Ali Rıza Avcan
Geçtiğimiz hafta, 13 Kasım 2017 tarihli Ege’de Son Söz isimli İnternet gazetesinin attığı başlık aynen şöyleydi:
“Büyükşehir Belediye Başkanı Kocaoğlu, AK Partili Doğan’ın kentsel dönüşüm konusunda, “2019’daki yerel seçimler yaklaşıyor. Yoksa ‘projeleri bitiremezsem yeniden aday olurum mu?’ diyeceksiniz” çıkışına, “Olacağız artık. Bu şartlar altında ne yapalım? Mecbur, elimiz mahkum!” cevabını verdi.“
Bildiğimiz kadarıyla Aziz Kocaoğlu, eski belediye başkanı Ahmet Piriştina‘nın ölümünden bu yana; yani 21 Haziran 2004 tarihinden bu yana İzmir Büyükşehir Belediye Başkanlığı görevini sürdürüyor. Tamı tamamına 13 yıl 5 aydır; bir kez belediye meclisinin seçimi ile, 2 kez de CHP Genel Merkezi’nin atamasıyla bu görevde…
Bu süre, Melih Gökçek‘in 5 yıllık Keçiören, 23 yıl 7 aylık Ankara Büyükşehir Belediye başkanlığı süresine henüz yaklaşmasa da oldukça uzun bir süre…
Kendisi bu sürenin ilk yıllarında hepimizin hoşuna giden demokratik bir tarzı ortaya koymuş olsa da; son yıllarda gittikçe içe kapanan ve danışmanlarıyla belediye bürokratlarına teslim ettiği anti demokratik bir yönetim şeklini tercih ediyor.
Hükümetle ilişkilerini “pazarlık” adını verdiği önerme ⇒ red ⇒ bekleme ⇒ kabul çizgisinde oldukça uyumlu bir şekilde yürütüyor. İstediği bir şey için PETKİM’e ruhsat vermek gibi önemli başka bir şeyi vermekten kaçınmıyor ve ne hikmetse gönlündeki kişiler hep başbakan oluyor.
Kendisinden üstte olanları koltuğunu onlara bırakacak şekilde ya da önlerinde abartılı bir şekilde eğilerek saygısını göstermeye çalışıyor. Bunu yaparken de, o devlet terbiyesini daha önce nerede ne şekilde almışsa bunun devlet terbiyesi olduğunu söyleyip duruyor. Oysa sergilediği şeyin arkasında, devletten korkan küçük esnaf zihniyetinin olduğunu bilmiyor ya da fark etmiyor…
Kendisi ve ekibi aleyhine açılan kumpas davalarıyla 397 yıllık cezalyla tehdit edildiğinde bizler buna öfkelenip kendisinin arkasında durmakla birlikte; geçen zaman içinde bu davaların belediye başkanını teslim alma harekatına dönüştüğünü, sırf bu davalardan kurtulabilmek için iktidarın istediği bir çok şeyi yapmaya hazır bir belediye başkanı haline geldiğini; bu çerçevede kendisinden istenen çoğu şeyi yaptığını ve sırf bu nedenle kendisi açısından oldukça sorunlu olan İzmir Körfez Geçişi Projesi gibi büyük iktidar projelerini üstlendiğini, onları sahiplenerek savunduğunu, böylelikle tüm bir İzmir halkını karşısına aldığını gördük.
Bunun samimi bir girişim olduğunu, hem iktidar ve yandaşlarına hem de kente sahip çıkmak isteyen İzmirlilere anlatmak zordu.
İktidarın manipüle ettiği ettiği kalabalıklar karşısında zor duruma düştüğünde kendisinin en fazla oyu alan belediye başkanı olarak İzmir halkını temsil ettiğini, bu nedenle kendisine saygı gösterilmesi gerektiğini iddia ediyor. Oysa temsil ettiği İzmir halkı değil, sadece ve sadece İzmir Büyükşehir Belediyesi idi.
Ayrıca 2009 seçimlerinde kent merkezinde aldığı % 57,13 oranındaki oyun 2014 seçimlerinde % 51,86’ya, çevre ilçelerde aldığı oyun ise yine aynı seçimler itibariyle % 51,74’den % 44,28’e indiğini; yani performansında genel bir iniş olduğunu unutmuş gözüküyor…
Kendisine oy veren ya da destekleyen CHP’lilerle sol kesimleri ve meslek örgütlerini ise ya disiplin sopasıyla korkutmaya ya da “istemezükçüler” olarak yaftalayıp ötekileştirmeye çalışıyor.
Oysa iktidar çevreleri, İzmir düğümünün seçimlerle değil, kenti işgal edip ikinci bir İstanbul yapmaya çalışan inşaat şirketleri eliyle çözülebileceğine, bu şirketlerin belediye ile kuracakları yüklenici, ortak ya da sponsorluk ilişkileri sayesinde belediyenin içten fethedilip dönüştürülmesi suretiyle çözülebileceğini çoktan anlamış ve bu stratejiyi uygulamaya başlamıştı.
Belediye başkanı ile bürokratlarının bu yeni dönemde en rağbet ettiği insanlar ise, İstanbul’u bitirip İzmir’e gelmiş olan inşaat baronlarıydı. Onlar, halkın temsilcisi milletvekillerini arka sıralara atmak pahasına en ön sıraya alınıyor, sponsor arayan herkes öncelikle o inşaat şirketlerinin kulelerini tavaf ediyor, Piriştina zamanından miras kalan “beyaz“, “elit“, “sanatkar” ya da “sanatsever” İzmirliler ise kültür ve sanat hizmetleriyle İzmirli’yi ikna etme konusunda bu şirketlere kusursuz hizmet vermek için çabalıyorlardı.
Artık devir, Folkart’ın, Ağaoğlu’nun, Mehmet Cengiz’in ve onlarla onların taşeronu olarak iş yapmaya meraklı İzmir sermaye çevreleriyle müteahhitlerin, özellikle İzmir Ticaret Odası Başkanı Ekrem Demirtaş’ın devriydi.
Onlar için önemli olan, belediyenin başında işlerini kolaylaştıran, gerektiğinde onları sahiplenip savunan yönetici kadronun varlığını sürgit korumasıydı. Onlar için belediye yatırımlarının makul süresi içinde bitirilmesi çok önemli bir şey değildi. Yeter ki o işler, % 20 iş artışlarıyla birlikte daha da büyüsün ve devam etsin… Bir iş başka bir işin ortaya çıkmasını sağlasın; hatta yapılan yatırım önce yıkılıp sonra tekrar yapılsın… Onlar için önemli olan yeni para kaynaklarının yaratılması ve sittin sene o işlerin devam etmesiydi…
Belediye başkanının çıkıp, “işleri süresi içinde bitiremiyorum ve o nedenle de o işler bitene kadar belediye başkanı kalacağım” demesi de önemli değildi… Vaat ettiği işi süresi içinde yapamamak şeklindeki esaslı bir kusurun zaman içinde belediye başkanı olarak kalmanın gerekçesi ya da mazeretine dönüşmesi bile onları pek fazla ilgilendirmiyordu. Onlar için tek önemli olan şey iktidarla muhalefeti şahsında birleştiren, gerektiğinde yerlere kadar eğilip gerektiğinde hiddetlenip bağıran çağıran ya da timsah gözyaşlarıyla ağlayan; bu özellikleri nedeniyle “işe yarayan” birinin orada olmasıydı… Onlar için bu bile tek başına yeterliydi…
Aslında onlar için gerekli olan finans kaynağı büyük boyutlu dış borçlarla sağlandıkça ve yağma, yıkım, yok etme faaliyetlerine izin verildikçe demokrasinin, özgürlüğün ve katılımın pek fazla bir önemi yoktu…
Onlar OHAL denilen olağan üstü halle, anti demokratik KHK’larla, kayyumlarla ve otoriter liderlerle bir arada, kah onların önünde eğilip dediklerini yaparak, kah sağa sola bağırarak, sahte timsah gözyaşları dökerek kendi tekerlerini döndürüyorlardı…
Daha ne istesinler ki?