Ali Rıza Avcan
‘Yabancı‘, birilerini “biz‘den ayıran, bir anlamda öteleyen bir sözcük olmakla birlikte yaşanan somut bir gerçekliği de ifade eder.
‘Yerli‘ ve ‘yabancı‘ sözcükleri, çoğu kez bir ötekileştirme çabası olmakla birlikte; bulunduğu ya da geldiği mekân üzerinden tanımlanan kişi, grup ya da toplumlar arasındaki ilişkileri tanımlamada kullanılan doğru tanımlamalardır.
‘Yabancı‘ bazı durumlarda sadece dışarıdan gelme eyleminin nesnesini, bazı durumlarda da dışarıdan gelmenin yanında gelinen yere uyumsuzluğu da anlatır.
Dışarıdan gelen ‘yabancı‘, geldiği yerde kendini yalnız, güçsüz ve korunmasız hisseder. Bu durumu ya kendi gibi olanlarla bir araya gelerek ve bundan güç alarak telafi etmeye ya da ‘yabancılığını‘ bir an önce üstünden atarak çevresine, çevresindeki insan, grup ve toplumlara uyum göstererek karşılamaya çalışır.
Şayet kente dışarıdan gelmiş bir göçmen; yani bir ‘yabancı‘ ise kendi gibi kente daha önce gelip oraya tutunmaya çalışanlara yakın durup gecekondusunu orada yapmaya, onlardan sağladığı yardımlarla işini kurmaya, belki de o ana kadar hiç hissetmediği hemşehrilik bağlarıyla onlardan güç almaya çalışır.
Dün köyünde ya da kasabasında düşman olduklarıyla bile dost olmaya, kendi memleketlileriyle sıkı bağlar kurmaya çalışır, sırtını onlara dayamaya, bu amaçla kurulmuş derneklerle siyasi partilerin il, ilçe örgütlerine üye olup geldiği yer, etnik ya da dini kimliğiyle siyasette kazandığı güçle o kentin yönetiminde söz sahibi olup kendinden yana bir iktidar alanı yaratmaya çalışır.
Geldiği yerle uyuşmaya hazır olanlar ise bir araya gelip gruplaşmaya ya da örgütlenmeye pek ihtiyaç duymayabilirler. Bu tür ‘yabancılar‘ sahip oldukları eğitim, gelir ve toplumsal bilinç düzeyi itibariyle daha çok kendi ayakları üzerinde durmaya yatkındırlar. Tek sorunları, kendileriyle oranın yerlileri arasında iyi ilişkiler kurmaktır. Amaçları bir an önce onlardan biri olmak ve onların arasına karışıp kabul görmektir.
Ama her iki halde de geldikleri bu yabancı diyardaki birçok şey; insanlar, gruplar, örgütler, her biri ayrı bir anlam ifade eden mekânlar, anıtlar onlar için hiç bir şey ifade etmez. Hatta Kızılderili kabilelerin savaşıp yendikleri ve topraklarını işgal ettikleri düşman kabilelerine layık gördükleri gibi önce onların ortak belleğini oluşturan yerlere, kutsallarına saldırıp onları yok etmeye ya da dönüştürmeye çalışırlar. Aynen her biri antik Yunan ve Roma tapınağı olan birçok kutsal mekânın, Hıristiyanlığın ve Müslümanlığın egemen olduğu dönemlerde önce ayazma, kilise, şapel, daha sonrasında da cami, mescit, türbe ve yatır olmasında olduğu gibi…
Buradaki ortak ve ezeli amaç, o mekanın o zamana kadar oluşmuş ya da ona yüklenmiş anlamı ile belleğini silip oraya yeni bir anlam üzerinden kimlik biçmeye çalışmak, oranın ‘ruh’unu teslim alıp onun yerine kendinden yana bir ‘ruh‘ yerleştirmektir…
İşte tüm bu anlatılanları, son günlerde Karşıyakalıların ortak çaba, gayreti ve bağışlarıyla yapılan ve bu nedenle geçen zaman içinde bir sembole dönüşmüş Karşıyaka Atatürk, Annesi ve Kadın Hakları Anıtı‘nı yıkıp yerine daha büyüğünü yapmak isteyen, kendisi aslen Konya Ereğlili olduğu için çoğu Karşıyakalı için ‘yabancı’ olan Karşıyaka Belediye Başkanı Hüseyin Mutlu Akpınar üzerinden okumaya, analiz etmeye kalktığımızda, yapılmak istenen şeyin bu anlamda hukuksuzluğu, sanata, sanatçıya, sanatçının hak ve emeğine saygısızlığı göze alan bir ‘fetih’, bir ‘dönüştürme’, bir ‘ruh çalma’ olayı olduğunu söyleyebiliriz.
Çünkü kendisi, yakın zamanda yayınlanan “Bir Başkan, Bir Kent, Bir Aşk” isimli kitabında da belirttiği gibi Konya Ereğli’de başlayan yaşamını Mersin üzerinden İzmir’e yönlendirmiş, bu sıralı göç sonucunda İzmir’e yerleşmiş bir göçmendir. İzmir’e geliş nedeni de bilinçli bir tercihe değil, eşinin mesleki kariyerine dayanmaktadır. O nedenle, dolaştığı güzergah ve yerleştiği İzmir itibariyle Konya Ereğli-Mersin-İzmir hattında hareket etmiş bir ‘göçmen’ ya da ‘yabancı’dır.
İzmir’deki yaşamını ise, yine kendisi gibi Konya Ereğli-Mersin-İstanbul-İzmit güzergahında bir yaşam çizgisine sahip olan rahmetli babasının ve babasının arkadaşı politikacıların desteği ile kurmuş, Konak Belediye Başkanlığı’na hazırlarken kendini birden bire ‘yabancı‘ olma halini fazlasıyla önemseyen Karşıyaka’da bulmuş; ancak kendisini aday gösteren partinin Karşıyaka’daki ezeli ve ebedi gücü nedeniyle seçilmesi kolay olmuştur. Başka bir deyimle, partisinin her hangi bir ön seçim yapmadan verdiği karar ile ‘seçilmek zorunda olan belediye başkanı‘ konumuna düşmüştür.
O nedenle aday gösterilir gösterilmez kendisi ile Karşıyaka arasında bağlantılar bulmaya ya da kurmaya çalışmış; evini apar topar Karşıyaka’ya taşımıştır. Bu arada Karşıyaka Spor Kulübü’ndeki eski görevlerini hatırlamış, iyi bir Karşıyakalı olduğunu göstermek için yeşil-kırmızı renklerin bolca kullanıldığı bir kampanya yürütmüş, reklam ve tanıtımda kendi görüntülerini bolca kullanarak kendini kabul ettirmeye çalışmıştır.
Bu çabasının altında, kendi şahsi özellikleri kadar bir ‘yabancı‘ olarak kendini Karşıyaka’ya kabul ettirme çabasının da olduğu söylenebilir. Çünkü halkın her kabulü, belediye başkanı olmakla sağlanamamaktadır.
Belediye başkanı olur olmaz da eline geçirdiği bu olanakla belediye içine yerleştirdiği hemşehrileri, akrabaları ya da ekibi eliyle önce belediyeyi, ardından da partinin ilçe örgütünü eline geçirmiş, sonrasında da Atatürk, Zübeyde Hanım, Türk Bayrağı gibi ortak ulusal değerler üzerinden kişisel çıkışlar yaparak ilginin kendi üstünde toplanmasını, bu değerler üzerinden bir kamuoyu desteği sağlama çabalarını sergilemiştir.
Tabii ki bu arada katık atık tesisi, Karşıyaka stadı gibi konularda açığa düşmüş, birçok Karşıyakalı tarafından sırf ‘Karşıyakalı‘ olmadığı için alabildiğine eleştirilmiştir.
Daha ötesinde ise, Cumhuriyet’in 50. yılında Karşıyakalılar tarafından yaptırılıp sahiplenilen anıt ve sembolleri ele alıp daha da büyüterek yapmaya, onlardaki ortak anlayış ve ruhu anlamaya çaba göstermeden yaptığı oldubittilerle kendi iktidarı adına dönüştürmeye kalkmıştır.
Kendisi bu hamlesinde başarılı olsa bile, artık o anıtın belleklerimizdeki yeri, o anıtın taşı, toprağı, betonu, boyası ve asıl önemlisi ruhu uçup gidecek, onun yerine bir ‘yabancı’nın yaptığı yabancı yeni bir yapı gelecektir.
Çünkü hepimizin de bildiği gibi, büyük paralar harcanarak yapılan her büyük yapı, adına anıt demekle anıt olmuyor, anıtlaşamıyor….
İnsanlar, toplumlar o anıtı benimsemedikleri, kabullenmedikleri, onun yapımına ve korunmasına katkıda bulunmadıkları, içine halkın ruhunu yerleştiremedikleri sürece o anıt ne kadar büyük yaparsanız yapın ya da adını ne koyarsanız koyun halkın anıtı olmuyor…