Kurtuluş’un ve Kuruluş’un kenti İzmir’deki 100. Yıl Kurtuluş Savaşı Anı Evi Sergisi’nin başına gelenlerin gerçek nedeni…

Ali Rıza Avcan

Geçtiğimiz haftalarda, hiç de ummadığım bir yoğunluk içinde, usta gazeteci Serdar Öztürk‘ün 30, 31 Ocak ve 3 Şubat 2025 tarihli üç ayrı yazısı (1) ile başlayıp gazeteci Hasan Tahsin Kocabaş ve Dr. Siren Bora‘nın paylaşımları, araştırmacı yazar Yaşar Ürük‘ün Yenigün Gazetesi‘nde yayınlanan 4 Şubat 2025 tarihli yazısı (2), İzmir Büyükşehir Belediyesi Kent Tarihi ve Tanıtımı Dairesi eski başkanı yüksek mimar Mihriban Yanık (3) ile diğer uzmanların gazete ve sosyal medya platformlarında yazdığı yazılar ve yaptıkları programlar sayesinde 100. Yıl Kurtuluş Savaşı Anı Evi‘ndeki elektronik ve dijital sergileme sisteminin sökülüp depolara kaldırılması ve buradaki tarihi eşyaların bağışta bulunanlara geri verilmesi; yani, bu kentte, 1922’den bu yana oluşturulan tek ve özgün Kurtuluş Savaşı Anı Evi‘nin, Konak ve İzmir Büyükşehir belediyelerinin yeni yönetimleri tarafından, şeytana pabucunu ters giydirecek bir kurnazlıkla yok edilme girişimini ele alıp tartıştık ve kamuoyunun bu anı evine sahip çıkışını büyük bir keyif ve mutlulukla izledik…

İzmir’de, biri büyükşehir, diğeri de ilçe belediyesi olmak üzere CHP’li iki belediye başkanının 2022 yılında kurulan 100. Yıl Kurtuluş Savaşı Anı Evi’ni, kişisel nedenlerle ve üzerinde iyi çalışılmış yöntemlerle kapatmış olması, tarihe geçmesi gereken bir olaydır…

Her ne kadar henüz olumlu bir sonuca ulaşamasak da, 2022 yılında önce Konak Belediyesi‘ne ait iken deprem nedeniyle hasar görüp yıkılmak zorunda kalınan Konak Belediyesi eski hizmet binasını yeniden yapma vaadi karşılığında, diğer değerli gayrimenkullerle birlikte İzmir Büyükşehir Belediyesi‘ne devredilen, arkasından verilen sözün yerine getirilmemesi nedeniyle Konak Belediye Meclisi‘nin yeni seçilen belediye meclisi üyelerinin itiraz ve homurtuları eşliğinde geri alınmaya çalışılıp; bunun için değişik formüllerin arandığı, en sonunda da tarafların “büyükşehir belediye başkanı bize zorla verdi” ya da “belediye başkanı anı evine gelip dolaştı ve beğendi” söylemleri eşliğinde, 25 yıl süreyle bedelsiz bir şekilde, adeta hülle yaparcasına Konak Belediyesi‘ne kiralanan tarihi yapıyı, tapunun 119 ada, 4 parselinde kayıtlı olup, İzmir ili, Konak ilçesi Tan (eski Natırzade) mahallesi, 838 sokak No.23 adresindeki Yemişçizade Konağı ile bu konakla bütünleşen 100. Yıl Kurtuluş Savaşı Anı Evi Sergisi‘nin hangi düşünce ve kurguyla düzenlendiğini, ardından da 2023-2025 döneminde yaşadığı ilgisizlik ve ihmali, bu ilgisizlik ve ihmalin doğal bir sonucu olarak 2025 yılı başında darma duman edilmesini ve bunun sonrasında ortaya çıkabilecek gelişmeleri ele alıp tartıştık..

Halka kapalı Basmane Nebahat Tabak Semt Merkezi, kapısı kilitli Kemer Gençlik Destek Merkezi ve Genelev girişinde mimarlık müzesi yapılacağı söylenen tarihi TCDD deposu…
Kapısını vurup zilini çalmamıza rağmen kimselerin gelip “hoşgeldin” demediği Sütveren Ana Evi, son anda “Mutlu Kahve” olmaktan kurtulan Milli Kütüphane Karataş Şubesi’nin birinci katı…
Adile Naşit Parkı’ndaki kendi halinde bir çocuk kütüphanesiyken genel başkan yardımcısından “aferin!” almak uğruna bir gecede Serotonin salgılayan bir mekâna dönüşen tarihi yapı… Fotoğraf: Erol Şaşmaz

Diğer yandan, Tunç Soyer döneminde Konak Belediyesi‘nden alınan Yemişçizade Konağı‘nda büyük harcamalar yaparak 100. Yıl Kurtuluş Savaşı Anı Evi‘ni açan İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin 2025 yılının Ocak ayında buradaki tarihi malzemeleri bağışçılarına geri vermesinin ya da anı evindeki daimi serginin özgünlüğünü oluşturan elektronik ve dijital sergileme sistemlerini cahil cesaretiyle depolara kaldırmasının nedenini başlangıçta pek de anlayamadık.

Çarpıtılmış, yalan haber, bilgilendirme…

Gazeteci dostum Serdar Öztürk‘ün 30 Ocak 2025 tarihinde yazdığı “Atatürk ve İzmir mi yoksa “kreş” mi? Tercih CHP’li başkanların” başlıklı ilk yazısı üzerine, Konak Belediyesi‘nin aynı gün yaptığı açıklama ve bu açıklamaya eklenen gerçeğin kıyısından geçen fotoğraflarla İzmir Büyükşehir Belediyesi Kent Arşivi ve Müzeler Şube Müdürlüğü‘nün 31 Ocak 2025 tarihinde gazeteci Serdar Öztürk‘e gönderdiği özel açıklamaya; ayrıca, İzmir Büyükşehir Belediye Meclisi‘nin bu yapının Konak Belediyesi‘ne kiralanmasına dair 9 Eylül 2024 tarih, 838 sayılı kararına baktığımızda;

100. Yıl Kurtuluş Savaşı Anı Evi’ndeki sergi düzeninin bozulması suretiyle APİKAM binasındaki “Yanık Yurt Sergisi”ne yerleştirilen kiosk… Anı Evi sergisini eleştirenlerin muhtaç oldukları parça… Fotoğraf: İzmir Büyükşehir Belediyesi

Böylelikle, 1/100 ölçekli Kemeraltı Koruma Amaçlı Revizyon İmar Planı ile 1/500 ölçekli Yerleşim Planına göre “sergi salonu“, “müze“, “sinema“, “tiyatro“, “kütüphane“, “kreş“, “anaokulu“, “kurs“, “yurt“, “çocuk yuvası“, “yetiştirme yurdu“, “bakım evi“, “sığınma evi” ve “rehabilitasyon merkezi” gibi birbirinden farklı sosyal-kültürel tesislerin yapılabileceği parseldeki tarihi yapı, Kurtuluş Savaşı‘nı anımsatan daimi bir sergi ile onurlandırılırken ve bu yapının halihazır fonksiyonunda hiçbir değişikliğe gidilmeyeceği özel bir şekilde belirtirken; açıklamanın bunu izleyen üçüncü paragrafında bu tarihi yapıdaki geçici sergi sürecinin bittiği, Kurtuluş Savaşı döneminden günümüze kalan şartlı bağış kapsamındaki bazı belge ve objelerin binanın kendilerine tahsis edilmesinden sonra bağışçılar tarafından geri alındığı belirtmektedir.

Oysa Yemişçizade Konağı‘ndaki serginin hem hazırlık sürecinde, hem de sonrasında hiçbir belediye başkanı ya da kamu görevlisi bu serginin geçici olduğunu, süresi geldiğinde kaldırılacağını ifade etmemiş; aksine, serginin her yıl güncellenerek zenginleştirileceğini dile getirmiştir. Nitekim İzmir Büyükşehir Belediyesi Kent Tarihi ve Tanıtımı Dairesi eski başkanı Mihriban Yanık‘ın kendi Facebook hesabında dile getirdiği açıklamalar da bunu doğrulamaktadır. (3)

Ayrıca bu yapının sergi salonu olma fonksiyonunda hiçbir değişiklik yapılmayacağı belirtilirken bazı bağışçıların verdikleri malzemeleri geri almasının gerçek nedeni, serginin süresinin bitmiş olması değil; İzmir Büyükşehir Belediyesi Kent Arşivi ve Müzesi Şube Müdürlüğü yetkililerinin kendilerini arayarak binanın Konak Belediyesi‘ne kiralanması nedeniyle, İzmir Büyükşehir Belediyesi‘ne ait serginin kaldırılacağını bildirmiş olmasıdır. Nitekim, malzemelerini bu şekilde geri alan bazı bağışçıların tarafıma iletilen ifadeleriyle bağışlarını geri almak istemeyenlere ait malzemelerin halen sergide teşhir ediliyor olması da bu tespitimi doğrulamaktadır.

Konak Belediyesi‘nin yaptığı açıklamada böylesine gerçek olmayan bir iddiada bulunulması ise, bu binadaki sergiyi aslında pek de sahiplenmediklerini, bu sergiyi geliştirip zenginleştirme fikrinde olmadıklarını, ellerinden gelse bu sergiyi kaldırarak binayı istediği şekilde kullanma niyetinde olduklarını göstermektedir.

Nitekim, benim 7 Ekim 2024 tarihinde Konak Belediyesi‘ne sorduğum soruya, 30 Ocak 2025 tarihine kadar geçen süre içinde net bir şekilde cevap vermeyişleri de, bu binayı ne şekilde kullanacakları konusunda kafalarının net olmadığını göstermektedir.

Bir zamanlar “İşgal“, “Direniş” ve “Kurtuluş” öykülerini izlediğimiz dijital ekranlardan artakalan kablo uçları… Dijital bir sergi düzeninin barbarca katledilişi…

Gazeteci dostum Serdar Öztürk‘ün 30 Ocak 2025 tarihli “Atatürk ve İzmir mi, yoksa “kreş” mi? Tercih CHP’li başkanların” başlıklı yazısını WhatsApp gruplarında paylaşmam üzerine 1 dakika sonra Konak Belediye Başkanı Nilüfer Çınarlı Mutlu‘dan şu mesajı aldım:

“Neden dedikodu ile iş yapıyorsunuz? Arayıp sormak yerine

Ben de hemen 7 Ekim 2024 tarihli “Kurtuluş Savaşı 100. Yıl Anı Evi, yok edilmeyip geliştirilmeli ve bir müze haline getirilmelidir!” isimli yazımı yayınlanmadan önce Konak Belediyesi basın danışmanı Çağla Geniş‘e gönderdiğim aşağıdaki mesajın imajını gönderdim. Bugün itibariyle silindiğini gördüğüm bu mesajda aynen şunlar yazılıydı:

Ardından da Konak Belediye Başkanı Nilüfer Çınarlı Mutlu‘ya şu mesajı gönderdim:

“Aradan 3 ay 6 gün geçmiş ve tek bir bilgilendirme yok… Sanırım ben üzerime düşeni yaptım”

Şimdi ise eski bir arkadaşlığın hukuku içinde geriye dönüp bir “pardon” ya da “özür dilerim, haksızlık yapmışım” cevabının verilmediği bu süreçte, imajını aldığım mesajlaşma -ne yazık ki- benim iradem dışında karşı taraf eliyle silinmiş gözüküyor…

Bağışçılar ve 100. Yıl Kurtuluş Savaşı Anı Evi’nin tarih toplantıları, atölyeler düzenlenebilecek tek mekânı: üstü açık arka bahçe…

Konak Belediyesi 30 Ocak 2025 tarihli açıklamasında önümüzdeki süreçte bu değerli anı mekânını, düzenlenecek tarih söyleşileri, kuruluşa ve kurtuluşa dair farklı sergiler ve özellikle de çocuklara yönelik tarihimiz hakkında bilinçlendirici atölyelerle daha da değerli hale getirmek için çalışmalara başladıkları belirtilmekle birlikte; bu ifadeler binanın bu etkinlikleri kaldıramayacak derecedeki hassas fiziki koşullarıyla Konak Belediyesi‘nin işçilerine maaşlarını ödeyemeyecek kertede yaşadığı mali sıkıntıları ve uzman personel eksikliğini bilmeyen ya da dikkate almayan biri tarafından kaleme alınmış olsa gerektir… Şayet bunun aksi doğru olmuş olsaydı, Konak Belediyesi‘ne ait Karikatür ve Neş’e Müzesi bir binanın tek bir katına sığınmış olmaz, Ümran Baradan Oyun ve Oyuncak Müzesi, Maske, Radyo ve Demokrasi ve İzmir Kadın Müzesi yıllardır içinde bulundukları yetersizlikleri aşarak dünya çapında müze olma şansını yakalardı…

Çünkü, değerli araştırmacı ve yazar Yaşar Ürük‘ün de dile getirdiği gibi, bu tarihi bina öylesine tarih söyleşileriyle atölyelerin yapılabileceği fiziki olanaklara sahip değildir. (2) Öncelikle hem binanın önündeki mermer merdivenler, hem de bina içindeki merdiven basamakları, aynen Ayla Öktem Mutlu Çocuklar Oyun Evi‘nde olduğu gibi bırakın çocukları, yetişkinler için bile oldukça tehlikeli ve zorlayıcıdır. Ayrıca engellilerin bu binaya girmesi, girse bile üst katlara çıkması -ne yazık ki- mümkün değildir.

Bu bağlamda, tarih söyleşileri yapılacak tek yer arkadaki üstü açık bahçedir ve bu nedenle de bu tür etkinliklerin sadece havaların iyi olduğu koşullarda yapılması mümkündür.

Seçimlere az bir zaman kala sergiler ve anı evleri üzerinden ortaya çıkan kıyasıya bir rekabet; 100. Yıl Kurtuluş Anı Evi’nin bile gözden çıkarılmasına neden oluyor…

Yemişçizade Konağı‘nın Konak Belediyesi tarafından kamulaştırıldığı 2013 yılından bu yana izleyip öğrendiğim bilgiler; hatta, tanık ya da müdahil olduğum olaylar çerçevesinde bu konaktaki serginin yok ediliş hikayesinin, İzmir Büyükşehir Belediyesi eski başkanı Tunç Soyer‘le bürokratlarının, 100. Yıl Kurtuluş Savaşı Anı Evi‘nin açılışa hazırlandığı süreçte 9 Eylül 1922 ve 29 Ekim 1923 tarihli 100. yıl kutlamaları nedeniyle Karşıyaka Belediyesi tarafından Çatı Bostanlı‘da açılan sergilere ilgi göstermeyip gitmemesi nedeniyle, Karşıyaka cephesinde ortaya çıkan hırs, rekabet, kıskançlık, öfke ve öç alma duygusundan kaynaklandığını söyleyebilirim.

Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) eski başkanı ve hocam Prof. Dr. Bilsay Kuruç ile Dr. Serdar Şahinkaya‘nın 28 Ekim 2022 tarihinde Kültürpark‘taki İsmet İnönü Kültür Merkezi‘nde verdikleri konferansta Tunç Soyer‘in yanına giderek –böyle bir konuda üzerime düşen herhangi bir görev olmamakla birlikte, belediyeler arasındaki olası bir rekabet ya da çatışmayı yumuşatmak amacıylaKarşıyaka Belediyesi‘nce 11 Eylül-11 Aralık 2022 tarihleri arasında Çatı Bostanlı‘da açılan Ateş Çemberinde İzmir, İşgalden Kurtuluşa Sergisi‘ni ziyaret etmesi için bizzat ricada bulunup aynı şeyi bürokratlarından da istemiş olmama karşın; ne kendisi, ne de bürokratları 100. Yıl Kurtuluş Savaşı Anı Evi‘nin hazırlık süreci içinde ve sonrasında Karşıyaka Belediyesi‘nin 11 Eylül-11 Aralık 2022 tarihli Ateş Çemberinde İzmir, İşgalden Kurtuluşa Sergisi ile 16 Ekim 2023-19 Mayıs 2024 tarihli Cumhuriyet, Bir Millet Uyanıyor Sergisi‘ne gitmemiş; böylelikle, 100. Yıl Kurtuluş Savaşı Anı Evi için İzmir Büyükşehir Belediyesi çalışanlarından duydukları dedikodulara, adeta yangına odun taşırcasına destek veren Karşıyaka cephesinde bir hesaplaşma zamanının beklendiğine tanık olmuştum.

Açık söyleyeyim, dedikodu yaparak yıpratma çabalarında 100. Yıl Kurtuluş Savaşı Anı Evi için harcanan bütçenin miktarı dile getirilip bu rakamla Karşıyaka‘daki sergilerin maliyeti birbirleriyle mukayese ediliyor; böylelikle, Karşıyaka‘daki sergilerle mukayese edilemeyecek boyuttaki bir hazırlığın yolsuzlukla itham edilmesi sağlanıyor; hatta, bu itham üzerinden geliştirilen çirkin yolsuzluk dedikoduları, aradan iki Sayıştay denetimi geçmiş olmasına karşın 100. Yıl Kurtuluş Savaşı Anı Evi‘nden sorumlu ve bu yolsuzluk iddialarını araştırıp soruşturmakla görevli APİKAM‘ın yeni şube müdürü tarafından dile getiriliyordu.

Gelelim bence en önemli soruya… 2022 yılında İzmir‘in kurtuluşunun 100. yılı nedeniyle oluşturulan ve kentin Kurtuluş Savaşı ile ilgili hafızasını koruyan tek mekânı 100. Yıl Kurtuluş Savaşı Anı Evi ve o evin ayrılmaz parçası olan sergi, İzmir Büyükşehir Belediyesi ile Konak Belediyesi arasındaki bu anlamsız devralma, devretme ve kiralama işlemlerine gerek duyulmaksızın hep birlikte, işbirliği halinde sürdürülemez miydi? Tartışmaya konu olan yapı ve o yapının içindeki daimi sergi, Kurtuluş Savaşı ve İzmir‘in kurtuluşu gibi herkesi bir araya getirmesi gereken bir konuyken, İzmir Büyükşehir Belediyesi, içinde bu kent için önemli bir serginin bulunduğu bu binayı adeta başından savmak istercesine bütçe, mali kaynaklar, uzman personel ve deneyim açısından yetersiz olduğu bilinen; ayrıca, yazımın başlangıcında belirttiğim gibi kendisine ait değerli birçok kamu malını kilitleyerek kullanmayan Konak Belediyesi‘ne neden vermiş, Konak Belediyesi de yaptığı açıklamada dile getirdiği toplantılarla çocuklara yönelik atölyeleri burada yapmak için niye İzmir Büyükşehir Belediyesi ile birlikte çalışma teklifinde bulunmamış, adeta ortada İzmir Büyükşehir Belediyesi‘ne ait ne kadar kamu malı varsa onların hepsini sahiplenmek için çaba göstermiştir?

Hele ki, belediye mali kaynaklarının yetersizliği nedeniyle işçi ve memur maaşlarının zamanında ödenemediği, biriken kıdem tazminatlarıyla emekli ikramiyelerinin ödenebilmesi için İller Bankası‘ndan borç istenmesi üzerine bankanın borç yerine teminat mektubu vermeyi teklif ettiği, belediye şirketlerinin büyük boyutlardaki sigorta borçları karşılığında belediyeye ait mülklerin Maliye Hazinesi ile SGK’ya satılması için meclis kararlarının alındığı bir ortamda Konak Belediye Meclisi‘nin 2025 Şubat ayı toplantı gündeminde, birden fazla mirasçı olması nedeniyle kamulaştırma işlemlerinin oldukça zor olduğu bilinen, işte o nedenle onca bütçeye ve imkana sahip İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin bile böylesi bir işe girişemediği Basmane Çorakkapı Camii yakınındaki Uşakkizade Konağı (eski Sadıkbey Oteli)’nı alıp müze yapmak gibi mevcut koşullar içinde “yapılabilir” ve “sürdürülebilir” olmaktan uzak ve uçuk önerilerin komisyonlarda tartışılıyor olmasını dikkate aldığımızda… Buna ek olarak 2024-2025 döneminde mülkiyeti yine İzmir Büyükşehir Belediyesi‘ne ait Gültepe‘deki 21.269,34 metrekarelik 12 ayrı taşınmazla Mersinli‘deki 460 metrekarelik iki ayrı taşınmazın 25 yıl süreyle bedelsiz olarak Konak Belediyesi‘ne verildiğini de bilerek…

Oysa “stratejik ortaklık” ya da “stratejik işbirliği” dediğimiz çağdaş yönetim stratejileri, hem belediye başkanlarının hem de belediye yönetimlerinin inatla denemesi, başarıyı yakalamak için üzerinde çalışmalar yapması gereken, kendilerine zor gelse de kenti iyi yönetmek adına yaşama geçirmeleri gereken bilimsel ve akılcı stratejilerdir. Hele ki söz konusu olan şey, Mustafa Kemal Atatürk, Kurtuluş Savaşı ve İzmir’in Kurtuluşu gibi önemli ve öncelikli konularsa…

Çünkü asıl işaret etmek istediğim konu ve hedef, tarihi bir konağın imar planlarına yazılıp her an değiştirilebilecek fonksiyonları bahane ederek mirasyedi zihniyetiyle kimin elinde kalacağını ve nasıl kullanılacağını tartışmak değil; o konaktaki İzmir‘le ilgili önemli bir serginin varlığını, yeterli mali kaynağı, uzman personeli, bilgi, birikim ve tecrübesi olan belediyelerin işbirliğiyle geliştirip zenginleştirerek müzeye dönüştürülmesidir…

(1) https://serdarozturkizmir.wordpress.com/2025/01/30/ataturk-ve-izmir-mi-yoksa-kres-mi-tercih-chpli-baskanlarin/?fbclid=IwY2xjawIQaEJleHRuA2FlbQIxMAABHWLwfXOpinFgvWqL_p3HimmG6v4idyy6Soi4MgNMgclSfVOY1UR3YmkcGA_aem_bx3R-3iWqftV5wqoNQGiSA; https://serdarozturkizmir.wordpress.com/2025/01/31/pr-yapin-ama-halki-kandirmadan/; https:// serdarozturkizmir.wordpress.com/2025/02/03/onca-malzeme-kimde-ya-da-nerede/

(2) https://www.gazeteyenigun.com.tr/makale//23599051/yasar-uruk/yuzuncu-yil-ani-evinde-neler-oluyor

(3) https://www.facebook.com/permalink.php?story_fbid=pfbid02en9joVRHH1GBjBB5EEkNHLVkX7Jqxq9bPAHeLb56djrgcFGWnAu5oru1kRcRPkY8l&id=100000542675854; https://www.facebook.com/permalink.php?story_fbid=pfbid02xGGzXTtU7cwvk13hLe93nuX4G72mZrdXtZB9XR26k6GVRBFUUKptwQkp7URSkVKTl&id=100000542675854; https://www.facebook.com/permalink.php?story_fbid=pfbid02recUSLudZCqbjeygrZdwdLg7jdqXx7ACJenUEisi14C5JTwoAc2VfXUnJAMUF6Vml&id=100000542675854

(4) Sümer, G., (2010) “Stratejik İşbirliği ve Stratejik Ortaklık Kavramlarına Karşılaştırmalı Bir Bakış, Ege Akademik Bakış Dergisi, 10(1), 2010:671-698.

Fuat Edip Baksı ile Kadri Atamal’ın ortak “Reçete”si…

Ali Rıza Avcan

Bugün size bundan tam 70 yıl önce, 1955 yılında yayınlanan ve İzmir‘de yaşayan iki seçkin sanatçının; şair ve yazar Fuat Edip Baksı‘nın 1946-1954 yılları arasında yazdığı şiirleriyle dekoratör ve ressam Kadri Atamal‘ın bu şiirlerin yer aldığı kitabın kapak tasarımını yaptığı “Reçete” isimli şiir kitabını tanıtıp bu küçücük kitap içine sığdırılan 23 güzel şiiri sizlerle paylaşmaya çalışacağım. Her ne o kadar o 70 yaşındaki eski küçük kitabın kokusunu içinize çekemeseniz de….

Fuat Edip Baksı ailesiyle birlikte

Ama ondan önce kısacık da olsa size Fuat Edip Baksı ile Kadri Atamal‘dan söz etmek isterim:

1912’de Diyarbakır‘da doğup 1974’de İzmir‘de ölen şair ve yazar Fuat Edip Baksı İzmir‘deki liselerle İzmir Yüksek İslam Enstitüsü‘nde öğretim görevlisi olarak çalışmıştır. Başlıca şiir kitapları 1935 yılında yazdığı “Delikanlım“, 1944’de yazdığı “Efe“, 1955’de yazdığı “Reçete“, 1963’de yazdığı “Bir Bahar Akşamı“, 1972’de yazdığı “İzmir Destanı“dır. Tanburi bestekâr Selâhattin Pınar‘ın çok sevilen “Bir Bahar Akşamı” şarkısının güftesini o yazmıştır. TRT repertuvarında, güftesi Fuat Edip Baksı‘ya ait 27 şarkı bulunmaktadır.

Grafiker, ressam, öğretmen Kadri Atamal…

1901 yılında İstanbul‘da doğup 1993 yılında yine aynı şehirde ölen dekoratör ve ressam Kadri Atamal ise Beşiktaş‘taki Afitab Maarif Mektebi‘ni ve İstanbul Sultanisi‘ni bitirdikten sonra Sanayi-i Nefise Mektebi‘nde İbrahim Çallı (1882-1960) ve Hikmet Onat (1882-1977) atölyelerinde edindiği birikimi, 1920-1924 döneminde Akademi der Bildenden Künste München (Münih Güzel Sanatlar Akademisi)’de ünlü Alman düşünür ve sanat adamı Hans Hoffmann (1880-1966) Atölyesi’nde daha sonra Müstakiller Grubu‘nu oluşturacak olan arkadaşları Zeki Kocamemi (1900-1959), Ali Avni Çelebi (1904-1993) ve Mahmut Cuda (1904-1987) ile pekiştirdikten sonra 1927 yılında İzmir‘e yerleşerek İzmir Erkek Muallim Mektebi, Birinci Erkek Lisesi (Atatürk Lisesi), Namık Kemal Lisesi, Karşıyaka Kız Öğretmen Okulu ve Gazi Ortaokulu‘nda resim öğretmenliği yapar.

9 Eylül 1952 tarihinde Kültürpark‘taki İzmir Resim ve Heykel Galerisi‘ni kurup müdürlük görevini üstlenir. Bir yıl sonra da galerinin Birinci Kordon‘da kiralanan bir binaya taşınmasını sağlar. 1964 yılındaki emekliliği sonrasında Kordon‘da dekorasyon mağazası açarak resim yapmaya devam eder ve 1993’de İstanbul‘da vefat eder.

“Reçete” kitabının sevgili dostum Cem Üsküp’deki sayfa tasarımı… 24.06.2024
70 yıl sonra şairin 1 liralık şiir kitabı ile buluşması…

https://kentstratejileri.com/2023/12/21/izmirin-unutulan-sanatcilari-23-kadri-atamal/

Fuat Edip Baksı İzmir’de iz bıraktı, https://www.dokuzeylul.com/fuad-edip-baksi-izmirde-iz-birakti

Devlet aklı!

Ali Rıza Avcan

Bu haftaki yazımın konusu olan ve Fransızca Raison d’Etat terimine dayanan devlet aklı, devleti yönetmeye ilişkin bir akıl yürütme biçimi, tasavvur bütünü olarak tanımlayabilirim.

Bugüne kadar bu alanda kalem oynatıp görüşlerini açıklayan Machiavelli ve Hobbes gibi düşünürlere göre, devlet yönetiminin, genel ahlaktan farklı olarak elindeki politik gücü; yani, egemenliği koruyup bekasını sağlamaya ve bunu riske atan unsurları serinkanlı, sağduyulu, basiretli ve ferasetli bir tutumla yok etmeye öncelik veren kural tanımaz bir ahlaka, insani değerlerden uzak bir kurallar bütününe dayanması gerekmektedir. Bu tanıma göre, devlet aklı esas olarak “güvenlik” ve “istikrar” önceliği ekseninde çalışır. Devlet aklının temel amacı, devletin bekasını ve iktidar pozisyonunda olanların konumlarını korumaktır. Devlete nazaran öncel, dışsal ve hatta ardıl hiçbir amaç yoktur. Bir başka ifadeyle, üstün otoritenin çıkarlarının bireysel, toplumsal veya ekonomik çıkarlarla hukuk ve temel etik ilkelerden önce geldiği tasavvuru devlet aklının temelini oluşturur.

Hele ki, bu akıl, son günlerde gündemde olan Devlet’in devlet aklı ise…

Bu bağlamda devlet aklı adı verilen terimin en güncel uygulamalarını ya mahkemelere müdahale ederek ya da tarafların büyük bir hevesle katılıp sonuç alamadıkları “Barış süreci” adı verilen girişimlerde görebiliriz. Hem de, devlet aklı uğruna, onun bir gereğiymiş gibi gösterilerek… Çünkü her şey, devletin güvenlik, istikrar ve bekası için yapılmakta, bu şekilde bizim ahlaksızlık dediğimiz bir tutumla eyleme konulmaktadır.

Benim bugün sizinle paylaşacağım devlet aklı örnekleri ise, egemenlerin kendi varlıklarını koruyup sürdürmek için yaptıkları bu tür pazarlıklarla değil; iktidardaki siyasi partilerin, belediyeler düzlemindeki egemenliğini koruyup geliştirmek ve bu durumu sürdürmek amacıyla gerçekleştirdikleri nispeten daha küçük; ama, sonuç olarak devlet ve devlet aklı ile ahlak açısından ders niteliğinde çıkarımlarda bulunmamızı sağlayacak akıl almaz partizanlık örneklerinden oluşuyor…

Vereceğim örnekler, 1976’da Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi (Mülkiye)‘nden mezun olduktan hemen sonra görev aldığım Yerel Yönetimler Bakanlığı ile İçişleri Bakanlığı‘ndaki 13 yıllık devlet memuriyeti süresince devlet aklının ve onu çaresizliğinin bir sonucu olarak görüp tanık; hatta, muhatap olduğum acı, kötü, hazin ve trajikomik olaylarla ilgili olacak…

Nitekim bu dönemde, size anlatacağım bu olay ve durumlar dışında daha başkalarıyla karşı karşıya kalıp ilk önce devlet memurluğundan müstafi; yani görevimden kendi isteğimle ayrılmış, daha sonra da 2 kez devlet memurluğundan atılmış olma şeref ve unvanını taşıyan eski bir devlet memuru olarak bugün bunları sizlerle paylaşarak tarihe not düşmenin bir görev olduğunu düşünüyorum… Her ne kadar o tarihlerden bu yana ben dahil daha birçok kişi anlattıklarımdan daha kötü, daha acı, daha hazin ve daha trajikomik olaylarla karşılaşmışsa ya da devlet aklı adına yapılan bu akıl almaz kötülükler halen devam ediyor olsa da…

Gediz Depremi, 28 Mart 1970…

Size vereceğim ilk örnek 28 Mart 1970 Gediz Depremi ve onun sonuçlarıyla ilgili olacak… Kütahya‘nın ilçesi Gediz‘in, Richter ölçüsüne göre 7,6 büyüklüğündeki o müthiş depremle alt üst olup 1.086 kişinin ölüp 1.260 kişinin yaralandığı, 33.000 aileyle yaklaşık 80.000 kişinin evsiz kaldığı o deprem sonrasında Gediz-Uşak yolu üzerinde Gediz‘e 7 kilometre uzaklıktaki “Kadınlar Pazarı” denilen yerde, “Yeni Gediz” adıyla yeni bir yerleşim kurulmuş, bundan böyle deprem görüp adeta yok olan Gediz‘e “Eski Gediz” adı verilmişti.

Devlet aklının sahipleri; daha doğrusu 1978 yılında henüz yeni kurulmuş olan Yerel Yönetimler Bakanlığı‘na İçişleri Bakanlığı‘ndan ithal CHP‘li partizan yöneticileri ise depremin üzerinden 8 yıl geçtikten, yaşam Yeni Gediz‘de yeniden canlanıp yaralar onarılmaya çalışılırken Yeni Gediz‘in Adalet Partili (AP) belediye başkanını siyasi anlamda sıkıştırmak, belki de parti değiştirmesini sağlamak amacıyla bir arkadaşımla birlikte beni belediye başkanı hakkında soruşturma yapmak üzere Yeni Gediz‘e gönderir. Soruşturmanın gerekçesi ise belediye binasının, bakanlar kurulundan izin alınmaksızın Yeni Gediz‘e taşınmasıydı. Ama ilk yaptığımız incelemede bırakın belediye binasını, kaymakamlık, emniyet, jandarma, hastane ve sağlık ocakları gibi diğer devlet kuruluşlarının da Yeni Gediz‘e taşınması için herhangi bir bakanlar kurulu kararının alınmamış olduğu ortaya çıktı.

Tabii bu durumu Ankara‘ya dönüşümüzde hazırladığımız raporda dile getirerek soruşturma yapılmasını gerektiren bir durumun söz konusu olmadığını belirttik; ama, bir yandan da şu soruyu sormaktan kendimizi alamadık:

Bizi belediye binasının izinsiz taşındığı bahanesi ile Yeni Gediz’e gönderen devlet aklı diğer devlet kuruluşlarının da aynı şekilde oraya taşındığından; daha doğrusu Ankara’daki hükümetin ve İçişleri Bakanlığı’nın böylesine bir karar almadığından haberdar değil miydi acaba?

Şimdilerde Şanlıurfa ili, Birecik İlçesi’nin Ayran mahallesi…

Anlatacağım ikinci olay ise, Urfa‘nın Fırat nehri kıyısındaki Birecik ilçesine bağlı Ayran beldesi ile ilgili olacak… Hem de takvimlerin, 12 Eylül faşizminin tüm ağırlığı ile ülke gündeminin üstüne çöktüğü, başta Doğu ve Güneydoğu’daki Kürtler olmak üzere tüm ülkede zulüm, baskı ve işkencenin zirve yaptığı 1982 yılının Haziran aylarını gösterdiği zamanlarda… Çalışma arkadaşımla birlikte Birecik Belediyesi Elektrik ve Su İşletmesi‘nin, tek başına da Halfeti Belediyesi ile Halfeti‘nin Yukarı Göklü belde belediyesinin denetimlerini yaptıktan sonra sıra Birecik‘in Ayran Belediyesi‘ni denetlemeye gelmişti. Araba ile Fırat nehri kıyısındaki kelaynakları seyrederek Ayran‘a giderken yerleşimi uzaktan gördüğümde dikkatimi çeken ilk şey, buradaki evlerin ve diğer binaların, çevredeki diğer yerleşimlerinden farklı olarak kerpiç ya da briket renginde değil, daha özene bezene yapılmış ve çoğunun kırmızı, pembe, yeşil, mavi gibi gökkuşağının tüm renkleriyle “ben buradayım” deme yarışına girmiş olmalarıydı. Bunun nedenini sorduğumda, nüfusun büyük çoğunluğunun Avrupa’da çalışması nedeniyle herkesin eline biraz para geçince ilk yaptığı şeyin, gurbet ellerde gördüğü o güzel, boyalı evleri kendi topraklarında yapma arzularından kaynaklandığını öğrendim.

Ancak o gurbetçi işçilerin Avrupalı olma hali, -ne yazık ki- güzel ve boyalı ev yapma konusunda başlayıp ondan öteye gidemiyor, mensup oldukları aşiretlerin sürdürdükleri kan davalarının esiri olmaya devam ediyorlardı.

Çünkü tarihi adı Aran ya da Airam olan bu eski yerleşimde 12 Eylül öncesinde birbiri ile mücadele edip silahlı kavgaya giren ve birçok kişinin ölümüne neden olan iki aşiret arasında bir kan davası vardı ve bu aşiretlerden biri kasaba içindeki kavgalarda belediye başkanının yetkilerini kullanmak amacıyla belediyeye girdiğinde başkanlık mührü ile belge, defter, koltuk, masa ve sandalyeleri alıp kendi bölgesine götürüyor, başka bir gün diğer aşiret yine aynı şekilde çatışma sırasında belediyeyi girdiğinde ise kaptırılan eski başkanlık mührü, belge, defter, koltuk, masa ve sandalyeler yerine yaptırılan yenilerini alıyor; böylelikle, birçok kişinin öldüğü bir ortamda benim denetleyebileceğim hiçbir belge ve defter belediyede kalamıyordu.

Bu durumu, benden önceki denetimi yapan ve Kilisli olduğunu hatırladığım rahmetli Halis Elbeyli‘nin, belediyedeki nüshası çalındığı için Birecik Kaymakamlığı‘nda bulduğumuz raporunda Aziz Nesin‘i kıskandıracak bir düzey ve kıvamda anlatıldığını görüp; aslında ağlanacak bir durumla karşı karşıya olduğumuzu bilmekle birlikte, sinirlerimin boşalması nedeniyle kahkahalarla gülmekten kendimi alamamıştım.

Cumhuriyet’in kurulduğu tarihten tamı tamamına 60 yıl geçmiş olmasına karşın aşiretler arasındaki kan davalarına çözüm bulamayan; ancak, ülke yönetimine silah zoruyla el koyan o günlerdeki, o “yüce” devlet aklı, bu duruma çare bulmak amacıyla kendi vatanında işsiz kaldığı için Almanya‘ya gidip çalışmak zorunda kalan bir vatandaşı, adeta ödüllendirerek belediye başkanı yapmış, böylelikle kendince sorunu çözmeye çalışmıştı. Belediye başkanı olduğunu öğrenen arkadaşımız ise duyduğu sevinç ve heyecanın etkisiyle o güne kadar biriktirdiği parayla belediyede kullanılmak üzere araç, gereç, iş makinesi ve kamyonlar almış ve böylelikle, şimdilerde Birecik‘in mahallesi olan Ayran‘a, adeta Sezar‘ın Roma‘ya girişini hatırlatırcasına bu araçların oluşturduğu büyük bir konvoyla girmişti!

Şimdilerde yeni fotoğraflara bakarak ya da o bölgeyi iyi bilen sevgili dostum antropolog ve belgeselci Handan Türkeli‘nin anlattıklarını dinleyerek Ayran‘ın o tarihlerdeki renkli halinin yok olduğunu, oranın da çevredeki diğer yerleşimlere benzediğini anlıyor, Ayran denince aklıma gelen o renkli evlerin yok olmuş olmasına üzülüyorum…

Keşke orada hem benim hem de Halis Elbeyli‘nin yazdığı o mizah dolu raporları bugün sizlerle paylaşmak için saklasaydım, o allı yeşilli evlerin uzaktan fotoğrafını çekebileceğim bir fotoğraf makinem ya da cep telefonum yanımda olsaydı…

Böylelikle devlet aklı bir kez daha, yönetip yok edemediği ya da denetleyemediği feodal bir geleneğin sonuçlarını, işsizlik nedeniyle yaban ellerine gidip çalışan bir işçinin birikim ve heyecanı üzerinden; yani, bir sorunu henüz çözümlenmemiş başka bir sorunla çözme ya da aklama yöntemiyle ortadan kaldırma kurnazlığını göstermiş, bunu da elindeki silahın gücüyle gerçekleştirmişti.

1990’ın Arnavutköy hava fotoğrafı…
Arnavutköy’ün 2022 yılındaki halini gösteren hava fotoğrafı….

Üçüncü örneğim ise, İstanbul‘un Boğaz kıyısındaki o güzelim Arnavutköy mahallesi ile değil; İstanbul’un kuzey-batısındaki Terkos (Durusu) gölü ve barajının hemen kıyısında, şimdilerde yapılan İstanbul Havalimanı‘nın hemen yakınında, 1980’li yılların başında küçük bir yerleşim iken bir anda bir mantar gibi büyüyüp 2009’de ilçe haline gelen, TÜİK’in 2023 yılı ADNKS verilerine göre 336.062 kişilik nüfusa sahip koskocaman bir ilçe. 2024 yerel seçimlerinde AKP‘nin % 41,94, CHP‘nin de % 38,44 oranında oy aldığı, adeta AKP‘nin oy deposu haline gelmiş bir kent…

1990-1991 döneminde bu yerleşimdeki belediyenin ikinci denetimini yaparken bir binanın inşaat ruhsatı olmaksızın inşa edildiğine ilişkin şikayet üzerine hemen inceleme-soruşturma işlemlerine başlamış; ancak, yaptığım ilk incelemeler sırasında yerleşimdeki belediye binası dahil olmak üzere bütün okul binalarıyla sağlık ocaklarının, camilerin ve geriye kalan tüm binaların ruhsatsız olduğunu fark edip “burayı da ben mi kurtaracağım” düşüncesiyle yaptığım inceleme-soruşturmadan vazgeçmiştim.

Çünkü karşımda tüm yerleşim alanının Terkos (Durusu) gölü ile barajının koruma sahasında kalması, o nedenle burada hiçbir yapının yapılmaması ile ilgili yasağa rağmen devlet aklının çözüm bulamadığı; hatta, İstanbul‘un karşı kıyısındaki Sultangazi‘de yaptığı gibi teşvik ettiği yağma sonucunda karşıma çıkan koskocaman bir beldeyle karşı karşıya kaldığımı ve bunun da benim gibi bir ademin aklıyla çözülemeyeceğine, devlet aklının çözemediği bir soruna yapacağım soruşturma ile merhem olamayacağımı anlamıştım. Ve o tarihte 1990 TÜİK ADNKS verilerine göre 21.143 olan nüfus bugün 15-16 kat büyüyerek koskocaman bir ilçe olmuş durumda…

Resim temsilidir… Anlattığım devlet aklı olayı ile ilgisi yoktur… 🙂

Vereceğim son örnek ise, yine İstanbul‘dan, İstanbul‘un Bayrampaşa Belediyesi ile ilgili olacak. İstanbul‘da ve tüm ülkede faşist devlet terörünün bir kasırga gibi estirilip sıkıyönetim komutanlıklarından gelen imzasız dilekçe ve emirlerle yapılan soruşturmalar sonucunda suçsuz insanların cezalandırıldığı bir dönemle ilgili olacak. Bayrampaşa Belediyesi 12 Eylül 1980 öncesinde vatandaşların talebi üzerine, özel mülk sahibinin itirazına konu olmaksızın özel mülkiyete konu olan bir taşınmaza halkın; yani, kamunun kullanımı için asfalt dökerek yol yapar ve o yoldan binlerce insan ve araç geçtikten sonra dökülen asfalt geçen zaman içinde eriyerek ekonomik ömrünü doldurur.

Ancak bu arada herkesin herkesi ihbar ettiği 12 Eylül faşizmi gelir ve fi tarihte o taşınmaz üzerinde açılan yol soruşturma açılır ve benden de o asfalt bedelinin tazmini için rapor düzenlemem istenir. Oysa o asfaltı yapan belediye başkanı ölmüş ve geriye zor durumdaki karısı ve çocukları kalmıştı. Ayrıca yapılan yol taşınmaz sahibinin itirazı olmaksızın yapılarak kullanılmış ve o kullanım sonucunda verdiği fayda neticesinde yok olup erimiştir. Ve benden bu asfaltın bedelini, ölmüş belediye başkanının karısıyla çocuklarından tazmin etmeleri için rapor yazmam istenmektedir.

Bense o raporu devlet memurluğundan istifa ettiğim tarihe kadar yazmayarak ve o tazminatı ödettirmeyerek kendimce bir direniş sergilediğimi, bilerek ve isteyerek yaptığım bu direnişin devlet memurluğundan 2 kez atılma işlemleri sırasında karşıma disiplin suçu olarak çıkarıldığını hatırlıyorum… Bense o iddiayı, 12 Eylül faşizmine karşı kendi bildiğimce ve elimden geldiğince gerçekleştirdiğim sessiz sedasız bir direnişin şeref madalyası olarak aldım ve göğsüme iliştirmiştim…

Sonuç olarak;

Devlet aklı denilen terim aslında, devletin kendi varlık ve geleceğini korumak amacıyla hiçbir ahlaki değer ve kurala bağlı kalmaksızın uyguladığı baskı, zulüm ve eziyetlerin; daha doğrusu devlet terörüne gerekçe yapılan akıl dışı siyasi bir ahlaksızlık olarak kabul edilmeli, hangi düzeyde olursa olsun reddedilmeli, yerine ise yurttaşların aklıyla temel etik değerlere ve evrensel hukuka güvenen demokratik bir anlayışın konulması sağlanmalıdır.

Hele ki devlet aklı, paradigmalar değiştirmeye kalkan faşist Devlet‘in aklı ise…

Yararlanılan Kaynaklar

Bora, T., “Dillerde hep onun adı: Devlet aklı“, 13 Kasım 2024, https://birikimdergisi.com/haftalik/11892/devlet-akli, Erişim Tarihi: 19.01.2025.

Kutlu, A., Koç, F., “Devlet Aklı Kavramında “Devlet Adamı” Figürü“, A.Ü. S.B.F. Dergisi, Cilt 72, No.2, 2017, s.333-354.

Meinecke, F., Devlet Aklı & Modern Çağda Devlet Aklı Düşüncesi, Albaraka Yayınları, Ekim 2021, İstanbul.

Sancar, M., “Devlet Aklı” Kıskacında Hukuk Devleti, İletişim Yayınları, 2020, İstanbul.

Turan, Ö., Öztan, G. G., Devlet Aklı ve 1915 Türkiye’de Ermeni Meselesi Anlatısının İnşası, İletişim Yayınları, 2018, İstanbul.

Raison d’etat, Wikipedia, Erişim Tarihi: 19 Ocak 2025. https://fr.wikipedia.org/wiki/Raison_d%27%C3%89tat#:~:text=La%20raison%20d’%C3%89tat%20est,notamment%20dans%20des%20circonstances%20exceptionnelles.

Cemil Tugay’a “Soyer planı” hazırlamak…

Ali Rıza Avcan

Uzunca bir süredir Karabağlar ve Konak belediyeleriyle İzmir Büyükşehir Belediyesi‘ne ait 2025-2029 dönemi stratejik planlarını ve bu planların ilk uygulama dilimi olan 2025 yılı performans programlarını inceleyerek bu belgelerin hazırlık süreciyle tasarımında yapılan isabetsiz tercihlerle yanlışlık ve eksiklikleri; ayrıca, aralarındaki farklılık ve benzerlikleri belirlemeye, belediyelerin anayasası anlamına gelen bu belgelerin geçmiş dönemdeki eski plan ve programlardan farklı ya da benzer yanlarını ortaya koymaya çalışıyorum. Böylelikle bu tür plan ve programların nasıl olması ya da olmaması gerektiğini, “tersten öğrenme yöntemi” ile öğrenip anlamaya çalışıyorum.

Bugün size coğrafi anlamda İzmir ilinden, “İzmir metropolü” olarak tanımlanan 12 ilçe (Balçova, Bayraklı, Bornova, Buca, Çiğli, Gaziemir, Güzelbahçe, Karabağlar, Karşıyaka, Konak, Menemen ve Narlıdere) ile geriye kalan 18 ilçeden sorumlu İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin 2025-2029 dönemine ait yeni stratejik planıyla 2025 yılı performans programı kapsamında, 2025 yılında ulaşılmak istenen amaç ve hedeflerle gerçekleştirilmek istenen faaliyetlerden, bunların içinde bulunduğumuz koşullar itibariyle mümkün olup olmadığından söz edeceğim.

Çorbaya eline ne geçerse atan, her telden çalan aşçı…

Ancak bunu yapmadan önce, şunu belirtmeliyim ki; seçim sonrası hazırlanıp belediye meclislerince kabul edilen tüm plan ve programları, belediye başkanlarının seçim beyannamelerinde ne yazıp, halka ne vaat ettiklerini dikkate alarak değerlendirmemiz gerekiyor. Seçim döneminde belediye başkan adayı olarak radyo, televizyon, gazete ve sosyal medyada neler söylediklerine ya da yaptıkları görüşmelerle miting alanlarında neyi dile getirdiklerine, halka hangi konularda söz verdiklerine bakmamız gerekiyor.

Tabii ki, seçim döneminde vaat edilen bütün bu hususların, göreve gelir gelmez öğrenilen doğru ve yeni bilgiler ışığında yeniden gözden geçirilip güncellenmesi koşuluyla…

Bu anlamda seçim sonrasında hazırlanan her plan ve programın, seçimi kazanan belediye başkanının kendi idealleriyle halka söz verdiği söz ve vaatleri kapsaması gerekiyor. O nedenle de, belediye başkanının değiştiği her belediyede, planlanıp programa bağlanacak her türlü faaliyetin eskisinden farklı olması, belediyeye yeni bir yol çizmesi beklenir. Aksi takdirde, bugünkü yazımızda da göstermeye çalışacağımız gibi, başarılı bulunmadığı için tercih edilmeyen eski başkanların yolundan gidilmesi gibi garip bir durumla karşı karşıya kalınır.

Ayrıca, daha önceki yazımlarımda defalarca belirttiğim gibi, hazırlanacak plan ve programlarda bütün bilim ve disiplinlerin; özellikle de, kentin geçmişiyle bugününü ve geleceğini mekânsal düzeyde tasarlayıp programlamanın yanında, tarih ve coğrafyasıyla ekonomisini, kültürel, sosyal ve siyasi yapısını ele alıp inceleyen ekonomi, tarih, coğrafya, nüfusbilim, sosyoloji, ekoloji ve siyaset bilimi; özellikle de hemşeri/seçmen davranışları gibi temel bilgi kaynaklarıyla ve bunlar üzerinden geliştirilecek taktik ve stratejilerle ele alınıp incelenmesi, başka bir anlatımla plan ve programların tüm bilim ve disiplin temsilcilerinin dahil olduğu bir ekip eliyle ve disiplinler arası bir anlayışla, kenti mekânsal düzeyde tasarlayan imar planlarıyla mali, sosyal ve siyasi açından tasarlayan stratejik planların birbirleriyle ilişkilendirilmesi suretiyle bir bütün halinde hazırlanması gerekiyor.

O nedenle de, Vizyon 2074 Çerçeve Belgesi gibi bir kentin uzun erimdeki geleceğine dair plan ve programların oluşmasında, sadece 1950’li yıllardan sonra gelişen ve son yıllarda etkisi ve yeterliliği sıklıkla tartışılan mekânsal planlama odaklı şehir ve bölge planlama disiplininden yararlanılmaması gerektiğini, bu disiplini temsil eden bölge ve şehir plancıları dışındaki diğer bilim ve disiplin temsilcilerinden de yararlanılması ve planlamanın onlarla birlikte yapılması, buna ilişkin çalışmaların disiplinlerarası bir anlayışla gerçekleştirilmesi gerektiğini söylemek isterim.

Margaret Thatcher, Ronald Reagan, Turgut Özal, Tayyip Erdoğan ve diğerleri…

Bu bağlamda 2006 yılından bu yana değişik belediyelerin stratejik planlarının hazırlamasında danışmanlıklar yapıp eğitimler veren ya da hazırlanan planları “tersten okuyup öğrenmek” amacıyla hazırlanmış plan ve programları inceleyip analiz eden bir planlama uzmanı olarak sizlere geçmişte kalan bir anımı anlatmak isterim:

İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin 2006-2017 dönemi ilk stratejik planını okuyup fazlasıyla beğenen biri olarak, sanırım ilk yıllardaki acemiliğin verdiği cesaretle katıldığım her eğitim çalışmasında o plan belgesini elimle havaya kaldırarak hazırlanacak belgelerin o plana benzetilmesi önerisinde bulunuyordum. Ancak daha sonra herkese önerdiğim bu planı, plan dönemine isabet eden yıllık performans programları, faaliyet raporları, bütçe ve kesin hesaplarla mukayeseli olarak inceleyip analiz ettiğimde ve bu analiz çalışmasını diğer belediyeleri de katarak bugüne kadar sürdürdüğümde, herkese önerdiğim o planın aslında içi boş kof bir plan olduğunu, planın her yıl hazırlanan yıllık performans programlarıyla delik deşik edildiğini, performans programlarını hazırlayanların kendi başarılarını yüksek göstermek amacıyla her yıl faaliyetlerin sayısıyla performans göstergelerinde bilinçli değişiklikler yapmak suretiyle manipülatif davrandıklarını; yani, sahtekarlık yaptıklarını keşfettiğimde; hem stratejik plan ve programlara verdiğim önem azalmış, hem de bu konuda daha dikkatli olunması gerektiğini öğrenmiştim.

Ayrıca önce Maliye Bakanlığı, daha sonra Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı tarafından hazırlanan rehberlerle stratejik planı hazırlama işi fazlasıyla sulandırılıp hazırlanan planlar plan olmaktan çıktığında, belediye bürokratlarının yaptığı manipülasyonlar meşrulaştırıldığında ve belediyeler uygulanmayan planların çöplüğüne döndüğünde stratejik planların gözümdeki ciddiyet ve önemi azalmış, bu işin yapılmış olmak için yapılan bir işe dönüştüğünü anlamıştım.

İşte o nedenle, bu mukayeseyi ilk kez yaptığım tarihten bu yana her belediyede, özellikle de İzmir Büyükşehir Belediyesi gibi büyük belediyelerde hazırlanan her yeni planı şüpheyle karşılayıp, hem kendisinden öncekilerle, hem de kendi dönemi içinde uygulanan performans programı, faaliyet raporu, bütçe ve kesin hesap gibi belgelerle mukayese ederek o planın ve uygulamasının kalitesini, daha doğrusu kalitesizliğini anlamaya çalışırım.

Öte yandan 1980’li yıllarda İngiltere başbakanı Margaret Thatcher ve ABD başkanı Ronald Reagan ile başlayan kapitalizmin neoliberal dönemi ve bu dönemin uygulama disiplinine dayanan bütüncül planlama anlayışı yerine koyduğu stratejik planlamanın alternatifi olarak bir şeyler yapılabileceğini düşünmeye başladım. O nedenle, önümüze konulan stratejik planlama şablonunu, hazırlık ve uygulama süreçlerinin esnek bırakılıp ciddi hiçbir denetime tutulmaması nedeniyle, bir belediyeyi çevresiyle ilişki ve etkileşim içindeki bir organizma gibi düşünerek ve plan uygulamasını titizlikle izleyip takip ederek esnetebileceğimi; böylelikle, stratejik planlamayı 1960 Anayasası‘nın getirdiği Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) merkezli uygulama disiplinine sahip bütüncül planlama anlayışıyla buluşturabileceğimi, bir şekilde ona benzetebileceğimi, bu konuda bana tanınan uygulama alanı dar olmakla birlikte bir ölçüde kaleyi içerden fethedebileceğimi keşfettim.

Çünkü yine bir şablon olarak Avrupa Birliği (AB)‘nden alınıp getirilen kent konseyleri ya da kalkınma ajansları modelleri uygulanmaya başladıkları tarihten bu yana o ilk geldikleri halden çıkıp ülkemiz koşullarına uyup garip bir hal almamışlar mıydı? İşte onların bu topraklarda değişip dönüşmesi gibi stratejik planlama anlayış ve uygulaması da, yapılan plan ve programların uygulanmadan çöpe atılmasını önlemek amacıyla pekala da bu coğrafyanın koşullarına göre değiştirilip dönüştürülebilir, bize ait bir uygulama haline getirilebilirdi.

Yeter ki bu konuya siyasi açından bakan plancının ideolojik bir tercihi olsun! Tabii ki bu arada bunun ayırdında olmayıp, Avrupa‘da, ABD‘nde ne görürse, ne duyarsa onu alıp getiren ya da önüne konulan her şablonu hevesle uygulayan kötü plancıların, YÖK komutasındaki akademisyen unvanlı üniversite öğretmenlerinin varlığına rağmen…

Gelelim İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin 2025-2029 dönemi ile ilgili yeni stratejik planı ile bunun ayrılmaz parçası olarak düzenlenen 2025 yılı performans programı hakkındaki tespit ve değerlendirmelerime….

Her şeyden önce şunu belirtmeliyim ki, yasal ve pratik olarak eş zamanlı olarak aynı ekip tarafından hazırlanması, o nedenle de birbiriyle çelişmemesi gereken birbirine bağlı bu iki belgenin bu kez daha önceki planlardan farklı olarak İzmir Planlama Ajansı (İZPA) ve İzmir Büyükşehir Belediyesi olarak iki ayrı ekip tarafından hazırlandığı ve belediye ekibinin İzmir Planlama Ajansı (İZPA)‘nın hazırladığı stratejik planı performans programı eliyle değiştirdiği anlaşılmaktadır.

Çünkü İzmir Planlama Ajansı (İZPA) tarafından beş yıllık bir süre için 5 amaç, 12 hedef, 116 faaliyet ve 158 performans göstergesi üzerinden, aslında somutlamadan belirtilmesi mümkün faaliyet ve projelerin somut bir şekilde belirtilmesi suretiyle hazırlanan planın ilk uygulama yılı ile ilgili 2025 Performans Programı’nda büyük ölçüde değiştirilerek; hatta planda yer alması nedeniyle 2025 yılı başlatılacak olan ya da planın kabulü beklenilmeksizin 2024 yılı içinde başlatılan bazı faaliyetlere 2025 yılında yer verilmeyip plan uygulamasına performans programı ile çok fazla sayıda performans göstergesinin eklendiği, bu çerçevede içerikleri büyük ölçüde değiştirilen faaliyet ve projelerin sayısının 116’dan 111’e indirildiği, bunların başarısını ölçecek olan performans göstergesi sayısının ise % 54 oranındaki olağanüstü bir artışla 158’den 244’e çıkarıldığı görülmektedir. Bu ise, soruna 2025 yılı performans programı gözüyle baktığımızda, aslında kendisine altlık olması gereken 2025-2029 dönemi stratejik planının zayıflığını göstermekte olup bu yetersizliğin performans programı eliyle çare bulunmak istendiğini göstermektedir.

Bu arada tabii ki plandaki bozuk, kötü “tercüme Türkçesi“ni düzeltip daha önceki planlardaki düzeye getirmek suretiyle planın diline de çare bulduğunu ya da Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı‘nın 25 Temmuz 2022 tarih, E-14399437-622.02-4169256 sayılı genelgesinde belediye zabıtasının hiçbir şekilde trafik denetimi yapamayacağı belirtilmiş olmasına karşın; hem stratejik planda hem de performans programında, mevcut yasal düzenlemelere aykırı olarak “trafik denetimi yapılan araç sayısı” şeklindeki bir performans göstergesine yer verildiğini söyleyebilirim…

Anlaşılan o ki, stratejik planı, plan uygulaması hakkında pek fazla bilgi ve deneyim sahibi olmayan İzmir Planlama Ajansı ekibi, 2025 yılı performans programını da belediye ekibi hazırlamış; böylelikle, belediye ekibi hem 2006 yılından bu yana edindiği zengin deneyimler çerçevesinde karşısına çıkan bu zayıf ve yetersiz stratejik planı düzeltmek, hem de Tunç Soyer döneminde başlatılan birçok proje ve uygulamayı devam ettirmek niyetiyle Aziz Kocaoğlu ve Tunç Soyer dönemlerindeki plan ve programlara çok benzeyen, yeni iktidar sahiplerinin “ezber bozmak” niyetiyle yapmak istedikleri yeni ve farklı bir stratejik plandan çok farklı bir belgeyle karşımıza çıkmış durumda… (1)

Hem de İZPA başkanı Koray Velibeyoğlu‘nun, kendisine geçmişteki havza planlarında olduğu gibi yeni yeni iş alanları çıkaracağı için şahsen çok önem verdiğini tahmin ettiğim; ancak, hangi yıllar hangi düzeyde gerçekleştirilip hangi yıl bitirileceğine dair herhangi bir bilgi vermeksizin plana yerleştirdiği Cemil Tugay‘ın seçim projelerinden “İzmir Otogarı yenileme faaliyetleri“, “ulaşım master planı“, Ahmed Adnan Saygun Senfoni Orkestrası faaliyetleri” ve “Karavan parkları” ile eski planlarda da olmasına rağmen yıllardır bir türlü hayata geçirilemeyen “İzmir ili gürültü eylem planlarının oluşturulması faaliyetleri“; ayrıca, çalışmaları stratejik planın kabulünü beklemeksizin 2024 yılında başlatılıp halen sürdürülen “Vizyon 2074 Çerçeve Belgesi” gibi öncelik verilen faaliyetlere 2025 yılı performans programında yer verilmeyerek…

Üstüne üstlük Cemil Tugay‘ın seçim projeleri arasında yer almasına rağmen stratejik planda yer almayan başta “Karşıyaka Zübeyde Hanım Stadı Yapım Faaliyeti” olmak üzere birçok faaliyetin 2025 yılı performans programına eklenmesi gibi plan dışında bırakılmış birçok işin performans programına dahil edilmesi suretiyle planın daha ilk yılında delik deşik edilmesi suretiyle…

Böylelikle Tunç Soyer zamanında büyük umutlarla kurulan İzmir Planlama Ajansı (İZPA) hazırladığı stratejik planla başka telden, belediye ekibi eliyle hazırlandığı anlaşılan performans programının ise ayrı bir telden çaldığına tanık olmuş oluyor ve böylelikle, bir ders niyetine “planlamada bütünlük” ilkesinin çiğnenmesi suretiyle konunun nerelere geleceğini somut bir şekilde görüyoruz…

Şapkadan Tunç Soyer’i çıkarmak…

Belediyedeki ekibin hazırladığı 2025 yılı performans programına baktığımızda ise planın adeta Aziz Kocaoğlu ya da Tunç Soyer döneminde hazırlanan plan ve programlara benzediğini, Cemil Tugay dönemine benzemesi için İzmir Planlama Ajansı (İZPA)‘nın yaptıklarının performans programı ile yok edildiğini görürüz. Böylelikle bir kez daha, daha doğrusu bir zamanlar belediye yapılanmasından ayrı bir şekilde oluşturulan İzmir Akdeniz Akademisi ile belediye bürokrasisi arasındaki çatışmaya ve bu çatışma sonucunda İzmir Akdeniz Akademisi‘nin pasifize edilip ehlileştirilmesine benzer bir şekilde belediyeden bağımsız bir şekilde yapılanıp çalışmaya başlayan İzmir Planlama Ajansı (İZPA) ile yine aynı belediye bürokrasisi arasındaki benzeri bir çatışmaya tanık oluyoruz. İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin yeni başkanı bu iki ayrı iktidar odağı arasındaki çatışmadan kaynaklanan böylesi bir benzerliğin farkında mıdır ya da bundan haberdar mıdır, bilmiyorum; ama, durum bütün somut kanıtlarıyla bu vaziyette…

Buna ilişkin bulguları ise şu şekilde sıralayabiliriz:

📌 Benim 2022 ve 2023 yılı performans programlarında görüp büyük bir merakla üyesi olduğum İzmir Tarım Grubu‘ndaki tüm ziraat mühendisi arkadaşlarıma; hatta, Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi dekanıyla hocalarına sorduğum ve sonuçta Çeşme Belediyesi‘nde çalışan bir yöneticinin kurduğu kooperatifin elinde bulunup genetiği bilim dünyasınca henüz araştırılmadığı için yerli ve saf ırk olup olmadığı belli olmayan; hatta “Çeşme koyunu” ırkının melezi olduğu tahmin edilen “Kaçeli koyunu” isimli küçükbaş hayvanların, bu hayvanların sahibi kooperatifin menfaatleri doğrultusunda yetiştirilip dağıtılmasını hedefleyen ve bu amaçla 2022, 2023, 2024 yıllarının devamı olarak 2025 yılı performans programına konulan “Kaçeli koyun ırkının korunması ve çoğaltılması faaliyetleri” başlıklı projenin devam ettirilmesi,

📌 İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Cemil Tugay, 29 Kasım 2024 tarihinde Ege Sanayici ve İş İnsanları Derneği (ESİAD) tarafından düzenlenen 3. Yatırım Zirvesi‘nin açış konuşmasında güneş enerjisi santrallerinin maliyetleriyle ilgili kaygılarını dile getirmiş olmasına karşın; gerek stratejik planda, gerekse performans programında güneş enerjisi, biyogaz tesisleri gibi yenilenebilir enerji tesisleri için yapılacak ön etütlerle ilgili faaliyet ve performans göstergelerine yer verilmesi,

📌 İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Cemil Tugay‘ın seçim öncesinde kamuoyu ile paylaştığı 49 projesi arasında Akdeniz ülkeleri ya da kentleriyle ilgili bir proje ya da düşüncesi olmamakla birlikte; stratejik planla performans programında yer verilen ve daha çok Aziz Kocaoğlu ile Tunç Soyer dönemlerini hatırlatan “Akdeniz Kentler Ağı faaliyetleri” kapsamında “Akdeniz ülkeleriyle gerçekleştirilen uluslararası işbirliği” şeklinde bir performans göstergesinin kabul edilmesi,

📌 Aziz Kocaoğlu ve Tunç Soyer dönemlerinin o ünlü “Süt Kuzusu Projesi“nin adının değiştirilerek “Süt Kuzusu faaliyetleri” adı altında devam ettirilmesi,

📌 Tunç Soyer‘in son aylarında faaliyete giren İzmir Kültür Fonu‘nun gerçekleştirdiği fikir ve uygulama yarışmalarına ilişkin bir performans göstergesinin 2025 yılı performans programına konulması,

📌Yine Tunç Soyer zamanında kurulan Sinema Ofisi eliyle sinema ve televizyon filmlerinin desteklenip yayınlanmasına ilişkin faaliyetlerle performans göstergelerinin her iki belgeye de eklenmiş olması,

📌 Tunç Soyer zamanında “İztaşıt” olarak adlandırılıp halkın yoğun şikayetlerine konu olan ilçelere ulaşımı sağlayan özel ulaşım araçlarının belediye ulaşım sistemine entegrasyonunu sağlama işinin “Toplu ulaşım sisteminin geliştirilmesi faaliyetleri” adıyla devam ettirilmesi,

📌İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Cemil Tugay, seçim öncesinden bu yana tarımsal hizmetlerden ve işletmecilikten çok kırsal alan ve hizmetlerle bu hizmetlerin planlanmasından söz edip sırf bu amaçla Tarımsal Hizmetler Dairesi‘ni kaldırıp yerine ayrı bir Kırsal Hizmetler Dairesi Başkanlığı kurarak başına kendisinin eski Karşıyaka ekibinden gelen bir şehir ve plancısını koymuş olmasına rağmen; 2025 yılı performans programına, stratejik planda yer almayan “Tarımsal hizmetler faaliyetlerinin yürütülmesi” bölümünün eklenmesi.

Evet, şu an “kamuda işlerin sürekliliği esastır. Cemil Tugay ne yapsaydı, kendisinden önceki Tunç Soyer projelerini devam ettirmese miydi?” diyerek dile getirdiğiniz itirazları duyar gibiyim…

Dediğiniz gibi “kamudaki işlerin sürekliliği esastır“; ama göreve geldiğinden bu yana İZTARIM ya da İZDOĞA‘ya ait birçok Tunç Soyer projesini durduran, bu projelerle ilgili kamu görevlisini işinden çıkaran ya da başka başka isimlerle devam ettirmeye çalışan yeni bir belediye başkanının da kendisiyle ilgili bu tür plan ve programlara, o proje dile getirildiğinde kendisini hatırlayacağımız şekilde damgasını vurması, “Evet, bu bir Cemil Tugay projesidir ve bakın işte şimdi de uygulamasına başlanmış” dememiz gerekir. Çünkü ikinci bir stratejik plan, Cemil Tugay‘ın belediye başkanı koltuğunu işgal ettiği 2025-2029 döneminde bir kez daha hazırlanmayacak ve mevcut planla programa mührünü vurmadığı sürece kendisine tanınan bir şansı da böylelikle kaybetmiş olacak…

Bu arada, tabii ki Aziz Kocaoğlu, Tunç Soyer ve Cemil Tugay dönemlerinde, başkanlar değişse bile sürekli bir şekilde başkanların çevresinde yer alıp danışman sıfatıyla çalışanlar sayesinde bu tür benzerliklere, bu tür birbirini tekrarlayan konulara rastlanmasının beklenen bir şey olduğunu, hatta bazen her bir belediye başkanına aynı düşünce ya da projelerin başka başka isimler altında kabul ettirilmesinin mümkün olduğunu bilip unutmadan… Her dönemde tekrar eden bütün bu benzerliklerin bu tür düşünce, proje ve belgelerin altına imza atanların aynı kişilerden oluşması nedeniyle ortaya çıkıp tekrarlanacağını bilerek… Bütün belediye başkanlarını, birbirlerinden çok farklı olsalar bile -ister istemez- aynı potada birleştirmeye çalışan; ama, bu arada bugüne kadar stratejik planla performans programlarının uygulamasında yer almadıkları için hazırladıkları planın ne hale geleceğinden habersiz kişiler ve onların acemi ekipleri sayesinde…

Şu sıralarda İzmir‘de, özellikle de şehir ve bölge plancıları arasında “simit modeli” ya da “gevrek modeli” adıyla anılan; ama, özü itibariyle bu topraklara yabancı, kapitalizmin yeni bir oyuncağı bayağı bir revaçta… Ortalıkta , özellikle de önce Karşıyaka‘da, sonra Karabağlar‘da, şimdi de İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nde herkes simit ya da gevrek modelinin taraftarı, fanatiği olmuş durumda ya da öyle olmuş gibi davranıyor… Şimdi de bu model moda!

Ankara‘dan İzmir‘e transfer olan, daha sonra İstanbul‘a geçip İzmir adaylığını yoklayan ve sonuçta İstanbul‘daki eski göreviyle İstanbul Planlama Ajansı (İPA) koltuğu ile idare den şehir ve bölge plancısı Dr. Buğra Gökçe bile İstanbul Büyükşehir Belediyesi 2025-2029 stratejik planı ile 2050 yılını hedefleyen İstanbul Vizyon 2050 Strateji Belgesi‘nde “simit modeli“nden söz etmese bile, 7 Kasım 2024 tarihinde Florya kampüsünde Dünya Donut (Simit) Günü nedeniyle özel sektör, akademi ve STK temsilcileriyle buluşmayı ihmal etmeyip bizlere Kate Rawworth‘un adı aslında “Donut Ekonomisi” hakkında bilgiler veriyor. (2)

Sanırım yakında ben de bu önerilerden fazlasıyla etkilenerek buram buram İzmir kokan “Boyoz-yumurta modeli” adını verdiğim farklı bir modelle karşınıza çıkabilirim… Ya da İzmir‘in tarihi geçmişiyle kültürel zenginliğine sahip çıkmak adına “Kuluri modeli” ismini tercih edebilirim…

İdeolojik ve siyasi anlamda Batı hayranlığının, orada piyasaya ne çıkarsa hemen tercüme edip almak yarı aydın dediğimiz insanların yüzyıllardır devam eden geleneksel tavrı… Oysa Ülker markalı ürünlerin sahibi ve Anadolu Grubu‘nun patronu Murat Ülker bile, kendi kişisel blog sayfasında yazdığı yazı ile bu modelin kaşifi İngiliz Kate Rawort‘un söylediklerini Karl Marks‘ın düşünceleri ile mukayese ederek onu ütopist buluyor… (3) Anlayacağınız, bizim ülkenin mütedeyyin kapitalistleri, patronları bile bu İngiliz’in ne yaptığını gayet iyi biliyorlar; ama, bu konularda bilgisiz olan belediye başkanlarının gözünü boyama hevesinde olan, onu etkileyip yeni yeni strateji belgeleri ya da planlar hazırlamak isteyen, böylelikle dünyalığını oluşturmak hevesindeki Batı hayranı yarı aydınlarımız bu modeli hemen sahipleniyor, onun “donut economics” şeklindeki adını büyük bir heves ve iş bilirlikle “gevrek ekonomisi” ya da “İzmir gevrek modeli“ne dönüştürerek, işe yarasın ya da yaramasın her yere sokmaya, eklemeye çalışıyor. Bu bağlamda tabii ki, İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin 2025-2029 dönemi stratejik planı da kendisine düşen payı alıyor ve plan uygulamasını hiçbir şekilde etkilemeyecek şekilde 17 sayfalık bir plan ekine sahip oluyor. Aynen Karabağlar Belediyesi‘nin 2025-2029 dönemi stratejik planında olduğu gibi….

2012 yılında İngiliz iktisatçı Kate Raworth tarafından, vahşi kapitalizmin toplumsal yaşamda ve doğada yarattığı tahribatların pansumanın yapmak amacıyla “Donut Economics” adıyla ortaya atılıp Türkçeye “Simit Ekonomisi” olarak çevrilen bu modelin, 2019 yılında Kate Raworth‘un, eski sömürgeciliğin ve Avrupa emperyalizmin merkezi Amsterdam‘daki belediye ile yaptığı işbirliği çerçevesinde, modeli küçülterek kent hizmetlerine yansıtmayı hedefleyen bütüncül çalışmaların sonuçları henüz ortada yokken; hatta, Hollanda‘daki bazı sivil toplum örgütleri ve siyasi partiler bu durumu yavaş yavaş eleştirmeye başlamışken böylesi bir çalışmanın İzmir‘de, bu önerinin ülkemizin ve İzmir‘in içinde bulunduğu koşullar itibariyle uygulanıp uygulanamayacağına ilişkin herhangi bir araştırma yapılmaksızın, bunu mümkün kılacak unsurların ölçülüp değerlendirilmesine ilişkin herhangi bir ölçümleme sistemi oluşturulmaksızın ya da modelle ilgili herhangi bir pilot çalışma yapılmaksızın ve bütün bunlar İzmir kamuoyu ile tartışılmaksızın “ben başkanı ikna ettim, oldu” cin fikriyle 17 sayfalık bir eki stratejik plana ekleyerek bir çırpıda hayata geçirilmeye çalışılması, modelin mucidi Kate Raworth‘u bile hayrete düşürüp şaşırtacak bir gayretkeşlik olarak değerlendirilmelidir.

Böylelikle bu tür işlerin başkanlık sisteminin egemen olduğu antidemokratik yerel yönetimlerde istendiği takdirde ne kadar kolay olduğu; ancak, her zaman için etkili olan belediye içindeki alternatif iktidar odakları marifetiyle önce “Karşıyaka Gevrek Modeli“, daha sonra “İzmir Gevrek Modeli” olarak adlandırılan ithal bir hayalle şekillendirilen ve dumanı halen üstünde tüten yepyeni bir stratejik planın, delik deşik edilmiş başka bir plana nasıl dönüşebileceğinin, sizi nasıl boşa düşürebileceğinin somut bir örneği olarak ortaya çıkmaktadır.

Aynen Aziz Kocaoğlu döneminde uygulama aşaması düşünülmeden ve adeta suya yazı yazarak önce Çeşme Yarımadası, daha sonra Küçük Menderes ve Gediz-Bakırçay havzalarıyla ilgili strateji belgelerinin sonuçsuz kalışında olduğu gibi… Yeter ki, biz masa başında ya da bize verilen lüks mekanlarda kendi arkadaş ve öğrencilerimizle bol bol çalıştaylar, paneller, atölye çalışmaları yapalım, kendi aramızda havanda sular dövelim, bu konulardan bihaber belediye başkanının gözünü boyayalım , gerisi “Allah kerim”… Hem de “artık ondan sonra ne yapılır, ne yapılmaz beni alakadar etmez” tavrıyla…

Bu durumda; yani hikayenin ve yazının bittiği şu aşamada bize de, “oradan alıp buraya koyalım, takas yapıp günü kurtaralım” diyen kent simsarlarının ruhuyla hareket eden bir belediye başkanı ile bilimsel çalışmayı ticarete dönüştüren bu tür akademisyenler sayesinde hazırlanan plan ve programların aslında hiçbir işe yaramayacağını, bu bozuk düzen içinde suyun her zaman olduğu gibi yine kendi yatağında akmaya devam edeceğini, bu kadrolarla planlı programlı hiçbir işin yapılamayacağını, her şeyin tesadüflere; daha doğrusu, hayatın normal seyrine kaldığını söylemekten başka bir şey kalmıyor…

Bu yazıyı, bilimselliği kendi egosunun tatmini için gösteriye dönüştüren tüm yarı aydınlara adıyorum… 😊

(1) İzmir’in stratejik planında yeni nesil belediyecilik var, https://www.izmir.bel.tr/tr/Haberler/izmirin-stratejik-planinda-yeni-nesil-belediyecilik-var/50602/156

(2) https://x.com/gokcebugra/status/1854505719422206199

(3) Murat Ülker, “Post-Korona Ekonomisi: Simit! Dougnut Economics”, https://muratulker.com/y/post-korona-ekonomisi-simit-doughnut-economics/

Öfkeliyim…

Ali Rıza Avcan

Evet, öfkeliyim… Hem de fazlasıyla… Çünkü uzun bir süredir endişelenip olmaması için adeta dualar ettiğim bir kötülük, bir uğursuzluk sırf birilerini ihya etsin düşüncesiyle habis bir ur gibi bu kentin ortasında, denizinin kıyısında herkese meydan okurcasına yükseliyor ve bir kanser hücresi gibi çevreye yayılma tehlikesi gösteriyor… Üstüne üstlük her birine büyük ölçüde değer verdiğim kurumlar ve kişiler bu kötülüğün ortaya çıkıp gelişmesi için el birliği etmiş gibi bu kötülüğün ortaya çıkmasına yataklık yapıp sessiz kalıyor, karşı çıkmıyor ve mücadele etmiyor…

Doğanın, tarihin, arkeolojinin, kültürel ve ahlaki değerlerin; kısacası tüm insanlık değerlerini oluşturan zengin bir geçmişin ve onun ışığında filizlenip güçlenecek umut dolu geleceğin, barbarlara yaraşır bir şekilde yok edilip onun yerine insanı ve onun değerlerini ezip un ufak eden bir yapının yükseldiğini görüyor ve buna engel olamıyorum…

Turan ya da diğer adıyla Aya Trianda. Önde, bugün yok edilmiş olan ünlü Agia Trianda Manastırı…

İnsan yaşamında etkili olan bazı yerler, bazı mekânlar vardır ki, orada kendi geçmiş yaşamınızla ilgili hiçbir iz olmamakla birlikte; orası, yüreğinizden bir parçanın orada olduğunu hissettirip sizi kendisine çağırır, size ait bir şeyin kendisinde saklı olduğunu, oraya gidip gördüğünüzde ya da yaşadığınızda o sakin, sessiz ve gözlerden saklanmış güzel yerde kendinizi daha iyi hissedeceğinizi söyler…

İşte o anlamda, benim için İzmir‘in tam da orta yerinde, körfezin bittiği yerde ya da başka bir ifadeyle, İzmir‘den Karşıyaka‘ya karadan gitmeye kalktığınızda ya da tersini yaptığınızda “35” ile “35,5”un tam ortasında yer alan ve İzmir‘e yerleştiğim ilk günlerden bu yana karayolundan ya da demiryolundan gelip geçerken beni kendisine çeken, “gel, beni gör, beni hisset” diyen yerlerden biridir Turan mahallesi…

Bu kıyıda köşede kalmış küçük, güzel ve gizemli yer, ne bir zamanlar bağlı olduğu Karşıyaka‘ya, ne de şimdilerde bağladıkları Bayraklı‘ya yâr olmuş, bir başına, özgür, içinde yer aldığı bütünle ilişki kurmayan, ona benzemeyen, kendine özgü apayrı bir dünyadır…

Yamanlar‘ın yamaçlarındaki Alurca Vadisi ve deresinin denizle buluştuğu kumul alanda şimdilerde terk-i diyar etmiş olan Sana ve Vita yağları ile ünlenen Turyağ fabrikası, Petrol Ofisi‘ne ait akaryakıt ve kömür depolarıyla çatısına bir deniz teknesinin yerleştirildiği Tacar Tekne binasıyla hatırladığımız, hemen arka yamaçlarda yer aldığı bilinen Agia Triada Manastırı nedeniyle yakın zamana kadar Aya Triada adıyla bilinen bu küçük, kuytu yerleşim bir yanındaki yeşil orman parçası, diğer yanındaki sığ ve sakin deniziyle sanki sizi kendisine çeker, adeta “beni gör, hisset ve anımsa” der…

Bir zamanlar Turan…

İşte benim bu yerleşime, yüzünü gelip geçenden gizleyip beni devamlı olarak çağıran bu doğa parçasına olan tutkulu sevgim ve yakın bir gelecekte bu güzel yerin rant uğruna yok edileceğini hissetmem nedeniyle bundan sekiz yıl önce, 2017 yılının ilk aylarında bu güzel yeri birçok kez ziyaret ederek kıyısını köşesini keşfetmeye, muhtarı ve orada yaşamış ya da yaşamaya çalışan insanlarıyla konuşarak, arşivleri karıştırarak o sessiz sakinliğin arkasındaki dünyayı öğrenmeye çalıştığım tarihlerde o bölgenin başına gelecekleri tahmin ederek “Meş’um geleceğini bekleyen bir mahalle: Turan” başlıklı birbirini izleyen 6 ayrı yazı yazarak hem kendimi hem de tüm İzmirlileri uyarmaya çalışmıştım. (1)

Çünkü o dönemde Turan‘da, başında bir zamanlar Binali Yıldırım‘ın bulunduğu Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı tarafından 360 yatlık bir marinanın yapılacak olması dışında Turyağ‘ın bıraktığı alanla sahildeki Braggiotti köşkünün bulunduğu dört ayrı parselde Nokta İnşaat A.Ş. ile Rönesans/Nakkaştepe A.Ş. tarafından ÇED raporları alınmış ve 117 metre yüksekliğindeki 41 katlı bir gökdelenle 102 metre yüksekliğindeki 36 katlı ikinci bir gökdelenin yapılması öngörülüyor; ayrıca, arkadaki askeri bölgenin özelleştirilip yapılaşmaya açılacağı konuşuluyor, Atatürk Ormanı‘nın içine ise kaçak olarak Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı Kıyı Emniyeti Genel Müdürlüğü‘ne ait İzmir Gemi Trafik Hizmetleri Merkezi (GTHM) binası yapılıyor, bu inşaatı engellemek amacıyla TMMOB Şehir Plancıları Odası İzmir Şubesi dava açıyor, oluşumunda İzmir‘in efsanevi belediye başkanı Behçet Uz‘la “İzmir Baba” lakabıyla tanınıp sevilen sevgili Sancar Maruflu‘nun büyük emekleri olan Atatürk Ormanı ise her geçen gün bozulan kalitesi ile “baltalık orman” kategorisine girip bu gerekçeyle her an gözden çıkarılma riski ile karşı karşıya kalıyordu.

2000’li yıllardan bu yana İzmir Büyükşehir ve Bayraklı belediyelerince hazırlanıp onaylanan “İzmir Yeni Kent Merkezi Bayraklı-Salhane-Turan Bölgesi” imar planlarında ve plan değişikliklerinde yazılı olan “bu alanlarda hmax serbesttir” şeklindeki plan notlarıyla yapımına izin verilen gökdelenlerde her tür ticaret, çarşı, büro, iş hanı, ticari depolama, banka, sigorta, çok katlı mağaza ve eğlence yeri, turizm tesis alanı, konut, çok katlı taşıt parkı, özel hastane ve özel eğitim (okul) tesisi açılmasına yataklık yapan belediye başkanları, meclis üyeleri, mimar, mühendis ve şehir plancısı unvanlı belediye yönetici ve çalışanları doğal ve tarihi sit alanı olarak tescilli bu değerli bölgeyi kendi elleriyle Rönesans Holding gibi yandaş inşaat şirketlerine, yerli ve yabancı rant lobilerine bir armağan paketi gibi teslim etmiş olsalar da; olası yağma girişimlerini engellemek ya da geciktirmek, bu arada da İzmirlilere bu bölgenin önem ve değerini yazıp çizerek anlatmak o tarihteki tek derdim olmakla birlikte; 2017-2023 döneminde inşaat sektörünü de etkileyen ekonomik krizler ve Covid19 salgını nedeniyle buradaki gökelenlerin yapımı 2023 yılına kadar geciktiğine tanık olduk.

Bu arada hepimizin evlerde kalmak zorunda kaldığı Covid19 salgını döneminde sevgili büyüğüm Karşıyakalı Uğur Durak‘ın elindeki ailesinden kalan eski bir Osmanlı tapusuna dayanarak, muhtemelen bugünkü askeri alanın subay lojmanlarına isabet eden bölümünde olup “şarken ve cenuben Müftü Efendi merası, garben taşçı Yanako tarlası ve şimalen cebel” olarak tarif edilen 50 dönümlük tarlanın yerini arayıp bulmak için uğraşıp durduk ve bu sayede Turan bölgesinin eski arazi kayıtları hakkında ayrıntılı bilgilere ulaştık.

Tabii ki bu arada, Turan‘daki eğlence yerlerine uyuşturucu ticareti nedeniyle yapılan polis operasyonlarıyla Alabaylar ve Zirek çetelerinin çökertildiği haberlerinden de haberdar olup, kentin kıyısında köşesinde kalmış bu güzel mekanın giderek bir suç mahalline dönüştüğünü öğreniyorduk…

Neva Yalı…

2017’den 2023’e kadarki sessiz, sakin dönemin hemen ertesinde takvimlerin 2023 yılının ilk günlerini gösterdiği günlerde, sahildeki o muhteşem Braggiotti Köşkü‘nün bulunduğu parsellere sahip yandaş inşaat şirketi Rönesans Holding‘in harekete geçerek Turan sahilinde “Neva Yalı” ismini verdiği bir gökdelen projesine başladığını öğrendik ve bundan böyle oradan her geçişimizde içimiz acıyarak dikilen gökdelenlerin adım adım yükselişine tanık olduk. Bu arada Neva Yalı projesinin sosyal medyaya verilen reklamların tanıdığım bazı kişiler tarafından bilinçsizce beğenildiğini her gördüğümde, o isimlere kızıp durdum; hatta, zaman zaman bu reklamların altına eleştirel mesajlar yazmaktan kendimi alamadım.

30 Ekim 2020 tarihli Sisam depreminden en fazla etkilenen Bayraklı ve Bornova‘ya en yakın mesafedeki Turan‘da, denizin hemen kıyısına yapılmak istenen gökdelenlere aklı başında olduğunu düşündüğüm kurum ya da kişilerden hiç kimsenin itiraz etmediği, CHP‘li belediyelerle TMMOB‘ne bağlı odaların sesini yükseltip dava açmadığı bir süreçte Ankara‘daki “Kaçak Saray“ı da yapan Rönesans Holding‘in patronu Erman Ilıcak‘ın Turan mahallesini işgal ederek yaptığı bu dört büyük gökdelene, tüm İzmir halkının hoşgörüsü; hatta, sosyal medya beğenileriyle göz yumduk, görmemezlikten gelip bugünkü noktaya geldik… Aynen Mehmet Cengiz ile akrabaları Şeref ve Ahmet Cengiz‘in Karşıyaka‘nın Yalı, Şemikler, Bostanlı ve Mavişehir mahallelerinde yaptığı apartmanlarla palazlanıp büyümesinde olduğu gibi…

2017 yılında dile getirmeye çalıştığım “Meş’um gelecek” öngörüsü, sanki ünlü Kolombiyalı yazar Gabriel García Márquez‘in “Kırmızı Pazartesi” isimli romanında yazdığı gibi önceden bilinip bekleniyordu…

Biz tarihi değerlere önem veriyoruz” sahte algısı ile bir satış-pazarlama nesnesine dönüştürülüp etrafı kuşatılan Giraud ailesinin yazlık evi… Fotoğraf: Erol Şaşmaz

Ve sonunda geçtiğimiz 27 Aralık 2024 Cuma günü sevgili dostum Erol Şaşmaz‘la birlikte, görüp başıma gelecekleri düşünerek korka korka Turan‘a gidip bir zamanlar herkesten gizlenip cazibesini koruyan o güzel yerin onlarca kamyon, iş makinesi, tır, yüzlerce işçi, toz, duman ve çamurla koskocaman bir şantiyeye çevrildiğini, 2017’de görüp fotoğrafladığım birçok eski yapının yıkılarak kendi makus ve meş’um talihini beklemeye başladığını görene kadar…

Evet, geçtiğimiz hafta Cuma günü önce kara ve demiryolu ile deniz arasındaki tarihi Turan mahallesine, ardından da Cengizhan mahallesinden doğru Atatürk Ormanı‘na giderek tüm bölgenin inşaat şirketlerinin iştahını arttıran çöküşüne tanık olduk….

Turan‘ndaki durum gerçekten içler acısıydı… Konforlu köşesinde oturup dışarıda olup bitenlere ilgisiz kalan ya da “ekosistem“, “sürdürülebilirlik“, “girişimcilik” gibi neoliberal sözcükleri sık sık tekrarlayıp kılını kıpırdatmayanlar hariç, ortada tüm İzmirliler için, onların geçmişini, tarihini, doğasını, kurdu, kuşunu ve denizini yağmalayıp yok eden bir işgal söz konusuydu…

Önce Turan muhtarı Nursel Diken‘e uğrayarak selamımızı verip sohbetimizi yaptık, ardından da Rönesans Holding‘in 2009 yılında kurduğu Rönesans Eğitim Vakfı (REV) tarafından inşaatın merkez ofisi olarak kullanılan tarihi Braggiotti Köşkü‘ne uğrayarak güce, betona, çağdaş inşaat teknolojisine fetiş düzeyinde tapan, aldıkları binlerce liralık ücretler karşılığında kurdunu kuşunu, doğasını ve denizi satmak üzere patronlarına yardımcı olan, bunun için sahip olduğu bilgi, beceri ve deneyimi kamu yararı yerine özel çıkar sahiplerine sunan mimar, mühendis ve iktisatçılarla tanışıp konuştuk, bu kadar genç, dinamik ve yetişmiş insanın ne durumda olduğunu görerek kahrolduk… Çünkü böylesine kendi kendini kandırmış insanlara gerçeği anlatmak mümkün değildi… Onlara bu mahallenin tarihinden, o tarihten kaynaklanan kimliğinden, arkadaki ormanın, önümüzdeki denizin değerinden söz edecek gücü kuvveti kendimizde bulamadık… Çünkü karşımızda, kendilerinin “ekmek parası” dediği yüksek ücretler ve lüks çalışma ofislerinde “direktör“, “satış-pazarlama yöneticisi” gibi makam ve mevkiler uğruna çalışıp sahip olduğu tarihi, arkeolojik, kültürel ve toplumsal değerleri dikkate almayan insanlar vardı…

Beton bloklarla dört bir tarafı kuşatılıp adeta ezilen Braggiotti Köşkü…. Fotoğraf: Erol Şaşmaz

Onlardan insanları ve diğer tarihi yapıları ezip un ufak eden bu gökdelenlerdeki 469 daireden 1+1’lik en küçük dairenin bile 5,5-6 milyona satıldığını öğrenip, binaların ana kaya üzerine sabitlendiği yalanını dinledik, gökdelenlerle ilgili projelerin, İzmir‘in neredeyse tüm gökdelenlerinin uygulama projesini hazırlayan, o nedenle de “bayan gökdelen” adıyla anılan ve şu sıralarda Batı Anadolu Sanayici ve İş İnsanları Dernekleri Federasyonu (BASİFED)‘nun başkanlığını yürüten Epig Mimarlık şirketinin sahibi mimar Semiha Güneş tarafından hazırlandığını (2), iklim değişikliği nedeniyle denizin yükselmesi durumunda yapacakları duvar ve mobil bariyerlerle tehlikeyi savuşturacaklarını, çevreci görünmek adına denize kuşlar için adalar yapacaklarını ve inşaatı devam eden dört gökdelenin hemen yanındaki yeni bir bölgede de yeni gökdelenler inşa edeceklerini öğrendik…

Kısacası, kentin ortasındaki en değerli bir bölümü, kentin AKP emrindeki yöneticileriyle tacir avukatlarının koruyup kollamasında, bu bölgenin planlarını hazırlayıp kabul eden İzmir Büyükşehir ve Bayraklı belediyeleriyle onların başkanları, meclis üyeleri, yönetici olarak çalışan mimar, mühendis ve şehir plancıları tarafından hazırlanan senaryoların bir sonucu olarak yandaş bir şirketin insafına ve işgaline terk edildiğini gördük.

Turan‘dan ayrılışımız, 8 sene önce tahmin ettiklerimin gerçekleştiğini görmekle ve bu kötülüğün önümüzdeki günlerde daha da artıp yayılacağını anlamış olmanın acısı ile doluydu…

O nedenle, çevre felaketlerinin yaşandığı Kazdağları, Cerattepe ya da Dalaman gibi yerlere gidip oradaki yıkımları protesto etmek kadar İzmir‘in ortasında, hemen yanı başımızda kimselerin fark etmediği ya da görmezlikten geldiği bu yıkımı, bu yok edişi, bu işgali de gidip görerek protesto etmemiz ve engellememiz gerekiyor…

Bir şantiye haline dönüşen Turan… Fotoğraf: Erol Şaşmaz
Çöküşün ve soylulaştırma girişiminin somut örnekleri… Fotoğraf: Erol Şaşmaz

En azından yolun karşı kıyısında şimdilik herhangi bir girişime konu olmayan askeri bölgeyi ve İzmir’in efsane belediye başkanı Behçet Uz‘la “İzmir Baba” lakaplı Sancar Maruflu‘nun girişimiyle yaratılan Atatürk Ormanı‘nı, onlara olan borcumuzun bir gereği olarak bu yağmadan, bu yok edişten uzak tutup kurtarmak adına…

Evet, yazı başlığında da belirttiğim gibi Turan‘ın yağmalanması ve bu yağmanın önümüzdeki günlerde daha da genişleyecek olması nedeniyle öfkeliyim ve bu öfkemi, bu kızgınlığımı olumlu bir sonuca dönüştürmek amacıyla başta belediyeler olmak üzere çevreyle, kentle ve İzmir‘le ilgili tüm sivil toplum kuruluşlarıyla meslek odalarını, İzmir Barosu‘nu, İzmir Tabip Odası‘nı ve aklıma gelen gelmeyen diğer kurum ve kişileri Turan‘a, Turan‘ın doğal, kültürel, arkeolojik ve tarihi değerlerine sahip çıkmaya davet ediyorum…

İşte o nedenle, sevgili Sancar Maruflu‘dan bizlere bir miras olarak kalan İzmir Atatürk Ormanı’nı – Kültürpark’ı Koruma ve Anıt Yaptırma (ATAORMAN) Derneği‘nin yeni bir üyesi olarak, onların emeği ile oluşturulduğu tarihten bu yana ilgisizlik ve bakımsızlık nedeniyle “bozuk orman” vasfını kazanmış olan Atatürk Ormanı‘na ait kullanım/intifa hakkının İzmir Büyükşehir ve Bayraklı belediyeleri tarafından Tarım ve Orman Bakanlığı‘ndan alınarak oranın bir kent ormanına dönüştürülmesini talep ediyor, kent içinde Kültürpark‘tan sonra gelen bu ikinci yeşil alanın, yeni yağma ve yapılaşmalara konu olmayacak şekilde geliştirilmesini arzuluyorum.

(1) https://kentstratejileri.com/2017/01/24/mesum-gelecegini-bekleyen-bir-mahalle-turan-1/

https://kentstratejileri.com/2017/01/30/mesum-gelecegini-bekleyen-bir-mahalle-turan-2/

https://kentstratejileri.com/2017/02/08/mesum-gelecegini-bekleyen-bir-mahalle-turan-3/

https://kentstratejileri.com/2017/02/20/mesum-gelecegini-bekleyen-bir-mahalle-turan-4/

https://kentstratejileri.com/2017/03/10/mesum-gelecegini-bekleyen-bir-mahalle-turan-4-2/

https://kentstratejileri.com/2017/03/31/mesum-gelecegini-bekleyen-bir-mahalle-turan-5/

(2) https://www.yeniasir.com.tr/yazarlar/erhan-gulenc/2024/03/15/izmirli-is-insanlarinin-baskani-bayan-gokdelen

Ciğeri kediye emanet etmek…

Ali Rıza Avcan

Bugünkü yazımda söze, kedilerle ciğer arasındaki karşı konulmaz iştah açıcı ilişkinin, karşılıklı güvene dayanan “emanet” ve “emanet etmek” olgusunu olumlu ya da olumsuz anlamda nasıl etkilediğini daha iyi anlatmak amacıyla kullandığım metafor için, 14 yıllık kedisini yakın zamanda yitirmiş bir “kedi dostu” olarak tüm kedilerden ve kedi dostlarından özür dileyerek başlamak istiyorum.

Evet, benim kedim ömrü hayatında hiç ciğer yemeyip hazır mamayı tercih etmiş olmakla birlikte; evde tavuk, balık ya da ciğer gibi et ürünleri yendiğinde koku duyusunun baştan çıkarıcı uyarılarıyla tabağımdaki şeyleri merak edip gelir koklar; ama, hiçbir zaman kendisine verdiğim şeyleri tercih etmez, gider kendi mamasını yer, suyunu içerdi.

Yani, kedilerin çoğu -tabii ki buldukları takdirde- ciğerin üzerine atlayıp mideye indirmekle birlikte, benim kedim gibi azınlıkta kalanlar kendilerini ciğerin dayanılmaz koku ve tadına terk etmeyip kendilerine ait olanla idare ederler…

İşte o nedenle, bugün sizlere anlatmak istediğim öyküde kendisine emanet edilen ciğeri alıp mideye indirenleri “emanete hıyanet eden kötü kediler“, benim kedim gibi kendisine tabak içinde ikram edilen et parçasını kokladıktan sonra yemeye tenezzül etmeyenleri de “emanete hıyanet etmeyen iyi kediler” olarak tanımlayıp; “emanete hıyanet eden kötü kediler“in kendilerine emanet edilene nasıl ihanet ettiklerini ya da edebileceklerini ve böyle bir ihtimali ortadan kaldırmak için neler yapılması gerektiğini konuşup tartışacağız…

Emanete hıyanet edeyim mi; yoksa etmeyeyim mi?

Mesleki kariyerimin ilk 13 yılı, Yerel Yönetimler Bakanlığı ile İçişleri Bakanlığı‘nda Anadolu ve Trakya‘daki yüzlerce büyükşehir, il, ilçe ve belde belediyesini denetleyip soruşturmaları yapmakla geçti. Bu sürenin son yıllarında, bir yandan İçişleri Bakanlığı‘ndaki cemaatçilerin uyguladığı taciz ve saldırıları göğüsleyip savuşturmaya çalışırken, diğer yandan da yeni soruşturmaları sürdürmeye ve elimdeki dosyaları bitirmeye çalışıyordum.

Bu anlamda yaptığım en son soruşturma ise, İstanbul Büyükşehir Belediyesi‘nin Taksim‘deki Atatürk Kütüphanesi‘nden incelemek amacıyla aldığı tarihi kartpostalları satmaya çalışan ünlü bir yazar ve koleksiyoncuyla ilgiliydi. Daha sonraki tarihlerde vefat ettiği için adını vermek istemediğim bu şahıs, kütüphaneden emaneten aldığı Osmanlı Dönemi kartpostalları satmaya kalkınca, Kasımpaşa‘da bir fırın işleten başka bir koleksiyoncunun ihbarı üzerine yakayı ele vermiş, ona o kartpostalları veren kütüphane müdiresini ise korku ve telaşlara gark etmişti. Bence hırsızlığın nitelikli halini oluşturan ve basına yansıtılmayan bu olayla ilgili dosya, yazarın Yahudi olması nedeniyle araya giren Hamambaşı‘nın gayretleri neticesinde kapatılarak benden başkaca bir işlem yapmamam istenmiş, görevden ayrılırken de bu dosyaya ait belgeler ısrarla istenerek geride iz bırakılmamasına gayret gösterilmişti.

İBB Atatürk Kütüphanesi Kartpostal Arşivi

Böylelikle, o güne kadar kendilerine fazlasıyla değer verdiğim koleksiyoncular hakkındaki izlenimlerim bir çırpıda olumsuza dönmüş; ihbar eden fırıncı gibi “emanete hıyanet etmeyen iyi koleksiyoncular” olduğu gibi, topluma ait ortak değerleri kendi mülkiyetine geçirmek ya da onlar üzerinden ticaret yapıp zenginleşmek isteyen “emanete hıyanet eden kötü koleksiyoncular“ın da mevcut olduğunu ve bu ihtiraslı, sınır tanımaz gözü dönmüş son grubun çoğunluğu oluşturduğunu öğrenmem mümkün olmuştu. Her işte ya da meslekte olduğu gibi ortada az da olsa “emanete hıyanet etmeyen iyi kediler“, bol miktarda da “emanete hıyanet eden kötü kediler” vardı ve bu gerçek, zaman içinde gelişerek ticari bir sektör haline gelen koleksiyonculuk için de geçerliydi.

Daha sonra İzmir‘e gelmemle birlikte, başka bir yerde görmediğim şekilde Milli Kütüphane‘ye ait eski gazete koleksiyonlarında jiletle kesilerek özel koleksiyon ya da arşivlere dahil edilen “kupür kesme” ile başka bir hırsızlık olayı ile tanışmam mümkün oldu. Üstüne üstlük bu gazeteleri inceleyen bazı araştırmacılar isim vererek kesme biçme işinin kimler yapıldığını söyleyerek gerçek suçluları ifşa ediyorlardı. Anlayacağınız herkes birbirinin ne olduğunu, neler yaptığını, hangi gazetelerden hangi kupürleri kestiğini gayet iyi biliyor; ama, kimselere söylemiyor, söylemeyi tercih etmiyordu…

İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin kaybolan ve halen bulunamayan tablolarından biri: Aliye Berger‘in 50X42 cm. boyutlarındaki pastel “Mevleviler” tablosu. Şu sıralarda televizyonlarda izlemeye başladığınız “Şakir Paşa Ailesi” isimli dizide çocukluk halini seyrettiğiniz Aliye‘nin yaptığı tablo…

Ardından, 1984-1989 ve 1994-1999 dönemlerinde İzmir Büyükşehir Belediyesi sanat danışmanlığı görevini yapan sevgili Mülkiyeli ablam Alev Bursalıoğlu‘nun uyarı ve ricasıyla başlattığım süreç içinde, kültür ve sanata ilgi duyduklarını sandığım İzmir milletvekili ve CHP genel başkan yardımcısı olarak görev yapan Zeynep Altıok ile Konak Belediyesi eski başkanı Muzaffer Tunçağ‘ın sessiz ve ilgisiz kaldığı, yerel ve ulusal basının bilerek ve isteyerek tek bir haber dahi yapmadığı İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin kaybolan 33 tabloluk resim koleksiyonunu bulma mücadelesi sırasında bilirkişilik görevini yapan İzmir Resim ve Heykel Müzesi uzmanlarından dinlediğim Kültür ve Turizm Bakanlığı sorumluluğundaki resim ve heykel müzelerinden çalınan tablolarla ilgili hikayeler, soruşturma ve mahkeme aşamalarında görüp dinlediklerim, mahkemede büyük bir cehaletle “Google’a baktım, bu resimler tablo değilmiş” diyen kültür ve sanattan sorumlu genel sekreter yardımcısı gibi kamu görevlileri, belediyeye ait değerli tablo koleksiyonunu koruyamayan belediye görevlilerinin yargılanması amacıyla açılan davada İzmir Büyükşehir Belediye Meclisi CHP grup sözcüsü Nilay Kökkılınç ve eşinin, sanıkların avukatlığını üstlenmesi, mahkeme sonrası kayıp tabloların bulunması amacıyla yaptığım görüşme talebinin bana bu büyük boyutlu kültür-sanat hırsızlığının, işin içinde cirit atan kamu görevlileri, siyasetçiler, akademisyenler, sanatçılar, galeriler ve mezat firmaları sayesinde nasıl örgütlenerek bir sektör haline dönüştüğünü, topluma; yani hepimize, bizlere ait bu ortak değerlerin nasıl bir tezgahla bir yatırım malzemesi ve özel mülkiyet konusu haline getirildiğini gösterdi.

Hukuki anlamda hiçbir kayıt, belgeleme, denetleme ve ispat yükümlüğünün olmadığı bir ortamda değerli eşya, belge ve benzeri malzemelerin tarihi Osmanlı saray ve köşklerinden çalınması, yangın ya da sigorta gibi kamu hizmetleri için üretilen Pervititch haritası gibi haritaların çalma, çırpma, kaybedip yok etme yöntemleriyle birilerine satılması, İzmir‘in kurtuluş tarihi olan 9 Eylül 1922 sonrasında evlerden yağmalanan yüzlerce piyanonun müzayede salonlarında müşteri araması, devlet müzelerindeki tabloların çalınarak holding sahiplerinin özel müze ve depolarını doldurması, müzelerdeki tarihi eşyaların kopyalanmak suretiyle asıllarının ticaret konusu yapılması, bizzat tanık olduğum şekilde kutsal olduğu söylenen dini kitaplardaki alın yaldızların bile “çarpılırım” kaygısı duyulmadan kazınarak çalınması, bütün bu çalınanların “ailemden miras kaldı” ya da “müzayededen satın aldım” gibi yalanlarla aklanıp meşrulaştırılması, artık hepimizin bildiği, öğrendiği ve itiraz etmeyi bırakın kanıksayıp kabullendiği bir hale gelmiş durumda…

Aslında hepimizin yumuşak karnı olarak adını duyunca saygı ya da sevgi adına bir adım geriye çekildiği kültür ve sanat faaliyetlerinin, buna dair malzemelerin böylesine bir hırsızlık, yağma, ticaret ve yatırım süreci içinde özel mülkiyetin konusu haline getirilmesi, kültür ve sanatın bu şekilde istismar edilmesi hepimizin üzerinde durup düşünmesi ve bunu önleyecek sonuç alıcı ve etkili önlemlerin alınması için mücadele etmesi gereken bir alan… Özellikle de bu değerlere sahip çıkıp onların özel mülkiyetin konusu yapılmaması konusunda görevli olan kamu kuruluşları ve kamu görevlileri açısından…

İşte bu çerçevede kuruluşundan bu yana; hatta kuruluşundan önce birçok gelişme, görüşme ve toplantısına tanık olup 7 Mart 2015 tarihinde Çanakkale Kent Müzesi‘nin düzenlediği VII. Çanakkale Müzeler Buluşması‘nda, yaptığı çalışmalar konusunda bir bildiri sunduğum İzmir Büyükşehir Belediyesi Ahmet Piriştina Kent Arşivi ve Müzesi‘nin, kısa adıyla APİKAM‘ın bugüne kadar edindiği ya da bağış yoluyla sahip olduğu İzmir‘e ait koleksiyon ve arşivi titizlikle koruma, o değerlerin kişisel işlerde kullanılmaması ve özel mülkiyete konu olmaması açısından..

İzmir Büyükşehir Belediyesi‘ne ait değerli tabloları takip ettiğim süreçte İstanbul‘daki bir sahaftan e-ticaret yöntemiyle satın aldığım İzmir Büyükşehir Belediyesi yayını “İzmir Anıtları” isimli kitabın iç sayfasıyla sırt kısmında “İ. B. B. Ahmet Piriştina Kent Arşivi ve Müzesi, Kayıt No: 5602, Tasnif No: 732.92 İZM 1999” ibaresinin yazılı olduğu damga ile “732.92 İZM 1999” etiketi görüp hem kitabı hem de kitabın 70 liralık bedelini ödediğimi gösteren faturayı alıp o tarihteki APİKAM şube müdürüne göstererek, herhangi bir kitabın bu kuruma ait kütüphaneden rahatlıkla çalınabileceğini, acı ama gerçek bir örnek üzerinden gösterip teşhir ettiğimi dikkate aldığımız takdirde… BU kitabın halen kendi şahsi kütüphanemde bulunduğunu da geçmeden belirtmek isterim.

Kaybolan tablolarla APİKAM kütüphanesinden çalınıp satılan kitap dışında bu kez de 2020 yılının başında APİKAM‘a ve İZFAŞ‘a ait büyük boy eski İzmir fotoğraflarının İnternet üzerinden satıldığını öğrendiğimizde sevgili dostum Orhan Beşikçi ile birlikte o tarihte Kültür ve Sanat Dairesi Başkanı olarak görev yapan Kadir Efe Oruç‘u ziyaret ederek o fotoğraflara sahip çıkması için talepte bulunduğumuzu; ancak bu konuda bizlere dönüp tek bir bilgi bile verilmediğini hatırlıyorum.

İnternette satışı yapılan İzmir Büyükşehir Belediyesi’ne ait büyük boyutlu fotoğraflardan sadece biri… Dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü Uluslararası İzmir Fuarı’nda…

En son örneğini, “Hatırlıyorum ve Unutmuyorum! İzmir Endüstriyel Mirasının Emeğin Miras Hakkı Boyutunda Hafızası” isimli çalışmamız sırasında gördüğümüz gibi, tarihi İzmir Elektrik Fabrikası‘nın bir zamanlar bağlı olduğu ESHOT‘a ait arşivin bir zamanlar Halkapınar‘da olmakla birlikte, satıp savma yöntemiyle yok edildiğini, geriye çok az belge ve malzeme kaldığını öğrendiğimizde olduğu gibi İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin ve İzmir hafızasına ilişkin belge, bilgi ve malzemelerin korunmayıp satıp savma yöntemiyle elden çıkarıldığını, bütün bu belge, fotoğraf, makine ve malzemelerin bugün -ne yazık ki- müzayede şirketlerince yapılan açık artırmalarda satıldığını ya da İnternet sitelerinde sergilendiğini görüyoruz.

Anlaşılan o ki, kaybolan tablolar, İstanbul‘daki sahaftan satın aldığım APİKAM kütüphanesine ait kitap, serbest piyasada satışı yapılan APİKAM ve İZFAŞ fotoğrafları, yok edilen ESHOT arşivinden de anladığımız ya da kulağımıza gelen çeşit çeşit söylentiler sayesinde öğrendiklerimizle; İzmir Büyükşehir Belediyesi ve ona bağlı birimler kamu adına sahip oldukları değerlere sahip olma konusunda iyi bir sicile sahip değiller… Gün geçmiyor ki, bir yerdeki ya da bir birimdeki bir tablo, bir kitap, bir fotoğraf kayboluyor, çöplüğe atılıyor, yok ediliyor…

İşte o nedenle oldum olası İZFAŞ ya da APİKAM gibi birimlerde tarihçilerin, sanat tarihçilerinin ya da o birimdeki malzemelerin koleksiyonunu yapan şahısların şube müdürü, danışman ya da koordinatör gibi görevlerde çalıştırılmasına karşı çıkıyor, kaybolan tablolar örneğinde gördüğümüz gibi kamuya ait bu değerler demirbaş kayıtlarına işlense, sergilerde değerlendirilse ve katalogları hazırlansa bile bir şekilde yok edildiklerini, özel mülkiyete geçirildiklerini ya da satılarak kişisel zenginliklere zenginlik katıldığını görüyor, bu tür tatsız olaylara tanık oluyoruz.

İşte o nedenle İzmirli gazeteci Hasan Tahsin Kocabaş‘ın eşi APİKAM editörü Buket Kocabaş‘ın önce İZELMAN‘a ait İzmir Art‘a sürülmesini, ardından da hiçbir gerekçe gösterilmeksizin işten çıkarılmasını hem APİKAM çalışanları üzerinde hem de işten atılan uzman çalışanlar üzerinde korku dolu bir rüzgar estirme arzusu, hem de APİKAM‘ın elindeki zengin koleksiyon ve arşiv malzemelerinin rahatlıkla kullanılabileceği steril bir ortam yaratma açısından sakıncalı görüyor, APİKAM ve İZFAŞ gibi birimlere ait arşiv ve koleksiyonların kamu görevlisi unvanına sahip olmayan “tarihçi“, “sanat tarihçisi“, “akademisyen” ve “koleksiyoncu” gibi görevlilere teslim edilmemesini, bu görevlerin sınıf arkadaşı, eş, dost ve yandaş gibi yakınlara değil, belge ve bilgi yönetimi konularında uzmanlaşıp söz konusu birimin daha etkili ve verimli çalışmasını sağlayacak, oradaki belge, bilgi ve malzemeleri bir “ciğer” gibi değil, korunup kollanacak kamu malı olarak gören müze ve arşiv işletmeciliği konusunda uzmanlaşmış kurullar eliyle yapılmasını öneriyorum.

Ayrıca APİKAM‘ın özel koleksiyoncuların ellerindeki malzemelerin ticari değeriyle kişisel itibarlarını artıracak şekilde kişisel bir konuşma platformu olmaktan çok, APİKAM‘a bugüne kadar bağışta bulunmuş olan İzmirlilerin hatırlanıp onurlandırıldığı ve bağışladıkları belge ve malzemelerin sergilenerek yeni bağışçıların ortaya çıkmasını sağlayacak bağış yönetim politika ve uygulamalarının geliştirildiği bir kurum olmasını diliyorum.

İzmir Büyükşehir Belediyesi‘ne ait tablo koleksiyonunun halen bulunamadığı bu süreçte her şeyi ciğeri kediye emanet etmemek, özellikle de emanete hıyanet edebilecek karakterdeki kedilere emanet etmemek, 2008 yılında imha ettik hikayesi ile ortadan kaybolan tabloları, kütüphanemdeki APİKAM damgalı kitap gibi APİKAM‘dan kaybolan her kitap ve malzemenin bir an önce bulunması, 2020 yılı başında İnternette satılan İZFAŞ ve APİKAM fotoğraflarının satılması gibi olayların bir kez daha tekrarlanmaması dileğiyle… Daha doğrusu, ciğeri kediye teslim etmemek üzere…

CHP’li belediyelerdeki işçi ve emekçi kıyımı…

Ali Rıza Avcan

Bugünkü yazımın konusu, iki kez devlet memurluğundan atılıp bir kez “müstafi“; yani, Danıştay kararına rağmen görevine iade edilmeyip işten ayrılmış kabul edilen, daha doğrusu daha önceleri bir konuda kötü tecrübeler yaşamış biri olarak, büyük bir kötülüğün mahsulü olarak son günlerde sıkça duyduğum ya da bizzat tanık olduğum bir insanlık suçu ile ilgili olacak…

İzmir Büyükşehir Belediyesi ile çevre ilçe belediyelerinden çıkarılan işçilerin ve emekçilerin dramı.. Gözümüzün önünde yaşanan büyük bir İşçi, emekçi kırımı… İşçi ve emekçilerin hiçbir gerekçe gösterilmeksizin, telefonlarına gelen SMS mesajlarıyla işten çıkarılması, kapı önüne atılmaları ile ilgili olacak…

Kayyum yönetimindeki İzmir Büyükşehir Belediyesi ve onun işçiyi-emekçiyi tehdit edip işten atmayı seven emek düşmanı belediye başkanı…

31 Mart 2024 seçimlerinin hemen sonrasında önce İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nde, sonra Karşıyaka Belediyesi‘nde ve şimdi de yeniden İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nde ortaya çıkan işçi kıyımı, haksız hukuksuz bir şekilde kapının önüne konulan insanlara karşı işlenen insanlık suçu ile ilgili olacak…

İktidarı ele geçirmenin şımarıklığı ile yüreklerdeki kötücül egoların harekete geçmesi sayesinde belediye işçi ve emekçilerini düşman olarak gören habis bir ruhla ortaya konulan, kötünün kötüsü bir cadı avıyla ilgili olacak…

Emek dostu olduğunu iddia eden siyasi bir partinin bütün bu olup bitenlere ses çıkarmadığı, çıkaramadığı; hatta, teşvik edip özendirdiği bir suçla ilgili olacak…

Önce İzmir Büyükşehir Belediyesi cephesinde imzalanacak toplu iş sözleşmeleri nedeniyle ortaya çıkan ve belediye başkanının tehditleriyle ortalığın toz duman olduğu bir çatışma, bir çekişme ve karşılıklı çekilen kılıçların sonucunda mevcut işsizler ordusuna eklenen nice nitelikli, işinin ehli insanlar…

Ardından o başarısız ve defolu belediye başkanının geldiği Karşıyaka Belediyesi‘nin Kent A.Ş. isimli şirketindeki insanlığa sığmayan işten çıkarmalar, buna karşı gelişen direnişler ve halen devam eden mücadelelere dönüp bakmayan siyasi partiler, siyasetçiler ve sendikalar… Ne CHP‘den ne de diğer sol parti ve sendikalardan…

Şimdi de sendikaların ilgisiz; hatta seyirci kaldığı yılbaşı öncesi toplu işten çıkarmalar… Yöneticilerin arasında TMMOB Kimya Mühendisleri Odası eski şube başkanının bulunduğu İZENERJİ‘den atılıp geçtiğimiz günlerde İzmir Mimarlık Merkezi‘nde tanıdığım gepgenç, ışıltılı gözlerle bakan mühendis, mimar ve şehir plancıları… Ardından tek bir SMS ile İzmir Kent Konseyi‘nden atılan işçiler ve aralarında CHP genel Başkanı Özgür Özel‘in işe yerleştirdiği bir kadın işçinin yer alması nedeniyle ve büyük bir ikiyüzlülükle tornistan edilip geri döndürülenler… Son olarak, gazeteci Hasan Tahsin Kocabaş‘ın canını acıtmak amacıyla önce görev yeri değiştirilen, daha sonra işten çıkarılan yılların APİKAM çalışanı eşi Buket Kocabaş‘ın durumu ya da İzmir Büyükşehir Belediyesi Spor Kulübü‘nde ve diğer belediye şirketlerinde 10 aylık sürelerle ve asgari ücretle bir köle gibi çalıştırılan kadrosuz sözleşmeli işçilerin kadroya geçiş için kendilerine verilen vaatlere rağmen yeniden geçici işçi olarak çalışmayı kabul etmeleri için yapılan baskı ve tehditler… Diğer yanda da bütün bu kötülükleri yapmakta sorun görmeyen Cemil Tugay‘ın kurşun askerleri ya da ona yaranmak, oturduğu koltuğu koruyup cüzdanı şişirmek amacıyla çevresindeki insanlara kötülük yapmayı tercih eden bilgisiz, cahil yöneticiler, hukuki anlamda hiçbir yetkisi olmayan emir kulları… Bir kötüsü giderken onun yerine oturup 4,5-5 yıl sonra mabadına tekmeyi yiyecek işten anlamaz, liyakatsiz kötüler, daha kötüleri, en kötüleri… Sınıf arkadaşları, sınıf arkadaşlarının eşleri, eşler dostlar, CHP genel merkezinin gönderdiği İzmir‘i bilmez daire başkanları, belediyeye gelmeden önce belediye kapısından girmemiş, kültür sanattan anlamaz hekimler, arkadaşlar ve bilumum siyasi yandaşlar…

Başkan Baba“nın besili askerleri…

Ve yaptıkları bütün bu kötülüklerin müsebbibi olarak, kendi beceriksizliklerin bir sonucu olarak, gelecekteki cumhurbaşkanlığı hayali; daha doğrusu yatırımı için hamle üstüne hamle yapan ve İzmirlinin iradesine saygı duymayan Ekrem İmamoğlu‘nun “İzmir kayyumu” sıfatıyla gönderdiği şahsı gösteren, “bütün bunları o istediği için yapıyoruz” diyen beceriksiz, çaresiz, çapsız ve kaypak yöneticiler…

Kötücül bir ruhun, işçiyi, emekçiyi sonuna kadar sömürüp istismar etmeye kalkan faşist bir anlayışın ürünü gelişmeler ve bunun sonucunda yılbaşı öncesinde kapının önüne konulan insanlar, gençler, kadınlar, emekçiler ve işçiler…

Emek en kutsal değerdir” diyen bir partinin ve onun kadrolarının marifeti… İktidara geldikleri takdirde neler yapacaklarını ortaya koyan somut deliller, kötü örnekler, işçi düşmanı politikalar… Sendikaları, sendika yönetici ve üyelerini hedef alan istismar ve mobbingler, işçi ve emekçilerin sendikaya üye olmasını engelleyen ya da yeni kurulmakta olan sendikaların önünü kapatmak isteyen, onları dikkate almayan kötü yöneticiler…

Yerel iktidarla iş tutup her geçen gün sararıp solan sendikalar… Belediyelerin, belediye başkanlarının işçiyi, emekçiyi satan bu sahte işçi liderlerinin babaları adına parklar yaptırdığı, çoluk çocuklarını işe aldığı sarı sendikalar, sendikacılığı yüksek ücret koparma olduğunu sanan sendikalar, sendika ağalarının egemen olduğu, işçi ve emekçileri satan sendikalar…

Ve bütün bunlar olurken, birçok belediye işçi ve emekçisi kendilerine gönderilen SMS‘lerle işsiz kalıp akşam eve ne götüreceğini, çocuğunu nasıl besleyeceğini düşünürken, görev, yetki ve sorumluluk anlamında hiçbir hukuki yanı olmayan danışmanlarını, şirket yönetim kurulu üyelerini paraya boğan, yaklaşan yılbaşı için Kültürpark‘a çam ağacı diken, cadde ve sokakları süsleyen, kermesler düzenleyenler, kokusu ve ölü balıkları ile ünlenen körfez için sonuca etkisi olmayacak göstermelik toplantılar düzenleyen, insan hakları adına “yetmez ama evet” diyenleri baş köşelere yerleştiren toplantılar düzenleyenler, kaçak yapılarla sokak ve kaldırım işgallerine göz yumanlar ve uyguladıkları “sade suya tirit” politikaların sonucu olarak oy oranları sürekli düşenler… Devamlı olarak “emek en yüce değerdir” demesine rağmen; elinde bulundurduğu belediyelerde bunun tam tersini yapan; böylelikle, şayet bir gün iktidara geldiği takdirde neler yapacağını bu şekilde gösteren CHP‘den ve onun belediyelerinden umudunu kesen seçmenler, kentliler, hemşeriler ve yurttaşlar…

Evet, belediye ve şirketlerinde gereğinden fazla sayıda memur, sözleşmeli personel, kadrolu ve geçici işçi çalıştığı ve bu durumun bütçeleri zorladığı hepimizin malumu bir konu… Ama bu durumun, özellikle de bir önceki dönemde makbul olan CHP‘li başka bir belediye başkanından teslim alınmış belediyelerdeki bu sorunun suçlusu ne biziz, ne de AKP iktidarı, onun Saray’ı, bakanları ve milletvekilleri… Bu sorunun tek suçlusu uzunca bir süredir sizsiniz; yani, CHP içindeki anti-demokratik uygulamalar nedeniyle kendinize taraftar ya da delege edinmek amacıyla çevrenizdeki insanları belediyeye alıp çalıştıran, bizzat sizsiniz… Hem de CHP genel merkezinin ya da yerel örgütlerinin bilgisi dahilinde; hatta, onların desteği, teşviki ve özendirmesi ile… Belediyelerde fazla sayıda memur, sözleşmeli personel, kadrolu ve geçici işçi çalıştırmanın tek nedeni sizin parti içinde demokrasiyi oluşturamayan kendi sakat tutumunuz… O çerçevede, daha dün hazırladığınız “mavi” ya da “beyaz” listelerde delege, seçmen ya da yandaş olarak yer verip oyunu, desteğini aldığınız, kongrelerde amigoluk yaptırdığınız insanlara şimdi ihtiyacınızın kalmadığı anlaşılıyor ve şimdi onları sanki bir safraymış gibi gemiden atmak, işsiz bırakmak; hatta, cezalandırmak istiyorsunuz… Böylelikle de kurşunu ayağına sıkan bir aptal gibi davranıyorsunuz…

Öte yandan işten atılan işçi ve emekçilerin araya hatırlı, gönüllü kişileri koyarak, onların hatırına binaen geri dönmeleri de ayrı bir sorun… Onları “kötü polis” rolüyle işten atıp birilerinin torpili ile, bu sefer de insafa gelmiş “iyi polis” edasıyla tekrar işe aldığınızda, o insanların onurlarını bir kez daha zedeliyor, onların eskiden olduğu gibi size biat etmelerini bekliyorsunuz… Oysa işten bir atılıp bir alınan insanların bundan böyle nasıl davranacakları, yaşadıkları bu kötü deneyim nedeniyle neler düşündükleri hiç aklınıza gelmiyor mu? İşten atıp yeniden aldığınız bu arkadaşların size yeniden biat edip sözünüzden çıkmayacaklarını mı düşünüyorsunuz? Örneğin eskiden sizi sevip sayan; hatta güvenen bu insanlar bundan böyle size değil de; emrinde olduğunuz başka birilerine, söz gelimi “kayyum” sıfatıyla İstanbul’dan gelenlere ya da İstanbul’dakilere mi bağlanacaklar? Bunu hiç düşünmediniz mi? Hele ki, seçimin hemen sonrasında CHP genel başkanı Özgür Özel‘in genel sekreter olarak önerdiği eski milletvekili Aykut Erdoğdu için, haklı olarak “belediyede ikili bir yapı oluşur” diyerek karşı çıktığınızı hatırladığımızda….

Kötülük her yerde ve kötülerin kötü yönetimi ile de hayat her geçen gün daha bir zorlaşıyor… O nedenle de, bütün bu olanlar için “hayra alamet” diyelim ve yeni yılda herkesin iş sahibi olmasını, kimsenin işsiz bırakılmamasını dileyelim…

Nur topu gibi yeni bir kaçak yapı! Hem de herkesin gözünün önünde!

Ali Rıza Avcan

Bugünkü yazımda size İzmir ili, Konak ilçesindeki mini minnacık, hepitopu 20,80 metrekarelik bir parselden ve o parselin üstüne ustalıkla kondurulan bir yapıdan söz edeceğim…

Üstüne üstlük eski fotoğraflarda yola isabet ettiğini görürken şimdilerde güneydoğusunda Basmane/Çorakkapı Camii, kuzeydoğusunda Basmane Garı ve Dokuz Eylül Meydanı, arkasında daha sonraki tarihlerde Sadık Bey Oteli, öncesinde Uşakizade Konağı olarak bilinen ve şu anki değeri itibariyle paha biçilmez bir yerden, yeniden yaratılan bir işyerinden bahsedeceğim…

Teknik dille anlatmaya kalkarsam, Konak Belediyesi‘nin yakın zamanda uygulamaya koyduğu e-İmar modülüyle Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü‘nün Parsel Sorgu Uygulamasından edindiğim bilgilere göre;

Tapu kayıtlarında, İzmir ili, Konak ilçesi, Fettah mahallesi, 23M2C/58 pafta, 371 ada, 24 parselinde yer alıp hiç yoktan yaratıldığı için “tapu alanı değildir” ibaresiyle kayıtlı, Konak Belediyesi‘ne göre 20,80, Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü bilgilerine göre 20,50 metrekare büyüklüğündeki bir parselden söz edeceğim…

Ayrıca yine aynı e-İmar modülünden öğrendiğimize göre, bu parselin 12 Haziran 2017 tarihinde onaylanan 1/1000 ölçekli uygulama imar planına göre, 3. derece arkeolojik sit ve kentsel sit alanında kaldığını, İzmir Büyükşehir Belediyesi‘ne ait 2 Boyutlu İzmir uygulamasına göre de bu parseldeki 6 metre yüksekliğindeki yapıda kapı numaraları 1/2, 777 (Kuaför) ve 779 (Lokanta) olan üç ayrı bağımsız bölüm bulunduğunu ifade edeceğim.

Bu parsel ve üstündeki yapı aynı zamanda, Basmane/Çorakkapı Camii‘nin batısındaki Anafartalar Caddesi ile 1296 sokağın köşesinde yer alıp daha sonraki yıllarda Sadık Bey Oteli olarak kullanılan ve Mustafa Kemal Atatürk‘ün eşi Latife Uşşakî‘nin doğduğu, onun kuzeni olan ünlü yazar Halid Ziya Uşaklıgil‘in gençliğinde ailesiyle birlikte yaşadığı ünlü Uşakizade Konağı‘nın arka kısmında önce tek katlı, daha sonra iki katı çıkılan gecekondu yapıların en önde bulunanı, o nedenle de en göze batanıdır.

Basmane Garı ile Çorakkapı Camii‘ni gösteren eski fotoğraflara baktığımızda cami burada önce bir, daha sonra iki katlı barakaların yapıldığını ve son yıllarda da tam köşedeki iki katlı yapıda Osman Usta adının yazılı olduğu Ankara Lokantası tabelasının karşımıza çıktığını görürüz…

Basmane, 1967
Yıl 2007, Kaynak: İzmir Büyükşehir Belediyesi 2 ve 3 Boyutlu Kent Rehberi
Yıl 2013, Kaynak: İzmir Büyükşehir Belediyesi 3 Boyutlu Kent Rehberi

Bugün ise burası içinde üç ayrı bağımsız bölümü barındırdığı söylenen; aslında tek bir işyerinden oluşan neredeyse Basmane bölgesinin en değerli gayrimenkullerinden biri…

Çünkü 31 Mart 2024 seçimlerinin; daha doğrusu onca başarısızlığına rağmen oynadığı Özgür Özel kumarıyla Karşıyaka‘dan havalanıp İzmir Büyükşehir‘e konan Cemil Tugay‘la eş zamanlı olarak, tüm şubeleri Karşıyaka‘da bulunan Ege Tat firmasının 13. şubesi olarak Karşıyaka aşırı topraklara; yani, kentin tarihi merkezi Basmane‘ye, Basmane‘nin en görünür yerine gelip yerleşen “Ege Tat Fırın” isimli işletme bugün burada faaliyet göstermeye başladı… Hem de, 100 metre ötesindeki meşhur Tarihi Basmane Fırını‘nın, daha avantajlı bir yerde konumlanan yeni bir rakibi olarak…

Seçim sonrası buradan her geçişimde, bu ufacık yapıda alt katı üst kat seviyesine getirerek adeta beyaz bir küp yaratma marifetiyle sonuçlanan inşai faaliyetler, kurulan iskeleler, yapılan badanalar nedeniyle buranın el değiştirdiğini ve yeni bir dükkanın açılacağını anlamam zor olmadı. O nedenle de mümkün olduğunca inşaatın her aşamasını fotoğraflayarak mevcut durumu belgelemeye çalıştım… Tabii ki hiçbir belediye yetkilisinin görmediği, bilmediği ve duymadığı böylesi bir durumun farkında olan bir yurttaş olarak…

Ardından da 5 Kasım 2024 ile 5 Aralık 2024 tarihleri arasındaki tam 1 aylık sürede Konak Belediyesi‘ne CİMER kanalıyla iki ayrı kez aynı soruyu sorarak ve taksit taksit verilen cevapların sonunda bu yapının 8 Mart 1984 tarih, 18335 sayılı Resmi Gazete‘de yayınlanan 2981 sayılı “İmar ve Gecekondu Mevzuatına Aykırı Yapılara Uygulanacak Bazı İşlemler ve 6785 Sayılı İmar Kanununun Bir Maddesini Değiştirilmesi Hakkında Kanun” sayesinde; yani, tamı tamamına 30 yıl önce, 12 Eylül Faşist yönetiminin son günlerinde atama ile görevlendirilen İzmir Belediye Başkanı Ceyhan Demir zamanında çıkarılan, Turgut Özal döneminde de uygulanan imar affı nedeniyle 1993 yılında geçici ruhsat ve yapı kullanma izni aldığını öğrendim.

İnşaat, inşaatın kime ait olduğunu, ruhsatın tarih ve sayısını gösteren hiçbir tabela asılmaksızın, gerekli güvenlik tedbirleri alınmaksızın sıva ve boya iskeleleri kurulmak suretiyle devam ediyor… Tarih: 25 Ağustos 2024
Yapının iç ve dış duvarları yapılıyor ve içeriden çıkan molozlar çuvallarla kapı önüne konuluyor… Tarih: 1 Eylül 2024
Sıra geldi kepenklerin yapımına… Tarih: 20 Eylül 2024
Tabelalar da asıldı… Tarih: 25 Eylül 2024

Ancak geçtiğimiz yaz aylarında bu parseldeki inşaattan gördüğüm kadarıyla, iş bu af kanunu sayesinde alınan geçici inşaat ruhsatı ve yapı kullanma izni ile bitmiş vaziyette değil…. 1984 tarihi af kanunu sayesinde geçici ruhsatla yapı kullanma izni alınan bu yapıdaki hukuksuzluk; daha doğrusu imar/kent suçu işleme hali, aradan 31 yıl geçmiş olmasına karşın tekrarlanmakta ve 31 yıl sonra gelen yeni bir hamleyle yapıdaki 3 ayrı bağımsız bölüm birleştirilerek ve yapının öne doğru çıkması suretiyle tekrarlanmakta ve kimseler, özellikle de Konak Belediyesi yetkilileri buna itiraz etmiyor ve böylelikle Basmane yeni bir kaçak fırının sahibi oluyor!

Oysa 1984 tarihli 2981 sayılı kanunun 20. maddesine göre kanunda yer alan ruhsat ve kullanma izni ile ilgili af işlemleri bir defaya mahsus olmak üzere uygulanıp devamında gelen suçları kurtarması, onlara dayanak olması mümkün değil. O nedenle, Konak Belediyesi‘nin CİMER kanalıyla verdiği bilgiye göre 2024 yılı içinde yapının alt ve üst katında gerçekleştirilen esaslı inşai faaliyetler için inşaat ruhsatı ve inşaat bittikten sonra da yapıdaki değişiklikler dikkate alınarak yapı kullanma izni ile işyeri çalışma ruhsatı alınmamış olması, günlük dildeki söylemiyle bu yepyeni ve bembeyaz yapının kaçak bir yapı olduğunu ortaya koyuyor.

Şimdi karşımızda üç maymunu oynarcasına görülmeyerek, duyulmayarak ve konuşulmayarak yapımına izin verilen ya da göz yumulan nur topu gibi bembeyaz ve yepyeni bir küpümüz var! Böylelikle, yakın bir zamanda önüne atılacak masa ve sandalyelerle işgal ettiği alanı daha da genişletecek kaçak bir yapımız daha olacak!

Bu yazının sonunda, burası da bu yazıya konu edecek kadar büyük değil pek küçükmüş diyebilirsiniz; ama, biliyorsunuz büyük de olsa küçük de olsa, önemli de olsa önemsiz de olsa suç suçtur; hele ki hepimizin gözü önünde herkesin hakkını ihlal eden bir imar, bir kent suçu işlenmişse…

İzmir Elektrik Fabrikası: yapabileceğimiz tek şey sadece karşı çıkmak mı?

Ali Rıza Avcan

İzmir Elektrik Fabrikasıİzmir‘in Konak ilçesi Umurbey mahallesi 1505 sokak No.1 adresinde ve tapunun Umurbey mahallesi, 3535 ada, 6 parsel kaydında yer alan 10.720 m²’lik bir alanda inşa edilip, 1928-1989 yılları arasında 61 yıl süreyle İzmir‘e elektik sağlayan endüstriyel miras yapısı bir santral binası…

Bu uzun süre içinde santralda çalışan yönetici, mühendis ve işçilerle onların ailelerinin, hep birlikte emek harcayıp mücadele ederek dayanıştıkları, uğradıkları iş kazalarında sakat kalarak ya da ölerek, örgütlenip sendikalaşarak, gerektiğinde direnip greve giderek yaşayıp tükettiği ömürler, gerektiğinde kömür, elektrik, makine ve emeğin elbirliği ile harmanlandığı, gerektiğinde de emekle sermayenin şiddetli mücadelelerine konu olan o mekân…

İzmir‘in ve Konak-Güzelyalı arasında çalışan elektrikli tramvayın enerji ihtiyacını karşılamak amacıyla 1925 yılında imzalanan anlaşma çerçevesinde, Belçikalı Traction-Electricite firmasının 12 Mayıs 1926’da temelini atıp 18 Ekim 1928 tarihinde hizmete aldığı fabrika…

Başlangıçtaki 5 MW olan kurulu gücü, 1949, 1952, 1954 ve 1955 yıllarında devreye alınan ek ünitelerle, İzmir‘in elektrik ihtiyacının % 30’unu karşılayacak şekilde 40 MW düzeyine çıkarılan fabrika…

Soma linyit (Lave ve tüvanan) kömürünü kullanıp 3X6 t/h kapasiteli kazanlarla 2X2,5 MW’lık la Meuse türbinlerine ve 2X3125 KVA gücünde ACEC jeneratörlere sahip fabrika…

Ham su ihtiyacını şehir su şebekesinden, soğutma suyu ihtiyacını da deniz suyundan sağlayan fabrika…

Bu fabrika kuruluşundan 16 yıl sonra, 27 Temmuz 1943 tarih, 5466 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan İzmir Tramvay ve Elektrik Türk Anonim Şirketi İmtiyazı ile Tesisatının Satın Alınmasına Dair Mukavelenin Tasdiki ve Bu Müessesenin İşletilmesi Hakkında Kanun‘la kamulaştırılarak 1944 yılında İzmir Belediyesi (ESHOT)‘ne devredilir.

Bu arada 1937, İzmir doğumlu Karşıyakalı sevgili dostumuz elektrik mühendisi Suha Tarman, 1963 yılında önce stajyer mühendis, 1964 yılında da fabrika müdürü olarak çalıştığı dönemdeki başarıları nedeniyle ESHOT genel müdür muavinliği görevine getirilir. Kendisi ile 4 Haziran 2024 tarihinde yaptığımız özel görüşmede bu bir yıllık kısa sürede fabrika ile ilgili Fransızca belgeleri tercüme ettirerek çalışanların mesleki eğitimleri konusunda programlar/broşürler hazırladığını ve elindeki o dönemle ilgili oldukça fazla sayıdaki belge ve görseli geçtiğimiz yıllarda APİKAM‘a bağışladığını öğrendik.

Fabrika daha sonra sırasıyla Etibank‘a, 1 Temmuz 1971’de Türkiye Elektrik Kurumu (TEK)‘na devredilerek 30 Ağustos 1989 tarihinde ekonomik ömrünü doldurduğu gerekçesiyle devre dışı bırakılır ve 1995 yılında TEDAŞ‘a, daha sonra “Özel Uygulama Alanı” olarak Özelleştirme İdaresi Başkanlığı (ÖİB)‘na devredilir ve bilinmeyen bir tarihte Ankara Doğal Elektrik Üretim ve Ticaret A.Ş. (ADÜAŞ)‘ne satılır…

İzmir Elektrik Fabrikası, TMMOB Mimarlar Odası İzmir Şubesi‘nin başvurusu üzerine İzmir 1 No’lu Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu‘nun 8 Ocak 1998 tarih, 7003 sayılı kararı ile “Korunacak Kültür Mirası” olarak tescillendikten sonra 26 Şubat 1998 tarihinde tapuya “korunması gerekli kültür varlığı” olarak işlenir ve İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin bu kararın kaldırılması için açtığı dava, İzmir 2. İdare Mahkemesi‘nin E.1998/93, K.1998/(?) sayılı kararı ile reddedilir.

Özelleştirme İdaresi Başkanlığı (ÖİB) tarafından açılan 16 Nisan 2019 tarihli satış ihalesinde ise en yüksek teklifi veren İzmir Büyükşehir Belediyesi şirketi Grand Plaza A.Ş.‘ne yapılan satış işlemi, Grand Plaza A.Ş.‘nin Sermaye Piyasası Kurulu‘nun III-48.1 sayılı Gayrimenkul Yatırım Ortaklıklarına İlişkin Esaslar Tebliği uyarınca “gayrimenkul yatırım ortaklığı şirketi” olmayışı nedeniyle iptal edilir.

Kaynak: Suha Tarman Koleksiyonu (APİKAM)

Evet, bugün itibariyle bu tarihi santral binası yanmış yıkılmış ve neredeyse yok olma noktasına gelmiştir… İçindeki makine aksamı çalınmış ya da sağa sola, özellikle de İstanbul‘daki sanayi müzelerine satılıp savılmış, elde belge, fotoğraf ve anılardan başka bir şey kalmamıştır. Bugün artık üstünde “Elektrik Santralı” yazılı tabelanın yer aldığı ön kapıdan girdiğimizde ya da burada çalışanların yaşadığı yakın çevredeki Darağacı mahallesini düşündüğümüzde, emeğini ekmeğe dönüştüren işçi, usta, kalfa ve mühendislerin, onların örgütlediği sendika, grev ve direnişlerin, ölümcül iş kazalarıyla meslek hastalıklarının acı ve zorluklarını hisseder, çalışanların makinelerin gürültüsüne karışan seslerini duyar, onların anılarını öğrenip hatırlamak isteriz…

Kısacası bir fabrika fiziki anlamda ne kadar yıkılıp yok olursa olsun; geriye onun ruhu, çalışanların, emeğin hafızası bir miras olarak kalır… O hafızayı aklınızda tutmasanız bile, bir yerlerde, birilerinin elinde, aklında, belleğinde yer ettiğini bilirsiniz… O, yer yer unutulup hatırlanan kırık dökük hatıralar zaman makinesinin dişlileri arasında acımasızca parçalanıp gitse bile, bizler bugün bu kalıntılar arasında, geriye kalan bu eğrilip bükülmüş demir putrelleri, beton blokları korumaya kalkarken, bu kapıdan girerken ya da bu havayı solurken bile o elektrikçilerin bizlerin yaşamını kolaylaştııp gecelerimizi aydınlatmak uğruna tükettikleri yaşamları bilip hatırlamak ve onların emeğini saygıyla anmak isteriz.

İşte bu düşünceyle 31 Mart 2024 tarihli seçimlerden hemen sonra, 2024 yılının Nisan ayında “emeğin miras hakkı” boyutunda bu fabrikayla çevresindeki Sümerbank ve Şark Sanayi fabrikalarındaki çalışanların geçmişte kalan belleğini bu fabrikalarda çalışan yönetici, mühendis ve işçilerle onların aileleri, çocukları ve torunları ile görüşerek ortaya çıkarmak ve bu anıları İnternette ya da sosyal medyada bir ağ/network ile paylaşmak amacıyla “Hatırlıyorum, Unutmuyorum; İzmir Endüstriyel Mirasının Emeğin Miras Hakkı Boyutunda Hafızası” adını verdiğimiz projeyi hazırlayarak bu fabrikaların önümüzdeki yıllarda herhangi bir özelleştirme ya da satışa konu olması durumunda onları sahiplenip koruyacak yeni bir müdafaa hattı kurmak istemiştik.

İzmir Elektrik Santrali işçileri… Kaynak: Suha Tanman Koleksiyonu (APİKAM)

Bu proje hakkında bilgi verdiğim 5 Ağustos 2024 tarihli yazımda da belirttiğim gibi (1), bu alanda uzmanlaşmış 11 değerli araştırmacıdan oluşan bir proje ekibiyle yaptığımız toplantı ve görüşmeler sonucunda, böylesi bir çalışmanın ilk adımı olarak öncelikle Konak Belediyesi sınırları içindeki İzmir Elektrik Fabrikası ile Sümerbank ve Şark Sanayi Fabrikası üzerinde çalışmaya karar verip hep birlikte çalışmayı arzuladığımız Konak Belediye Başkanı Nilüfer Çınarlı Mutlu ile İzmir Büyükşehir Belediyesi Ahmet Piriştina Kent Arşivi ve Müzesi (APİKAM) Şube Müdürü Serhan Kemal Saygı, ile yaptığımız görüşmelerde kendileri önerimizi beğenip “biz de bu projenin içinde yer alalım” demiş olmalarına karşın; bugün itibariyle aradan 5-6 ay geçmesine rağmen bizlere “hadi gelin, birlikte çalışalım. Böylelikle bu tarihi mirası korumak için emeğin hafızası üzerinden yeni bir mücadele hattı kuralım” demeyip; ya kendi kişisel ajandalarındaki “İzmir’i biz yakmadık, onlar yaktı” iddiasıyla sergi ve Kültürpark‘taki Göl Gazinosu‘nda gastronomi merkezi açmayı, İzmir‘de özelleştirme saldırısı altındaki bu fabrikalar dururken İstanbul‘daki Paşabahçe Şişe ve Cam Fabrikası hakkında paylaşımlar yapmayı ya da İzmir Elektrik Fabrikası ile ilgili herhangi bir alternatif çözüm üretmeden sadece ve sadece “burada yapılacak 30 katlı gökdelene karşıyız” demeyi, hem kendilerinin hem de İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin yaptığı bir iki yazılı açıklama ile bu işi savuşturmayı tercih ettiler.

Oysa önerdiğimiz böylesi yenilikçi ve soruna “emeğin miras hakkı” boyutundan bakan böylesi bir çalışmanın, halka; yani, kamuya ait endüstriyel mirasın korunması ve sahiplenilmesi açısından ne kadar önemli, öncelikli ve değerli olduğunu, bizim bu iş için herhangi bir finansman desteği talebinde bulunmayışımızı, böylesi bir çalışmayı sadece kendi gönüllüğümüz ve emeğimiz çerçevesinde yapabileceğimizi bile fark etmediler. Bize ise şimdi onların işbirliği olmadan; hatta yer yer ve zaman zaman onlara rağmen kendi gönüllülüğümüz çerçevesinde kendi emeğimizi harcayarak yola devam etmek kalıyor…

Biz böylesine gönüllü ve yenilikçi düşüncelerle yola çıkıp birlikte çalışmaya davet ettiğimiz kurumların işbirliğine kapalı olduklarını anladıktan sonra, yine de İzmir Elektrik Fabrikası‘nın yıkılıp yerine 30 katlı bir gökdeleninin yapılmasına karşı çıkarken ve bunu ortaya koymak amacıyla TMMOB İzmir İl Koordinasyon Kurulu‘nun fabrika kapısın önünde düzenlediği ve Konak Belediye Başkanı Nilüfer Çınarlı Mutlu‘nun yanında İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Cemil Tugay‘ı göremediğimiz 24 Kasım 2024 tarihli basın açıklamasında yer alırken, geçtiğimiz günlerde bu alana 30 katlık bir gökdelen yapılmasına ilginç bir kişiden ilginç bir karşı çıkış geldi.

Uzunca bir süredir İzmir‘deki neredeyse tüm gökdelenlerin uygulama projelerini yapan Epig Mimarlık‘ın sahibi, İzmir Sanayici ve İş İnsanları Derneği (İZSİAD) yönetim kurulu üyesi, Batı Anadolu Sanayici ve İşadamları Derneği (BASİFED) yönetim kurulu başkanı nam-ı diğer “Gökdelenci” mimar Semiha Güneş, 29 Kasım 2024 tarihinde gazetelere verdiği demeçte, “Tamamen yıkılıp yerine 35 katlı bina yapılmasına biz de karşıyız. Türkiye’de de dünyada da bunun örnekleri var. Ama bina korunarak da çözümler üretilebilir. Bir şeye tümden karşı çıkmak doğru değil. Bu tür çözümler bulunması gerektiğini düşünüyoruz” diyerek Konak ve İzmir Büyükşehir belediyelerinin karşı çıkışından farklı bir yol çizerek fabrika binasının korunması suretiyle 35 katlı gökdelenin yapılmasına kapıyı açmayı tercih etmiş… (2) Belli olmaz belki bu gökdelenin de uygulama projesi kendisi tarafından hazırlanır…

Açık söyleyeyim, İzmir Elektrik Fabrikası çevresinde bugüne kadar birçok gökdelen yapılmışken, bu gökdelenlere belediyelerden hiçbir itiraz gelmemişken ve bir kısmının inşaatı halen devam ediyorken, özellikle de bunların bir kısmının inşaat ruhsatları belediyeler tarafından verilmişken ve bu belediyeler buranın başka bir şekilde değerlendirilmesi için başka bir proje ya da farklı bir alternatif üretmemişken, bu tarihi santralı korumak amacıyla belediye kaynaklı proaktif düşünce ve projeler ortada yokken; üstüne üstlük uzun bir süredir Özelleştirme İdaresi Başkanlığı (ÖİB)‘nın böyle bir hamle yapması beklenirken sadece ve sadece “burada 30 ya da 35 katlı bir gökdelen istemiyoruz” demek, bana samimi ya da inandırıcı gelmiyor… Çünkü bir kamu kurumu olmakla birlikte aynı zamanda siyasi bir işlevi olan belediyelerin ve geleceği planlama konusunda siyasi bir aktör olan belediye başkanlarının, bu tür hamleleri önlemek için bu tür yerlere ait siyasi projeler üreterek halkı bu doğrultuda örgütlemeleri gerektiğine inanıyorum. Hele ki, bu fabrikanın eski çalışanlarını hafıza boyutunda örgütlenmesini öngören projemize ilgisiz kaldıkları bir dönemde… Biz, böyle bir hamlenin geleceğini düşünüp kendimizce bir şeyler yapmaya çalışırken onların düşünüp tedbirini almadığı bir ortamda…

Alsancak bölgesini arkadan saran gökdelenler…

Ayrıca konunun tüm taraflarına, İzmir Elektrik Fabrikası‘nın çevresinde her geçen gün göğe yükselen 63 katlı İnci Mega, 52 katlı Velux İzmir, 51 katlı V Yeni Konak A, Yeşildere‘deki 38 katlı İZKA gökdeleni, Tariş arsalarına yapılan 48 ve 24 katlı Evora İzmir ve İzmir Allsancak, İzmir Kültür ve Sanat Fabrikası yanındaki eski Tekel Sigara Fabrikası‘nın yıkılmasından sonra yerine yapılmak istenen İzmir Ticaret Odası başkanı Mahmut Özgener ile Rikardo Aliberti ve Gürel ailesi ortaklığında yapılacak gökdelene verilip mahkeme kararı ile iptal edilen imar planlarının (Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nca hazırlanıp onaylanan imar planları hariç) hangi belediyeler tarafından hazırlanıp onaylandığını, mimari tasarım ve uygulamalarının hangi mimar ve mühendisler tarafından yürütüldüğünü, bu binalardan hangilerinin belediyeler tarafından ruhsatlandırıldığını sorup İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin sorumluluğundaki Ege Mahallesi Kentsel Dönüşüm Projesi‘nde bile inşaatı üstlenen Teknik İnşaat‘ın mahalle sakinlerinin barınacağı binalardan önce kendisine ait 50 katlı Divan Residence isimli gökdeleni yapmakla meşgul olduğunu da hatırlatmak gerekiyor… Ardından da bu bölge onca gökdelenle doldurulurken neredeydiniz, Tariş‘in arsalarına ya da Ege mahallesine yapılan gökdelenlere niye itiraz etmediniz, niye dava açıp engellemediniz diye sormak gerekir…

Ayrıca 2019 yılında Özelleştirme İdaresi Başkanlığı (ÖİB) tarafından satışa çıkarılan İzmir Elektrik Fabrikası ihaleyle İzmir Büyükşehir Belediyesi şirketi Grand Plaza A.Ş. tarafından satın alınırken bu şirketin ihaleye katılma koşullarına sahip olmadığı konusunda uyarılar yapıp, İzmir Büyükşehir Belediyesi eski başkanı Tunç Soyer‘in başkanlığını yaptığı “İzmir’in patronlar kulübü” olarak bilinen İzmir Ekonomik Kalkınma ve Koordinasyon Kurulu (İEKKK) katılımcılarından, bu katılımcılar arasında gayrimenkul yatırım şirketi sahibi olanlardan niye yardım almadınız, niye onlara böylesine gönüllü bir yükümlülük vermediniz diye sormak gerekir…

Aslında bu sorunu; yani İzmir Elektrik Fabrikası‘nın bulunduğu arsaya 30-35 katlı bir gökdelen yapılması ya yaptırılmaması olayını, 1983’lerde Halkçı Parti lideri Necdet Calp ile ANAP lideri Turgut Özal arasındaki “Boğaziçi Köprüsü’nü sattırırım-sattırmam” şeklindeki horoz döğüşünü hatırlatırcasına, “yaptırırım-yaptırmam” şeklindeki sonuçsuz bir çekişme üzerinden değil; daha geniş bir ufuk ve siyasi öngörü çerçevesinde ele almamız gerektiğini düşünüyorum…

2017 yılında Türkiye Varlık Fonu‘na devredilen Alsancak Limanı‘nın 2023’de Katarlılar‘a satılması, “Liman Arkası” diye tanımlanıp bütün bu tarihi fabrikaların bulunduğu Umurbey mahallesindeki alanın, Alsancak Limanı ile bağlantısı nedeniyle yine aynı şekilde Katarlılar‘a tahsis edilmesi ve İzmir Körfezi‘in temizliği konusunda mızmızlanan İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin bu hantallığı ya da pasifliği dışında belediyeden kaynaklanan “AKP İzmit Körfezi’ni temizliyor, bu kez de İzmir Körfezi’ni temizlesin” talebi karşısında, liman dışındaki körfezin, özellikle körfeze büyük gemilerin girişini sağlayacak olan İnciraltı önündeki derivasyon kanalı yapım işinin yine Katarlılar‘a verilmesi ihtimalini düşündüğümüz takdirde; yürütülecek mücadelenin sadece imar ve kentleşme boyutunda tek bir gökdelen için değil; İzmir‘in geleceğini ilgilendiren siyasi bir mücadele olması gerektiğini ortaya koyar ve bu mücadelenin de siyasi anlamda oyun kurma becerisi olmayıp sadece bir şeyi oradan alıp buraya vereyim düşüncesiyle hareket eden Cemil Tugay‘ın boyunu aşarak bir çaresizlik haline dönüşeceği söylenebilir… Ve işte o zaman, bırakın İzmir Elektrik Fabrikası‘nın değil, onun yanında Sümerbank ve Şark Sanayi fabrikalarının da elen gidebileceği söylenebilir…

ESHOT Elektrik Santrali’nde Suha Tarman ve 3 Nolu Jeneratör tamir ekibi: Suha Tarman Koleksiyonu (APİKAM)

Biz bütün bu gelişmeleri daha geniş ve derinlikli bir açıdan görüp üzerimize düşen uyarıları yaptıktan sonra, kendi bilip anladığımız “hafızanın örgütlenmesi” işine, ilgili belediyeler katılmasalar bile devam edip bu fabrikalarda çalışan, yaralanan ya da ölen tüm yöneticilere, mühendislere, usta, teknisyen, tekniker ve işçilere 61 yıl süreyle emek vererek bizleri aydınlığa kavuşturdukları için teşekkür edip saygımızı sunmak istiyoruz…

(1) https://kentstratejileri.com/2024/08/05/hatirliyorum-ve-unutmuyorum-izmir-endustriyel-mirasinin-emegin-miras-hakki-boyutunda-hafizasi/comment-page-1/

(2) https://www.yeniizmir.com/basifed-baskani-ndan-tarihi-elektrik-fabrikasi-icin-itiraz/325442/, https://www.egeligazete.com/haber/basifed-baskani-gunes-alsancak-taki-elektrik-fabrikasi-nin-yikilmasina-biz-de-karsiyiz/192735

CHP’li belediyelerin üniversitelerle ilişkisi ve ayrıcalıklı olanlar…

Ali Rıza Avcan

Uzun bir zamandır İzmir Büyükşehir Belediyesi ile ilçe belediyelerinin İzmir‘deki devlet ve vakıf üniversiteleriyle ilişkilerini izliyorum…

Bir zamanlar, kentteki her üniversiteden eşit ve dengeli bir şekilde yararlanma düşüncesinin zaman içinde nasıl “bizim ve onların üniversitesi” kutuplaşmasına dönüşerek, bilimin ve bilim insanlarının bile bu ötekileştirip düşmanlaştıran fanatizme evrilmesini ibretle izliyorum.

BU çerçevede, İzmir Büyükşehir Belediyesi eski başkanı Ahmet Piriştina zamanında Dokuz Eylül (DEÜ) ve Ege (EÜ) üniversiteleriyle İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü (İYTE) öğretim üyelerinin hem başkanlık, hem de İzmir Yerel Gündem21 düzleminde nasıl bir araya geldiklerini, nasıl birlikte çalıştıklarını gayet iyi hatırlıyorum.

Olması gereken…

Ne olduysa oldu; her şey Aziz Kocaoğlu‘nun 2009-2014 yılları arasına rastlayan hizmet döneminde, bu kente “başkan danışmanı” sıfatıyla gelip, 1989’dan bu yana diline doladığı “yönetişim” hayaliyle “İzmir Yönetişim Ağı“nı kurmaya soyunan, bu amaçla arkasına aldığı belediye başkanın gücü ve bir grup rant düşkünü sermayedarla kendi akademik cemaatinden gelen akademik unvanlı üniversite hocalarının marifetiyle, kamu yararına aykırı neoliberal bir rüzgar estiren Prof. Dr. İlhan Tekeli‘nin ortaya çıkışı ile oldu.

“İzmir Modeli Cemaati”…

Çünkü İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ)‘de inşaat mühendisliği alanında lisans eğitimi alıp Ortadoğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ)‘nde şehir ve bölge planlaması alanında doktora yapan ve ardından aynı üniversitenin Şehir ve Bölge Planlama Bölümü‘nde öğretim üyesi olarak çalışan Tekeli, beraberinde getirdiği ya da bu kentte bulduğu ODTÜ mezunu ya da halen akademisyen olarak çalışan kendi arkadaş ve öğrencilerinden oluşan akademik cemaati öne çıkararak ve bu cemaatin merkezine kendisinin kurduğu İzmir Akdeniz Akademisi‘ni oturtarak ve Aziz Kocaoğlu‘nu, “İzmir Modeli” adını verdiği çalışmasıyla teorik anlamda onu parlatmaya çalışarak bu kentteki üniversiteleri dışlayan; hatta onlara alternatif farklı bir iktidar alanı yaratmaya çalıştı. Tabii ki bu akademik cemaate, DEÜ, EÜ ve İYTE gibi devlet üniversiteleriyle yeni kurulmuş olan Yaşar Üniversitesi ve İzmir Ekonomi Üniversitesi gibi ticarethanelerdeki rektörlerin iznini ya da Tekeli‘nin icazetini alarak katılanlar, özellikle aynı disiplinden gelen akademisyen şehir ve bölge plancıları da oluyordu.

Ayrıca Tekeli oldukça bilinçli bir şekilde kendi akademik cemaatini yerleştirdiği İzmir Akdeniz Akademisi‘ni, kentteki bazı sermaye gruplarını davet ederek kurduğu İzmir Ekonomik Kalkınma Koordinasyon Kurulu (İEKKK) ve onun uygulama ayağı olarak tasarlayıp kendisinin de ortak olduğu TARKEM‘le ilişkilendirerek kafasındaki “İzmir Yönetişim Ağı” hayalini gerçekleştirmeye çalışıyordu.

Bu dönem ayrıca üniversite kaynaklı akademik şehir ve bölge plancılarının kentin üst yönetimine yerleşip her şeye egemen oldukları bir dönemdi. Halen izlerine rastladığımız bu dönemin ilk günlerinde her biri “şehir plancısının duayeni” olarak ünlenen İzmir Büyükşehir Belediyesi Başkan Danışmanı Prof. Dr. İlhan Tekeli, İzmir Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreteri Dr. Buğra Gökçe, Genel Sekreter Yardımcısı Eser Atak, Büyükşehir Belediyesi Başkan Danışmanı Doç. Dr. Koray Velibeyoğlu ve diğerleri İzmir‘in bugünü ve geleceği konusunda birçok çalışmalar yaptılar… Artık bundan böyle İzmir‘i üniversitelerde ve TMMOB Şehir Plancıları Odası‘nda görev yapmış bu şehir plancıları yönetiyor, kendi anlatımlarıyla kırk tilkinin kır kuyruğunu birbirine değdirmeden her biri “farklı katmanlarda” çalışıyor, kimse birbirinin yoluna çıkıp işine engel olmuyordu… Gören bilen de İzmir‘in bu ehil insanlara terk edildiğini, bu kadar planlamacı bolluğunda İzmir‘in ülkenin en planlı, dirençli ve sağlıklı kenti olacağını sanıyordu…

İzmir Büyükşehir Belediyesi ile ilçe belediyelerinin üniversitelerle kurduğu ilişkilerde dikkati çeken diğer bir husus da, Tekeli‘nin orkestra şefliğini üstlenip kurduğu kendi akademik cemaatine kimin girip kimin giremeyeceğini belirleyen tavrı yanında, her geçen gün AKP iktidarının emrine giren üniversitelerdeki bazı akademisyenlerin “döner sermaye projeleri” eliyle CHP‘li belediyelerle ilişki kurup para kazanmalarını kontrol edip gerektiğinde onları engelleyen ya da bin bir nazla izin veren yandaş rektör ya da dekanların CHP‘li belediyelere karşı olan tavrıydı. Bu anlamda, gün geçmiyor ki, üniversite yönetimine yakın bazı akademisyenler yöneticilerin den aldıkları talimatla deprem, körfez kirliliği ve orman yangınları gibi konularda belediye yönetimini ters köşeye yatıracak beyanatlar veriyor, İzmir Körfez Geçiş Projesi gibi büyük projelerin araştırma ve analizlerini üstleniyor; böylelikle, DEÜ rektörü Nükhet Hotar örneğinde olduğu gibi adeta AKP‘nin kentteki temsilcileri gibi davranıyorlardı.

Diğer taraftan da kentte yeni kurulmuş Yaşar, İzmir Ekonomi ve İzmir Katip Çelebi gibi üniversitelerle Fethullah Gülen Cemaati‘nin elindeki Gediz ve İzmir üniversiteleri de belediye başkanlarıyla bürokratlarını yüksek lisans ve doktora programlarına kabul ederek; hatta, Sema Pekdaş gibi belediye başkanlarını reklamlarında kullanarak belediyelerle ilişki kurup onları kazanmaya ve onların imkanlarından yararlanmaya çalışıyorlardı. Gediz Üniversitesi‘nin yüksek lisans programına devam eden Konak Belediye Başkanı Sema Pekdaş ile İzmir Katip Çelebi Üniversitesi‘nin tezsiz yüksek lisans programından mezun olan Karşıyaka Belediye Başkanı Hüseyin Mutlu Akpınar ile şahsen tanıdığım diğer belediye bürokratları bu son olayın en iyi örnekleridir.

Bu siyasi çekişme ve zıtlaşmanın sonucunda ortaya birbirine düşman, birbiri aleyhine çalışan iki ayrı yapı çıkmıştı: Bir yanda AKP iktidarının kontrol ettiği DEÜ ve ile Fethullah Gülen Cemaati‘nden devralınıp ismi değiştirilen İzmir Demokrasi ve İzmir Bakırçay üniversiteleriyle sağcı kadrolar marifetiyle kurulan AKP egemenliğindeki İzmir Katip Çelebi Üniversitesi., diğer yanda da CHP‘li İzmir Büyükşehir Belediyesi ve çoğu CHP‘li olan ilçe belediyeleri…

Artık bundan böyle İzmir‘deki devlet üniversitelerinin akademisyenleri CHP‘li İzmir Büyükşehir Belediyesi ile ilçe belediyelerinin kapısından içeri girmiyor, giremiyor, girmeye kalktıklarında ise ya başka isimler üzerinden üniversitelerin döner sermayelerini kullanarak giriyor ya da kelle koltukta disiplin cezası almayı göze alarak işe soyunuyordu.

Oysa her iki tarafın dilindeki “iyi yönetişim” zihniyeti, belediyelerin ve üniversitelerin sivil toplum ve özel sektörlerle birlikte bir “konsensus” ya da “oydaşma” içinde çalışması gerektiğini söylüyordu! Ama neoliberal “yönetişim” zihniyetinin bayraktarlığı yapan YÖK üniversiteleri bunu hayata geçirmiyor; daha doğrusu geçirmek istemiyor, geçiremiyordu…

Bilim” adına üç belediye başkanı için “sürdürülebilir” danışmanlık….

Ama bunun tek bir istisnası var: İzmir Yüksek Teknolojisi Enstitüsü ile onun muhterem rektörü Prof. Dr. Yusuf Baran ve Doç. Dr. Koray Velibeyoğlu‘nun ekip liderliğindeki mimarlık ve şehir plancılığı bölümünün akademisyenleri… Onların arkasında da, bir zamanlar pek revaçta olan sanayi-üniversite işbirliği çerçevesinde kurulan İzmir Teknoloji Geliştirme Bölgesi A.Ş. (Teknopark İzmir)‘ne İzmir Büyükşehir Belediyesi ile birlikte ortak olan ya da yönetiminde yer alan İzmir‘in mümtaz iş adamları ve rant düşkünü kent simsarları var… Muhtemelen bütün bu isimlerin arkasında da, kuruldukları tarihten bu yana İzmir‘deki her önemli şeyde parmağı olup, kendi aralarındaki kardeşlik yerine bizlere ait kamu mallarına kardeş olup el koymak isteyen iki ayrı locanın üstatları var…

Anlayacağınız, yakın zamana kadar Tunç Soyer‘i destekleyip yeniden aday olmasını isteyenlerle yeni belediye başkanı Cemil Tugay‘ın karşı karşıya kaldığı; ama, bunun farkında olmadığı ya da her doğan günle birlikte değişen ittifaklar içinde kabullendiği yeni bir durum var ortada!

Görüldüğü gibi karşımızda, Saray’daki zat tarafından belirlenen diğer üniversite rektörleriyle adeta bir savaş hali yaşanırken, aynı zatın belirlediği başka bir üniversitenin rektörü ile uzun süredir devam eden muhteşem bir işbirliği manzarası var. Bu çerçevede bu AKP onaylı rektör, CHP‘li İzmir Büyükşehir Belediyesi ve ilçe belediyeleri ile birlikten çalışmaktan kaçınmıyor, çalışmasına izin verdiği isimler her üç belediye başkanının (Aziz Kocaoğlu, Tunç Soyer, Cemil Tugay) döneminde “başkan danışmanı” ve “İzmir Planlama Ajansı (İPA) başkanı” olarak çalışıp belediye şirketlerinin yönetim kurullarında görev yapmasına, aynı bölümdeki diğer akademisyenlerin de ona yardımcı olmasına izin veriyor, diğer rektörlerden farklı olarak bu nedenle başına bir iş gelmiyor, sorulmuyor soruşturulmuyor… Anlaşılan o ki, İYTE akademisyenlerine İzmir Büyükşehir Belediyesi ile Karşıyaka Belediyesi gibi ilçe belediyelerinde çalışmaları için iki tarafında da karşılıklı olarak kabul ettiği, onlara ayrıcalık sağlayan bir mutabakat, bir anlaşma, bir uzlaşma hali var… Hem de diğer devlet üniversitelerine rağmen…

İYTE rektörünün izniyle CHP‘li belediyelere dağılan bu akademik cemaatte Aziz Kocaoğlu döneminden bu yana, adeta suya yazı yazarcasına “İzmir Yarımada Sürdürülebilir Kalkınma Stratejisi“, “İzmir Küçük Menderes Havzası Sürdürülebilir Kalkınma Stratejisi“, “İzmir Gediz-Bakırçay Havzası Sürdürülebilir Kalkınma Stratejisi, “Karşıyaka Gıda Strateji Belgesi” ya da Karşıyaka ve İzmir Büyükşehir belediyeleri adına, “İzmir Modeli” olmadı, yerine “Gevrek Modeli” verelim dercesine hiçbir sonuca ulaşmayan neticesiz planlama işleri yapılıyor, bir kentin geleceğinin sadece şehir plancıları eliyle tasarlanabileceği yanılgısıyla aralarına aldıkları Ferhat Kentel gibi “yetmez ama evetçilerle” birlikte İPA‘ya doldurulan şehir plancıları marifetiyle kentin vizyonu çizilmeye kalkışılıyor…

Evet, böylesine önemli görevleri üstlenen böylesine ayrıcalıklı bir üniversite, onun CHP ile flört ettiği; hatta çalıştığı halde başına bir şey gelmeyen marifetli rektörü ve onun sayesinde belediyede her daim danışman olup İzmir‘in kaderini çizeceğini söyleyen, kendileri yetmediği zaman Ankara‘dan ve diğer kentlerden, o kentlerin üniversitelerinden getirdiği şehir ve bölge plancısı akademisyenlerle göz boyayan bilim pazarlamacıları, umut tacirleri…

Oysa hiç kimsenin aklına 1960’lı yıllardan sonra kurulan ve geride planlama alanında güzel bir miras bırakan Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) ve onun şehir ve bölge plancılığı denilen disiplinin dışında kalan, özellikle iktisat, sosyoloji coğrafya, ekonomi, yönetim ve siyaset gibi tüm bilim ve disiplinleri bir araya getirerek yaptıkları işler, planlar gelmiyor… Bunu yaparken bir zaman dillerinden düşmeyen “Varlık Odaklı Kalkınma Yaklaşımı” ve “İzmir Modeli” ya da şimdilerde vitrine çıkardıkları “Simit Modeli“, “Gevrek Modeli“, “Yeni Nesil Belediyecilik“, “E-Belediyecilik“, “Dijital Belediyecilik” gibi ortaya saçtıkları, sanki yeni bir şey çıkmış da bizim haberimiz yokmuş algısını yarattıkları ve aslında her biri ayrı bir satış-pazarlama çalışmasının konusu olan moda akım ve önerileri dikkate almak yerine bu ülkeye, bu topraklara ait bilgi, birikim, deneyim ve becerilerden kaynaklanan düşünceler hiç bilinmiyor, bilinmek dahi istenmiyor… Ayrıca hiç kimsenin aklına bir kentle ilgili planların sadece ve sadece şehir ve bölge plancıları tarafından yapılamayacağı gelmiyor… Bir şehrin ya da bölgenin fiziki planlaması ile bir şehrin toplumsal, kültürel, ekonomik ölçekte planlanmasının birbirinden farklı şeyler olduğu, bunların bir araya gelinerek birleştirilmesi gerektiği düşünülmüyor… Bu işin başta iktisatçılar olmak üzere tüm bilim ve disiplinlerden gelen uzmanların, akademisyenlerin disiplinler arası yaklaşımıyla kotarılabileceği görmezden geliniyor…

Sadece bilinen ve başkasından görülüp taklit edilmek istenen tek bir şey var; Ekrem İmamoğlu şayet İstanbul Planlama Ajansı‘nın başına İzmir‘den gitme bir şehir ve bölge plancısını geçirmişse, İzmir‘de bu iş yine İYTE ekibiyle aynı şekilde yapılmalı, İzmir Planlama Ajansı‘nın başına da bir şehir ve bölge plancısı geçirilerek etrafı da onun hoca ve öğrencilerinden oluşan şehir ve bölge plancıları tarafından doldurulmalı ya da yine aynı Ekrem İmamoğlu‘nun yaptığı konuşmalarda, “Yeni nesil belediyecilik” kavramından söz etmişse; İzmir‘de de mutlaka “Yeni Nesil Belediyecilik” ile ilgili bir toplantı düzenlenmeli, konuşma arasında sık sık bu kavramdan bahsetmeli… Taklit edilerek yapılmak istenen tek şey, bu! Gözler daha düne kadar Avrupa‘ya, Amerika‘ya bakarken; şimdi de İstanbul‘a, eski adıyla Bizans‘ın isimlerine ve onların İzmir‘e gönderilen adamlarına bakıyor, ne yazık ki…

Aynen bir zamanlar bu kentte günler, haftalar ve aylar boyunca sürdürülüp hiçbir sonuca ulaşmayan İzmir İktisat Kongresi sırasında belediye başkanı Tunç Soyer‘in yanında gözüküp hep uçuk kaçık, parlak ve karanlık işler yapmaya meraklı, işten anlamaz başkan danışmanı Güven Eken‘in yaptığı gibi… Hiçbir bilgi, birikim, deneyim ve beceriye sahip olmadığı halde onun tarafından hazırlanan 2020-2024 dönemi İzmir Büyükşehir Belediyesi Strateji Planı ile aynı döneme ait İzmir Turizm Tanıtım Strateji ve Eylem Planı‘nda olduğu gibi…

Düşünün bir; başarısız olduğu için bir kez daha aday gösterilmeyen ve belediye başkanı seçilemeyen Aziz Kocaoğlu ile Tunç Soyer‘in danışmanı olarak çalışmış birilerinin bu başkanların arkasından gelen yeni belediye başkanı tarafından başarılı bulunup, o eski İzmir Modeli‘ni mucidi İlhan Tekeli cemaatinin yerini almış gibi gözüken İYTE cemaatiyle birlikte İzmir‘in yeni vizyonunu hazırlamak üzere görevlendirilmesi ne ölçüde doğru, isabetli ve yerinde bir karardır…

Yoksa dumanı üstünde tüten yeni belediye başkanımız, kendisine geçmişte başarılı olduğu söylenen aynı danışmanları ve onların cemaatlerini görevlendirerek, daha önceki belediye başkanlarının başına geldiği gibi yoksa kendi sonunu hazırlayacak başarısızlık hikayesinin yol taşlarını mı döşüyor, ne dersiniz?