Şirket belediyeciliği, toplumcu belediyecilik midir?

Ali Rıza Avcan

Şirket… Sözlüklere baktığımızda şirketin, gerçek veya tüzel kişilerin emek, mal ya da paralarını ortaya koyarak para kazanmak; yani üretilen artı değerden pay almak amacıyla kurdukları bir işletme anlamına geldiğini görürüz.

Amerikan Rüyası“: Kör bir adalet, yazarkasaya dönüşmüş mide, domuzla taşınan para kasası, deve sırtında petrol ve tüm eski değerlerin hüznü…, Salvador Dali

Kapitalist sistem, “laissez faire, laissez passer“; yani, “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” dediği günden bu yana şirketi sistemin merkezine koyarak kutsuyor ve kimsenin ona dokunmadan, onu yasaklamadan çalışması için elinden ne geliyorsa onu yapıyor. İşte o nedenle, her bir ülkenin başta ticaret kanunu olmak olarak tüm ticaret mevzuatı sonsuz bir esneklikle şirketlere hizmet ediyor. Hatta bu konuda karşımıza Man, Jersey, Cayman adaları gibi öylesine ülkeler çıkıyor ki, o ada ülkeleri adeta uluslararası şirketlerin her şeyi yapabildikleri, ellerindeki kara parayı rahatlıkla aklayabildikleri bir çamaşır makinası özelliği ile öne çıkıyor. Bu anlamda şirketlere ait her türlü bilgi, “ticari sır” denilerek kamuoyunun dikkatinden kaçırılıyor. Yolsuzluk da, kara para aklama da, kadın ticareti de, uyuşturucu satışı da hep bu “ticari sır” ardına sığınılarak yapılıyor ve bütün bunlar yeni yeni çıkarılan hukuki düzenlemelerle kolaylaştırılıyor.

Diğer yandan da kamu düzeni ile ilgili her türlü kurumun şirketleşmesi, kurum yöneticilerinin şirketmiş gibi düşünüp davranması için büyük bir ideolojik mücadele veriliyor. Merkezi ve yerel yönetimlerle vakıfların ve hatta derneklerin bile açık ya da gizli bir şekilde şirketleşmesi, şirket gibi yönetilmesi, kendilerini şirket gibi hissetmeleri için büyük bir beyin yıkama faaliyeti yürütülüyor.

Bu bağlamda, “toplumcu belediyecilik” denilen olgunun ortaya çıktığı yıllarda; ne Terzi Fikri‘nin Fatsa Belediyesi, ne Aydın Erten‘in Gültepe Belediyesi‘nin kapitalizmin kalesi olan şirketlerinin bulunmadığını, yaptıkları her şeyi şirket kurmadan bizatihi kendilerinin yaptığını unutmamamız gerekiyor. O zamanlar belediye başkanları, meclis üyeleri, belediye çalışanları ve mücadele katılan halk her şeyi belediye eliyle gerçekleştiriyor, hizmet denilen her şey belediyenin parası, çalışanı ve malzemesi tarafından üretiliyor, halkın bu üretime katılması sağlanıyor; böylelikle belediyenin halkın belediyesi olması sağlanıyordu. Hiç unutmam, teftişe gittiğim Anadolu yerleşimlerinde akşamları elektrikler kesildiğinde belediye başkanı, belediye çalışanı ile birlikte herkes dışarlara çıkar, ne yapabilirim düşüncesiyle işe yaramaya çalışırdı. Şimdi ise, herhangi bir belediye hizmetinin kesilmesi ya da aksaması durumunda bulunduğumuz yerde durup o hizmetin yeniden gelmesini bekler hale geldik… Çünkü o tarihlerde belki “katılım” sözcüğü bugünkü anlamında kullanılmıyor; ama eylemde ortaya çıkan o katılım en sahicisinden, en samimisinden hayata geçiyor, halk sorunların çözümüne bizzat katılıp işin içinde olmak için neoliberallerin “katılım” kavramını icat edip bir ilaç gibi sunmalarını beklemiyordu.

Şirket’e tapmak…

Yolsuzluk, hırsızlık, yağma, yalan ne varsa hepsi, belediyelerde şirketlerin ortaya çıkması ile arttı, azgınlaştı ve yaygınlaştı. Çünkü şirketlerle ilgili kanunlar, yönetmelikler yalan üzerine kurulu kapitalist sistemi ihya etmek adına her şeye izin veriyor, “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” diyerek her şeyi, özellikle de yalanı meşrulaştırıyor. Yasaların, yönetmeliklerin sağladığı bu kolaylık ve teşvikler hem iktidarın, hem de muhalefetin belediyelerine yaradığı için de, herkesin hayatından memnun olduğu bir ortamda namus ehli kimse de çıkıp bu durumu kaldıralım ya da değiştirelim demiyor, diyemiyor.

Üstüne üstlük, şimdilerde CHP genel başkan yardımcılığı ile onurlandırılıp Rönesans Holding‘in şirketi Florya Gayrimenkul Yatırım İnşaat Turizm Sanayi ve Ticaret Anonim Şirketi’nin avukatlığını yapan ve Üçkuyular‘daki İzmir İstinyepark ile ünlenen CHP İzmir milletvekili Murat Bakan‘ın, bu yolsuzlukları tahrik edercesine 2016 yılında belediye şirketlerinin ihalesiz iş yapması için kanun teklifi verdiğini hatırladığımızda…

https://www.kentstratejileri.com/2016/10/16/bir-chp-milletvekili-belediye-sirketlerinin-ihalesiz-is-yapabilmesi-icin-kanun teklifi-verirse/

Ama ondan önce, halkın zorunlu ihtiyaçları için kurulan tanzim satış mağazalarının yer yer ve zaman zaman yararlı işler yaptığını bilmekle birlikte; oralarda yöneticilik yapanların tabaktaki bala parmaklarını sokarak yolsuzluk, hırsızlık yapmayı nasıl keşfettiklerini, kendi ‘özel ihtiyaçlarını‘ nasıl karşıladıklarını, oradan kazandıkları deneyimle ileride özel sermayeye pazarlayacakları TANSAŞ‘ı, aynı anlayışla kurdukları KİPA‘yı nasıl dönüştürdüklerini, bugünlerde bir efsane gibi anlatılan tanzim satışların yolsuzluk, hırsızlık ve sahtekarlık suçlarının kaynağı olmaya başladığını söyleyebiliriz. Geriye doğru dönüp baktığımızda, aklımıza tanzim satışla ilgili birçok soruşturma ve ceza alan belediye başkanı ve tanzim satış yöneticisi gelir… Hele ki, yaşadığımız kentte beyaz peynir üzerinden yapılan yolsuzluklara kimlerin bulaştığını, bu şahısların nasıl zenginleştiklerini konu ile ilgisi olanlar gayet iyi bilirler. Aynen 1940’lı yıllardaki olağanüstü savaş ortamında ortaya çıkan vurguncu savaş zenginleri gibi…

Devlet adına belediyeleri denetleyip soruşturmalar yaptığım yıllarda, ben dahil tüm meslektaşlarımı en fazla zorlayan şeyin, tanzim satış mağazalarının denetimi olduğunu itiraf etmek isterim. Ticari işletme tekniğinin karmaşıklığı ve esnekliği içinde bilgisayarın olmadığı bir ortamda zorunda ihtiyaç malzemesi olmayan yüzlerce malın giriş ve çıkışını takip edebilmek, bir büyük ya da küçük baş hayvandan yerine ve zamanına göre göre kaç kilo kıyma, kaç kilo kuşbaşı et, kaç kilo biftek ya da bonfile çıkacağını hesaplamak, her bir malzemedeki fire ile boş çuval gibi üretim sonrası ortaya çıkan malzemelerle ilgili kritik konular bizleri hep zorlar, her biri ayrı bir soruşturma konusu olurdu. Ama aramızdaki “Semih abi” gibi çocukluğu babasının Feneryolu‘ndaki bakkalında geçtiği için hangi konularda nasıl sahtekarlık yapıldığını gayet iyi bilen kamu denetçileri, bu konuda yapılmış tüm yolsuzlukları eliyle koymuş gibi ortaya çıkarır, bizleri de kıskandırırdı.

Bu anlamda, hem devlet adına denetim ve soruşturmalar yaptığım, hem de cephe değiştirip belediyeleri ve başkanlarını devlete, baskıcı merkezi vesayete karşı savunduğum danışmanlık dönemlerinde karşıma tek bir tane bile olsa belediye şirketi çıkmadı, hiçbirini denetlemedim ya da inceleyip soruşturmasını yapmadım. Hoş zaten istesem bile, böyle bir şey yapamazdım; zira mevcut ticaret mevzuatı o şirketleri ihale mevzuatı dışında tutarak koruyor, böyle bir şey yapmamıza izin dahi vermiyordu…

Daha sonra belediyelerin şirket kurduklarını duymaya başladığımda, bunun Turgut Özallı yıllardaki özelleştirme furyasının belediye ayağını oluşturduğunu, asıl amacının ise, belediyelerdeki ihale mevzuatının getirdiği kural ve yasakları aşmak düşüncesi olduğunu anladım.

Şirket: “Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın

İzmir‘e yerleştiğim 1997-1998 döneminde ise, belediyelerce kurulmuş şirketleri birer birer tanımaya başladım. İzmir Yerel Gündem 21 Yürütme Kurulu‘nda yer aldığım 2001 yılında benim önerim üzerine gerçekleştirilen ülkemizdeki ilk sivil toplum fuarı olan 1. İzmir Sivil Toplum Kuruluşları Fuarı ile Uluslararası İzmir Sivil Toplum Sempozyumu‘nda organizasyona İzmir Büyükşehir Belediyesi ve IULA-EMME dışında İZFAŞ’ A.Ş.‘nin de katılmasını önerdiklerinde, yapacağımız sivil etkinliğin ticari bir şirketle bir araya gelmesini istemediğim için, aslında belediye bütçesinden rahatlıkla yapabilecekleri birçok harcamayı sırf bu şirket üzerinden yaparak ihale mevzuatının getirdiği şekil ve şartları aşmak istediklerini anladım.

2012 yılında Kuşadası Belediyesi adına yaptığım “Kuşadası Belediyesi İmaj, Algı Araştırmaları ve Marka Kent Kurumsal Kimlik Çalışmaları” kapsamında yaptığım gözlemler sırasında da, bir araya gelen iki, üç kişinin kurduğu bir şirketin, o tarihlerdeki mevzuata göre alınması gereken Bakanlar Kurulu izin şartı aranmaksızın belediyeye bağışlanabildiğini, daha sonraki yıllarda da bu bağış yönteminin bir alışkanlığa dönüşerek Kuşadası Belediyesi‘nin 2022 yılı itibariyle kavgalara döğüşlere konu olan dört ayrı şirkete sahip olduğunu öğrendim.

Yakın zamanda ise, ipin ucunu iyice kaçıran İçişleri Bakanlığı, yayınladığı bir genelge sayesinde belediyelerin istedikleri kişilerle şirket kurabildiklerini, bunu engelleyen herhangi bir yasal düzenlemenin ya da şartın mevcut olmadığını, şirket kurma konusunda belediyelere büyük bir özgürlük tanındığını büyük bir şaşkınla öğrendim.

Anlaşılan o ki, yakında çıkarılacak yeni hukuki bir düzenleme ile belediyelerin de şirkete dönüşmesine izin verilecek!

İçişleri Bakanlığı‘nın şirket kurma, mevcut şirketlere katılma ya da şirketlerin bağışlanması suretiyle devredilmesini veya istediğin biriyle gidip bir şirket kurmayı mümkün kılan politika ve uygulamaları nedeniyle başta büyükşehir belediyeleri olmak üzere neredeyse tüm il, büyükşehire bağlı ya da bağlı olmayan ilçe ve belde belediyelerinin kendilerine bağlı binlerce şirketinin şişkin ciroları ve çalışan kadrolarıyla adeta belediyelerle rekabet eden bir şekilde ortaya çıkmaya başladığına tanık olduk.

İzmir Büyükşehir Belediyesi 2022 Yılı Sayıştay Denetim Raporu, Sayfa 19.

Örneğin 2021 ve 2022 yılları Sayıştay denetim raporları üzerinden yaptığımız bir araştırma sonucunda, İstanbul Büyükşehir Belediyesi‘nin doğrudan hissedarı olduğu 22, mevcut belediye şirketlerinin hissedarı olduğu 8 şirket olmak üzere toplam 30 şirkete, Ankara Büyükşehir Belediyesi‘nin doğrudan hissedarı olduğu 10, mevcut belediye şirketlerinin hissedarı olduğu 5 şirket olmak üzere toplam 15 şirkete, Çankaya Belediyesi‘nin doğrudan hissedarı olduğu 6 şirkete, Konak Belediyesi‘nin doğrudan hissedarı olduğu 2, belediye şirketlerinin hissedarı olduğu 1 şirket olmak üzere toplam 3 şirkete, en halkçı-devrimci belediye olarak bilip tanıdığımız Dersim Belediyesi‘nin bile 1 adet şirkete sahip olduğunu belirledik.

Sıra İzmir Büyükşehir Belediyesi‘ne geldiğinde ise işin farklı bir boyutta değiştiğini görürüz. Çünkü İzmir, Ankara ve İstanbul‘un nüfusuna göre daha küçük bir kent olmasına rağmen; diğer büyükşehir belediyelerine fark atacak kadar şirket zengini bir belediye olduğu görülmektedir. Hele ki bu işe ilçe belediyelerindeki onlarca şirketi de kattığımızda…

Sayıştay‘ın 2022 yılı denetim raporuna göre, İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin doğrudan hissedarı olduğu 16, belediye mevcut şirketlerinin hissedarı olduğu 9 şirket olmak üzere toplam 25 şirketi bulunmakta. Buna Sayıştay denetçisi tarafından hazırlanan yukarıdaki listede yer almayıp 2021 yılında İzenerji tarafından 2.000.000.- TL sermaye ile kurulan İZETAŞ Anonim Şirketi ile yakın zamanda belediye şirketi İzenerji‘nin % 49 ortaklığı ile kurulan İzgüneş‘i de ilave ettiğimizde sayı 27’yi bulmaktadır.

Bu durumda;

2022 yılı nüfusu 15.907.951 nüfusu bulan İstanbul‘da ortalama 530.265 kişi başına 30 şirket,

2022 yılı nüfusu 5.782.285 olan Ankara‘da ortalama 385.486 kişi başına 15 şirket varken

2022 yılı nüfusu 4.462.056 olan İzmir‘de de ortalama 165.261 kişi başına 27 şirket olduğunu, belediyenin bu haliyle tüm belediye hizmetlerini şirketlerine devrederek ve böylelikle birçok yasal kural ve kısıtlamadan kurtularak koskocaman bir holding yarattığını görürüz. Tabii ki şirket sayısının şimdilik bu düzeyde kalacağını varsaydığımızda…

Artık bundan böyle, “biz bilgi edinme kanunu kapsamında değiliz“, “sorduğunuz husus ticari sır kapsamına girmektedir“, “bu konularda kamuoyuna bilgi verilmesi mümkün değildir” ya da “sorduğunuz sorular kişisel verilerin korunması ile ilgili mevzuat kapsamına girmektedir. O nedenle açıklayamayız” diyen, kamu kaynakları ile kurulduğu halde çoğunda belediye hissesi % 51’ye ulaşmadığı için Sayıştay denetimine tabi olmayan, bu arada devamlı zarar edip zararları belediye bütçesinden karşılandığı halde binlerce işçi çalıştıran bu şirketlerle; daha doğrusu koskocaman bir holdingle karşı karşıyayız…

Üstüne üstlük bu şirketlerin genel müdür, yönetim kurulu başkanı, yönetim kurulu üyesi, murahhas üye, koordinatör gibi yüzlerce koltuğu var ki; kendilerinden o şirketin faaliyet konusu ve alanı ile ilgili olarak; örneğin restoran, kafe ve büfe işletmeciliği yapan Grand Plaza A.Ş. ya da İzmir Körfezi içinde deniz yoluyla yolcu taşımacılığı yapan İzdeniz A.Ş.‘in gerektirdiği bilgi, birikim, deneyim ve beceriye; yani, o iş için gerekli olan yeterliliğe (liyâkat) sahip olmayan kişileri bu şirketlerde üst yönetici olarak görevlendirildiği, o kişilerin de “bu şirketin faaliyet konusu ve alanı benim uzmanlık alanıma girmiyor, ben burada verimli olamam” diyerek itiraz etmedikleri bir süreçte, bu kişilere kah -zaman zaman aldıkları rakamları küçümseseler de- huzur hakkı adıyla, kah başka adlarla ne miktarda ödeme yapıldığını ya da devamlı zarar eden bu şirketlerden para alan bu şahısların ortaya çıkan kamu zararında ne ölçüde pay sahibi olduklarını dahi bilmiyoruz. Ama hemen arkasından geçmiş seçimlerde milletvekilliğine, belediye başkanlığına ya da belediye meclisi üyeliğine aday olup seçilemeyenlerin, Eren Erdem gibi siyasi kimliği tartışmalı kişilerin, barış imzacısı olma vasfını kendi kişisel menfaati için kullanan akademisyenlerin, özel şoförlerin, Suat Çağlayan gibi eski bakanların, Erdal İzgi gibi eski belediye başkanlarının ya da gelecek seçimlerde aday olmayı hedefleyen siyasi adayların bu koltuklara layık görüldüğüne tanık oluyoruz. Aslında çoğunun atandığı görevle ilgili bir bilgisi, birikimi, deneyimi ve becerisi; yani uygun görüldüğü işle ilgili herhangi bir yeterliliği, liyakati olmadığı halde bu şekilde satın alınan bu kişiler, -ne yazık ki- kamu kaynaklarını sömüren tahta kuruları gibi gövdenin tümüne yayılmış vaziyette. Onların tek özelliği atamayı yapan belediye başkanı ile Mason localarından, birlikte okudukları okuldan ya da siyasi, kişisel, ailevi ya da özel tercihleri nedeniyle bir yakınlıklarının, bir muhabbetlerinin olmasıdır. Çünkü onlar kendilerine verilmiş o koltuğu korumak için bildiği, tanık olduğu ya da altına imza attığı yanlış işleri hiçbir şekilde eleştirmeyip devamlı övmek, parlatmak zorundadırlar… Çünkü efendileri sayesinde gittikleri yerde doyup tıkanıncaya kadar beslenip “sahibinin sesi” olarak velinimetinin sesini yankılayıp çoğaltarak kendisinden beklenen şeyleri yapmak zorundadırlar… Ama bir yandan da doğru ya da yanlış, çoğu suç olan eylemlerle küplerini doldurmaktan ya da birilerinin işine yaramaktan da kendilerini alamazlar. Hele ki seçim öncesi dönemlerde…

Şirket ve şirkete dair her şey…

Çünkü kapitalizmin kutsal kanunlarına göre, içinde bulunup etinden, sütünden, kılından tüyünden yararlandıkları şirketler, titizlikle korunup kollanması gereken kapitalizmin kutsal mekânlarıdır. O kutsallığın başına bir şeyin gelip etkisini kaybetmesini hiç istemezler. O nedenle, kentin ortasındaki Basmane Çukuru, 32 yıldır tek bir kuruş getirmeyen İzmir Hilton Oteli, Konak Pier, Kültürpark, Şehirlerarası Otobüs Terminali, tarihin getirip bize teslim ettiği Kemeraltı ve Basmane‘nin soylulaştırılıp ticari bir mal olarak pazarlamasına karşı seslerini çıkarıp itiraz edemezler. Bir zamanlar itiraz edip seslerini çıkarmış olsalar bile kendilerine sunulan lütuflardan sonra dut yemiş bülbüle dönerler… Onlar sadece yerel yönetimlerin neden olduğu sorunlar yerine, iktidarın neden olduğu sorunları suret-i haktan bir tavırla havanda dövüp dururlar ve sahici olmadıkları, insana dokunmadıkları için de başarıyı bir türlü yakalayamazlar. Örneğin göçmen, mülteci ve sığınmacılar ya da yoksulluk gibi konularda, bir şeyler yapar gözükmekle birlikte çalıştığı kendi belediyesi cadde ve sokaklardaki Arapça tabelaları söküp kaldırdığında ya da İzmir Büyükşehir Belediyesi‘ndeki kadın yöneticilerin bazıları etek boyu denetimi yaptığında sus pus olurlar. Sadece sadece neoliberal anlayışın geliştirip ortaya attığı “dayanışma“, “kentsel ağlar“, “kentsel katılım“, “çoğulculuk“, “yoksulluk“, “yerel kalkınma” ve “dirençli kent” gibi kavramları sınıfsal özünden koparıp insan hakları boyutunda ve kapitalist sistemle ilişkisini ortaya koymadan, bizim oyalanıp durabileceğimiz konularmış gibi anlatır dururlar. Çünkü onların arkasındaki dokunulmaz kutsal şirketler, holdingler, bu şirket ve holdingleri destekleyen AB Türkiye Temsilciliği, Avrupa kalkınma ajansları ve onların denetiminde kurulan vakıf ve dernekler, kendi mahallesinin kendi “beşli çeteleri” ve “başka bir tarım” adıyla endüstriyel tarım şirketlerini destekleyen politika ve uygulamalar, ceplerinde de oralardan aldıkları paralar vardır…

Artık bundan böyle, İzmir Büyükşehir Belediyesi ve diğer ilçe belediyeleri, kendi işgücü, mali kaynakları ve teknolojisi ile iş yapmayı unutmuş, her şeyi şirketlerine; hatta şirketleri eliyle İZSİAD adıyla dernekleşmiş sermayedarlara kurdurttuğu kooperatiflere devretmiş; böylelikle, her işi yolsuzluğa, yağmaya ve hırsızlığa hazır hale getirmiştir. O nedenle de, Kültürpark‘ın bakımı ve sulaması bile artık ihale edilmekte, bu işin belediye imkanları ile yapılması akla dahi getirilmemektedir…

Ondan sonra da yıllardır o şirketleri arkasına alıp oralardan beslenenler, o şirketlerde proje adıyla araştırmalar yapıp kitap yazanlar, 2019 yılında yaptıkları Kemeraltı araştırmasının sonuçları halen teslim etmeyip kamuoyu ile paylaşmayanlar, tırmak işareti içindeki “Toplumcu Belediyecilik” adına sipariş ettikleri bir organizasyonda karşınıza çıkıp oldukça ikna edici bir söylemle bu işin psikolojisini, dayanışma ağlarını, kentteki yoksulluk durumlarını anlatmaya kalkarlar.

https://www.kentstratejileri.com/2020/06/03/vahsi-kapitalizmin-karanlik-yuzu-şirketler/

Şimdi gelelim en önemli soruya;

İşte bu soruyu, yıllar önce hem ilginç ve farklı yaklaşımları hem de “Zardanadam“‘ın kurucusu olarak müzik yaşamına kattığı zenginlikle beğenip değer verdiğim Erbatur Çavuşoğlu ile Murat Cemal Yalçıntaş birlikte sormuşlar. 22-24 Ekim 2009 tarihleri arasında İzmir Büyükşehir Belediyesi Ahmet Piriştina Kent Arşivi ve Müzesi‘nde yapılan ve benim de bizzat katıldığım “İzmirli Olmak Sempozyumu“nda sunulan ve daha sonra Deniz Yıldırım ile Evren Haspolat tarafından derlenip yayınlanan “Değişen İzmir’i Tanımak” isimli kitapta yer alan bu makale, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü Planlama Atölyesi II çalışmaları kapsamında 2008–2009 akademik yılında Dikili‘de, Osman Özgüven‘in belediye başkanlığını sürdürdüğü yıllarda gerçekleştirilen anket, mülakat ve gözlemlere dayanmakta ve bütün bu araştırmaların özeti olarak belediye düzleminde anti-kapitalist politika ve uygulamalar ortaya konulmadan ve yapılan işlerin sürekliliği için gerekli örgütsel bir yapı oluşturulmadan toplumcu belediyecilik yapılamayacağını ortaya koymakta.

İşte bu bağlamda, toplumcu belediyecilik yaptık, yapıyoruz ya da yapacağız diyenler ya da toplumcu belediyecilik adına söz söylemeye çalışanlar, acaba kapitalist sistemin her geçen gün uluslararası kuruluşları, devleti, üniversiteleri, medyayı, holding ve şirketleri, sivil toplumu ve benzerlerini kullanarak üzerimizde kurduğu ekonomik, toplumsal, kültürel ve ideolojik ağlarla bizi teslim aldığı bir ortamda, toplumcu belediyeciliğin mümkün olup olmadığını, anti-kapitalist olmadan, anti-kapitalist politika ve uygulamalar geliştirmeden ve kapitalizmin yararlı aletleri olan şirketleri kullanmadan, onların içinde yer almadan ve nimetlerinden yararlanmadan toplumcu belediyeciliğin nasıl yapıldığını ya da yapılacağını bize anlatmalıdırlar…

Yararlanılan Kaynaklar

1) Aksakal, P.Bir Yerel Yönetim Deneyi (Fatsa Devrimci Yol Davası), Simge Yayınevi, 1989.

2) Aksakal, P. , Fatsa Gerçeği, Penta Yayınevi, 2007.

3) Ankara Belediyesi Başkanlık Uzmanları, Toplumcu Belediyecilik, Ankara Belediyesi Basın Yayın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü, Mayıs 1977, 96. sayfa.

4) Bayramoğlu, S., Toplumcu Belediye, Nam-ı Diğer Belediye Sosyalizmi, Notabene Yayınları, 2015, Ankara, 181 sayfa.

5) Sedat Göçmen, (Söyleşi: İlbay Kahraman), Fırtınalı Denizi Yolcuları, Ayrıntı Yayınları, 2013.

6) Gültekin, A.K., Gündoğdu, Devrimci-Halkçı Yerel Yönetimler, Patika Yayınları, İstanbul, 2013, 240 sayfa.

7) Kamalak, İ., Gül, H. (Der.) Yerel Yönetimlerde Sosyal Demokrasi, Toplumcu Belediyecilik, Teorik Yaklaşımlar, Türkiye Uygulamaları, SODEV, Sosyal Demokrasi Vakfı, Kalkedon Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, Mayıs 2013, 352 sayfa.

8) Toplumcu Belediyeler Bildirgesi, 2013, Ankara.

9) Uyan, M. M. Toplumsal Dalganın Kırılışı, Fatsa 1978-1980, Arayış Yayınları, 321 sayfa.

10) Yıldırım, D., Haspolat, E. (Der.) Değişen İzmir’i Anlamak, Phoenix Yayınları, Nisan 2010, Ankara, 638 sayfa.

11) Yıldırım, S. Yeni Toplumcu Belediyecilik Üstüne, Çankaya Belediyesi, Kasım 2013, Ankara,200 sayfa.

Vahşi kapitalizmin karanlık yüzü: Şirketler…

Ali Rıza Avcan

Şirket… Kapitalizmi kapitalizm yapan anahtar sözcüklerden biri… Sermayenin meşruiyet kazanıp kurumsallaştığı varlık… Kapitalin egemenliğini sürdüren kutsal yapı… Bir diğer anlatımla, kapitalizmin amiral gemisi… Bu anlamda, şirket olmadan kapitalizm, kapitalizm olmadan da şirket olmaz da denilebilir…

Şirket, Avrupa Konseyi’nin web sayfasında “tüzel kişiliği, sınırlı sorumluluğu ve devredilebilen paylarıyla insanlığın en dâhiyane buluşlarından biri” olarak tanıtılıyor…

Avrupa Birliği’nin İşleyişi Hakkında Antlaşma‘nın (ABİHA) 54. maddesine göre, “şirketler; kar amacı gütmeyenler hariç, kooperatifler de dahil olmak üzere, medeni hukuk ve ticaret hukukuna göre kurulmuş şirketler ile kamu hukuku veya özel hukuk hükümlerine tabi diğer tüzel kişileri ifade…” ediyor. (1)

Bu tanımdan da görüleceği gibi, ortaya konulan sermayeyi kâr elde etmek (daha doğrusu artı değer yaratmak) amacıyla kurulan şirketler, özel hukukla kamu hukuku alanında faaliyet gösterirler ve çalışmaları ticaret kanunlarıyla düzenlenir.

Şirketin tarihsel kaynağı Avrupa lonca düzeni içinde ticaret localarına kadar gider. Sözcük olarak ilk kaydı 1150’li yıllara kadar uzanıp, Geç Latince’nin companio (aynı ekmeği yiyenlerin dostluğu, samimiyeti) sözcüğünden türediği, Eski Fransızca’da compagnie, Anglo Sakson dilinde company, Eski Yüksek Almanca’da galeipo, Gotik dilde de gahlaiba şeklini aldığı söylenir.

Şirket sözcüğünün Türkçe’deki kaynağı ise Aşık Paşa’nın 1330’da yazdığı Garib Name’ye kadar gider: (2)

bağ u çift ü şirket ü bazār / ögi ussı durmadın anı düzer [aklı fikri hep bunlardadır]

Ar şirka(t) شركة  [#şrk mr.] ortaklık < Ar şarika شَرِكَ paylaştı, ortak oldu

14 Mayıs 2008 tarihinde Kore Bankası (Bank of Korea) tarafından yayınlanan bir rapora göre, 41 ülkede yapılmış bir araştırma sonucunda 5.586 şirketin 200 yıldan eski tarihe sahip olduğu belirlenmiş. Buna göre 200 yıldan eski tarihe sahip şirketlerin 3.146 tanesi Japonya’da, 837 tanesi Almanya’da, 222 tanesi Hollanda’da ve 196 tanesi Fransa’da bulunmakta. (3)

Günümüzde dünyada kaç adet şirket olduğu ise kesin olarak bilinmemekle birlikte, sayılarının 190 milyonu aştığı söylenmekte.

Şirketler tabii ki ilk ortaya çıktıkları tarihten bu yana hem kurumsal olarak hem de faaliyet alanları olarak çok gelişti, değişti. Şirketlerin piyasaya daha fazla yayılıp hakim olması için medeni hukukta, ticaret hukukunda ve benzerlerinde şirketlerin yararına birçok düzenleme yapıldı. Böylelikle şirketlerin sayısı, büyüklükleri, faaliyetleri ve etkileri arttı. Şirketler daha etkili ve egemen olmak için bir araya geldiler gruplar, holdingler, tekeller, karteller, tröstler oluşturdular. Ama bu gelişim içinde adları, büyüklükleri, sayıları devamlı değişip gelişmekle birlikte temel özellikleri hiç değişmedi: kar, daha fazla kar elde etmek…

Kapitalizmin gelişip emperyalizm aşamasına ulaştığı bu süreç içinde şirketler piyasa içindeki etki ve egemenliği dışında ülke ve dünya ölçeğinde yeni görevler üstlendiler. Yeni sömürgeler bulmak amacıyla Hindistan’a, Uzak Asya’ya, Afrika’ya, Amerika’ya giden İngiliz, Fransız ya da Alman ordu ve donanmalarını destekleyip finanse edenler hep bu tür şirketler, ticari ortaklıklar oldu. Hindistan, İran ve Afganistan’a ya da Osmanlı İmparatorluğu’na ait toprakların sömürgeleşmesinde oldukça etkili olan İngiliz Doğu Hindistan Şirketi (British East India Company) bu tür şirketlerin en bilinenidir.

Bu bağlamda adeta emperyalist devletlerle iç içe geçen bu tür şirket, tekel, kartel ya da tröstlerin güç, etki ve cirosu giderek birçok ülkenin gücünü aşmış, şirketler adeta bu sömürge ülkeleri yönetir hale gelmişlerdir. Afrika’daki altın, elmas ve bakır madenleri işleten çok uluslu şirketlerin ülke yönetimlerini belirleyen gücü ya da ITT adındaki şirketin Şili’de seçimle iktidara gelen Salvador Allende’yi kanlı bir şekilde devirmiş olması hepimizin hatırına gelen örneklerdir.

Şirket, holding, tekel, kartel ve tröstler sadece piyasada, ülkede ve dünyada egemen olmadılar; aynı zamanda üretim ya da ticaretin alanı dışındaki toplumsal yaşama da sızıp onlara ilham verir hale geldiler. Örneğin önce merkezi ve yerel yönetimlere ait birçok hizmet, hukuk dışı işlemleri daha kolay yapabilmek amacıyla “kamu şirketi” adıyla şirketleştirilip özelleştirildi. Böylelikle mevcut mevzuatın getirdiği birçok engel ya da sınır, “ticari sır” tabusuyla korunan şirketler eliyle yerine getirilir oldu. Bir çok iş ihalesiz yapılır, şirket yönetim kurulu üyelikleri, yapılan işten anlamaz hatırı sayılır siyasilere armağan gibi dağıtılır oldu. Böylelikle bu tür kamu şirketleri yolsuzlukla, yağma ile, talan ile anılan derin ve karanlık bir kuyular haline dönüştürüldü.

Bu arada belediye şirketlerinin kuruluşu Bakanlar Kurulu Kararına bağlanıp zorlaştırıldığı için şirket bağışlama denilen bir yol keşfedildi. Böylelikle başka kişi ya da kuruluşlarının dikiş tutturamadığı şirketler bağışlanmak suretiyle bir anda belediye şirketi oldular. Örneğin İzmir’deki Karşıyaka Belediyesi daha önce kurduğu Kent A.Ş. isimli şirketin kötü yönetimi sayesinde milyonlarca lira borç altına girmişken ve bu borçlar nedeniyle belediye büyük bir mali sıkıntı içindeyken bir şahsın bağışı ve o bağışın belediye meclisi kararı ile kabul edilmesi üzerine Kordelion A.Ş. isimli ikinci bir şirkete sahip oldu. Böylelikle zarar edecek yeni bir şirket kapısı, bunun yanında, tabii ki o şirketin yönetim kurulu başkanlığı ile yönetim kurulu üyeliği koltuklarının yakından tanınıp bilinen siyasilere ikram edilmesi imkanı da doğmuş oldu.

Ardından, aynen biz İzmirliler’in yakından tanıyıp bildiği TARKEM ya da TETUSA gibi şirketlerde olduğu gibi, merkezi yönetimle yerel yönetimlerin çok ortaklı özel şirketlerde hissedar yapılması suretiyle kamu kaynaklarının bu şirketlere devredilmesi ve kamu güç ve yetkisinin kamu yararı yerine bu şirketlerin yararı doğrultusunda kullanılması yöntemi ortaya atıldı.

Ama sermayeye bu da yetmedi. Merkezi yönetimin ve yerel yönetimlerin aynen bir şirket gibi yapılanıp çalışmasını sağlayan fikir ve girişimler ortaya çıktı bu kez de. Böylelikle bütün kamu görevlilerinin; özellikle de şirket CEO’su gibi davranan belediye başkanlarının belediye hizmetlerinin toplumsal yanını unutarak kâr-zarar hesabı yapması, işçi ve emekçilerle yapılan toplu iş sözleşmesi görüşmelerinde bu hesapları dikkate almaları, ESHOT, İZBAN ve İZDENİZ gibi ulaşıma ilişkin belediye hizmetlerinde 65 yaş üstü yolcuları bir yük olarak görmeleri gibi sağlandı.

Bu da yetmedi. Sivil toplumun temel aktörleri olan dernek,vakıf ve diğer sivil oluşumların birer şirket gibi yapılanıp çalışması için hazırlıklar yapılıp rehberler hazırlandı, tavsiyeler oluşturuldu. Ülkemizdeki sivil toplumu şekillendirmek amacıyla çalışan TESEV, STGM, Habitat Derneği gibi Avrupa Birliği bağlantılı bazı kuruluşlar açık açık bu görevi üstlendiler. Hatta daha da ileri gidip şirket mi yoksa dernek mi olduğu bilinmeyen EMBARQ/WRI gibi bir takım oluşumlarla yerel hizmetler alanında bir düşünce kuruluşu (think tank) gibi işlevler üstlenmeye çalıştılar. Bir yanıyla ticari bir örgüt olarak şirket, diğer yanıyla da bir sivil toplum kuruluşu olarak toplumsal sempatiye hitap eden sivil kuruluşlardı bunlar. Geçtiğimiz yıllarda İzmir’in Kemeraltı Bölgesi için yaptıkları “İzmir Tarih Sürdürülebilir Ulaşım Projesi” isimli araştırmayı gösterişli bir kitap olarak basıp İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin mali kaynaklarını kullandılar. Ama ardından hiç kimse o araştırmadaki önerilerden yararlanmadı, görüştüğümüz belediye yetkilileri o araştırmayı ciddiye almamamızı söylediler ve hatta o araştırmadan hiçbir yerde yararlanmadılar. Çünkü bu tür dernek-şirket karışımı kuruluşlar yaptıkları çalışmanın kamuya yararlı olmasından çok o çalışmaları fonlayan Avrupa kalkınma ajanslarının yararını düşünüyorlardı. Arkalarını Avrupa Birliği delegasyonuna ve bu fonlara dayayarak, oralardan aldıkları bağış, hibe ve yardımlardan gelen maddi imkanı ve sık sık Avrupa seyahati yapma olanağını önlerindeki belediye yöneticileriyle bürokratlarına sunup onları ayartan, en kamucu kurum ya da kişileri bile baştan çıkaran önerilerle kendi yanlarına çeken kuruluşlardı bunlar…

Bu hengamede birçok kurum ya da kişinin doğru adres olarak gösterdiği kooperatifler bile kooperatifçiliğin amaç ve ruhunu unutarak birer çok ortaklı şirkete dönüşmeye başlamıştı. Hepimizin kooperatifçiliğin Ege’deki en önemli temsilcisi olarak gördüğü TARİŞ ya da son yıllarda İzmir Büyükşehir Belediyesi ile imzaladığı ayrıcalıklı sözleşmelerle büyüme olanağına kavuşan Tire Süt Kooperatifi bile toplumsal kooperatifçiliğin temelini oluşturan “gönüllü ve herkese açık üyelik“, “üyeler tarafından gerçekleştirilen demokratik denetim“, “üyelerin ekonomik katılımı“, “özerklik ve bağımsızlık“, “eğitim, öğrenim ve bilgilendirme“, “kooperatifler arasında iş birliği” ve “topluma karşı sorumlu olma” gibi ilkelerinin unutulması, her türlü ticari işlemin kooperatiflere bağlı şirketlerle yürütülmesi ve küreselleşmeyle birlikte gelen ideolojik kirlenmenin etkisine girilmesi suretiyle, kooperatif ağalarının yönetimindeki çok ortaklı şirketlere dönüşmüştü. (4)

Bütün bu gelişmelerin, sessiz sedasız gerçekleşen değişimlerin son yıllardaki adresi ise, ülkemizi hem yoğun dış ticaret hem de temel Avrupa Birliği anlaşmalarında ve diğer yardımcı hukuk kaynaklarında yer alan kural ve kurumlar bütününün Türk Hukuk Sistemi ile uyumlu hale getirilmesi anlamına gelen Avrupa Birliği Muktesabatı çalışmaları ile birinci dereceden etkileyen Avrupa Birliği‘dir. Çünkü, Avrupa Birliği 1960’lı yıllardan bu yana kendi ortak pazarındaki değişik ülke şirketleri arasında uyumu sağlamak ve piyasanın çok katmanlı zengin bir yapıya kavuşması amacıyla şirketlerle ilgili standart geliştirme çalışmaları yapmakta ve Avrupa’ya özgü bir şirket formu oluşturmaya çalışmaktadır. Bunun için bazen tüm ortakların onayını alarak, bazen de o onayı alamadığı için dolambaçlı yollara başvurarak bir “Avrupa Şirketi” (Societas Europea) formu yaratmaya çalışmaktadır. Direktif adı verilen hukuki anlaşma metinleriyle şekillenen bu şirket formları, öncelikle kendi üye ülkeleri içinde geçerli kılmakla birlikte; Avrupa Birliği ile ilişkisi olan diğer ülkelerle birliğe Gümrük Birliği adı verilen özel anlaşmalarla bağlı Türkiye‘de de -ister istemez- geçerli kılmaya başlamıştır. Birliğe üye ülkeler için onay koşulunun arandığı bu standart formla yapılanmış şirketler, Türkiye gibi sınır aşan ülkelerle ticaret yapmaya kalktıklarında ya da sınır aşan ülkelerde çalışıp ofis açmak istediklerinde veya sınır aşan o ülkelerden kendilerine yeni ortaklar edindiklerinde o şirket formları da ister istemez, o şirket formları için onay vermemiş olan ülkelerde geçerli olmakta ve Türkiye de tüm bu olasılıklar çerçevesinde Avrupa Birliği‘nin dayattığı şirket formları ve onun hukuki yaptırımlarıyla karşı karşıya kalmaktadır. (5)

Ama, Avrupa Birliği‘nin bu alanda yaptığı standart form çalışmalarının son iki örneği ise daha da ilginç ve şaşırtıcıdır:

Bunlardan ilki kooperatiflerde çalışanların kooperatif yönetimine katılımını sağlama bahanesiyle geliştirildiği söylenen “Avrupa Kooperatif Şirketi” (Societas Cooperativa Europea),

İkincisi de gizli saklı işler yapan holdinglere, adını bilmediğimiz birtakım vergi cenneti adalarda faaliyette bulunmak üzere elektronik ortamda 1 Avro sermaye ile şirket kurmalarını sağlayacak çalışmaların yapılıyor olmasıdır. (6)

Şayet bu iki konu ile ilgili direktifler yaygın bir şekilde kabul görürse; ülkemizde, özellikle de İzmir’de şu sıralarda pek bir moda olan kooperatifleşme çerçevesinde her bir kerameti kooperatifleşmede arayanların ya da belediye başkanıyla kooperatif başkanı olan eşinin gözüne girmek isteyenlerin bu kooperatifleri en kısa sürede, bu iş böyle daha iyi ve rahat olacak gerekçesiyle “Avrupa Kooperatif Şirketi“ne (Societas Cooperativa Europea) dönüştürdüğüne tanık olmamız ve 1 Avro’luk sermayelerle elektronik ortamda kurulan yolsuzluk şirketlerinin yolsuzluk, hırsızlık ve kaçakçılık gibi olaylarda daha fazla gündeme geldiğini görmemiz mümkün olacaktır.

Evet, bu yazının başında ne demiştik?

Şirketler, ister özel ister kamu şirketi olsunlar “ticari sır” maskesi ile korunan kopkoyu kara delikler, kapitalist yağma, talan ve soygun düzeninin temel araçlarıdır.

(1) https://www.consilium.europa.eu/en/press/press-releases/2015/05/28/compet-single-member-private-companies/

(2) Nişanyan Sözlük; https://www.nisanyansozluk.com/?k=şirket

(3) https://en.wikipedia.org/wiki/List_of_oldest_companies

(4) Aysu, Abdullah; Yemek Yapmak Politik Bir İştir, Kooperatifler, Yeni İnsan Yayınevi, Ağustos 2019, İstanbul, s. 28-29

(5) Sümer, Murat;Avrupa Birliği’nde Şirketler Hukuku Alanında Yapılan Uyumlaştırma Çalışmaları ve Avrupa Tipi Şirket Formları“, Ankara Avrupa Çalışmaları Dergisi, Cilt: 18, No: 2 (Yıl: 2019) s. 557-596.

(6) Ioakimidis, Apostolos;The Statue of the European Coopertive Society“, Columbia Journal of European Law, No.1 (2007): 189-199