Ali Rıza Avcan
Beni yakından tanıyanlar, özelimle ilgili konu ya da anıları arkadaş ve dostlarım dışında kimseyle paylaşmadığımı, hele hele hiç kaleme alıp yazmadığımı bilirler. Çünkü özelimi oluşturan biricik, benzersiz şeyleri anlatarak ya da yazarak onların tüm sihrini kaybedeceğini; o nedenle, onların benim süsleyip paketlediğim haliyle hafızamda kalmasını, üzerlerindeki tılsımlı örtünün kaldırılmamasını, tüketilip sıradan şeylere dönüşmemesini isterim. Hatta bazen, başkalarının ellerindeki son model fotoğraf makinalarıyla çektiği görünümleri sadece gözlerimle hafızama kaydedip onları tüketmemeye çalışır, en güzel fotoğrafların hafızaya kaydedilmiş o görüntüler olduğuna inanırım. Geçmişte bu kuralımı bozup, o sihirli anıları bir iki kez yanlışlıkla paylaştığımda o dokunulup bozulmamış şeylerin hasar gördüğünü ve geriye tüketilip içi boşaltılmış şeyler kaldığını hissettiğim için o acı denemelerden aldığım derslerle, çok gerekli olmadıkça ya da heyecanlanıp şevke gelmedikçe hiçbir özel anımı paylaşmamaya ya da yazmamaya çalışırım.
Ama bugün sizlerle, kendi kendime verdiğim o sözü bozarak ya da bir istisna kabili diyerek diyerek “merbutiyet” sözcüğü ile kodlayıp paketlediğim özel bir anımı paylaşmak istiyorum.

“Merbutiyet” sözcüğü Türkçe sözlüklere göre “bağlılık” ya da “ilişkinlik” anlamına geliyor. Elimin altındaki Ferit Develioğlu‘nun Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat‘ına göre sözcüğün aslı “Merbûtiyyet” (ﻣﺮﺑﻮﻃﻴّﺖ) şeklinde yazılıyor ve “merbutluk, bağlılık, eklilik” anlamında kullanılıyor. Bu açıklamada kullanılan “merbût” (مربوط) olma halinin anlamı ise, Arapça “rabt“dan sözcüğünden türeyerek, 1. raptolunmuş, bağlanmış, bağlı, 2. ulaşmış, bitişmiş, bitişik, 3. iliştirilmiş, eklenmiş ve 4. bağlı olarak tanımlanıyor.
Gelelim bu “merbutiyet” ya da “merbutiyyet” kodu ile anlatmak istediğim anıma…
1991’in ilk bahar ayları… İstanbul’dayım… Henüz kamu denetçiliği görevimden ayrılmadığım için gündüzleri Pendik Belediyesi‘ni denetliyor, günün yorgunluğunu ise akşamları arkadaşlarımla değişik yerlerde içip sohbet ederek atıyor; böylelikle İstanbul’un tadını çıkarıyorum….
Bir akşam Nişantaşı’ndaki bir barda çoğunluğunu sanatçıların oluşturduğu arkadaşlarımla sohbet edip içkimizi içerken Osman isimli arkadaşımın arkadaşı Mehmet’le tanıştım… Mehmet temiz yüzlüydü, eğitimli ve varlıklı olduğu beden diline yansıyan tutum ve davranışlarından anlaşılıyordu. Tanışma sırasında mesleğimi sorduğu için sohbetin ilerleyen aşamalarında benden ailesine ait gayrimenkullerin emlak vergileri konusunda yardımcı olmamı istedi. Anlattığına göre ailesinin biri Anadolu, diğeri de Avrupa yakasında olmak üzere iki ayrı tarihi evi vardı ve o evlerin emlak vergilerinin yüksekliği konusunda zorluklar yaşıyor, evlerin tarihi olması nedeniyle vergi istisnası ya da indiriminden yararlanmak istiyordu.
Benim, yardımcı olurum sözüm üzerine hangi gün nerede buluşup önce hangi eve gideceğimizi konuşup sözleştik. Olay günü de buluşup onun arabası ile Avrupa yakasındaki köşke gitmek üzere yola çıktık. Araba Beşiktaş’tan hareketle, Bebek’te içinde lüks konutların bulunduğu sahildeki Ayşe Sultan Korusu‘nun içine girdiğinde göreceğimiz evin basit bir ev olmadığını anlamaya başlamıştım. Araba koru içinde az ilerleyip sola döndüğünde altı kâgir, üstü ahşap bir konağın önünde durmuş ve arabadan inip evin kapısını çalmıştık. Kapıyı beyaz saçlı yaşlı bir kadın açmış ve Mehmet bu yaşlı kadını “annem” diyerek tanıştırmış ve ben de o beyaz saçlı kibar kadının elini öperek halini hatırını sormuştum.
Daha sonradan öğrendiğime göre, kapıyı açıp bizi karşılayan o yaşlı kadın, Mustafa Kemal Atatürk‘ün eşi Latife Hanım‘ın kız kardeşi Vecihe İlmen‘in kızı Ayşe Gülümser Öke‘ydi. O akşam eve gelip evdeki kitap ve ansiklopedilerden bakıp öğrendiğime göre, Ayşe Gülümser Öke, Vecihe ve Hayri İlmen‘in kızı olup Prof. Dr. Nevzat Öktem Öke ile evliydi.
Mehmet’in beni aldığı salon ise başımı döndürecek şekilde antika eşyalarla doluydu. Soluduğum eski eşya kokusu ile kendimi bir müzede gibi hissetmeye başlamıştım. Tavanlara kadar uzanan büyük boy aynaları, büyük büfeler, bu büfeler içinde, daha sonra Mehmet’in büyük dedesi olduğunu öğrendiğim Abdülhamit‘in seraskeri Cihan Mehmet Rıza Paşa‘nın üniformalı resminin basılı olduğu antika yemek takımı, kristal avizeler ve de diğer antika mobilyalar… Hepsi baş döndürecek kadar eski, etkileyici ve büyüleyici idi.
Bu eşyaları göstermekten zevk aldığı anlaşılan Mehmet, babası Prof. Dr. Nevzat Öktem Öke‘nin “Es Seyid El Sammani” olarak tanımlanan peygamber sülalesinden geldiğini anlatıyor, o tarihlerde tanınmış bir müzayedeci olan Raffi Portakal‘ın bu antika eşyaları alıp müzayedeye koymak için ailenin peşinde olduğunu söylüyordu.
O büyük salonda beni en fazla etkileyen yer, deniz tarafındaki pencerenin önündeki büyük siyah piyano ve o piyanonun üstüne yerleştirilmiş iki büyük fotoğraftı. Fotoğraflardan birincisi Mustafa Kemal Atatürk‘e aitti ve kendisi tarafından imzalanmıştı. İkincisi ise Latife Hanım tarafından 1930 yılında; yani boşanma tarihi olan 5 Ağustos 1925’den sonra, boşanmış bir kadın olarak imzalanarak kız kardeşi Vecihe Hanım‘a armağan edilmiş bir fotoğraftı. Fotoğrafın altında o anda not alamadığım ama daha sonra öğrendiğim beni fazlasıyla etkileyen şu hitap yazılıydı:
“Vecihe, vazifeye merbutiyet, insana bazı acı dakikalar yaşatsa dahi, hayatın en büyük zevkidir. Seni küçüklüğünden beri daima muhabbetle takip eden ablanın bu sözünü unutma. Latife”
İşte o andan itibaren, anlamını hiç bilmediğim bu “merbutiyet” sözcüğü hafızama kazındı ve bugüne kadar bu hatırayı bana devamlı anımsatan anahtar bir sözcük oldu. Bu sözcük nerede karşıma çıksa ilk aklıma gelen şey, o piyano, o fotoğraf ve o imzalı ithaf yazısıydı.
Bu sözcük aynı dönemlerde Latife Hanım tarafından kullanıldığı gibi değişik yerlerdeki konuşmalarında Mustafa Kemal Atatürk tarafından da sıklıkla kullanılan bir sözcüktü.

Örneğin, 21 Aralık 1919 tarihinde Kayseri’den ayrılırken yaptığı konuşmada “…Gayemiz, şiddet-i merbutiyetin yüreklerimize bahsettiği hiss-î iftihar ile seyahatimize devam ederken, arkamızda da Anadolu’nun bütün teheyyücat-ı vatan-perverânesini nefsinde en güzel temsil ve tecelli ettirmiş kuvvetli, zeki, muktedir, samimi bir merkez-i faaliyet mevcut olduğunu daima düşünerek müftehir olacağız.” (1)
1922 yılında İzmir’de yaptığı bir basın toplantısında, “Hukuk-u medeniyede, aile hukûkunda tâkip edeceğimiz yol, ancak medeniyet yolu olacaktır. Hukukta idâre-i maslahat ve hurâfelere merbûtiyet, milletleri uyandırmaktan men eden en ağır kâbustur. Türk milleti, üzerinde kâbus bulundurmaz.” (2)
TBMM’nde yaptığı bir konuşmada, “Meclisinizde temessül ve tecelli eden kudreti milliyemiz makamı hilâfet ve saltanatı ecnebi tazyikinden kurtaracak ve Devleti Osmaniye’yi inhilâl ve esaretten tahlis edecek tedabiri ittihaz eyliyecektir ve istiklâli tammesi şart olan makamı hilâfete merbutiyeti vicdaniyeleriyle müftehir ve müteselli olan âlemi İslâmiyet ile yaşamak kabiliyetini nefsinde gören bir milletin esir olamıyacağına kanaatle harekâtımızı hatve, hatve takibeden bütün cihanı medeniyet ve insaniyetsizlere zahîr olacaktır.” demektredir (3)
Benim o ithaf yazısını okuduğum tarihten bu yana, yazının içindeki “merbutiyet” sözcüğünden bu kadar etkilenmiş olmamın ve bugüne kadar unutmayışımın nedeni de, sanırım Latife Hanım‘ın bu ifadeyle, evliliği süresince yaşadığı acı ve zorlukları hayatın en büyük zevki haline dönüştürme çabasından kaynaklandığını tahayyül etmemdir. Evet, Latife güçlü bir kadın olmasına rağmen, Mustafa Kemal‘in eşi olarak yaşadığı zorlukları ifade etmeye çalışmakta; hatta bu zorlukların verdiği acıyı zevke dönüştürmüş olması nedeniyle -bana göre- gizliden gizliye gururlanmakta ve kız kardeşine öğüt vermektedir. Bence böylesine güçlü bir kadının, kardeşine tavsiyede bulunurken kendi hayat tecrübesi dışındaki bir takım genel doğruları değil; bir abla olarak kendi yaşadığı, belki de kardeşi Vecihe‘nin tanık olduğu acı ve zorluklar üzerinden tavsiyede bulunması söz konusudur.

Evet, ben böyle düşünüyorum ya da öyle olduğunu tahayyül ediyorum… Hakkında yazılan birçok yazı ve kitapta baskın kişiliği, huyu suyu hakkında olumlu ya da olumsuz birçok şey söylenip yazılmış olsa da, içinde “merbutiyet” sözcüğü geçen bu ithaf yazısında, kendince bir kadın duyarlılığını hissediyor ve acı çeken bir kadının kardeşi olan başka bir kadına verdiği kadınca bir uyarının yer aldığına inanıyor ya da inanmak istiyorum.
Bu güzel tesadüfün sonucu ne oldu derseniz, Uşşakizade ailesine ait her iki tarihi yapının emlak vergilerinin tahakkukunda indirim yapılmasını sağlayarak, sanki o eski insanlardan kalan şeylerin korunmasına katkıda bulunarak vazifemi yapmışım gibi bir huzur duyduğumu ve o güzel insanların kullandığı o güzel “merbutiyet” sözcüğünü unutulmamak üzere kalbime gömdüğümü söyleyebilirim.
—————————————————————————————————
(2) KARAL (Ord. Prof.), Enver Ziya. Fatih ÖZDEMİR (Ed.). Atatürk’ten Düşünceler (kitap). Ankara: ODTÜ Yayıncılık. s. 89. ISBN 975-7064-12-2 1922-03, Atatürk’ün İzmir basın toplantısı
(3) TBMM Zabıt Ceridesi, 1336, s.30.