BİR KENTİN DIŞARDAN GÖRÜNÜŞÜ
Bütün bir gün derin suları kolladı şunun için
Bir çoban mevsimini geçirmek için saçının billûrundan
Üç kulesi altı şairi sayısız minareleri
Ve yer yer uçuklamış kıyılarıyla
Bu kent bütün bir gün. Hadi gidelim.
O senin bir türlü belleyemediğin
Kuştur. Bir türkünün hallacında dağılmış
Keçedir. Onu Doğuda nehirlerin kaynaklarına
basıyorlar
Balkondur. En bencil sarmaşığa çekilidir tetiği
Lekedir. Eski Frikya üzümünden inansız menekşeden
Taştır. Bizansın yıkılışını kibirle sürdürmektedir
Çocuktur. Babasınınkine benzer annesinin yüzü
Çünkü mutlu İstanbul kadını alır erkeğinin yüzünü
Çünkü daha dün dört tarafından çekiştirilmiş
utancınla
Şiirime güvenli bir barınak aramıştın
İnce parmaklarıyla
Aralamaya çalışırken kederini
Sen yitip giden aşkta
Senin kahkahanın boğumunda
Söz temiz değil
İklim. Devrik tezgahı güneşin
Sokaklardan kadınsı bir seccade gibi akıyor iklim
Gözlerimiz bozuluyor kanımızın gürültüsünden
Kırmızılar bitişiyor hiçbir şey kesin değil
Tenteler gökyüzüne bir folklor kazandırıyor
Yeni yapıların kekemeliği ve akasya
Ve çınar. Yelesinin içinde tükenmiş bir aslan
Ve sütunlar başıbozuk devriyeleri
Ne kuşatmalar ne dostluklar pahasına
Büyük bir mutfak yaratmış bir imparatorluğun,
Yalnız sütunlar savunuyor serinliği
Saatler uzun günler kısa
Fenikelileşememek. Ben bu sözü söylüyorum
Bu sözü sana söylüyorum bir gün gerekir nasıl olsa
Serhas’ın askerlerine gümüş zincirlerle döğdürdüğü
Öbür ucuna da gittim ben bu suyun,
Buradan taa peygamberler kıyısına kadar
Büyük suları sadece karpuz soğutmada kullanıyorlar
Fatih Sultan Mehmed gemilerini karadan yürüttü ya
Deniz kaçkını bir ulusun çocuklarıyız biz o gün bugün
Toprakçıl bir çapadır Denizyollarının arması bile,
Ama dilimizde yine de en ürpertili kelime deniz
Yine de sokaklarda bir kanal eğilimi
Dondurmacılarda bir ikinci kaptan tavrı
Teneşirlerde bir tekne beğenisi
Bir kazazede takısı bulunur sarhoşların yüzlerinde
Yine de faizcinin sesindeki hasır
Yelken olmaya özeniyor
Şoför edebiyatına önsöz olarak geçse yeridir
Yeni Cami’nin caddeye dadanmış dirsekleri
Ve
Bitişiğindeki gri gökkuşağının altından
Agop’un ülkesine bir anda geçilir
Orada işte orada
Kibrit bilekli kızların anahtar burunlu sekreterlerin
Lastik mühürle para basanların eğeyle tabanca
üretenlerin
Cüzamlı işhanlarının çiçekbozuğu basımevlerinin
Önlerinden dalgın dalgın yürüyorsun
Sen ki bu şehrin eski tutarsızlarındansın
Kök bitkilerin heterogüllerin Çin yakılarının arasından
Bir güz sonu duygusunu ancak bir kez duyulabilecek
bir sığınma eğilimini
Kuytulardan aldığın bir çiçek gibi yukarı semtlere
doğru sürüklüyorsun
Sen ki
Ayı Hugo’dan zararsız Mallarme’ye, kaçık Artaud’ya kadar
Bir şeyler okudun biraz. İyi.
İngilizlerden de saymayı öğrendin biraz. O da iyi.
Ağzında bir tatil gevezeliği
Alnında bir ayazma serinliği taşıyan
Bir kadını sevdin çok. O belki daha da iyi.
Ama ne yap biliyor musun?
Şu eski adresini değiştir artık
On yıldır bilgeliğini tüketti.
Saatler uzun, günler…
CEMAL SÜREYA

BÜYÜK ŞEHİRLERİ TAKDİM EDERİM
sana büyük şehirlerden bahsedecegim;
en büyük camiler orda kurulur
en küçük mezarlar orda kazılır
en kara yazılar orda dizilir
yüksek minarelerde sela verilir
civar hanelerde zina edilir
büyük şehirlerde yalan söylenir tosunum
halbuki küçük köylerin
mezarlığı bile yoktur
büyük şehirlere bağlanma mehmedim
öyle bir şehre yerleş ki
küçük fakat bizim olsun
sokaklarında tanımadığın yüz
ensesine şamar atamayacağın kimse dolaşmasın
her ağacına elin
her karış toprağına terin değsin
ve kuytu evlerden birinde
senden habersiz ölenler olmasın
BEDRİ RAHMİ EYÜBOĞLU

GIRNATA’YA HİÇ GİTMEMİŞ BİRİNİN BALADI
Federico Garcia Lorca’ya
Ah ne kadar da uzak denizler, ovalar, dağlar!
Ağarmış saçlarımı başkaları görüyor şimdi.
Gitmedim hiç Gırnata’ya.
Saçlarım ağarmış, yıllarım yok olmuş.
Eski silinmiş patikaları bulurdum da.
Görmedim hiç Gırnata’yı.
Uzatın yeşil bir ışık dalı bana.
Doludizgin adımlar verin, ah dizginler kısa.
Gitmedim hiç Gırnata’ya.
Hangi düşman tutmuş bütün surları?
Rüzgârda kimdir toplayan özgürlüğü?
Gitmedim hiç Gırnata’ya.
Bahçelerine kilit vuran kim bugün?
Kim zincir vurmuş çeşmelerinin akışına?
Gitmedim hiç Gırnata’ya.
Gelin, hiç gitmemiş olanlar Gırnata’ya.
Orada dökülen kan var, beni çağıran kan.
Gitmedim hiç Gırnata’ya.
En güzel kardeşin döktüğü kan.
Avluya yayılmış, mersinlere sıçramış.
Gitmedim hiç Gırnata’ya.
Kanı var mersinler üstünde en iyi dostumun.
Darro’daki kan, Genil’deki kan.
Görmedim hiç Gırnata’yı.
Surlar yükseliğince azmimiz pek.
Dağlardan denizlerden ovalardan gelin.
Gideceğim Gırnata’ya.
Rafael ALBERTI – Çeviri: Oğuz Yaşar A.

DENİZDEKİ KENT
Bak! ölüm kendine bir taht kurdu
Loş batının aşağılarına doğru
Yapayalnız uzanan tuhaf bir şehirde,
İyinin, kötünün, en kötünün ve en iyinin bir de
Ebedi ve ezeli uykularına vardıkları yerde.
Bize ait hiç bir şeye benzemezler
Oradaki mabetler, saraylar ve kuleler.
(Zamanın kemirdiği kuleler ki titremezler)
Etraflarında, kasvetli sular,
Yükseltici rüzgarlarca unutulmuş, boyun
Eğmiş uzanırlar altında göğün.
Kutsal göklerden, uzun süren
Gecesine ışık dökülmez o şehrin;
Fakat korkunç denizden gelen nur
Sessizce kulelere vurur –
Aydınlatır bina doruklarını uzak ve özgür,
Kubbeleri, kule külahlarını, krali koridorları
Mabetçikleri, babilvari duvarları
Yontma sarmaşıkların ve taştan çiçeklerin
Çoktan unutulmuş belirsiz çardaklarını
Viyola, menekşe ve asmaları bir birine dolanmış
Frizlerle çelenklenmiş
Bir çok harikulade tapınakları.
Kasvetli sular eğip boyun
Uzanırlar altında göğün.
Kuleler ve gölgeler öyle karışmışlar ki orada
Hepsi asılı gibi görünürler havada,
Mağrur bir kulesinden şehrin
Ölüm aşağı bakarken devcileyin.
Orada açık mabetler ve aralanmış mezarlar
Işıldayan dalgaların seviyesince doluyorlar;
Fakat ne elmas gözlerinde yatan
Zenginlikler oradaki her bir putun –
Ne o göz alıcı mücevherleriyle ölü
Kandırıp yataklarından çeviriyor suyu;
Bu camdan ıssızlık boyunca, yazık!
Yok çünkü bükülen tek dalgacık –
Tek kabartı yok rüzgarların çok uzak daha şen
Bir deniz üzerinde olabileceğini söyleyen –
Yok korkunçluğu daha az dingin denizlerde
Rüzgarlar olduğunu ima eden tek yükselme.
Fakat bak, havada bir kıpırtı!
Bir dalga var orada, bir çalkantı!
Bellibelirsiz gömülerek duygusuz gel-gite,
Kuleler bir yana atılıyorlar adeta-
Uçlarına saydam tabakalı gökler içinde
Sanki hafifçe bir boşluk verilmişcesine.
Dalgalar şimdi daha kızıl bir kor gibi parlıyorlar –
Saatler donuk ve zayıf soluyorlar –
Dünyevi acılar arasında değil de, vakti geldiğinde,
Aşağıya, bu şehir aşağıya çökeldiğinde,
Cehennem, bin tane tahttan ayağa kalkarak,
Saygı ile onu selamlayacak.
EDGAR ALLAN POE – Çeviri: Dr. Osman TUĞLU

KALEDONYA PAZARI
Yedi kent yatar Troya’nın altında.
Kazıp çıkartmışlar hepsini yeniden.
Londra’nın altında da yedi kent yatar mı?
En dipten çıkanları burada mı satarlar acaba?
Fosforlu balıkların durduğu şu tezgahın orda,
çorapların arasında işte bir de şapka.
Yedi şiline alamazsınız yenisini, saçma,
buysa yalnız iki şilin, hem kötü değil o kadar,
tek bir deliği var.
Korkunç tanrı oturmuştu kalkmamacasına,
tabanları dışarı dönük,
sonra bir gün kırıldı burnu, düştü ayak parmaklarından biri
ve gözdağı veren kolu,
ama bronz bedeni ağırdı çok, yalnız el yürütülmüştü
ve geçerek bir sürü canlı ellerden düşmüştü
Kaledonya pazarına.
“Köprü yoktur Doğu ile Batı arasında”
diye haykırdı ücretli ozanları.
Gözlerimle gördüm ben ama
o büyük Okyanusun sırtındaki kocaman köprüleri.
Ve doğuya taşınan koskoca silahları gördüm
ve onları şarkılarla el üstünde tutan halkı.
Bu ara, içinden kan damlayan çay geliyordu,
savaş yaralıları ve altın geliyordu, Doğu’dan Batı’ya.
Ve Winsdor dulu, karalar içinde,
parayı alır, sokar çorabına,
pohpohlamadan sırıtır,
gönderir onu Kaledonya pazarına.
Nerde hani o eski çeviklik,
bir sabah gelirler topallaya topallaya,
ve bir tahta bacak satın alırlar, elden düşme,
uysun diye tahta kafalarına.
Bertolt BRECHT – Çeviri: A. KADİR – Gülen AKTAŞ

DOĞUDA BİR KENT
Siirt, ağaçsız gömütlük
çocukluğu doğal kireç
bir kent, orda he rkuyu
bir ermiş kadar su bilir
hüzne kil, öfkeye kum
bir kent, orda duyguyu
doldurur boydan boya zakkum
Siirt, rüzgarı saralı
gençliği yolgeçen hanı
bir kent, korkunun pirinci
gibi ayıklar zamanı
dilencisi, kör nergis
bir kent, ölü bir balı
gömer arıya, peteksiz
Siirt, üzüm ayna
yaşlılığı beton laleden
bir kent, orda güz bile
kurur acıyla birlikte
çürür gurbetler yüklükte
ve ölüm, bir büyük aile
gibi dağılır konaklarında
HİLMİ YAVUZ

BAKÜ
Rüzgarlı bir şehir
Tükürür
Kumunu gözlere
Bakü
Yangınlı bir diyar
Balahanı od saçar
Bakü
Histir yaprakları
Tellerdir budakları
Bakü
Çayları
Mürekkep gibi
Petroldür akar
Bakü
Yassı damlı evdir her yan
Kanbur burunlu adamlardır
Nere baksan
Bakü
Hiç kimse geçmez
Buraya eğlenmeye
Bakü
Bu dünyanın elbiselerinde
Yağlı leke
Bakü
Bir çamur anbarı
Ancak yine
Bir dervişi
Kadim Tibet
Müslüman’ı
Koca Mekke
Haçperesti
Beytülkudüs
İbadete nasıl iştiyakla çekerse
Daha artık bir muhabbet
Çeker beni.
Senin için
Arabalar nefesiyle
Ahlar çeker
Senin için
Milyonlarla
Piston, teker
Hey okurlar
Asla
Sakinleşmeyerek
Yağla
Neftle
Hem yavaşça
Hem emerek
Hem öperek
İradene tabi olan
Zincirlenmiş bedenler gibi
Sürünürler sana
Sarı hatta engerek gibi
Kat kat kıvrılan
Petrol vagonları.
Eğer
Geleceğe
Sağlam inansam
Onlar için
Taşa Taşa
Akar müdam
Payitahtların yüreğine
Kara
Katı
Bakü kanı
VLADIMIR MAYAKOVSKİ, 1923 Çeviri: Mecid Quliyev
