceğini göstermektedir.

Cumhuriyet Halk Partisi‘nin 28-30 Kasım 2025 tarihlerinde yapılan 39. Olağan Kurultayı’nda kabul edilen “Güçlü Yurttaş, Güvenli Gelecek, Kazanan Türkiye” isimli çalışma programının “Demokrasi, Yönetim ve Adalet” başlıklı ilk bölümünde belirtildiği gibi barış, eşitlik, özgürlük, katılımcılık, kapsayıcılık, çoğulculuk, dayanışma, toplum savunuculuğu, aydınlanma, bilim ve eğitimi, emeğin üstünlüğü ile çalışma hakkını, onurlu yaşamı, gelecek sorumluluğu ile sürdürülebilirliği ve aktif yurttaşlığı partinin temel değerleri olarak kabul eden Cumhuriyet Halk Partisi‘nin bundan böyle bu değerleri dikkate alarak belediyenin yönetim ve uygulamalarında demokrasiyi zedeleyen Osmanlı artığı yüksek ve ayrıcalıklı makamlarla makam sahiplerini, onların oda, araba ve şoförlerini kapı dışına atarak tüm bir kenti, seçilmiş sade yurttaşlardan oluşan başkan ve meclis üyeleriyle belediye çalışanları, kentte yaşayan ve çalışanlarla birlikte, onların aktif katılımlarını örgütleyerek birlikte yönetmesi sağlanmalıdır.

Çünkü belediyecilik demek; kent halkını eşitlik, demokrasi, barış ve kardeşlik gibi temel ilkeleri dikkate alarak örgütlemekten başka bir şey değildir!

Kaynak

Ernst H. Kantorowicz, Kralın İki Bedeni, Ortaçağ Siyaset Teolojisi, Bilgesu Yayıncılık, 1. Baskı, 2008, İstanbul.

Bir sömürü mekânı olarak açık ofisler…

Ali Rıza Avcan

1972-1976 yılları arasında Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi; eski adıyla, Mekteb-i Mülkiye‘deki eğitimini bitirir bitirmez, herhangi bir müfettişlik ya da uzmanlık sınavına girmeksizin evime oldukça yakın Sosyal Sigortalar Kurumu Genel Müdürlüğü (SSK)‘nde çalışmaya başlamıştım. Çünkü babam emekli demiryolu işçisi, büyük dayım ise 1946 Mülkiye mezunu olup aynı tarihlerde kurulan SSK‘nın üst düzey yöneticisi olduğu için burs almam kolay olmuş ve tüm eğitimim süresince SSK‘dan, mezuniyetimi izleyen 4 yıl zorunlu çalışma koşuluyla burs almıştım.

Böylelikle birçok arkadaşımın iş arayıp sınavlara girdiği bir süreçte, ben SSK Genel Müdürlüğü‘ndeki İş Kazası ve Meslek Hastalığı Sonucu Ölüm Servisi‘nde, kurum içindeki adıyla (13) Servisi’nde 9. derecenin 1. kademesinden aday memur olarak çalışmaya başlamıştım. 18 aylık bu kısa süre içinde memur olmanın ne demek olduğunu öğrendiğim bu serviste, bize teslim edilen kaza ya da hastalık belgelerini, özellikle de otopsi raporlarını inceleyerek tüm Türkiye’de meslek hastalığı ya da iş kazası sonucu ölen binlerce SSK‘lı işçinin meslek hastalığı ya da iş kazası sonucu ölüp ölmediğine karar veriyor ve geride bıraktığı eşiyle çocuklarına son derece yetersiz düzeyde maaş bağlıyor, bu maaşı zaman zaman çıkarılan bakanlar kurulu kararnamelerine göre arttırıyorduk.

Bilgisayarın henüz kullanılmadığı o koşullarda hafta içindeki 8 saatlik günlük çalışma süresine ek olarak her gün 2, Cumartesi günleri 8 ve Pazar günleri 4 saat fazla mesai yaparak üzerimize düşeni yapmaya çalıştığımız bu işin bana yüklediği ağır sorumluluk ve bu sorumluluğun karşılığını yeterince verememekten kaynaklanan sıkıntılar, örneğin kısa sürede maaş bağlayamadığımız durumlarda karşımıza gelen kadın ve çocukların beş kuruşa muhtaç halleriyle karşımıza gelip yakınmaları; hatta, açlık, yorgunluk ve çaresizlikten bayılmaları bir süre sonra bende tükenmişlik sendromunun ortaya çıkmasına neden olmuştu. Ancak bütün bunlara rağmen bu yoğun, yorucu ve yıpratıcı işin getirdiği değerli bilgi ve birikimleri işten izin alarak devam ettiğim sosyal güvenlik ve iş hukuku yüksek lisans programında hocalarıma ve arkadaşlarıma aktararak kuram ile uygulama arasındaki ilişkiyi kurmaya ve o güne kadar işçi sınıfı adına savunduğum şeyleri öznesi işçi ve ailesi olan bir uygulama içinde hayata geçirmeye çalışıyordum.

Bu çabadan geriye kalan en değerli anım ise, o tarihlerde İzmir‘de gündeme gelen Tariş Direnişi sırasında fabrikayı işgal eden işçilerden birinin çatıdan düşüp ölmesi ile ilgili olayda bunun bir iş kazası olduğunu şef yardımcıma, şefime, müdür yardımcıma ve müdürüme kabul ettirmek için tam 4 ay uğraşıp eş ve çocuklarına maaş bağlayarak kendimce zafer kazandığım mücadele ile ilgilidir.

İlk çalıştığım bina, Ankara‘nın Sıhhiye semtindeki Mithatpaşa ve Süleyman Sırrı caddelerinin kesiştiği köşede yer alıp, şimdilerde Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK)‘na ait Kamu Görevlileri Emeklilik İşlemleri Daire Başkanlığı‘nın bulunduğu eski tarihi binaydı. Bu binanın dördüncü katında 1 şef, 1 şef yardımcısı, 3 memur ve 3 işçi olarak 6 kişinin birlikte çalıştığı ofisin tam karşısındaki binada, öğrenciyken Ankara Yüksek Öğrenim Derneği (AYÖD) ve Ankara Demokratik Yüksek Öğrenim Derneği (ADYÖD) isimli gençlik örgütlerinin kuruluş toplantılarına katıldığım DİSK‘e bağlı Maden İş ve Genel İş sendikalarının bulunduğu apartman vardı.

İşe başladığım tarihten 8-9 ay sonra çalıştığım binanın hemen arkasında modern mimariye uygun olarak yapılan ve üç büyük bloktan oluşan 7 katlı büyük bir binaya taşındık. Geçtiğimiz yer binanın 4. katındaydı ve çalıştığımız mekan ortadaki büyük beton direklerin arasındaki koskocaman bir salondan oluşuyordu. Bu salona bizim servisle diğer üç servisi yerleştirmişlerdi. Açık ofis adı verilen bu düzenlemede müdür ve müdür yardımcıları bizlerden cam bölmelerle ayrılmış durumdaydı; ama, bizim bütün hareketlerimizi izleyip konuştuklarımızı duyabiliyorlardı. Böylelikle George Orwell‘ın 1984‘de gerçekleşeceğini söylediği totaliter düzende; yani, müdür-müdür yardımcısı-şef-şef yardımcısından oluşan “Büyük Biraderler” zinciri sayesinde ve her bir servisin kendi içindeki işleyişiyle servisler arasında ilişki ve etkileşimi dikkate alınmaksızın 1977 yılında; yani, kehanete konu olan 1984‘den 7 yıl, sonunu getirmek üzere olduğumuz 2025 yılından tamı tamamına 48 yıl önce Türkiye‘nin payitahtı Ankara‘da oluşturulan bir açık ofis düzenlemesi sayesinde, bugünün mobesesi ya da gizli kamerası yerine koyabileceğimiz “Büyük Biraderler” tarafından izlenen enterne edilmiş mükemmel bir gözetim sahasında çalışmaya başlıyorduk.

Bu şekilde bir süre çalıştıktan sonra hem biz çalışanlardan hem de yöneticilerden kaynaklanan işe odaklanamama, dikkat dağınıklığı, her bir servis ve bireyden kaynaklanan uğultu ve hatta gürültü sonucu ortaya çıkan duyma sorunları nedeniyle servisler aralarına cam bölmeler yerleştirilerek ya da bölmelerin yüksekliği arttırılarak içinde 60-70 kişinin çalıştığı o koskocaman açık ofis kendi içinde bal peteğinin gözlerine benzeyen küçük odacıklara bölünmüş, böylelikle her birimiz eski ofisimize göre daha çok yorulup sinirlenir hale gelmiştik.

Bütün direnme gücümü tüketip beni masamda biriken yüzlerce dosyayla baş başa bırakan o ortamdan, hocam Metin Kazancı‘nın önerisi üzerine geride kalan burs borcumu ödeyerek müfettiş yardımcısı unvanıyla Yerel Yönetimler Bakanlığı‘na geçmem sayesinde kurtulmuş; ancak orada edindiğim bilgi ve birikimi çalıştığım sürece unutmamıştım.

Bu vesileyle o kısacak memuriyet dönemimde şefim olan Ayhan Hanım‘a, şef yardımcım sevgili Kadriye Şimşek‘e, sınıf arkadaşım rahmetli Osman Ünal‘ın ablası Tülay Uğural‘a, İstanbul’daki 1 Mayıs 1977 kutlamasına birlikte katılıp ardından gelişen olayları birlikte yaşadığımız devrimci arkadaşım Özcan‘a, sevgili küçük Ayhan‘a, sevgili Bilgen ve Semiha hanımlara -beni duysunlar ya da duymasınlar- iyi ki birlikte çalışıp birbirimizi tanımışız düşüncesiyle en derin sevgi ve selamlarımı gönderiyorum.

İzmir Büyükşehir Belediyesi’ndeki açık ofisin oyun alanı ve oyuncuları…

Gelelim son bir kaç haftadır, (ben bundan tam 48 yıl önce Ankara‘daki SSK Genel Müdürlüğü binasında bir açık ofis deneyimi yaşamışken)”Büyükşehirdeki makam odalarını kaldırıyoruz“, “İzmir Büyükşehir’de makam odası devrimi“, “Kamuda ilk açık ofis“, “Kamuda Türkiye ilki: Açık Ofis… Başkan Tugay’a sordum!” (1) gibi buram buram cehalet kokan gazete başlıkları ve sosyal medya paylaşımlarıyla İzmir Büyükşehir Belediyesi daire başkanlarının Kültürpark‘taki hangarlardan birinde elden geldiğince lüks bir çalışma ortamı yaratılarak zorla bir araya getirilişi olayına…. Ama ondan önce açık ofis nedir, ne değildir, açık ofisin yararları ve zararları nelerdir gibi konular üzerinde düşünüp tartışmaya başlayalım derim…

Fabrikalarda işçiye nefes aldırtmayan Taylorist üretim süreçlerinin ofislere yansıyan izdüşümü: İlk açık ofisler…

Antik Mısır’daki katipler ile Ortaçağ rahiplerinin kayıt ve arşiv alanı olarak kullandıkları “scriptourium“ların habercisi olduğu söylenen açık ofisler, 1950’li yıllarda ortaya çıkan ve popülerliği 1970’li yılların başında giderek artan bir işyeri düzeni biçimdir. Bu düzen, kapalı işyeri düzenine göre değişime açık olması, bireyler, gruplar ve birimler arasındaki iletişimi kolaylaştırması, çalışanların moral ve üretkenliğini arttırması; ayrıca, daha az maliyetli olması nedeniyle tercih edilmiştir.

Ancak işyerinde açık ya da kapalı çalışma düzenlerinden hangisinin uygulanacağına dair seçimin orada çalışacak olanlar yerine hiyerarşik olarak bağlı olduğu iktidar sahibince yapıldığını dikkate aldığımızda, asıl amacın en kısa sürede en fazla verim ve kazanç temin etmeyi amaçlayan bir anlayışa dayandığını görürüz. İşte o nedenle de, açık ofis düzeninde, bu düzene geçişin düşünülüp tartışıldığı zamanlarda çalışanlarla bu alanda araştırmalar yapan bilim insanlarının görüş, düşünce ve önerilerini öğrenip; hatta bu konuda pilot araştırma ve uygulamalar yapılıp her hizmet biriminin kendi iç işleyiş ve iş akış süreçlerinin; ayrıca, bu süreç ve birimlerin karşılıklı ilişki ve etkileşimlerinin dikkate alınması gerektiğinden; bunlar yapılmadan sadece belediye başkanının tek yanlı otoriter kararıyla uygulamaya konulan bu düzenin, 1970’lerden bu yana değişip demokratikleştiği söylenen yönetim anlayışı çerçevesinde, çalışanların çalıştıkları mekânla ilgili karar ve uygulamalara aktif katılımını öngören çağdaş eğilimlere aykırı bir tutum olduğu söylenebilir.

Birbirinden yalıtılmış kübik açık ofisler

Çünkü kapalı çalışma ofislerinde görev yapıp 2-3 sekreter çalıştıran; ayrıca, her birine farklı belediye şirketlerinde yönetim kurulu üyeliği ile makam arabası verilen; böylelikle, aldığı yüksek maaş ve ücretlerin yanında edindiği çalışma koşulları nedeniyle çalıştırdığı personele göre daha ayrıcalıklı bir konuma düşen ve bu nedenle kendini bu nimetleri sunan belediye başkanına borçlu hissedip o ne isterse yapmaya hevesli “kurşun askerler” yaratmayı hedefleyen bir düzenin emir kullarının başlangıçta rızası alınmamış, onlara sorulmadan böylesi bir düzenin kurulmasına karar verilmiştir.

Nitekim İYTE Cemaati‘nin belediyedeki başı olarak, “DüşkünTARKEM A.Ş. kurucusu ve “kent simsarıUğur Yüce‘den büyük destek alan İzmir Planlama Ajansı (İZPA) başkanı Koray Velibeyoğlu‘nun tüm itirazlarına rağmen bu düzen, emir-komuta zinciri içinde belediye başkanının isteği ve baskısıyla kabul edilmiş; böylelikle, İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin üst yönetimi, adeta Koray Velibeyoğlu‘nu haklı çıkarırcasına hesapsız kitapsız tasarlanan yeni bir maceranın peşinden koşar adım gitmeye başlamıştır. (2)

Öte yandan, 16 Eylül 2020 ve ondan sonraki değişik (7 Nisan 2021, 12 Aralık 2021, 11 Şubat 2022, 27 Temmuz 2023, 28.11.2025) tarihlerde İzmir Büyükşehir Belediyesi‘ne ait İnternet sayfasının “Birimlerimiz” bölümünde yazılı bilgileri dikkate alarak hazırladığım aşağıdaki tablodan da anlaşılacağı üzere; daire başkanlarıyla şube müdürlerinin ve bunlara bağlı memur ve işçilerin sayılarıyla bunlara ait personel harcamalarının 2020 yılından bu yana devamlı arttığı, kadın çalışan sayısı ve oranının ise devamlı azaldığı bir süreçte, tasarruf adına yapılabilecek en akıllıca hareket, sayısı devamlı arttırılan daire başkanı ve şube müdürü sayılarını azaltmak iken bu yola gidilmeyip bunların tek bir salonda toplanarak sekreterleriyle makam araçlarının ellerinden alınmasındaki asıl amacın, tasarruftan çok belediye başkanının daire başkanlarını kendi eteği altında toplayarak daha güçlü olma arzusunda olduğunu göstermektedir.

Gerçeği söylemek gerekirse, daire başkanı olmak ya da olmamak belediye başkanının iki dudağının arasından çıkan talimatlarla mümkün olduğundan, tepeden inme bir şekilde getirilen bu karara bir iki itiraz dışında tümü, tüm daire başkanları ellerindeki daire başkanlı makamını kaptırmamak endişesiyle ses çıkarmamış, ses çıkarmaya cesaret edememiş, önüne konulanı yemeye hazır olduğunu göstermiştir. Ancak kulağıma gelen taze bilgilere göre çoğu daire başkanı kendisine bağlı şube müdürlüklerinde “zula” olarak nitelenebilecek yerler hazırlamaya, çok sıkıştıklarında ya da sıkılıp bunaldıklarında orada kalmayıp “ben şube müdürlüğümde çalışacağım” bahanesiyle ortadan kaybolabileceği kovuklar, kuytu köşeler hazırlamaya başlamış. O nedenle yakın zamanda onların çalışacağı iddia edilen hangarlardaki o açık ofise gittiğimizde çoğunun orada olmadığını görmeye hazır olmalıyız diye düşünüyorum. (3)

Yurt içinde ve dışında yapılan tüm bilimsel çalışmalar, açık ofis çalışma düzeninin iddia edildiğinin aksine çalışanın performansı ve iş memnuniyeti ile psikolojik rahatlığını olumsuz yönde etkileyip dikkat kaybı ile odaklanamamaya yol açan, aşırı ses ve gürültü nedeniyle çalışanlarda gizli işitme kayıpları yaratan, kurumun ve birimin gizli bilgileriyle ilgili ihlallere yol açabilecek, çalışanların kişisel olarak ihtiyaç duydukları görsel ve işitsel mahremiyet ihtiyacını karşılayamayan, buna bağlı olarak verimliliği azaltan bir sistem olarak karşımıza çıktığını göstermektedir. Bu duruma inanmayanlar ya da ayrıntısını merak edenler, yazımın son bölümünde “Meraklısı için” adıyla listelediğim yayınları okuyabilirler.

Gelişen büro ve iletişim teknolojisinin geliştirdiği açık ofisler

Açık ofis kavramı 2001 tarihli iki Ekşi Sözlük paylaşımında şu şekilde tanımlanıyor:

İşte o nedenle, açık ofisin İzmir Büyükşehir Belediyesi uygulamasını yere göğe koyamadan metheden, ardından da bunun yüklü faturasını belediyenin basın danışmanlığına teslim eden yerel basınla sosyal medya methiyeleri yerine bu alanda yapılmış ulusal ve uluslararası bilimsel çalışmaları gösteren literatürle Ekşi Sözlük‘ün 13 sayfasına sığdırılan paylaşımlara bakmak bile yeterli olacaktır…

Ayrıca belediyeler gibi yöneticilerin halkla iç içe geçmesi, sıkı ilişki ve bağlantılar kurması gereken kurumlarda, özellikle basın ve halkla ilişkiler, zabıta, imar, kültür ve sosyal ilişkiler gibi halkla birebir temas eden hizmet birimlerinde, onların daire başkanlarını kendi şube müdürlüklerinden yalıtıp belediye başkanına fiziki olarak yakın, o nedenle de onun her an kolaylıkla denetleyebileceği koğuş benzeri sessiz, sakin, nezih ve lüks ortamlara taşımak hizmetin kalitesini arttırmayı amaçlayan iyi yöneticilik pratiği olmak yerine işleri işin içinden çıkılmaz hale getiren bir iş bilmezin darbesi olarak kabul edilmelidir.

Çünkü daire başkanlarının, kendisine bağlı şube müdürlükleri eliyle yapılan işlerin tanımı, bu işlerin yapılma sürecini, bu süreç içindeki birbirini izleyen aşamaları, daireler ve şube müdürlükleri arasındaki ilişki ve etkileşimleri dikkate almadan, bu konularda araştırma ve analizler yapmadan ve sadece daire başkanlarıyla toplantılar yaparak tümünü adeta bir çuvala tıkıp “biz devrim niteliğinde bir iş yapıp açık ofis kurduk” demek aslında bu işi yapanın bu işten tek bir kelime bile olsun anlamadığını göstermektedir. Örneğin İtfaiye Dairesi Başkanını Tepecik‘teki tüm birimlerinden ya da Makine, İkmal Bakım ve Onarım Dairesi Başkanını emrindeki atölye ve depolardan alıp hangarların birindeki bir odaya tıkıştırmak, yapsa yapsa bu işin cahili olan belediye başkanlarının yapacağı ve o nedenle de en kısa sürede tekrar eski haline, belki de içinden çıkılmaz bir kaosa dönüşecek bir iş olacaktır.

Ayrıca Kapitalist sistem içinde işçilerin sömürü mekânı olarak bilinen atölye ve fabrikalardaki Taylorizm esaslı açık çalışma düzeninin, “modern“, “yenilikçi” gibi sıfatlarla emekçilerin çalıştığı hizmet bürolarına taşınması aslında emeğin daha fazla kontrol altına alınarak daha fazla sömürülmesi anlamına gelmektedir. Buna bir de iş süreçlerinin kamera ile izlendiği çağdaş izleme, gözetleme ve baskı mekanizmalarını eklediğimizde, bu çalışma şeklinin her geçen gün nasıl 1984 romanında anlatıldığı şekilde baskıcı ve otoriter bir düzene dönüştüğü görülebilir.

En kısa sürede en fazla kar anlayışıyla yola çıkan Taylorizmin geldiği nokta!

Aynen büyükbaş hayvan çiftliklerinde, hayvanlara geniş otlak ve meralarda dolaşıp otlama imkânı verilmeksizin bulunduğu yerde beslenip bulunduğu yerde sağılması, bunu yaparken de süt verimini arttırmak amacıyla müzik dinletilip su içtikleri arklara arıtılmış su verilmesinde olduğu gibi… Tıpkı açık ofis ortamında çalışmalarından daha fazla hizmet alınıp daha fazla artı değer elde edilmesi için ortamın daha fazla ısıtılıp havalandırılmasında, daha fazla aydınlatılıp dekoratif yeşil bitkilerle süslenmesinde, emekçinin kendini evinde gibi hissetmesi için özel bir çaba gösterilmesinde olduğu gibi…

……………………………………………………………………….

Meraklısı için makaleler…

1) Çağatay, K., Yıldırım, K., Arı, P., (2022) “Açık Ofislerin İç Düzeninin Çalışanların Memnuniyet Değerlendirmelerine Etkisi “, 5. International Social Sciences and Innovation Congress, 11-12.11.2022, s. 563-573

2) Evans, G. W., & Johnson, D. (2000). “Stress and open-office noise“. Journal of Applied Psychology, 85(5), 779–783. https://doi.org/10.1037/0021-9010.85.5.779

3) Gerçek, M. (2019) “Geleneksel ve Yenilikçi İşyeri (Ofis) Düzeni Türlerinin Çalışanlar Üzerindeki Etkileri, Karşılaştırmalı Bir Derleme Çalışması“, Erciyes Üniversitesi İktisadi ve Ticari Bilimler Fakültesi Dergisi, Sayı 55, Ocak-Nisan 2020, s.91-116

4) Gerçek, M. (2022), “Çalışanların Gözünden Açık Ofis Deneyimi – Nitel Bir Araştırma“, Doğuş Üniversitesi Dergisi, 23 (1), 2022, s.149-163

5) Göçer, Ö., Karahan, E., Oygür İlhan, I. (2017)”Esnek Çalışma Mekânlarının Çalışan Memnuniyetine Etkisinin Akıllı Bir Ofis Binası Örneğinde İncelenmesi“, Megaron Dergisi 2018, Cilt 13/1, s.39-50

6) Hedge, A., “The open-plan office: A systematic investigation of employee reactions to their work environment”, Environment and Behavior, 1982 – journals.sagepub.com, September 1982.

7) Noraslı, M., Köse Doğan, R., (2020) “Çağdaş Ofis Tasarımı Bağlamında Bee Renderin Tasarım Ofisi”, Artium 8/1, s. 1-10.

8) Öztürk, P., Özcan, U., (2025) “Açık Plan Ofis Alanlarındaki Fiziksel Konforun Kullanıcı Verimliliği Üzerindeki Etkisi“, Gazi Üniversitesi Mimarlık Mühendislik Fakültesi Dergisi, 40:2, 2025, s. 847-861

9) Robert W. M., Kent F. Spreckelmeyer, “Evaluating Open and Conventional Office Design“, Volume 14, Issue 3, May 1982, https://doi.org/10.1177/0013916582143005

Meraklısı için bilimsel tezler…

1) Ağır, S. D., Açık Ofis Ortamlarının Gizli İşitme Kaybı Üzerine Etkisinin Değerlendirilmesi, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, 2021, İstanbul.

2) Avşaroğlu Dirim, A., Açık Ofislerde Fiziksel Çevre Faktörlerinin Kullanıcıların Algısal Performansı Üzerine Etkileri, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Temmuz 2010, Ankara.

3) Civelek, S., Açık Ofis Mekan Organizasyonu Oluşumunda Esnek ve Değişebilir Yaklaşımlar, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, 2021, Ankara.

4) Mestan, A., Açık Ofis İç Mekan Kullanıcıların Algısal Değerlendirmeleri Üzerindeki Etkisinin Belirlenmesi, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Nisan 2019, Ankara.

5) Sade, S., Açık Ofis Tasarımlarında Performatif Kişisel Mekan Örgütlenmesi, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul, 2014.

6) Yılmaz, G., Açık Ofislerin İç Mekan Çevresel Faktörlerinin Kullanıcıların Algısal Değerlendirmeleri Üzerindeki Etkilerinin Tespit Edilmesi, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Haziran 2016, Ankara.

Kaynaklar

(1) Sercan Avcı, “Kamuda Türkiye ilki, açık ofis, başkan Tugay’a sordum“, Gerçek İzmir Gazetesi, 25.11.2025, https://www.gercekizmir.com/yazar/Kamuda-Turkiye-ilki-Acik-Ofis-Baskan-Tugay-a-sordum/827

(2) Alper Temiz, Tugay’ın açık ofis kararı yöneticileri karıştırdı, felaket olur, uygulanamaz“, Sonmühür Gazetesi, 21.11.2025, https://www.sonmuhur.com/tugayin-acik-ofis-karari-yoneticileri-karistirdi-felaket-olur-uygulanamaz

(3) Başkan Tugay: makam odalarını kaldırıyoruz“, İzmir Büyükşehir Belediyesi, 1 Kasım 2025, https://www.izmir.bel.tr/tr/Haberler/baskan-tugay-makam-odalarini-kaldiriyoruz/57209/156

Otopark hizmeti İZELMAN yerine belediye tarafından verilmelidir!

Ali Rıza Avcan

İzmir‘deki otopark sorununu ele aldığım yazı serisinin geçtiğimiz haftaki ilk bölümü beklediğimden fazla ilgi görüp çeşitli tartışmalara konu oldu.

Böylelikle motorlu araç sahibi olmayan çoğu insanın küçümseyip önemsemediği bir konunun aracını park edecek yer bulamayan ya da İZELMAN‘ın uyguladığı yüksek otopark ücretlerinden yakınan araç sahipleri açısından ne ölçüde önemli olduğunu bir kez daha anlamış olduk.

Bu arada Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) de ülkemizdeki ve İzmir‘deki yeni araç sayılarıyla ilgili verilerini açıkladı ve böylelikle 2025 yılı Eylül ayında İzmir‘de trafiğe çıkan araç sayısının Ekim ayında 10.685 araçlık artışla 2.071.425’e ulaştığını öğrendik.

Soru: Daha nereye kadar?, Fotoğraf: Andy Arthur

Evet, geçen haftadaki yazımda da belirttiğim gibi İzmir Büyükşehir Belediyesi ile diğer 30 ilçe belediyesinin trafiğe çıkan 2.071.425 adet aracın tümüne otopark yeri sağlamak gibi bir yükümlülüğü olmamakla birlikte; bir yandan, araç sahibi 2.071.425 İzmirli ile araç sahibi olmayan 2.421.817 İzmirli arasında belediyelerce yapılan otoparkların harcamalarına katılma açısından adaletin sağlanması, diğer yandan da başta yollar ve kaldırımlar başta olmak üzere kamusal alanlara park eden araçlar nedeniyle araç trafiğini kolaylaştırmak ve yaya haklarını korumak amacıyla artan araç sayısı ile paralel bir şekilde kent merkezi dışında bu araçların park edebileceği uygun yerlerin bir an önce oluşturulup araç sahiplerinden uygun miktarlarda otopark ücreti alınması ya da toplu ulaşımın daha fazla kullanılması koşuluyla motorlu taşıt araçlarının kent merkezine girişlerinin kısıtlanması gerekiyor.

Kent içinde trafiğe çıkan motorlu araç sayısı ile mevcut otoparkların yetersizliği arasındaki dengesizliğe ilave olarak, son yıllarda ortaya çıkan diğer bir belâ; yani, kentin her yerine, her köşesine pervasızca park edip yıllarca orada park eden motorlu ve motorsuz binlerce karavanla neoliberal zihniyetin bu sorun olan “ulaşım” kavramıyla “kamusal” olanı tu kaka ederek bir kent sorunu olmaktan çıkarması ve bir yerden bir yere gitmeyi bireyin istek, arzu ve keyfine dönüştüren “hareketlilik” kavramını piyasaya sürmesi, bu kavramın gönüllü pazarlamacılığı üstlenen başta akademisyenler olmak üzere planlamacılar ve belediye bürokratları tarafından kabul görüp ulaşım planlarının baş köşesine yerleştirilmesi ve bu bağlamda kentte hareket eden her şeyin kutsaması ile birlikte sayısı denetimsiz bir şekilde artan elektrikli e-scooter ve bisikletlerle e-motorlar ulaşımı içinden çıkılmaz hale getirdiğinde belediyeler üzerindeki mevcut yükün daha da arttığını görürüz.

Belediyelerce mahalle aralarında büyük bir maharetle yaratılan cep şeklindeki otoparklara park edip günlerce, aylarca; hatta, yıllarca orada kalan motorlu taşıt araçlarından ve karavanlardan ücret alınmadığını biliyor musunuz?
Bölgedeki araç sahiplerinin kullanması amacıyla yakınındaki bir yeşil alanın kemirilmesi suretiyle yaratılan en az 10 araçlık bu otoparktan ücret alınmadığını biliyor musunuz?

Kentlerdeki otopark hizmetleriyle ilgili sorunları daha etkili bir şekilde çözmek ve kentlerin uygun yerlerinde yeterli düzeyde otopark yapılmasını sağlamak amacıyla motorlu taşıt aracının fabrika çıkışı ya da ithali sonrasındaki satışı sırasında, o taşıt aracının hangi kentte, hangi koşullar altında kullanılacağı hususu dikkate alınmadan yüksek vergiler almayı ve buna ek olarak kentteki yeni bina yapımlarında bina sahibine otopark yapma zorunluluğu getirilmesini, bu sağlanamadığı takdirde belediyelerce genel otoparkların yapılması amacıyla ayrı bir fonun oluşturulmasını ve bu fondaki paranın sadece otopark yapımına harcanmasını öngören ve günlük pratik içinde çoğu kez çalışmayan ya da çalıştırılmayan mevcut sistemden vazgeçerek, aracın hangi kentte hangi koşullarda kullanıldığını, bu bağlamda otopark ihtiyacının hangi kentlerde ortaya çıktığını dikkate alan daha güncel ve pratiğe daha yakın bir yaklaşımla kentte yaşayan ve çalışan her araç sahibinden her yıl motorlu araç vergisine benzer bir verginin belediyelerce alınmasını ve bu şekilde tahsil edilen verginin sadece otopark yapımına tahsis edilmesini, otopark yapımlarında o bölgede bulunan vergi mükelleflerinin dikkate alınmasını sağlayan bir sistemin oluşturulması sağlanabilir.

Tabii ki bunu sağlamak amacıyla öncelikle otopark hizmetinin bir kamu hizmeti olduğunu kabul ederek; hizmeti, ticareti ve kârı ön plana alan, özellikle de şehir içi yolların bir şeridinde yaratılan uyduruk otoparklarda görevlendirilen işçilerin maliyetini karşılamak amacıyla otopark ücretlerini devamlı arttıran, bazı hatırlı semt, meslek mensubu ve şahıslara ait ücretleri düşüren, bunu yaparken de yurttaşlar arasında ayrımcılık yapmaktan çekinmeyen belediye şirketleri yerine işi doğrudan doğruya belediyede boş boş oturup çalışmadığı söylenen kamu görevlilerine ve bu görevlilerin hiyerarşik olarak bağlı olduğu birimlere yaptırmak gerekmektedir.

İzmir’in orta yerinde, Kemeraltı’nın girişindeki bu binlerce aracın park ettiği katlı otoparkın belediyece ruhsat alınmadan yapıldığını ve halen ruhsatsız olduğunu biliyor musunuz?

Ayrıca bunu yaparken kentteki otopark mafyasını besleyen mevcuttaki yüzlerce kaçak otoparkı yok etmek, yerleşim alanları içindeki çocuk oyun alanlarıyla mahalle parklarının içine araçların park etmesi amacıyla cep şeklinde yapılan otoparklar kullanımlarını ücrete bağlamak, başka bir deyimle tüm otoparkları belediye denetimine almak da gerekmektedir.

Tabii ki, bunu yapabilecek bilgi, birikim, deneyim ve beceriye sahipseniz…

Tabii ki laf ebesi gibi bol bol konuşmaktan çok sessizce hizmet vermeye değer verip işinizi yapıyorsanız…

Tabii ki “kamu hizmeti“, “kamu yararı“, “kamu kaynağı” ve “kamu zararı” gibi toplumsal mücadelenin kavramlarını kabul edip şirketleri bu işten alabiliyorsanız…

Tabii ki, şirketler ve onların kârı yerine halkın; yani, kamunun menfaatlerini düşünüyorsanız…

İzmir: Artan araç sayısı, yetersiz otopark kapasitesi…

Ali Rıza Avcan

Bu haftaki yazımla gelecek haftalardaki yazılarımda İzmir‘de yaşadığımız otopark sorununu ele alarak; hem bu konu ile ilgili mevzuat hükümlerini, hem de bu konuda yaşananları dikkate alarak geliştirmeye çalıştığım çözüm önerilerini anlatmaya çalışacağım.

Bunu yapmadan önce de, konuyu düzenlemek amacıyla TBMM tarafından kabul edilen ya da bu yasalara göre çıkarılan yönetmelik hükümlerini, yazının ilerdeki bölümlerinde yer alacak hukuki değerlendirme ve tartışmalara temel yapmak üzere hatırlatacağım:

Toplu ulaşımın başarısız olduğu her yerde bireysel araç kullanımı artar ve otoparklar ağzına kadar dolar…

5216 sayılı Büyükşehir Belediyesi Kanunu‘nun 7. maddesinin (l) fıkrası hükmüne göre, “kapalı ve açık otoparklar yapmak, yaptırmak, işletmek, işlettirmek veya ruhsat vermek” büyükşehir belediyelerinin, yine aynı maddenin son fıkrası hükmüne göre, “bölge otoparkı, kapalı ve açık otoparklar yapmak, yaptırmak, işletmek, işlettirmek veya ruhsat vermek” büyükşehir kapsamındaki ilçe belediyelerinin görevidir.

5216 sayılı yasanın 26. maddesine göre büyükşehir belediyesi kendisine ait otoparkları işletebilir ya da bu yerlerin belediye veya bağlı kuruluşlarının % 50’sinden fazlasına ortak olduğu şirketler ile bu şirketlerin % 50’sinden fazlasına ortak olduğu şirketlere, 2886 sayılı Devlet İhale Kanunu hükümlerine tabi olmaksızın belediye meclisince belirlenecek süre ve bedelle işletilmek üzere devredebilir. Ancak, belediye şirketlerince işletilen bu yerlerin üçüncü kişilere devredilmesi, 2886 sayılı Devlet İhale Kanunu‘nun hükümlerine göre yapılacaktır.

Otopark hizmeti konusunu düzenleyen 5216 sayılı kanunun “belediyeler arası hizmet ilişkileri ve koordinasyon” başlıklı 27. maddesinin son paragrafında ise, “İmar mevzuatı uyarınca belediyelerin otoparkla ilgili olarak elde ettikleri gelirler beş yıllık imar programına göre hazırlanan kamulaştırma projesi karşılığında bölge otoparkı için gerekli arsa alımları ile inşasında kullanılır. Bu gelirler bu fıkrada belirtilen amaç dışında kullanılamaz” hükmü bulunmaktadır.

Her gün trafiğe çıkan yeni taşıt araçlarının artması…

Otopark hizmeti konusunun ele alındığı diğer bir kanun ise 3194 sayılı İmar Kanunu‘dur. Kanunun 37. maddesine göre; imar planlarının düzenlenmesi sırasında planlanan yerleşimin koşulları ile gelecekteki ihtiyaçları göz önünde tutularak gerekli otopark yerleri ayrılır. Otopark ihtiyacı bulunan bina ve tesislere gerekli otopark yeri ayrılmadıkça yapı izni, otopark yapılmadıkça da kullanma izni verilmez. Kullanma izni alındıktan sonra otopark yeri, plana ve yönetmelik hükümlerine aykırı olarak başka maksatlara ayrılamaz. Bu fıkra hükmüne aykırı hareket edildiği takdirde, ilgili idarece yapılacak tebligat üzerine en geç üç ay içerisinde bu aykırılık giderilir. Mülk sahibi tebligata rağmen müddeti içerisinde gerekli düzeltmeyi yapmaz ise, belediye encümeni veya il idare kurulu kararı ile bu hizmet ilgili idarece yapılır ve masrafı mal sahibinden tahsil edilir.

Aynı kanunun 44. maddesinin III. bendinde ise otopark yapılması gereken bina ve tesisler ile diğer hususlar Bakanlıkça çıkarılacak yönetmelikte tespit edilir hükmü bulunduğu için bu hükme uyularak düzenlenen Otopark Yönetmeliği, 15 Eylül 2018 tarihinde yürürlüğe girmiştir.

Söz konusu yönetmelik, büyükşehir belediyeleriyle nüfusu 10.000 ve daha fazla olan yerleşmelerde; ayrıca, nüfusu 10.000’den az olmakla birlikte imar planı onaylanmış yerleşme ve alanlarla imar planı bulunmamakla birlikte bu yönetmeliğin uygulanacağına karar alınan bütün yerleşmelerde, yönetmeliğin yürürlüğe girdiği 15 Eylül 2018 tarihinden sonra yapı ruhsatı düzenlenmesi ve binalarda araçların yol açtığı parklanma ve trafik sorunlarının çözümü amacıyla otopark yapılmasını gerektiren bina ve tesislerde otopark ihtiyacının miktar, ölçü ve diğer koşullarıyla ilkelerini belirlenmiştir.

17 maddeden oluşan ve kabul edildiği tarihten bu yana geçen 7 yıl içinde 12 kez değiştirilen 2018 tarihli Otopark Yönetmeliği‘ni daha ayrıntılı incelediğimiz takdirde;

5216 ve 3194 sayılı kanunlarda yazılı olduğu şekilde, ihtiyacı karşılamak üzere imar planlarında gösterilen otopark alanlarını verimli ve etkin bir şekilde işletme anlayışından neredeyse vazgeçildiğini, kentlerde sayıları her geçen gün artan taşıt araçlarına yer bulmak kaygısıyla her iki kanuna aykırı bazı düzenlemelerin yapıldığını görürüz.

Bırakayım mı, bırakmayayım mı?

Örneğin yönetmeliğin “yol üstü (yol boyu) araç park yeri” tanımı imar planlarında kamu yolu olarak belirlenmiş cadde ve sokakların bir şeridinin yatay ve düşey işaretlemeler yapmak suretiyle otopark olarak kullanılabileceğini ifade etmekte ya da insanların esenlik ihtiyacını karşılamak amacıyla oluşturulan yapıların çevresindeki bahçeleri kemiren ortak otopark uygulamalarına yol açılmakta; böylelikle, kamunun genel kullanımına açık yol ve alanların 5216 ve 3194 sayılı kanunlara aykırı olarak özel araç sahiplerine tahsis edilmesini sağlamaktadır.

Aslında söz konusu yönetmeliğin yedi yıl gibi kısa bir süre içinde 12 kez değiştirilmesi bile yapılan düzenlemelerin artan taşıt aracı ve otopark ihtiyacı nedeniyle nasıl esnetilip tahrip edildiğini göstermektedir.

Tabii ki bu esnetmeye imar planlarının yapılmasında ya da değiştirilmesinde veya belediyelerce yürütülen fiili uygulamasında göz yumup izin veren; başka bir deyimle, mevcut mevzuata aykırılıkları dahil ettiğimizde karşımıza gerçekten kangrene dönüşmüş bir sorun çıkmaktadır.

Bu duruma örnek olarak, halen oturmakta olduğum 10 yaşındaki yeni binanın 1 metre kazılsa suyun çıktığı bataklık bir arazide yapılması nedeniyle yağmurlu havalarda su içinde kalan zemin altı otoparklara hiç bir taşıt aracının girememesini ya da 10 daireli binanın müteahhidi olduğunu daha sonradan öğrendiğim Mehmet Cengiz‘in amca oğlu Ahmet Cengiz‘in bu bina için yüksek miktardaki otopark ücretini ödememek amacıyla zemin seviyesinin altındaki otoparklara taşıt aracının girebilmesi için projesinde gösterilen duvarı örmeyişini en yakından deneyimlemiş biri olarak gösterebilirim. (1)

Yağmurla birlikte su içinde kalan yeraltı otoparkları…

Gelelim İzmir‘deki otopark ihtiyacının nereden kaynaklandığı ve nasıl karşılandığı ya da karşılanamadığı; daha doğrusu bu konudaki yetersizlik konusuna…

Tabii ki otoparka ihtiyaç duyanlar bu kentte yaşayan ya da çalışan insanların milyonlarca lira vererek satın aldığı ya kiraladığı, o nedenle de onlar için çok değerli olan motorlu taşıt araçlarıdır… Aynen bir zamanlar ata binerek seyahat edenlerin atlarını hanlara, kervansaraylara teslim ettikleri gibi arzu nesnesi araçlarını güvenilir kişi ve yerlere; hatta, ne yaptıklarını bile bile çaresizlik içinde otopark mafyasının yönettiği otoparklara bırakırlar… Tabii ki, evlerinin, işlerinin önündeki buldukları sahipsiz bedava yerlere, kamuya ait alanlara park etmeyi fazlasıyla sevip bu tür yerlerin çoğalmasını şiddetle arzularlar… Milyonlarca liraya kıyıp aldıkları lüks arabalarını oralarda tek başına bırakıp arkalarına bile bakmadan gidebilirler…

O araçları üreten, onlara akaryakıt satan ya da malzemesini sağlayan ulusal ve uluslararası sermaye ise o araçların nerelere nasıl park edeceğini düşünmeden siyasi iktidara yaptığı baskılarla belediyeleri otopark yapmaya zorlar… Belediyeler ise araç sahibi olmayanların haklarını dikkate almaksızın araç sahipleri için otoparklar yapmaya, onları memnun etmeye çalışır… Hem de bu işin maliyeti, her geçen gün artan trafik sıkışıklığı ve bu araçların atmosfere saldığı zehirli gazları dikkate almadan… Hem de “sıfır karbon” ya da “sürdürülebilirlik” laflarını gevelemeden…

İzmir, nüfusu ve buna bağlı olarak yollarında dolaşan taşıt aracı sayısı her geçen gün devamlı artan bir kenttir… Hem ülkenin diğer bölge ve illerine göre daha gelişmiş, hem de bu kentteki tüketim ekonomisi hesapsız kitapsız bir düzeye yükseldiği için bu kentteki kişi başına düşen araç sayısı, ülke ortalamalarına göre daha fazladır… Bu durumu da en iyi şekilde 2018-2025 döneminde ülkemizdeki ve İzmir’deki araç sayısı ile kişi başına düşen araç sayılarının gelişimini gösteren aşağıdaki mukayeseli tablodan görmek mümkündür…

Yukarıdaki tablodan da görüleceği gibi, 2018 yılında 1 milyon 394 olan motorlu araç sayısı aradan geçen 7 yıl içinde % 47,83, otomobil sayısı % 39,18 oranında, genel olarak her yıl ortalama % 6,84 oranında artarak 2 milyonu geçmiş durumdadır.

Hem de anlı şanlı profesörlerin, şehircilik hocalarının suya yazılar yazarak hazırladığı “İzmir Modeli“, “Vizyon 2050” ve “Vizyon 2074” gibi afilli plan ve programlardaki motorlu taşıt sayılarıyla ilgili öngörüleri çiğneyip geçerek…

Üstüne üstlük kent bütününde yer alan 30 ilçede havayı kirleten araç sayısı böylesine olağanüstü bir artış gösterirken İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin; daha doğrusu belediyenin yetki verdiği İZELMAN‘ın şirketinin, 2024 yılı ADNKS verilerine göre diğer 19 ilçede yaşayıp çalışan1.481.997 kişiyi; yani, İzmir nüfusunun% 32,99’unu sanki İzmirli değillermiş, İzmir Büyükşehir Belediyesi sanki onların ödediği vergilerden pay almıyormuş gibi sadece 11 metropol ilçede görev yapmakta, ilçe belediyeleriyle işbirliği içinde bir çalışma yürütmemekte ve işlettiği otopark sayı ve kapasitesinde bu artışı karşılayacak ciddi bir yatırım yapmadığını dikkate aldığımızda kentteki otopark sorununun içinden çıkılmaz bir kaosa dönüşeceğini söyleyebiliriz.

Aynen yıllardır katı atık toplama ve arıtma konusunda çözüm bulunmayıp tek bir yatırım yapılmayışı nedeniyle bugün hep birlikte yaşadığımız içinden çıkılmaz durum gibi!

İzmir Büyükşehir Belediyesi sınırları içinde faaliyette bulunan 30 ilçe belediyesiyle ilgili otopark hizmeti verilerinin bilinmeyişinin yanında, İzmir Büyükşehir Belediyesi ya da İZELMAN tarafından işletilen otoparklarla ilgili verilerin geçmiş yıllarda yayınlanmayışı nedeniyle 2019 tarihli İzmir Ulaşım Ana Planı 2030 ile İzmir Büyükşehir Belediyesi‘ne ait 28 Kasım 2022 tarihli İzmir Veri Seti rakamlarını; ayrıca, halen İZELMAN‘a ait web sayfasında yer alan rakamları dikkate alarak hazırladığım aşağıdaki tablodan da anlaşılacağı üzere İzmir Büyükşehir Belediyesi ve İZELMAN, hizmet verdikleri 11 metropol ilçede son yıllarda ciddi bir otopark yatırımı yapmamış, sayıları her geçen gün taşıt araçlarının yarın öbür gün nereye park edeceklerini kendine dert edinmemiştir.

Görüldüğü gibi bir yanda toplam sayısı 2.065.740’a ulaşıp her geçen yıl hızla artan motorlu araç sayısı, diğer yanda da bu araçların ancak 14.797’sine; yani, % 0,72’sine otopark hizmeti sunabilen ve bununla övünüp sudan sebeplerle tarifeleri indirip yükselten bir büyükşehir belediyesi ve onun kangren haline gelmiş otopark hizmeti… Diğer yandan da gerek metropol alan içinde yer alan 11, gerekse bu alan dışında yer alan 19; toplam olarak 30 ilçe belediyesinin otopark hizmeti konusunda kendi başına ya da büyükşehir belediyesi ile birlikte ne yaptığından haberdar olmadığımız, belki de kendilerinin de ilgilenmediği bir bilinmezlik… Karşımıza çıkan bu kötü manzaradan da anlaşılacağı üzere, ismi ister İzmir Büyükşehir olsun, ister İZELMAN olsun 12.012 kilometrekarelik büyük bir alanda hizmet vermekle yükümlü olan bir büyükşehir belediyesi ile 30 ilçe belediyesi bu hizmeti yeterince vermiyor ve gelecekte de vereceğe pek benzemiyor…

Bu durumda tabii ki mevcut otopark kapasitesinin, trafiğe kayıtlı motorlu taşıt aracı kadar olması gerektiğini söyleyip adeta her motorlu taşıt aracına bir otopark yeri ayrılmasını istemiyoruz. Ama kent içi ve dışında bugün itibariyle 2 milyonu aşan taşıt aracı için daha fazla otopark yapılması gerektiğini, otopark yapımı için inşaat sahiplerinden toplanan paraların başka işlere harcanmayıp bu işe harcanması gerektiğini; ayrıca, en iyi çözümlerden birinin kent içindeki trafiği hafifletmek olduğunu bilmekle birlikte -ne hikmetse- her tür otoparkın, özellikle de katlı otoparkların kent içinde yoğunlaştığını görüyoruz.

Devam edecek…

(1) https://www.izgazete.net/luks-araclar-sular-altinda-kaldi-kapali-otoparki-su-basti

UPİ 2030, İzmir Ulaşım Ana Planı, İzmir, 2019.

Kamu zararı ve belediye şirketleri…

Ali Rıza Avcan

Son günlerde gündemimize giren İzmir belediyeleri ilgili 2024 yılı Sayıştay denetim raporları, İzmir yerel basınının alışık olduğumuz tavrını; daha doğrusu, belediyeleri ve belediye başkanlarını kollayan tutumunu bir anda değiştirdi ve her bir gazete, her bir sosyal medya hesabı bu yolsuzluk, usulsüzlük ve hırsızlıklardan sanki daha önceden haberdar değillermiş, bu konuları bilmeyip ilk kez duyuyorlarmış gibi manşetler atarak raporlarda yazılı olanları büyük bir iştahla yazıp çizip anlatmaya başladı.

Besleme basının yerel iktidardan yana tutumunda ara verilen teneffüs zamanı: Sayıştay denetim raporlarının yayınlandığı Kasım ayı…

Oysa ben ve benim gibi bu konulara ilgi duyan gazeteci, uzman, meslek örgütü yöneticisi ve sosyal medya yazarının bir kısmı, şimdi yayınlanan raporlarda yazılı olanları, belediyeye ve başkanına yakın çevrelerce aforoz edilip kara listeye alınmayı göze alarak; hatta sabık belediye başkanı Tunç Soyer‘in “sürüm sürüm süründüreceğim” diyerek tehdit ettiği gerçek gazeteciler tarafından yıllardır dile getirip anlatılmaya, belediye ve şirket yöneticilerini uyararak doğrusunu dile getirmeye çalışıyordu…

Oysa bu tür yolsuzluk, usulsüzlük ve hırsızlıklarda, menfaatleri uğruna konuyu gündeme taşımayan, bu konularda gerekli uyarıları yapmayan yerel ve ulusal basının da payı vardı… Bu tür konuları zamanında dile getirmiş olsalardı, belki de bu yolsuzluk, usulsüzlük ve hırsızlıkların bir kısmı yapılmaz, yapılamazdı…

Çünkü yasama, yargı ve yürütmenin yanındaki 4. güç olarak tanımlanan basın, genel yönetimle yerel yönetim üzerindeki güç ve etkisini kullanarak hukuk devleti olmanın gereklerini yerine getirebilirdi…

Yerel ve ulusal basının bu tür konuları, belediyelerden reklam, ücret ya da yardım adıyla aldıkları mali kaynakları dikkate alarak zamanında yayınlamaması, olayları bilerek ve isteyerek görmezlikten gelmesi; aynen benim 2015 yılında gündeme getirip mahkemeye taşıdığım İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin çalınan tabloları ile ilgili olayda yaşadığım gibi konunun Sayıştay‘a intikal edip yazılan denetim raporunda yer alması üzerine gazetelerin ilk sayfalarına yerleştirilen sürmanşet haberlerle ikiyüzlü bir tutumun ortaya çıkmasına neden oluyordu…

Sayıştay denetim raporları yayınlanana kadar görevde tutulan şirket yöneticileri…

Sayıştay denetim raporları ile ilgili bu haberlerde, anlatılan yolsuzluk ve usulsüzlüklerin bir kısmı 2024 yılının ilk üç ayına ait olmakla birlikte; 9 aylık büyük bir kısmının şimdi iktidarda olan yeni belediye başkanlarına ait olduğu unutulmakta, bütün suç eski belediye başkanlarıyla onların ekiplerine yüklenmekte; hatta, bazı gazete ve gazeteciler hızını alamayışı nedeniyle Sayıştay‘a parmak sallayıp adeta her belediye yöneticisinin yanında bir Sayıştaymüfettişi” konulduğunu iddia ettiği görülmektedir.

Ama İZBETON soruşturma ve davasından hemen sonra hepimizin yeni yolsuzluk haberleri beklediği İZTARIM ve İZDOĞA gibi şirketlerin 2024 yılı Sayıştay denetim raporlarının açıklanması ile eş zamanlı olarak yapılan gözaltı ve tutuklamalar ile şirket yöneticilerinin Cemil Tugay tarafından anında görevden alınması arasındaki ilginç tesadüfü araştıran, Sayıştay denetçilerinin “bu konularda savcılığa gitmezseniz ben de rapora yazar ya da savcılığa giderim” şeklinde ortalığa atılan rivayetin bu durumda kimin işine yaradığını sorup soruşturan ya da şirketlerin başındaki yöneticileri 1 Nisan 2024 tarihinden bu yana değiştirmeyip de Sayıştay raporlarının ortaya çıkışı ile birlikte değiştiren belediye başkanı Cemil Tugay‘ın neden böyle yaptığını ortaya koyan ya da İZTARIM ve İZDOĞA konusunda İzmir Büyükşehir Belediyesi Teftiş Kurulu Başkanlığı‘nca yazılıp savcılığa iletilen denetim raporlarını merak eden tek bir gazete ya da gazeteciye rastlamadım.

Kapitalizmin ve özelleştirmenin mabedi: Belediye şirketleri…

Ta ki, bu konuları daha önce ele alıp onlarca yazı yazan sevgili dostum, gerçek gazeteci sevgili Serdar Öztürk‘ün 8 Kasım 2025 tarihinde yayınlanan “İzmir Büyükşehir’in dipsiz kuyusu: İZTARIM” başlıklı yazısına kadar… (1)

Ancak Serdar Öztürk‘ün bu yazısının bu sorunu şimdi ele alan tek yazı olmadığını, Öztürk‘ün 2023, 2024 ve 2025 yıllarında kaleme aldığı 6 ayrı yazısı daha olduğunu; bu çerçevede, 2024 yılına ait İZTARIM Sayıştay denetim raporunun bu yazılarda dile getirilen Bayındır Süt Fabrikası‘nın yapımı gibi bazı konuları ele almakla birlikte İZTARIM tarafından üretilen tarım ürünlerine verilen “İzmirli” markasının başına gelenler, Alsancak‘taki İtalya sokağında açıldığı söylenmekle birlikte gerçekte açılmayan lüks restoran, ABD‘ndeki marketlerin raflarına yerleştirilen mallar, Silivri kaynaklı kişi ve şirketlere verilen usulsüz ihaleler ve depolanan Karakılçık buğdayının başına gelenler gibi daha da önemli bazı konuları es geçtiğini, bu konuları gündeme getirmediğini belirtmem gerekiyor.

O nedenle, İZTARIM‘la ilgili söz konusu Sayıştay denetim raporunun, Serdar Öztürk‘ün kullandığı deyimle “turpun büyüğü” ile ilgilenmediğini, yakalayıp ele aldığı konuların İZTARIM‘la ilgili iddiaların sadece bir kısmı ile ilgili olduğunu, belki de uydurulan “savcılığa gidin, gitmezseniz ben gider ya da yazarım” rivayetini doğrulayan; böylelikle, Cemil Tugay‘ın bu operasyondaki rol ve tavrını gizleyen senaryodaki Sayıştay denetçisi tarafından rapora alınmadığını söyleyebiliriz… Hele ki Tunç Soyer‘in belediye başkanı olduğu 2022’de belediyeyi denetledikten sonra belediyenin genel sekreteri olmak için çalışan ya da başka bir rivayete göre Tunç Soyer tarafından genel sekreter yapılmak istenen, denetimi sırasında İZBETON‘nun tartışmalı ihale dosyasını inceleyen Sayıştay denetçisi Cengiz Caba‘yı unutmadığımız dikkate alınırsa…

Suç potansiyeli olanların şirket yöneticisi yapılması…

Gelelim bugünkü yazımızın konusunu oluşturan “kamu zararı” kavramının belediye şirketleri açısından anlamıyla uygulamadaki şekline…

5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu‘nun 71. maddesine göre kamu zararı; kamu görevlilerinin kasıt, kusur veya ihmallerinden kaynaklanan mevzuata aykırı karar, işlem veya eylemleri sonucunda kamu kaynağında artışa engel veya eksilmeye neden olunmasıdır.

Bu madde hükmüne göre kamu zararının belirlenmesinde; iş, mal veya hizmet karşılığı olarak belirlenen tutardan fazla ödeme yapılması, mal alınmadan, iş veya hizmet yaptırılmadan ödeme yapılması, transfer niteliğindeki giderlerde, fazla veya yersiz ödemede bulunulması, iş, mal veya hizmetin rayiç bedelinden daha yüksek fiyatla alınması veya yaptırılması, idare gelirlerinin tarh, tahakkuk veya tahsil işlemlerinin mevzuata uygun bir şekilde yapılmaması, mevzuatında öngörülmediği halde ödeme yapılması esas alınır.

Kontrol, denetim, inceleme, kesin hükme bağlama veya yargılama sonucunda belirlenen kamu zararı, zararın oluştuğu tarihten itibaren ilgili mevzuatına göre hesaplanacak faiziyle birlikte ilgililerden tahsil edilir.

Alınmamış para, mal ve değerleri alınmış; sağlanmamış hizmetler sağlanmış; yapılmamış inşaat, onarım ve üretimi yapılmış veya bitmiş gibi gösteren gerçek dışı belge düzenlemek suretiyle kamu kaynağında bir artışa engel veya bir eksilmeye neden olanlar ile bu gibi kanıtlayıcı belgeleri bilerek düzenlemiş, imzalamış veya onaylamış bulunanlar hakkında Türk Ceza Kanunu veya diğer kanunların bu fiillere ilişkin hükümleri uygulanır.

Ayrıca, bu fiilleri işleyenlere her türlü aylık, ödenek, zam, tazminat dahil yapılan bir aylık net ödemelerin iki katı tutarına kadar para cezası verilir.

Kamu zararının, bu zarara neden olan kamu görevlisinden veya diğer gerçek ve tüzel kişilerden tahsiline ilişkin usûl ve esaslar, Maliye Bakanlığı‘nın teklifi üzerine Bakanlar Kurulu tarafından çıkarılıp 16 Ekim 2006 tarih, 26324 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan Kamu Zararlarının Tahsiline İlişkin Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmelikle düzenlenir.

Hem belediye hem de şirket yöneticisi olup şirketlerin sağladığı kolaylıklardan yararlanıp kolayına suç işleyenler…

Kamu zararı kavramı söz konusu kanun ve yönetmelikle ayrıntılı olarak düzenlenmekle birlikte; burada sözü edilen kamu zararının ortaya çıkması için zarara uğrayan kurumun genel yönetim kapsamındaki kamu kurumu (Uluslararası sınıflandırmalara göre belirlenmiş olan, merkezî yönetim kapsamındaki kamu idareleri, sosyal güvenlik kurumları ve mahallî idareler) olması, zarara uğratanın da kamu görevlisi olması gerekir. Bu anlamda bir kamu kurumu bir kamu görevlisi tarafından zarara uğratılmadığı sürece kamu zararından söz edilmesi mümkün değildir. Bu anlamda bir şirketin bir şirket görevlisi tarafından zarara uğratılması durumunda ortaya çıkan zarar, kamu zararı olmayıp şirket zararı olarak kabul edildiği için bunun kamu zararı olarak nitelenmesi mümkün değildir.

Bilindiği üzere kamu hukukunun bir kavramı olarak kabul gören kamu zararına neden olmak yine kamu hukuku içinde özel cezalandırma hükümlerine tabi olup kamu görevlilerine kamu zararına neden oldukları için verilen cezalar, Türk Ticaret Kanunu kapsamında kurulup faaliyet gösteren şirketlerde zarara neden olanlara verilen ceza ya da uygulamalara göre daha az, daha hafiftir. Çünkü kar ya da zarar etmek bir şirket için beklenen, olası bir şey olmakla birlikte kamu zararı kamu kuruluşları için beklenmeyen, istenmeyen; o nedenle de, bedeli ağır cezalarla ödetilen bir kamu suçudur.

O nedenle gerek İZBETON davasında, gerekse önümüzdeki günlerde mahkemeye intikal edeceği anlaşılan İZTARIM ve İZDOĞA soruşturmalarında sözü edilen kamu zararı kavramının pek de önemli ve etkili olmayacağını ifade etmek isterim. Çünkü kapitalizmin temel kurallarına göre her şirket kar ya da zarar etmek üzere kurulur ve bu durum şirketlerin “fıtratında“; yani işin doğasında, gereğinde olan ve önceden bilinip kabullenilen bir sonuçtur.

Bu çerçevede benim bugün üzerinde durmak isteğim konu ise, belediye meclislerinin belirlediği sermaye ile kurulan ve her sermaye artışında yeni bir meclis kararına gerek duyan belediye şirketlerinde meclis kararıyla belediye kasasından çıkan kamu kaynağının şirkete aktarılması durumunda anında kamu kaynağı olmaktan çıkarak şirket sermayesine dönüşmesi; böylelikle, belediye hizmetlerinin özelleştirilmesini sağlayan her şirketin kuruluşunda ya da sermaye artışında belediyeye ait kamu kaynaklarının zarar edeceği önceden bilinen ve bu nedenle zararın normal karşılandığı şirketlere transfer edilerek çarçur edilmesi, kamu kaynağının bilerek ve isteyerek; daha doğrusu kasten, önceden planlayıp, bilerek ve isteyerek kamu zararına dönüşmesi ile ilgilidir.

Ama ne hikmetse CHP, Cumhuriyet Dönemi‘nin kazanımları olarak nitelediği yüzlerce Sümerbank, Etibank ve çimento fabrikasının TMSF eliyle özelleştirilmesine karşı çıkmakla birlikte; ülke nüfusunun % 93,3’ünün yaşadığı belediye sınırları içindeki belediyelere ait mal ve hizmetlerin belediye şirketleri eliyle özelleştirilmesini teşvik etmekte; böylelikle, belediyelerin elindeki kamu kaynaklarının hızla şirketler eliyle kamu kaynağı olmaktan çıkmasını ve bu şirketlerde ortaya çıkan zararların da “kamu zararı” olarak kabul edilmemesini özendirmektedir.

Şirket malzemelerini alıp gidenler ve o malzemelerin peşine düşmeyenler…

O nedenle İZBETON, İZDOĞA ve İZTARIM gibi şirketlerdeki kamu zararları ve İZTARIM‘da gördüğümüz gibi içlerinde akıllı telefonların, notebook bilgisayarların, tabletlerin, telsiz telefonların ve yazıcıların bulunduğu (alındıkları tarihteki fiyatlara göre) 152.757 liralık elektronik eşyayı rahatlıkla alıp götürerek yaptıkları danışıklı döğüş niteliğindeki hırsızlıklar, muhtemeldir ki, konuyu ele alan mahkemeler tarafından kamu zararı olmak yerine şirket zararı olarak niteleneceği için adı geçen birçok şirket yetkilisi beraat edecek ve eskiden olduğu gibi “sürdürülebilir yolsuzluğun” aklanmış siyasileri ve bürokratları olarak aramızda dolaşmaya başlayacaktır. (2)

İşte o anlamda, bir kez daha ifade edelim ki Kapitalizmin kutsal mabedi şirketlerin, kendilerine tanınan ayrıcalıklar nedeniyle adı ne olursa olsun kendilerine “devrimci“, “solcu“, “halkçı“, “sosyal demokrat” diyen CHP kadroları, şirketler hukukunun kendilerini koruyup kolladığını bilerek ve “Yaşasın Kapitalizm, Yaşasın Şirketler!” diyerek Kapitalizmin yeni ufkunda doğru yol almaya başlayacaktır.

Ufak; ama önemli bir hatırlatma: Bunca Sayıştay denetim raporu ve savcılıkça uygulanan gözaltı ve tutuklamalar arasında hiç kimsenin aklına gelmeyen bir konu: İZBETON, İZTARIM ve İZDOĞA‘nın bu tür yolsuzluklar yapmaması, şirket zararlarına neden olmaması amacıyla bu yıllarda bu şirketleri yeminli mali müşavir olarak kimler ya da hangi kurumlar denetliyor ve hangi raporları veriyordu acaba? Bence yerel basının bu konuyu da merak edip araştırması gerekiyor…

(1) https://a3haber.com/2025/11/08/izmir-buyuksehirin-dipsiz-kuyusu-iztarim/

(2) İZTARIM Eğitim Kurumları Danışmanlık Tarımsal Üretim Gıda Marketçilik Satış Pazarlama Sanayi ve Ticaret Anonim Şirketi 22024 Yılı Sayıştay Denetim Raporu, https://www.sayistay.gov.tr/reports/download/18Qr1ymgjk-iztarim-egitim-kurumlari-danismanlik-tarimsal-uretim-gida-marketcilik-satis-paza

Yararlanılan kaynaklar

Aksoy, M., Kızılkaya, E., Kamu Zararı ve Sorumluluk, Türkiye Belediyeler Birliği yayını, 2. Baskı, Ekim 2021, Ankara, https://www.tbb.gov.tr/sites/default/files/online/kitaplar/kamu_zarari_ve_sorumluluk_2_baski/index.html

Karadurak, İ., Genç, G., Kamu Zararı ve Kamu Personelinin Mali Sorumluluğu, Tarım ve Orman Bakanlığı Yayını,

Küçük, H., “Türkiye’de Belediye Şirketlerinin Denetimi Üzerine Bir Değerlendirme“, Journal of International Management, Educational and Economics Perspectives 3(1) (2015) 39–52, https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/368440

Kemeraltı’nın çözümlenmeyi bekleyen güncel sorunları…

Ali Rıza Avcan

Geçen hafta kaleme aldığım son yazımda, İzmir‘in tarihi kent merkezindeki Kemeraltı bölgesi ve çarşısının son yıllarda eriyip eski gücünü kaybettiği süreçte, Kemeraltı adına yapılan akademik, resmi, özel ve sivil araştırma ve yayınların yetersizliğini ortaya koyup; bugünkü yazımda bu olumsuz süreç içinde tanık olduğum somut örneklerden söz edeceğimi belirtmiştim.

Yine aynı yazıda, Kemeraltı bölgesiyle ilgili bilgileri derleyen yeterli ve güncel bir envanterin bulunmadığını, bölgedeki mülkiyet dağılımını ortaya koyan, tarihi yapılarla ticari faaliyetteki işyerlerinin ve bu işyerlerinde çalışanların, bu işyerlerine ait mali, ekonomik ve ticari bilgilerin, envantere konu olan konularla ilgili ihtiyaç ve sorunların bugüne kadar derlenip toparlanmadığını ve bu nedenle de bölgedeki değişimi ortaya koyacak gelişmelerin izlenmediğini ve Kemeraltı ile ilgili her işte, her yatırımda bu bilgilerden yararlanılmadığını anlatmaya çalışmıştım.

Envanteri olmayan bir UNESCO alanı: Kemeraltı…

O nedenle, aynı zamanda UNESCO alanı içinde kalan Kemeraltı bölgesi ve çarşısı ile ilgili en önemli sorunun mülkiyet altyapısını, işyeri ve konutlar itibariyle yapı özellikleriyle elektrik, su, doğalgaz ve internet bağlantılarını, işyerleri ile ilgili yönetsel ve insan kaynakları ile ilgili bilgilerle meslek odalarıyla vergi dairelerine bildirilen mali ve finansal bilgileri; kısacası, bu tarihi mekanla ilgili tüm fiziksel ve sözel bilgileri kapsayan bilimsel, bütünsel ve devamlı güncellenen envanterinin ve bunun doğal bir sonucu olarak kent bilgi sisteminin mevcut olmayışı; daha doğrusu, bu bölge konusunda görevli, yetkili ve sorumlu kamu otoritelerinin bölgeyi ve çarşıyı yeterince bilmeyişi nedeniyle bir sorunu çözmek için adeta karanlıkta yürünerek, bu nedenle defalarca yanlış yapılarak sonuca ulaşılmak istendiğini ifade edebilirim…

Kanunlara baktığınızda tapu kayıtlarının aleni; yani, açık olduğuna ilişkin hükümler görmekle birlikte uygulamada ortaya konulan birtakım kurallara göre kişisel ilginizin bulunmadığı taşınmazlarla ilgili tapu kayıtlarının bugününü ve geçmişini öğrenmeniz mümkün değildir… Mülkiyetini merak ettiğiniz taşınmaz kamu malı olsa bile ona ilişkin bilgiler sizden titizlikle, büyük bir itina ile kaçırılır… Çünkü bilinmeyenler aleminde yapılan mülk değişimleri sermaye açısından önemlidir ve o nedenle de gizli olmalıdır…

O nedenle, Kemeraltı bölgesinde ve çarşısında İzmir Vakıflar Bölge Müdürlüğü‘ne ait ya da başka kurum ve kişilere ait kaç adet, ne kadar büyüklük ve değerde taşınmaz bulunduğunu bilemezsiniz ve bu gizlilik nedeniyle bu taşınmazların satılması, kiralanması ya da özelleştirilmesi konusunda her türlü yolsuzluk dahil her şey yapılabilir… Çünkü mülkiyet hakkı, acele ya da acelesiz kamulaştırma haricinde kutsaldır…

Yıkılan İzmir Büyükşehir Belediye binası, Fotoğraf: Cem Altıparmak

Kemeraltı bölgesi ve çarşısı İzmir Valiliği ve İzmir Vakıflar Bölge Müdürlüğü‘yle Konak ve İzmir Büyükşehir belediyelerinin rahatlıkla at oynattığı bir alandır. Çünkü her biri ayrı ayrı çalışmayı sever, işbirliği yapmayı, birlikte çalışmayı hiçbir zaman düşünmez, zaman zaman bu huyları nedeniyle ters düşseler bile birbirlerine dokunmazlar, engellemezler… O nedenle eski Aram Hamparsum Hanı‘nın yerine İzmir Valiliği tarafından ruhsat alınmadan yapılan yeni İzmir İktisat Kongresi binasına her iki belediye de ses çıkarmayıp iş bittikten sonra Kemeraltı Koruma Amaçlı İmar Planı‘nı değiştirirler, aynı anda Konak ve İzmir Büyükşehir belediyelerine bağlı KUDEB birimleri aynı bölgede ayrı ayrı çalışır, daha doğrusu çalışmaz, birbirlerine haber verip birlikte çalışmadan envanter hazırlamaya kalkarlar… UNESCO Alan Yönetim Başkanlığı ise Pazaryeri mahallesindeki binasından bütün bunları uzaktan seyretmeyi sever…

Bu haliyle her bir kamu otoritesi görev, yetki ve sorumluluklarının birbiriyle çatıştığı bölge ve çarşı için kendince çalışıp ya da çalışmayarak bir şeyler yaptığı iddiasındadır; ama, bu karmaşa sonucunda ortaya çıkan Kemeraltı manzarasının içler acısı hali de ortadadır…

Kemeraltı esnafına ait araçların barındığı ruhsatsız kaçak otoparklar…

Bugün Kemeraltı‘ndaki birçok yapı ruhsatsızdır… Çünkü çağdaş mağazacılığın bir üstünlüğü olarak ön plana çıkan AVM‘lerdeki büyük mekanların benzerini yaratmak isteyen her esnaf, her işyeri küçük küçük bölümlerden oluşan eski dükkanları birleştirerek büyük mekanlar yaratmakta ve bunu yaptığında da mevcut imar mevzuatına göre hem imar hem de çalışma ruhsatı alması mümkün olmamaktadır…

Belediyeler bu durumda işyerine, yasal olmamakla birlikte bakanlık onayı ile geçerli hale getirilen “geçici ruhsat“ları daha fazla bir ücretle verip bu işyerlerine göz yumsa da bu sorunun kökünden çözümlenmesi mümkün olmamaktadır…

Bu durumu Tarihi Kemeraltı Esnaf Derneği‘nin genel koordinatörlüğü ve danışmanlığını yaptığım 2004-2007döneminde Kültür ve Turizm Bakanı olan Ertuğrul Günay‘a sunduğumuz bir raporla anlatıp Kemeraltı, Kapalıçarşı ve Bursa Ulu Çarşı gibi özel mekanlar için ayrı bir imar düzeninin hazırlanması önerisinde bulunmuş olsak da bu önerimiz geçen zaman içinde -ne yazık ki- hayata geçirilmemiştir.

Geçtiğimiz günlerde, zaman zaman gündeme getirilip daha sonra pazarlıklara konu edilip gündemden hızla düşen Mezarlıkbaşı‘ndaki katlı otoparkın yıkılması konusu yine gündeme getirilip tartışıldı ve yine hızlı bir şekilde toplumsal hafızadan çıktı gitti…

Evet, yapıldığı dönem itibariyle bir kent suçu olarak temelleri -40 metreye kadar indirilip altındaki bütün arkeolojik değerlerin kazınıp yok edildiği bu otopark yıkılmalıdır; ama, Kemeraltı‘ndaki park sorununu bütüncül bir yaklaşımla ele alıp çözebilmek için tarihi doku içindeki tescilli yapıların siyasi güçle donanmış otopark mafyası tarafından yıkılıp otopark yapılması, kamu otoritelerinin buna karşı çıkmaması sayesinde ortaya çıkan ruhsatsız onlarca otoparkı da bunun dışında bırakmamak, bu tür kaçak otoparklara Kemeraltı bölgesinde izin vermemek koşuluyla…

Ayrıca Havra sokağına bağlı 926 sokakta EGİAD tarafından bir kültür ve sanat merkezi olarak kullanılan Portekiz Sinagogu‘nun hemen yakındaki 11 kapı numaralı tarihi yapıdaki büyük katı atık toplama merkezi, hem olası bir yangında Kemeraltı için büyük bir tehlike oluşturmakta, hem de bu depoyu oradan kaldırmak yerine biriken atıkları alarak onlara yardımcı olduğunu gördüğümüz Konak Belediyesi temizlik kamyonları belediyenin Kemeraltı için tehlike oluşturan bu tehlikeli depoya göz yumduğunu göstermektedir.

Bu deponun Kemeraltı‘nın yangın güvenliği, çalışanlarının da oranın varlığından rahatsız olup fotoğrafını çeken insanlar için nasıl bir tehlike oluşturduğunu daha iyi anlamanız için, -aynen benim de başıma geldiği gibi- o kirli, tehlikeli ve pis deponun fotoğrafını çekip sokakta ilerlemeye başladığınızda sizi takip edip tehdit eden depo çalışanlarının varlığı ile daha iyi anlayabilir, Kemeraltı‘nın nasıl bir bela ile karşı karşıya olduğunu görebilirsiniz….

Bir dönem kaçak otoparkçıların lehine Konak Belediyesi’nin ısrarlı bir şekilde yıkmak istediği tarihi boyoz fırınının bulunduğu tarihi yapı…

Önce büyük tekstil firmalarının ve onların ünlü markalarının, Kemeraltı‘nın başlangıcı olarak kabul edilen Anafartalar Caddesi‘nin Valilik binası hizasından başlayıp Salepçioğlu Hanı‘na kadar uzanan kısmında bir mantar gibi bitip çoğalması, ardından koskoca Küçük Karaosmanoğlu Hanı‘nın otele dönüştürülmesi, Kaplan Mustafa Paşa Hanı‘nın yıkılarak yerine hiç bir şeyin yapılmaması, Kemeraltı‘na ziyaretçi çeken Konak Meydanı‘ndaki belediye hizmet binası ile il emniyet müdürlüğü binalarının yıkılıp yerlerine hiçbir şeyin yapılmaması ve en son ortaya çıkan etrafı diken tellerle çevrilerek kapatılan Salepçioğlu İşhanı, Kemeraltı‘nın ekonomik güç ve cazibesine indirilmiş önemli darbelerdir.

İstanbul‘da Kapalıçarşı, İzmir‘de Kemeraltı ve Bursa‘da Uluçarşı genellikle geleneksel ticaret içinde küçük esnafın bir araya gelip kendi içlerindeki iş kollarına göre kümelendiği küçük işletmelerden oluşur. Bu küçük işletmelerin değişik iş kollarına göre kümelenip bir araya gelmesi onların büyük işletmelere göre önde gelen bir üstünlüğü, bir avantajıdır.

Bu küçük işletmelerin arasında sermayesi büyük, şubesi ve çalışanı fazla markalaşmış işletmelerin girmesi ise küçük işletmeler arasındaki yatay hiyerarşiyi bozan, zaman içinde onları yutup yok eden bir gelişmenin başlangıcı olarak kabul edilebilir. Bu anlamda bugün DeFacto, Flo, Tudors, Lee Wrangler, Teknosa, Pierre Cardin ve Koton gibi büyük firma ve markaların Anafartalar Caddesi üzerinde arz-ı endam etmesi ucuzluğu ile tanınıp bilinen Kemeraltı çarşısının temel özelliğini bozup küçük işletmeleri yutup yok eden bir gelişme olarak kabul edilmelidir.

Başkanlar değişmesine rağmen her yağmur sonrasında karşımıza çıkan aynı manzara…

Tunç Soyer döneminde adeta Kemeraltı Esnaf Derneği başkanı Semih Girgin ile yönetim kurulu üyesi ve Konak mahallesi muhtarı Tamer Yıldırım‘ın gözetiminde yapılan altyapı çalışmalarının önümüzdeki 50 yılda Kemeraltı‘nı kurtaracağı söylenmekle birlikte; hesapsız kitapsız bir şekilde kalitesiz malzeme ve işçilikle yapılan bu çalışmaların ne ölçüde kötü olduğu her yağmurlu havada su basan işyeri manzaralarıyla yeniden ve yeniden kanıtlanmakta, Kemeraltı bölgesi ve çarşısındaki içme suyu, kanalizasyon, doğalgaz, elektrik, atık su ve yağmur suyu sistemlerinin ne ölçüde yetersiz olduğunu defalarca göstermektedir.

İzmir Büyükşehir Belediyesi eski başkanı Tunç Soyer, 2019 seçimleri öncesinde İzmir Emek ve Demokrasi Güçleri‘nin İzmir Mimarlık Merkezi‘nde yaptığı bir toplantıda TARKEM‘in Kemeraltı çarşısındaki esnafların katılımı ile bir kooperatife dönüştürüleceği sözünü vermekle birlikte yönetim döneminde bu sözünü tutmayıp TARKEM A.Ş.‘nin yönetim kurulu başkanlığını üstlenmiştir.

Kemeraltı, Basmane ve Kadifekale bölgelerinin soylulaştırılmasını amaçlayan İzmir-Tarih, İzmirlilerin Tarihle İlişkisini Geliştirme Projesi ve bu proje doğrultusunda oluşturulan TARKEM A.Ş. isimli şirketin ortakları arasında sadece üç Kemeraltı esnafı bulunmakta olup; bu ortaklardan yönetim kurulu üyesi yapılan Kemeraltı Esnaf Derneği başkanı Semih Girgin‘e Kemeraltı esnafı ile ilgilenip oyalaması görevi verilmiş, İzmir Büyükşehir ve Konak belediyeleriyle İzmir Valiliği ve TARKEM A.Ş.‘nin hiçbir karar ve uygulamasında Kemeraltı esnafının görüş, düşünce, öneri ve eleştirileri sorulmamış, esnaf açık bir şekilde yok sayılmıştır…

2017-2018 yıllarında uygulamaya konulan Kemeraltı Yayalaştırma Projesi, sonrasında hazırlanıp uygulanmayan Kemeraltı Lojistik Planı nedeniyle yetersiz kalmakta, yaya bölgesi dışında kalan alanlardaki yoğun araç parklanması ulaşımı önemli ölçüde aksatmaktadır…

Yıkılan ve yıkanların cezalandırılmadığı Şadırvanaltı (Niflizade) Camii şadırvanı…

Tescilli ya da tescilsiz yapıların geçen zamana dayanamayıp ya da bilinçli bir şekilde yıkılması, tescilli şadırvanların esnaf tarafından yıkılıp cezalandırılmaması, özellikle İzmir Vakıflar Müdürlüğü‘nün yaptığı yanlış cami restorasyonları, zamanında yapılmayan restorasyonlar nedeniyle yıkılıp yok olan yapılar, tescilli tarihi binaların ön yüzlerinin satılan mallarla kapatılıp görünmez hale gelmesi, tarihi yapıların renovasyon adı altında kimlik değiştirmesi, inşaatlar sırasında ortaya çıkan tarihi, arkeolojik eserlerin inşaat sahiplerince yok edilmesi gibi nedenlerle Kemeraltı‘ndaki arkeolojik, tarihi ve kültürel değerler her geçen gün azalmakta, kalitesini kaybetmektedir. Kemeraltı Camii restorasyonlarındaki yanlışlar, Şadırvanaltı Camii olarak bilinen Niflizade Camii‘nin yanındaki şadırvanın dükkanı arkasında olan esnaflar tarafından bilinçli bir şekilde yıktırılması ve bu işi yapanların cezalandırılmaması bu durumun en somut örnekleridir.

İçinde bulunduğumuz ağır ekonomik kriz nedeniyle mali sorunlar yaşayan, kirasını, kredi faizlerini, vergilerini ve SGK primlerini ödeyemeyen esnafın bu kötü gidişine hiçbir belediye, meslek odasının ve sivil toplum örgütünün yardımcı olmaması; böylelikle, birçok köklü firmanın Kemeraltı‘ndan yok olması bölgeyi ve çarşıyı en fazla etkileyen nedenlerden biridir.

Uzunca bir süredir, özellikle de 2012 yılından bu yana İzmirli bir grup sermayedarın bölgeden aldıkları taşınmazlar üzerinden rant elde edebilmek amacıyla ya bireysel düzeyde ya da bir araya gelip bölgenin soylulaşması için girişimlerde bulunduğuna, bunun en son örneğinin ise şu günlerde gelişme ivmesi aşağıya doğru inen TARKEM A.Ş. olduğunu görürüz. Bu kesimlerin ya da şahısların gözünde bu bölge ve bu bölgede bulunan her taşınmaz arkeolojik, tarihi ve kültürel değer bir kültürel miras olmaktan çok alınıp satılacak bir meta, zaman içinde değer kazanacak bir yatırım aracıdır.

Esnafın ranta dayalı ekonominin etkisiyle, ayrıca her zaman içinde taşıdığı sınıf atlama gayretiyle kendini esnaf olarak görmekten vazgeçerek bir girişimci ya da yatırımcı olduğunu iddia etmesi çarşıdaki esnaf kültürünü hırpalayıp zayıflatan en önemli unsurlardan biridir.

Kemeraltı bölgesinde; özellikle Kemeraltı çarşısı esnafları arasındaki sivil toplum ilişkileri ve örgütleri oldukça zayıf ve etkisizdir. 2004 yılında kurulan Semih Girgin başkanlığındaki Kemeraltı Esnaf Derneği 2004-2007 dönemindeki güç ve etkinliğinden uzaktır. TARKEM A.Ş. kontrolündeki bu dernek bugünkü koşullar itibariyle Kemeraltı esnafını temsil etme iddiasındaysa da Kemeraltı bölgesi ile çarşısına ait bütün bu sorunları yönetmekten uzaktır. Geriye kalan Kemeraltı Hayat Platformu ve Salepçioğlu Çarşısı direnişi için kurulan Salepçioğlu Çarşı Esnaf Koruma Derneği ise Kemeraltı‘nın ihtiyaç ve sorunlarını alıp yönetme konusunda yeterli bir örgüt gücüne sahip değildir.

“Ecdad yadigarı” olarak anlatılan hayır kurumu vakıf binasına dikenli tel çekmek…

Peki o halde, Kemeraltı‘nın kurtarılması, başka bir deyimle yeniden, -tabii ki bu arada ortaya çıkan yeni gelişme ve değişimleri de dikkate almak suretiyle- gün geçtikçe bütün bir kenti sarıp işgal eden AVM‘lere karşı eski günlerindeki yerine ve önemine kavuşması için neler yapılması gerekmekte, hangi projeler uygulamaya konulmalıdır?

Yaptığımız tespit, analiz, değerlendirmeler sonucunda ilk elden ortaya çıkan önerileri şu şekilde özetleyebilirim:

1. Kemeraltı bölgesi ve çarşısı ile ilgili konularda görevli, yetkili ve sorumlu olan İzmir Valiliği ile İzmir Büyükşehir ve Konak belediyelerinin, belediyelerin ortak olduğu şirketlerin; ayrıca, UNESCO Alan Başkanlığı ile bölge halkının ve esnafların örgütlü olduğu meslek odalarıyla sivil toplum örgütlerinin ayrı ayrı çalışıp birbiriyle ilgisi olan ya da olmayan işleri yapmak yerine, bu resmi, özel ve sivil kurum ve kuruluşlarla bölgede ve İzmir‘de yaşayan ya da çalışan yurttaşların katılımı ile oluşacak ve bütün bu paydaşların birlikte çalışıp üreteceği projeler çerçevesinde ortak çalışmasını sağlayacak bağımsız bir Kemeraltı Meclisi‘nin oluşturulması,

2. Kemeraltı Meclisi tarafından yapılacak ya da yaptırılacak Kemeraltı bölgesi ve çarşısı ile ilgili tüm bilimsel araştırmaların, bölge halkı, esnaflar ve esnaf örgütleri ile buradan yararlanan İzmirliler tarafından dile getirilen talep, düşünce, öneri, şikayet ve mevcut sorunlar dikkate alınarak disiplinlerarası bir anlayışla gerçekleştirilmesi ve bu araştırmaların ücretsiz olarak yayınlanması,

3. Kemeraltı bölgesi ve çarşısına ait ticari ve kültürel envanterin, bilimsel araştırmalar çerçevesinde düzenlenerek çağdaş bir kent bilgi sistemi içinde güncelliğinin sağlanması,

4. Kemeraltı bölgesindeki kentsel rantı özel ortakların menfaatleri çerçevesinde yönetip bölgenin soylulaşması için kurulan TARKEM A.Ş., şirketteki özel şahıslara ait hisselerin İzmir Büyükşehir ve Konak belediyelerince alınıp esnaflara devredilmesi suretiyle bu bölgedeki hizmetlerin kamu yararı doğrultusunda yürütülmesi,

5. Kemeraltı bölgesinin, dolayısıyla Kemeraltı çarşısının mevcut imar mevzuatı dışında kendine özgü yapılaşma ve imar kuralları olan özel bir bölge olarak düzenlenmesi ve bu bölge/çarşıda bu özel kuralların uygulanması, arkeolojik, tarihi ve kültürel açıdan tescillenmesi gereken tüm somut ve somut olmayan kültürel mirasının tescillenmesi, kamuoyunun tescillenen kültürel miras konusunda bilgilendirilmesi, tescilli yapıların yapı üzerine yerleştirilecek bir plaka ile tanıtılması, bu çerçevede tescilli ya da tescilsiz tarihi yapıların o bölgedeki esnaflara zimmetlenmesini öngören bir sistemin geliştirilmesi,

6. Bölge ve çarşıda yaşayan ya da çalışan tüm canlıların yaşam kalitesini geliştirip zenginleştirmek için yasalarla verilmiş yetkiler çerçevesinde altyapı, sağlık, emniyet ve esenlikle ilgili görevlerin/yatırımların/hizmetlerin eksiksiz yerine getirilmesi; bu çerçevede, tüm kaçak otoparkların kaldırılması, kaçak, ruhsatsız yapılaşmaya izin verilmemesi, yapılanların cezalandırılıp yıkılması, İzmir Büyükşehir ve Konak belediyelerine bağlı KUDEB birimlerinin yasa ile belirlenmiş görev, yetki ve sorumlulukları çerçevesinde etkin bir şekilde çalıştırılması, Kemeraltı‘nın geceleri aydınlatılarak güvenli bir yere dönüştürülmesi, güvenliğin gece ve gündüz eksiksiz olarak sağlanması, tüm işyerlerine ve yapılara iskan ve çalışma ruhsatlarının verilmesi,

7. Kemeraltı esnafının zor günlerinde ona yardımcı olmak üzere esnaflarla birlikte belediyelerin ve şirketlerinin de katıldığı dayanışma sandıkları ve kooperatifleri kurulması, TARKEM A.Ş. tarafından kurulan Tarihi Kemeraltı Gayrimenkul Yatırım Fonu‘nun esnafa kredi verip destek olan bir banka dışı finans kuruluşuna dönüştürülmesi; ayrıca, belediye ve şirketlerinin tüm mal ve hizmet alımlarında Kemeraltı esnafına öncelik vermesi,

7. Yeni açılacak işyerlerinin belirli bir düzen, bağlantı ve gereksinimler çerçevesinde hangi cadde, sokak ve adreste açılacağını belirlemek amacıyla esnafların üye olduğu meslek odaları ve esnaf dernekleri tarafından bir Kemeraltı Yerleşim Planı‘nın hazırlanıp uygulanması; ayrıca, bölge ve çarşı içindeki mal dağıtım ağı ile ilgili lojistiğin ilke ve uygulamalarını belirleyen bir lojistik planının hazırlanarak uygulanması,

Bu yazının kaleme alındığı hafta sonu günlerinde, İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Cemil Tugay‘ın kendisine bağlı olup Kemeraltı, Basmane ve Kadifekale bölgelerinde görevli, yetkili ve sorumlu Kent Tarihi ve Tanıtımı Daire Başkanlığı‘nın son 1,5 yıldır yürüttüğü çalışmaları yetersiz bulduğu için belediyedeki tüm daire başkanlarıyla TARKEM yönetim kurulu üyelerini, UNESCO alan başkanını ve Kemeraltı Esnaf Derneği başkanını bir araya getirerek; ancak, toplantıya kendisine bağlı olmayan UNESCO alan başkanı ile Kemeraltı Esnaf Derneği başkanı gibi başka resmi ve sivil kurumların yöneticilerini davet ederek yaptığı toplantıya aynı bölgede aynı konularda faaliyet gösteren Konak Belediyesi yetkililerini; ayrıca, toplantının temel tartışma konularından birini oluşturan İzmir Tarih Projesi‘nin müellifi olup halen İzmir Büyükşehir Belediyesi‘ne bağlı İzmir Akdeniz Akademisi Onursal Başkanı ve Akademi Kurulu üyesi olan Prof. Dr. İlhan Tekeli ile söz konusu bölgede son 13-14 yılında -iyisiyle kötüsüyle- üstün bir enerji ile çalışıp emek veren ve bu nedenle o toplantıya katılanlardan daha fazla bilgi, birikim ve deneyime sahip TARKEM A.Ş. eski genel müdürü Sergenç İneler‘i sahip oldukları bilgi, birikim ve deneyimi paylaşması için nezaketen davet etmediği toplantıda,

İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin Kemeraltı‘nda yaptığı çalışmalarla Prof. Dr. İlhan Tekeli‘nin hazırladığı İzmir Tarih Projesi ile onun bir sonucu olarak kurulan TARKEM A.Ş.‘ni masaya yatırarak yeni bir çalışma düzeni oluşturmaya çalıştığını öğrendiğim için (1); onlardan habersiz bir şekilde iki haftadır yazıp özetlemeye çalıştığım bu önerilerin söz konusu toplantıya katılan tüm belediye yöneticileri tarafından dikkate alınarak onlara yeni bir yol, yeni bir ufuk açmasını, bunu sağlamak amacıyla “her şeyi en iyi ben bilir, ben uygularım” anlayışından vazgeçerek diğer kurum ve kuruluşların yanı sıra bölgede yaşayan ya da çalışan esnaflar başta olmak üzere tüm İzmirlilerle birlikte, onların katkılarını alarak çalışmayı kabullenmelerini ve suya yazı yazdıkları için çöpe atılan plan, programlar yerine somut işler yapmalarını ve yaptıkları iş konusunda bilgi, birikim ve deneyim sahibi olmayan başarısız yöneticilerin tez elden değiştirilmesini diliyorum.

Çünkü başka bir Kemeraltı, başka bir İzmir yok!

(1) “Başkan Tugay: Kemeraltı yakın gelecekte herkes için çekici bir yer olacak“, https://www.izmir.bel.tr/tr/Haberler/baskan-tugay-kemeralti-yakin-gelecekte-herkes-icin-cekici-bir-yer-olacak/57162/156

Kemeraltı her geçen gün eriyip yok oluyor; farkında mısınız?

Ali Rıza Avcan

Bugünkü ve gelecek haftaki yazılarımın konusu, son yıllarda gittikçe zayıflayıp küçülen, o eski önemini hızla yitiren İzmir‘in tarihi kent merkezindeki Kemeraltı ve bu bölgede bulunan arkeolojik, tarihi ve kültürel değerler, iflasla ya da işyerini kapatmakla karşı karşıya kalan çarşı esnafının kötüleşen durumu ve Kemeraltı‘nın İzmir ekonomisi içindeki yeri, önemi ya da yok olmasına doğru giden süreçle ilgili olacak…

Herkesin kendi Kemeraltısı…

Bugünkü ilk yazımda akademinin; yani, üniversitelerde öğrencilere ders verenlerle İzmir Büyükşehir ve Konak belediyelerinin ve son yıllarda bölgenin UNESCO sürecini yürüten, daha doğrusu yürütemeyen İzmir Tarihi Liman Kenti Alan Başkanlığı ile bir soylulaştırma şirketi olan TARKEM‘in bu konuda ne yaptığına ya da yapamadığına bakıp çözüme yönelik değerlendirmeler yapmaya çalışacağım.

Böylelikle, dünyanın en büyük AVM‘si olduğu söylenen Kemeraltı Çarşısı‘nı kurtarma misyonu ile yola çıktığını söyleyen akademinin, belediyelerin, Kültür ve Turizm Bakanlığı‘nın, meslek örgütleriyle sivil toplum kuruluşlarının neler yaptığına bakıp bu kurum ve kuruluşların gerçekten Kemeraltı ile ilgilenip ilgilenmediklerini, yaptıkları çalışmaların yeterli ve etkili olup olmadığını, kamuya ait bu görevin yeterince yerine getirilip getirilmediğini inceleyip tartışmaya çalışacağım.

Haftaya yazacağım ikinci yazıda ise son yıllarda ortaya çıkan olumsuzlukları tek tek sayarak hem bu kurum ve kuruluşların, hem de bölgede binlerce üyesi olmakla birlikte kılını kıpırdatmayan İzmir Esnaf ve Sanatkarlar Odaları Birliği (İESOB) ile üye sayısı ve etkisi gün geçtikçe azalan Kemeraltı Esnaf Derneği ve Kemeraltı‘nı pek sevdiğini söyleyip zerre faydası olmayan her yıl bir yerlerde Kemeraltı Çalıştayı adıyla toplaşan bir grup insanın, esnafa dokunmayan ve Kemeraltı‘nın değerlerine değer katmayan gevezeliklerinden söz edip yıllardır dile getirdiğim önerileri tekrarlamaya çalışacağım.

Kemeraltı… Fotoğraf: Eddie Gidner

İlk adımda, anti-demokratik YÖK üniversitelerinde değişik unvanlarla çalışan akademisyenlerin 2005-2024 döneminde Kemeraltı konusunda ne yapıp, ne yazdıklarına bakmaya çalışacağım…

Tabii ki, bu akademik kadronun yaptıkları bu çalışmalarda esnafın ve Kemeraltı‘nda yaşayanların, Kemeraltı konusunda çalışıp araştırmalar yapan gönüllülerle halkın görüşüne başvurup katkılarını alarak bilimsel analizler yaptığı; akılcı, işe yarayan ve uygulanabilir çözümler bulduğu düşünce ve umuduyla…

İşte bu çerçevede size, Kemeraltı ile ilgili olup değişik tarihlerde İzmir Ekonomi ve İzmir Katip Çelebi üniversiteleriyle İzmir Ticaret Odası ve İzmir Büyükşehir Belediyesi Ahmet Piriştina Kent Arşivi ve Müzesi (APİKAM) adına akademisyenler tarafından yapılan altı araştırma ya da yayından söz edeceğim:

2005 yılında İzmir Ekonomi Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Alev Katrinli başkanlığındaki bir ekip tarafından kaleme alınan “Tüketicilerin İzmir’deki Alışveriş Merkezlerini Değerlendirmesi ile İlgili Önem-Performans Analizi” başlıklı çalışma, Kemeraltı Çarşısı ile İzmir‘deki diğer çarşı ve alışveriş merkezlerinin (Karşıyaka, Bornova, Mithatpaşa, Hatay, Alsancak ve Kıbrıs Şehitleri çarşısıyla EGS Bornova, EGS Karşıyaka, Kipa Çiğli, Kipa Balçova, Carrefour, Agora, Palmiye ve Özdilek), tüketici tercihleri itibariyle mukayesesinin yapılıp her birinin güçlü ve zayıf yönlerinin belirlenmesine yönelik bir araştırmadır. 604 ve 412 kişilik iki ayrı örneklem üzerinden yapılan anket çalışması sonucunda tüketicinin çarşı ve alışveriş merkezlerini tercih ederken nelere dikkat ettiği ortaya konularak, Kemeraltı Çarşısı‘nın bu tercihler itibariyle güçlü ve zayıf olduğu noktalar belirlenmiş ve zayıf olup tehdit oluşturan konularla ilgili stratejik öneriler geliştirilmiştir. (1)

Fotoğraf: Erol Şaşmaz

Prof. Dr. Melek Göregenli tarafından hazırlanıp 2009 yılının ocak ayında yayınlanan ikinci araştırma ise “Kemeraltı” kitabıdır. Kitabı İzmir Ticaret Odası adına hazırlayan proje ekibinin içinde Ahmet Büke, Fikret Yılmaz ve Hitay Baran gibi konuyla yakın ilgisi olan değerli araştırmacı ve bilim insanları bulunmakla birlikte kitap Melek Göregenli‘nin hazırladığı kitap olarak bilinmektedir.

Kitabın giriş yazısında, o tarihlerde oda başkanı olan Ekrem Demirtaş, “Kemeraltı Envanteri” adıyla yapılan çalışma kapsamında Kemeraltı‘nda ofis, işyeri, mağaza, depo vb. adıyla anılan 12.432 yapı birimine ulaşılıp 9.300 kişiyle yüz yüze anket yapıldığını belirtmekle birlikte; hiçbir envanter çalışmasında anket adı verilen araştırma yönteminin kullanılmadığını bildiğimiz için, temel konusu ticaret olan bir meslek odası tarafından yaptırılan bu çalışmanın sonucunda da -ne yazık ki- ortaya ticari bir envanterin çıkmadığını ve bu sonuca göre ekonomik çıkarımlarda bulunulmasının mümkün olmadığını görürüz. Çünkü 208 sayfalık ciltli ve büyük kitapta, tek bir işyerinin bile tarihsel geçmişi, tapu ve imar bilgileri, ticari faaliyet konusu, mali durumu, cirosu, çalıştırdığı işçi sayısı, sahibinin ya da kiracısının kim olduğu, Kemeraltı‘nda kaç adet vakıf yapısı ve kiracısı olduğu, esnafın kaçının İzmir Ticaret Odası (İZTO)‘na, kaçının İzmir Esnaf ve Sanatkarları Odaları Birliği (İESOB)‘ne üye olduğu, işyerlerinin sermaye büyüklüğü, çalışan sayısı, banka ve kredi kullanımı açısından dağılımı gibi bir envanterde bulunması gereken temel envanter bilgileri -ne yazık ki- yer almamaktadır… (2)

Kemeraltı’yı disiplinlerarası bir yaklaşımla bir bütün olarak görmek, görebilmek…

Yaşar Üniversitesi öğretim üyesi Doç. Dr. Mehmet Ufuk Tutan ile Ege Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Burak Çapraz‘ın 2014 yılında İzmir Büyükşehir Belediyesi Kent Kitaplığı‘ndan çıkan “Kemeraltı Çarşısı, Esnaf Arası Bağımlılık İlişkileri ve Ekonomik Analizi” isimli kitabına konu olan araştırma ise 8 ayrı grupla yapılan odak grup çalışmasına dayanmakla birlikte ölçek güvenirliği için yapılan ön test örneklemleriyle bu araştırma tasarımına konu örneklemin her bir odak grup itibariyle dağılımının ne olduğu belirtilmediği ve bu grup çalışmalarına katılanlara hangi soruların sorulduğunu gösteren soru formu paylaşılmadığı için bu araştırmanın geçerli ve güvenilir olup olmadığı belirlenememiştir.

Yapılan çalışmada kullanılan örneklemin 18 ayrı işkolu içindeki dağılımı yapılıp işletmelerin çalıştırdıkları personel sayısına, işyerinin mülkiyetine, işyerlerinin açık oldukları süre içinde sırayla kaçıncı işi yaptığına, son işi ne kadar süreyle ettirdiğine ve hangi tarihte işe başladığına ilişkin dağılımlar verilmekle birlikte; daha derinlemesine yapılan incelemelerde esnaflar arasındaki ilişkilerde belirleyici olan tutum ve davranışlara ağırlık verildiği, Kemeraltı Çarşısı esnafının yaşadığı zorluklar konusunda ise kendilerinden kaynaklanmayan resmi, özel ve sivil kurumların dış kaynaklı olumlu ya da olumsuz karar ve uygulamalarının gündeme getirilmediği ve bunlara ilişkin çözüm önerilerinin tartışılmadığı görülmektedir. (3)

İzmir Tarihi Kemeraltı Çarşısı’nın İzmir kent kimliği içindeki yeri nedir?” sorusu ile başlayıp şu sıralarda İzmir Katip Çelebi Üniversitesi‘nde görevli olan Enes Yalçın tarafından yürütülen 2021 tarihli doktora çalışmasının 2024 yılında “Kent Kimliği, İzmir Tarihi Kemeraltı Çarşısı” adıyla yayınlanması sayesinde öğrenip edindiğim toplam 35 kişilik bu nitel araştırmanın, denekler arasındaki mevcut ilişki ve dengelerle konunun neresinde durdukları bilinmeden deneklerin her biriyle yüz yüze, telefonla, e-postayla ve çevrimiçi görüşmeyle gerçekleştirildiği anlaşılmaktadır.

Ancak araştırma ile ilgili kitabın son bölümünde de belirtildiği gibi, söz konusu inceleme Kemeraltı Çarşısı‘nı tüm boyutlarıyla ele alma iddiasında olmadığı, sadece çarşının özgün yapısıyla kent kimliğinin oluşumundaki etkisinin geliştirilerek korunmasına katkı vermeyi amaçladığı için bu çalışmanın da dışarıdan bir gözün içerdekilerle yaptığı görüşmelerde edindiği izlenimleri aktarmakla kaldığını, görüşülen deneklerin söylediklerini ekonomi, siyaset ve yönetim gibi değişik bilim ve disiplinler itibariyle irdeleyerek çözümler önermesinin mümkün olmadığı görülecektir. (4)

Tunç Soyer‘in belediye başkanlığı döneminde suyun başında olma fırsatından yararlanılıp hazırlanan ve 2024 yılı Ocak ayında yayınlanan “Yaşayan Kemeraltı Rehberi” ve “Kemeraltı”nın Yüzleri” isimli yayınlar ise toplam 22 akademisyenin yazdığı; hatta, ayrıcalıklı bazı akademisyenlerin yazdığı 3 ya da 4 makalenin yer aldığı, çoğu Kemeraltı‘na dair bugüne kadar dile getirilen bilgileri tekrarlayan toplam 30 makaleden oluşmakta… Ayrıca fiyatları bugün itibariyle 501,84 ve 225.- lira olan ve bu nedenle de herkesin alamayacağı kadar pahalı iki kitap…

Yaşayan Kemeraltı Rehberi” isimli kitabın 82 sayfadan oluşan son bölümünde Kemeraltı‘nda faaliyet gösteren firmaların isim, adres ve telefon numaralarına yer verildiği görülüyor… Tabii ki bugün itibariyle eskiyip güncelliğini yitiren, bu nedenle “yaşamayan” 2024 yılı verileriyle… (5, 6)

Şükrü Tül’ün deyimiyle “Koca Boşnak”… O da gidip yitenlerin arasında… Her ikisinin de anısına saygıyla…

Gelelim İzmir Büyükşehir ve Konak belediyeleriyle İzmir Esnaf ve Sanatkarlar Odaları Birliği (İESOB), TARKEM A.Ş. ve Kemeraltı Esnaf Derneği tarafından Kemeraltı‘nın yaşadığı sorunlarını ele alıp çözüm önerileri geliştirmek amacıyla yapılan ya da yaptırılan araştırmalara…

Baştan belirtmekte yarar var; 2000-2025 döneminde Konak Belediyesi, İzmir Esnaf ve Sanatkarlar Odaları Birliği (İESOB) ve Kemeraltı Esnaf Derneği tarafından Kemeraltı Çarşısı’nın sorunlarını belirleyip araştırmak, incelemek ve çözüm önerileri geliştirmek amacıyla yapılmış ya da yaptırılmış tek bir araştırma, tek bir inceleme, tek bir toplantı, tek bir yayın yok! Daha doğrusu onlar için böyle bir sorun yok!

İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin bu dönemde yaptığı ilk araştırma ise, Aziz Kocaoğlu‘nun danışmanlığını yapan Prof. Dr. İlhan Tekeli‘nin Kemeraltı, Basmane ve Kadifekale bölgelerinin bir grup İzmirli iş insanı, sermayedarın menfaatine soylulaştırılmasını hedefleyen ve bunu sağlamak amacıyla TARKEM A.Ş. isimli şirketin kurulmasını sağlayan İzmir Tarih, İzmirlilerin Tarihle İlişkisini Güçlendirme Projesi Raporu ve bu raporun ekleri olarak yayınlanan operasyon planlarından oluşuyor. (7,8, 9)

Kemeraltı’yı kendine ait değerleriyle bilmek ve hatırlamak… Fıçıcı Ahmet Usta…

Kemeraltı esnafı ve ekonomisiyle arkeolojik, tarihi ve kültürel mirası yerine buradaki gayrimenkullerin değerlendirilerek üst gelir gruplarındaki insanlara satılmasını ya da kiralanmasını, bu arada Kemeraltı esnafının örgütü olduğu düşünülen Kemeraltı Esnaf Derneği başkanının TARKEM A.Ş. yönetim kuruluna alınarak derneğin, dolayısıyla esnafların kontrol altına alınıp etkisizleştirilmesini hedefleyen, bu amaçla TARKEM isimli bir saadet zincirini kurmayı; hatta bu saadet zincirinin CHP‘nin kentsel dönüşüm modeli olaral kabul edilmesini hedefleyen böylesi bir proje ile bu projenin zehirli meyvesi olan TARKEM A.Ş.‘nin 2012-2024 döneminde Kemeraltı ve Basmane‘nin yağmalanması için ortaya koyduğu kötü performans, asıl derdin Kemeraltı Çarşısı, esnafları, sahip olduğu arkeolojik, tarihi ve kültürel mirası değil, Kemeraltı‘ndaki değerli gayrimenkuller olduğunu ortaya koymuş; ancak, Kemeraltı her zaman olduğu gibi böylesi bir kötülüğü alt edip yok etmesini bilmiş, bunun sonucunda TARKEM‘in yan şirketi ihalelerden yasaklanmış, 1 Milyar Dolar toplamak amacıyla kurduğu gayrimenkul yatırım fonu başarısızlıkla sonuçlanmış, kontrol altına almaya çalıştığı dernek başkanının hapse girmesi gündeme gelmiş ve TARKEM‘in büyük çabalarla oluşturulan itibar balonu bir daha canlanmamak üzere patlamıştır…

Bu arada, İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin Kemeraltı‘nın yayalaştırılması için Embarq isimli sivil toplum örgütüne yaptırdığı İzmir Tarih Sürdürülebilir Ulaşım Projesi ile bu projenin ayrılmaz bir parçası olarak hazırlatılan; ancak yayınlanmayan ve uygulanmayan Kemeraltı Lojistik Planı‘nı da unutmamak gerekir… (10)

Bir zamanlar Kemeraltı’ndaki herkesin, Kemeraltı’na gelen İzmirlilerin görüp tanıdığı o gür sesli Kemeraltı’nın Prensesi Yasemin’in iyi bir fotoğrafını, tüm aramalarıma rağmen bulamadım… O nedenle katıldığı bir ses yarışması ile ilgili Youtube videosundan alarak kullandığım bu resim için hem kendisinden, hem de sizlerden özür diliyorum… Keşke o zamanlar bir Kemeraltı sembolü olarak fotoğraflarını çekseymişim… https://www.youtube.com/watch?v=-8GgjtiPjGY

2022 yılında TARKEM A.Ş. tarafından İzmir Life yazarı ve marka danışmanı Günter Soydanbay‘a sipariş edilen Kemeraltı Algı Araştırması ise işin ucuzuna kaçılarak çevrimiçi yapıldığından ve bunun doğal bir sonucu olarak 1.004 katılımcıdan% 13’ü bu soruya İzmir dışından cevap verdiği için; ayrıca, söz konusu araştırma raporunda da belirtildiği gibi, araştırmanın güvenilirliği ve geçerliliği açısından üç önemli sistematik soruna (Türk toplumunun ortanca yaşı 33 olduğu halde bu oranın araştırma evreninde 49 olarak çıkması, ilçelerin toplam İzmir nüfusu içindeki oranı itibariyle katılımcıların Buca, Karabağlar, Bornova ve Bayraklı’da bu oranın altında, Konak ve Karşıyaka’da ise fazla çıkması, Türk vatandaşlarının lisans derecesine sahip olma ile ilgili oranı ortalama % 14 olmasına karşın, bu oranın söz konusu araştırmada % 77 çıkması) sahip olması nedeniyle İzmir kamuoyunu TARKEM A.Ş. lehine etkilemek amacıyla yapılan bu araştırma sonuçlarının da ciddiye alınmaması gerektiğini düşünüyorum. (11)

Çünkü TARKEM, bütün bu yazılıp çizilenlere rağmen gösterdiği kötü performans ve başarısızlıklarla Kemeraltı Platformu‘nun kurucusu sevgili dostum Cem Ceylan‘ın bir zamanlar gazeteci Gönül Soyoğul‘a bir kehanet gibi sorduğu “Ya TARKEM, KİPA olursa?” sorusunun cevabını oluşturacak şekilde yönetici ve şirketleriyle iflah olmayacak şekilde can çekişmeye çoktan başladı…

Sonuç niyetine…

Yine uzun bir yazının konusu yaptığım Kemeraltı için yapılmış tüm akademik, resmi ve sivil araştırmaları ile aldığımız bu yazının içeriğinden de anlaşılacağı üzere, bu çalışmaların hiçbiri Kemeraltı Çarşısı‘nın yaşadığı tüm sorunları tarihsel bağlamı içinde belirleyip irdelemek ve bu irdelemeler ışığında öneriler geliştirmek konusunda bütüncül bir bakış açısına sahip olmadığı için; ayrıca, bu tür çalışmalarda disiplinler arası yöntemi kullanmadığı için araştırma yapanların çoğu kendi meşrebince adeta gözleri bağlı vaziyette filin ayağında, kulağında, dişinde ve hatta kuyruğunda ayrı bir Kemeraltı bulup onunla yetinmiş gözüküyor…

Gelecek hafta, son yıllarda Kemeraltı‘nda ortaya çıkan olumsuz gelişmeleri ele alacağım yazıda buluşmak üzere…

(1) Katrinli, A., Topsever, Y., Atabay, G., Güney, G., Güneri, B., Kaya A.G., “Tüketicilerin İzmir’deki Alışveriş Merkezlerini Değerlendirmesi ile İlgili Önem-Performans Analizi.

(2) Göregenli, M. (Hazırlayan), Kemeraltı, İzmir Ticaret Odası Yayını, 2009, İzmir.

(3) Tutan, M. U., Çapraz, B., Kemeraltı Çarşısı, Esnaf Arası Bağımlılık İlişkileri ve Ekonomi Analizi, İzmir Büyükşehir Belediyesi Kent Kitaplığı, Şubat 2014, İzmir.

(4) Yalçın, E., Kent Kimliği, İzmir Tarihi Kemeraltı Çarşısı, Atlas Akademi Yayınları, Nisan 2022, Konya.

(5) Yaman, M., Başer, E. (Edit.), “Yaşayan Kemeraltı Rehberi”, İzmir Büyükşehir Belediyesi Yayınları, Şubat 2024, İzmir.

(6) Göregenl, M. (Hazırlayan), “Kemeraltı’nın Yüzleri”, İzmir Büyükşehir Belediyesi Yayınları, Şubat 2024, İzmir.

(7) Tekeli, İ., İzmirlilerin Tarihle İlişkisini Güçlendirme Projesi Raporu, İzmir Büyükşehir Belediyesi, Temmuz 2014, İzmir. https://www.academia.edu/31045473/%C4%B0zmir_Tarih_%C4%B0zmirlilerin_Tarih_%C4%B0le_%C4%B0li%C5%9Fkisini_G%C3%BC%C3%A7lendirme_Projesi

(8) Kutlu, G., İzmir Tarih İzmirlilerin Tarihle İlişkisini Güçlendirme Projesi Operasyon Planları 1, İzmir Büyükşehir Belediyesi, Şubat 2015, İzmir,

(9) Kutlu, G., İzmir Tarih İzmirlilerin Tarihle İlişkisini Güçlendirme Projesi Operasyon Planları 2, Agora, Kadifekale, Birinci ve İkinci Halka Konut Bölgeleri, İzmir Büyükşehir Belediyesi, Kasım 2015, İzmir,

https://www.izmeda.org/Upload_Files/FckFiles/file/Operasyon%20Planlari%202.pdf

(10) İzmir-Tarih Sürdürülebilir Ulaşım Projesi, İzmir Büyükşehir Belediyesi & WRI Türkiye/Embarq, https://wrisehirler.org/sites/default/files/IzmirSurdurulebilirUlasimProjesi_Final.pdf

(11) Kemeraltı Algı Araştırması, TARKEM A.Ş. & Soydanbay Marka Danışmanlığı, 2022, İzmir, https://drive.google.com/file/d/1Snmyt37u13SuZXXWkQn2zQXxfutq0gO3/view

(12) Soyoğul, G., “Ya TARKEM, KİPA Olursa?, Gerçek İzmir gazetesi, 23 Ekim 2019.

İzmir Kurtuluş Savaşı Müzesi’nin kurulması tarihi bir görevdir!

Ali Rıza Avcan

Adlarını aldığım büyük dedem Ali Çavuş ve onun oğlu dedem Rıza Çavuş‘la ilgili “Ali bin Rıza Çavuş: Saygıyla” başlığını taşıyan 29 Eylül 2025 tarihli yazımı okuyanlar;

Milli Savunma Bakanlığı‘na bağlı İstanbul Harbiye Askeri Müze ve Kültür Sitesi Komutanlığı‘nın, 1. Balkan Savaşı‘nın 5. gününe isabet eden 22 Ekim 1912 tarihinde Edirne yakınındaki Geçkinli‘de şehit olan dedem Ali oğlu Rıza Çavuş için düzenlediği 24 Eylül 2025 tarihli özel törende yanıma oturan Milli Savunma Bakanı Yardımcısı Musa Heybet‘den, bir şehit torunu olarak Ulusal Kurtuluş Savaşı‘nın başlayıp bittiği “Kurtuluş’un ve Kuruluş’un Kenti İzmir“de bir Kurtuluş Savaşı Müzesi açılması için talepte bulunduğumu ve bu talebimin hararetle kabul görerek çevresindeki komutanlara talimat verdiğini; ancak, söz konusu bakan yardımcısının siyasi bir mevkide bulunması nedeniyle bu talebin takip edilerek sonuca ulaşması konusunda özel olarak çalışmamız gereğini dile getirdiğimi bilirler… (1)

İstanbul Harbiye Askeri Müze ve Kültür Sitesi…

Konu ile ilgisi olanların yakından bildiği üzere, Ulusal Kurtuluş Savaşı‘nın bitiminden sonra Mustafa Kemal Atatürk‘ün talebi ile 1927’de İzmir Asar-ı Atika (Arkeoloji) Müzesi‘ne dönüştürülen Aya Vukolos Kilisesi‘nde bir araya getirilen savaşla ilgili askeri malzemeler bir süre sonra kurulan İzmir Belediye Müzesi‘ne devredilmiş ve bu müze de 1950 yılında kapatılarak koleksiyonundaki malzemeler İzmir‘deki diğer müzelere verilmiştir. (2)

Ayrıca İzmir Büyükşehir Belediyesi eski başkanı Tunç Soyer tarafından 9 Eylül 1922 İzmir’in Kurtuluşu‘nun 100. yılı nedeniyle 19 Eylül 2022 tarihinde açılan “100. Yıl Kurtuluş Savaşı Anı Evi“, yeni belediye başkanı Cemil Tugay‘ın girişimiyle 25 yıllığına bu düzeydeki bir anı evini hem müze işletmeciliği hem de finansmanını sağlama açısından yönetemeyeceği bilinen Konak Belediyesi‘ne verilerek bir başlangıç olarak kurulan anı evinin zaman içinde gelişip güçlenerek müzeye dönüşmesinin önü bilinçli bir şekilde kapatılmıştır. (3)

Oysa İzmir, Ulusal Kurtuluş Savaşı‘nın başlayıp bittiği ve savaş sonrasında toplanan İzmir İktisat Kongresi ile kurtuluşun planlandığı kadim bir kenttir. Düşmana atılan ilk kurşunlar, ilk mücadeleler, ilk direnişler bu kentte ve çevresindeki ilçelerde gerçekleşmiş olmakla birlikte; aradan geçen 103 yıl içinde bu kente ve o ulusal mücadeleye layık bir müze, bir eğitim ve kültür merkezi bu kentte açılmamış, bu uzun sürede yöneticilik yapanlar “mask müzesi“, “mutfak müzesi“, “basın müzesi” ve “oyun ve oyuncak müzesi” gibi butik müzeleri açmakla birlikte kentin geçmişiyle bugününe ve geleceğine ışık tutacak bir Ulusal Kurtuluş Savaşı Müzesi‘ni açmaktan kaçınmış, açılanları kapatmış, böylesine ulusal bir ihtiyacın varlığından habersiz görünmüştür.

İzmir’de Ulusal Kurtuluş Savaşı ile ilgili bazı askeri malzemeleri sergilediği bilinen Varyant‘taki İzmir Etnografya Müzesi ile Balçova‘daki İzmir Müze Gemiler Müdürlüğü‘nün ise bu düzeydeki bir ihtiyacı karşılamadığı ortadadır.

O nedenle bugün itibariyle İzmir‘in birilerinin hobi konusu olan mask ya da mutfak müzesinden çok Ulusal Kurtuluş Savaşı Müzesi‘ne ihtiyacı olduğu hepimizin kabul edip üzerinde uzlaştığı bir konudur…

Ayrıca 23-25 Eylül 2025 tarihlerinde görüştüğüm İstanbul Harbiye Askeri Müze ve Kültür Sitesi Komutanlığı‘ndaki yöneticilerden öğrendiğime göre İstanbul Harbiye Askeri Müzesi gelecek yıl büyük bir restorasyona girecek olup uzun bir süre ziyarete kapalı olacaktır. Ayrıca söz konusu müzenin depolarında 50.000’e yakın askeri malzeme bulunup bunun ancak 5.000’i sergilenmektedir.

Eski Tuzakoğlu Un Fabrikası, Fotoğraf: Erol Şaşmaz

O nedenle, İzmir‘de uygun bir yerde; örneğin Konak‘taki Atatürk Kültür Merkezi karşısında olup bir zamanlar Güney Ege Saha Deniz Komutanlığı olarak, şu sıralar asker yatakhanesi olarak kullanılan binalar, Halkapınar‘da yanında ufak bir şehitliğin olduğu eski DGM, şimdilerde ise İzmir Büyükşehir Belediyesi Meslek Fabrikası‘nın bulunduğu eski Tuzakoğlu Un Fabrikası binası, Bornova‘da boşaltılmakta olduğu söylenen Mahfel Binası, Kemeraltı‘nda İzmir Valiliği tarafından kaçak olarak restitüsyonu yapılan Aram Hamparsum Hanı ya da en son çare olarak şu sıralar İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin makam binası olarak kullanılan İzmir Belediyesi eski binası (TBMM Milli Egemenlik Evi), İzmir/Ege Kurtuluş Savaşı Müzesi olarak düzenlenmeli, bu müzede ulusal mücadelenin öncesiyle mücadeleye ve sonrasına ilişkin malzeme, bilgi ve anılar çağın en son teknolojik olanakları kullanılarak anlatılmalı, bu kentin kaybolan hafızası yerine yerleştirilmelidir.

Böylesine büyük ve önemli bu görevin İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından yapılması ise, kendi hizmet binasını yapamayan bir belediye olması ve bugüne kadar gösterdiği performans itibariyle mümkün görülmemektedir…

O nedenle elinde oldukça fazla sayıda savaş malzemesi bulunan Milli Savunma Bakanlığı‘na bağlı İstanbul Harbiye Askeri Müze ve Kültür Sitesi Komutanlığı‘nın önümüzdeki yıl uzun sürecek bir restorasyon sürecine girecek olması da dikkate alınarak İzmir‘de yeni bir müzenin açılması yerinde, doğru bir karar olacaktır.

Bornova Askeri Öğrenci Misafirhanesi

Ben de bu önerinin sahibi olarak hazırladığım dilekçeyi sizlerin de imzasına açmak suretiyle “İzmir, Kurtuluş Savaşı Müzesi’ni istiyor” başlığı altında hem Milli Savunma Bakanlığı, hem de kamuoyu ile paylaşmak istiyor ve bu amaçla yazı ekine koyduğum dilekçe metnini tarafınızca ya da arkadaşlarınızla birlikte imzalandıktan sonra teslim etmeniz ve tüm dilekçelerin benim tarafından Milli Savunma Bakanlığı’na gönderilmesi koşuluyla 29 Ekim 2025 Çarşamba gününe kadar bu konuda aynı düşüncede olup girişimimizi destekleyen aşağıdaki adreslerdeki dostlarıma teslim etmenizi; ayrıca mümkün olduğu kadar çok imza toplanması için bizlere yardımcı olmanızı rica ediyorum…

(1) Ali Rıza Avcan, “Ali Bin Rıza Çavuş: Saygıyla, Kent Stratejileri Merkezi, 29 Eylül 2025, https://kentstratejileri.com/2025/09/29/ali-bin-riza-cavus-saygiyla/

(2) Kemal Arı, İzmir’in Kurtuluşu ve Yüzbaşı Şerafettin, Üçüncü KIlıç, Zeus Kitabevi, 2008, İzmir, Ekler arasında yer alan İzmir Büyükşehir Belediyesi Harita Şube Müdürlüğü’nün 01.02.2000 tarih, 127/35/33.986-1722 sayılı yazısı.

(3) https://kentstratejileri.com/2025/02/10/kurtulusun-ve-kurulusun-kenti-izmirdeki-100-yil-kurtulus-savasi-ani-evi-sergisinin-basina-gelenlerin-gercek-nedeni/

https://kentstratejileri.com/2024/10/07/kurtulus-savasi-100-yil-ani-evi-yok-edilmeyip-gelistirilmeli-ve-bir-muze-haline-getirilmelidir/

Islak imzanızı attıktan sonra dilekçenizi teslim edeceğiniz adresler:

  • Cem Üsküp, Hür Efe, Kemeraltı 851 Sokak, No. 7, Konak-İzmir
  • Birol Üzmez, 45’lik Plak, Kemeraltı-Hisarönü, 914 Sok No. 12 Mirkelam Han girişi, Konak-İzmir

İmza kampanyasına katılmak için indirip dolduracağınız dilekçe örneği:

Belediyelerdeki kurumsal iletişimin anormal halleri…

Ali Rıza Avcan

2023 yılının Ağustos ayından bu yana Gmail’in Googlegroups’daki “izmirbasıngrubu” isimli grubun üyesiyim.

İzmir’deki kurumların basın danışmanları ile İzmirli gazetecileri bir platformda birleştirerek basın duyurularının basın mensuplarına kolay ulaştırılması amacıyla kurulup Murat Demircan tarafından yönetilen söz konusu grubun üyesi olarak bana ve diğer üyelere, her gün İzmir, Manisa ve Ayvalık‘taki belediyelerin basın ve halkla ilişkiler birimlerinden belediye olarak yaptıkları hizmet ve etkinliklerle ilgili yüzlerce mesaj, bu mesajların ekinde binlerce fotoğraf geliyor. Tabii ki ürettiği haberi paylaşma konusunda hiçbir kaygısı olmayan İzmir Büyükşehir Belediyesi basın bürosu ya da danışmanlığı haricinde…

Sırasını bekleyen maskeler…

Ve bütün bu haberleri, fotoğrafları anında ve kelimesi kelimesine belediyelerin İnternet sayfalarıyla sosyal medya hesaplarında; ayrıca, yerel basın kuruluşlarının internet ve sosyal medya sayfalarında görüyor, İzmir‘deki haber akışının emek ve para harcamadan nasıl kolayına biz okuyuculara ulaştığını daha iyi anlıyoruz…

Basın kuruluşlarıyla gazete ve gazete muhabirlerinin elini oynatmasına gerek kalmaksızın; daha doğrusu, ele alıp yazdığı konuyu araştırıp sorgulamadan, her iki tarafın menfaatine uygun ve kolayına gelecek şekilde gazetecilik mesleğinin uluslararası ilkeleriyle etik anlayışına aykırı bir şekilde… Güdümlü, yönlendirilmiş, satın alınmış bir yerel basın kimliğiyle…

Çünkü böyle yapmadıkları takdirde, -bu konuda ortaya atılan dedikodu ya söylentilere göre- belediyelerdeki basın ve halkla ilişkiler birimlerinin ya da doğrudan doğruya basın danışmanlarının fatura karşılığında “iki sana, bir bana” şeklinde paylaştırdığı aylık ödemelerin yapılması; böylelikle, o gazete, gazeteci ve haberin -bir anlamda- sürdürülebilirliğinin sağlanması mümkün olmuyor…

Bu şekilde ortaya çıkan yönlendirme, denetleme ve yok sayma mekanizmasına, tabii ki belediyelerden, özellikle de aylık ödemeleri bizzat belirleyip elden ödeyen basın danışmanlarından gelebilecek uyarı, tehdit ve dışlama telefonlarıyla mesajları da eklemek suretiyle…

Gelelim belediye başkanlarının parlak renkli pahalı elbiseler giyerek topluluk içinde ve çekilen görsellerde fark edilme kaygısı taşıyarak ve devamlı gülümseyerek, gülerek bir gerçeklik algısından uzaklaştırdıkları belediye kaynaklı haber ve fotoğraflara…

  • Belediye meclisi toplantımızı yaptık…
  • İzmir Büyükşehir Belediye Meclisi toplantısına katılım sağladık…
  • Belediye bütçemizi/faaliyet raporunu/performans programını kabul ettik…
  • Şu, şu, şu yollarımızı asfaltladık…
  • Mahalle halkımızı doğalgaza kavuşturduk…
  • Şu, şu toplantılara, şu, şu açılışlara katıldık…
  • Şu mahalleyi ya da şu sokakları gezdik…
  • Şurada inceleme yaptık…
  • Şuradan şu kadar çöp topladık…
  • Kaldırım işgallerini kaldırdık…
  • Halka şunları dağıttık…
  • Dün şunları, bunları ağırladık…

Oysa çöp toplamak, yol yapmak, yönettiği kentin cadde ve sokaklarını dolaşmak, konut ve işyerlerine içme suyu hizmeti vermek, belediyeyi temsil etmek, işgale izin vermemek, meclis ve encümen toplantılarına katılmak, bütçe, faaliyet raporu ve performans raporu gibi resmi belgeleri hazırlayıp görüşmek yasal olarak belediyen ve başkanların yapmakla yükümlü olduğu, yapmadıkları takdirde görevi ihmal suçuyla cezalandırılabilecekleri; hatta görevden alınmalarına neden olan zorunlu hizmetlerdir. O nedenle belediyelerin, belediye başkanlarıyla meclis üyelerinin ve çalışanlarının yapmakla zorunlu oldukları kamu hizmetlerini sanki kendi tercihlerine bağlı bir işmiş gibi göstererek reklam malzemesi haline getirmek, gerçek anlamda yalan reklamlarla halkı kandırmak, hem kişisel, hem de toplumsal ahlak açısından sorunlu bir hareket, başka bir deyimle hepimizin ayıplaması gereken kişisel bir zayıflığın ürünüdür…

Bu çerçevede ilerideki günlerde -belli olmaz- bu belediye başkanlarının, “bugün 5 kez tuvalete gittim“, “dün 25 kere geğirmiştim“, “bu ay 333.333 adet imza attım“, “dün sırtımı kaşımıştım“, “bu hafta şunları şunları yiyip içtim” diyerek kendi şahsi iş ve ihtiyaçlarını da tanıtım ve reklam malzemesine dönüştürdüklerini görmemiz sürpriz olmamalıdır…

Gülümsemenin alışkanlık haline gelmesi…

Son zamanlarda bazı belediye haberlerinde ya da mesajlarında, özellikle de basın kuruluşlarıyla gazetecilere gönderilen belediye kaynaklı haberlerde;

  • Şu, şu mahallelerimize doğal gaz getiriyoruz…” ya da
  • Şu mahallelerdeki içme suyu şebekesini yeniliyoruz…” veya
  • Mahallelerimizin kanalizasyonunu elden geçiriyoruz…

gibi belediyelerin üstüne vazife olmayıp İzmirgaz ya da İZSU gibi diğer resmi ya da ticari kurumlar tarafından yerine getirilen kamu hizmetlerinin sanki kendilerine aitmiş gibi kendi hanelerine yazıldığını, sanki bu hizmetleri kendileri yapmış gibi bir algı yaratmaya çalıştıklarını görüyoruz…

Evet, belediyeler; özellikle de ilçe belediyeleri bu tür hizmetlerin gerçekleşmesi için yurttaş ile bu hizmetleri yerine getiren kurum ve kuruluşlar arasında, yurttaştan yana kolaylaştırıcı bir rol üstlenerek; hatta bu hizmetlerin yerine getirilmesini kolaylaştırarak o kurum ve kuruluşları ikna etmek isteyebilirler; ama, asıl olarak bu hizmetleri yerine getirilmesi kendi görev, yetki ve sorumluluklarında olmadığı için kendileriyle ilgili olmayan konularda sanki görevliymişler gibi bu konudan haberi olmayan yurttaşları kandırmamaları gerekir.

Halkın bilmesi gereken bilgileri halktan gizlemek…

Örneğin belediye meclisi kararları ile onaylanan ya da değiştirilen imar planlarından kimlerin yararlandığı, bu planların ya da değişikliklerin kimin işine yaradığı, duyurusu yapılmayan ihalelerle kimlerden hangi mal ve hizmetlerin alındığı, iş insanları tarafından belediyelere bağışlanan araçların hangi menfaatler karşılığında kabul edildiği, işçi ve memurlara ait vergilerle SGK primlerinin neden zamanında yatırılmadığı, belediyenin ne miktarda borçlu olduğu, belediye şirketlerinin bilançosu ile kar-zarar tablolarında nelerin yazılı olduğu gibi konularda hiçbir açıklama yapılmadığını görüp bu bilgileri CİMER kanalıyla sormaya kalktığınızda da bunların kamuoyunu ilgilendirmediği ya da açıklanması yasak ticari sır olduğu gibi sudan bahanelerle karşı karşıya kalırsınız.

Oysa bu tür önemli ve bilinmeyen, bilinmemesi için çaba gösterilen bilgiler yerine belediye başkanının o gün hangi markalı elbise, ayakkabı ve çantası ile kimleri ziyaret ettiği ya da ağırladığı gibi anlamsız haberler gazetelerde çarşaf çarşaf yayınlanır, bilgisayar ve telefon ekranlarınızı işgal eder.

Google Gmail grupları arasında yer alan “izmirbasıngrubu‘na gelen belediye kaynaklı binlerce mesajda karşımıza çıkan diğer bir konu ise, aynı ay ya da günlerde çoğu belediyenin aynı konuda adeta birbirini taklit ederek benzeri etkinlikleri yapması ile ilgilidir…

Çoğu belediyenin, özellikle de başkanları birbirleriyle rekabet eden birbirlerine komşu belediyelerin aynı günlerde sokaklarda çocuklarla oyunlar oynaması, aynı gün ve konularda etkinlikler düzenlemesi, bütün bu etkinlikleri “flaş! flaş! flaş!” şeklindeki canhıraş feryatlarla parlak ve iddialı; ancak, içi boş satış pazarlama sözcükleriyle duyurması açıkçası her birinin diğerini izleyip öne geçmek için kendi aralarında yarıştıklarını göstermektedir…

Oysa şayet aynı anma günlerinde ya da aynı sorunların çözümünde farklı farklı etkinlikler yapmak yerine tüm İzmir’e yönelik ortak etkinlikler yapmak hem kendi aralarındaki, bir diğerine zarar veren farklılıkların giderilmesi, hem de daha fazla yurttaşa ulaşılabilmesi için başvurulacak en akıllıca yöntem olacaktır.

Sonuç olarak; bütün bu tespit ve değerlendirmeler sonucunda aşağıdaki önerilerin dikkate alınması gerektiğini düşünüyorum:

1) İzmir ili genelindeki tüm ilçe belediyeleriyle büyükşehir belediyesini kapsayacak bütünleşik bir iletişim politikası çerçevesinde işbirliği ve ortak çalışmayı öne çıkaran planlı-programlı bir şekilde yürütülmesi,

2) Basın kuruluşlarıyla gazete ve gazetecileri satın alarak teslim almak yerine gazeteciler dahil tüm kamuoyuna bilgi verip ihtiyaçlarla sorun haline gelen konuları kamuoyunun gözü önünde açık bir şekilde, eşitler arası ilişkiler düzleminde tartışarak eleştiri ve öz-eleştiriyi hayata geçiren ikna süreçlerinin hayata geçirilmesi,

3) Yerel basında görev yapan birçok gazeteciyi yetiştiren akademisyenlerin İzmir’deki yerel basınla ilgili sorunları ele alıp cesaret ve açıklıkla tartışmaları, yerel basın ve onun meslek örgütleriyle belediyeler arasındaki ilişkilerin basın ahlak ilkeleri çerçevesinde düzenlenmesi için ombudsman rolü oynamaları gereğini bir kez daha hatırlatmak isterim.