“Mukayyet” ya da “vasi” olmak…

Ali Rıza Avcan

Daha çok eski kuşakların kullandığı “mukayyet olmak” sözcük grubu, Türkçe’de “gözetmek” ya da “korumak” anlamına gelmekte. Arapça “kayd” sözcüğünden türeyen “mukayyed” sözcüğünün anlamı ise, Ferit Develioğlu‘nun “Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat‘ında “(المقيّد) 1. kayıtlı, bağlı, bağlanmış. 2. ayağında zincir ve pranga bulunan. 3. bir işe ehemmiyet (önem) veren. 4. kaydolunmuş, deftere geçirilmiş.” şeklinde açıklanmakta.

Ben bugünkü yazımda, bu sözcüğün iki farklı anlamını bir araya getirerek, “ayağında zincir ya da pranga bulunanın gözetilip korunması” anlamında kullanıp, buna örnek olduğunu düşündüğüm yaşadığım ya da tanık olduğum dört, beş olayı sizinle paylaşmak istiyorum. Çünkü uzunca bir süredir karşıma çıkan bu sıkıntılı halin; bu yazıda ele alacağım “gözetme” ya da “koruma” sözcüklerinin bir adım ötesindeki “vesayet altına alma” ya da “vesayet altına girme” durumuna dönüşebileceğini; böylelikle, birilerinin başka birilerinin gözetim ya da koruması altında vesayet altına alınabileceğini düşünüyorum.

Bu durumla ilgili olarak karşılaştığım ilk örneğin, üniversitelerde yazılan yüksek lisans ve doktora tezlerinde danışman hoca ya da kürsü başkanlarına gösterilen “aşırı nezaket“in bir ürünü olduğunu söyleyebilirim. Tezi yazan öğrencinin, tezin başında yer alıp çoğu kez “teorik çerçeve” olarak adlandırılan ve tez konusu ile ilgili olarak daha önce kimin ne yapıp ne söylediği ile ilgili bölümde, muhakkak tez danışmanı ya da kürsü başkanından söz etmesi, onun bir kitap ya da makalesine atıf yapması zorunluluğu, bu “hoca vesayeti” çerçevesinde böyle bir şeyi yapılmadığı takdirde, tezin kabul görmeyeceği gerçeği, eğitimini bu düzeyde yapmış olanların kabullenip uyguladığı bir gerçektir.

Yani ayağında zincir ya da pranga olan tez öğrencisiyle onun yazdıklarına onay verecek olan tez hocası, danışmanı ya da kürsü başkanı arasındaki vesayet ilişkisi olayında olduğu gibi…

Bu sorunla ilgili olarak dikkatimi çeken ikinci örneğin, televizyonlardaki tartışma programları olduğunu söyleyebilirim. AKP’nin iktidara geldiği 2000’li yıllarda iktidara yakın televizyonların tartışma programlarında konuşmacıların arasına adeta bir “komiser” gibi yerleştirilenlerin muhalif konuşmacılara ayar vermeye çalıştığını, söylenecek aykırı bir sözü olanları engellemeye çalıştığını ya da CNNTürk‘teki programında Diyarbakır Barosu başkanı rahmetli Tahir Elçi‘yi sorduğu soruları cevaplamaya zorlayarak kamuoyu önünde linç etmeye kalkan program sunucusu Ahmet Hakan‘ın yaptıklarını hatırlıyorum. O yıllarda televizyon kanallarına çıkarılan muhalifleri bu şekilde susturmak ya da tehdit etmek mümkün olmakla birlikte; günümüzde buna gerek bile kalmadığı; adeta bütün konuşmacıların iktidara yakın ve iktidarı savunan kişilerden seçildiğini görüyoruz. Şimdi, artık eskiden olduğu gibi konuşmacıları izleyip gözetleyen, onları bir şekilde vesayet altına alanlara gerek kalmamış, konuşmacılar adeta sunucu ile birlikte bir koro gibi iktidarı güzellemeye başlamışlar, hatta kendi aralarındaki rekabet çerçevesinde, iktidarı en fazla güzelleyip yağlayan kim olacak yarışına girmişlerdir.

Aslında bu da bir tür, RTÜK, suç icat eden cumhuriyet savcıları, AKP’li troller ve dışarıdaki silahlı çetelerle ayağına zincir ya da pranga vurulmak istenen dürüst konuşmacı ile onu övecek ya da linç ederek yok edecek sunucu ve diğer konuşmacıların yer aldığı kötü bir filmin senaryosudur…

Daha sonrasında da üçüncü bir örneğe, İzmir Akdeniz Akademisi‘nin geçmiş yıllardaki sempozyumlarında, Akademi‘nin onursal başkanlığını yapan Prof. Dr. İlhan Tekeli’nin sempozyum öncesi ve sırasındaki tutum ve davranışlarıyla tanık oldum.

2009 yılında İzmir Büyükşehir Belediyesi eski başkanı Aziz Kocaoğlu‘nun danışmanı Prof. Dr. İlhan Tekeli tarafından kurulan İzmir Akdeniz Akademisi‘nin düzenlediği sempozyumlarda, sayın Tekeli‘nin sempozyum konusu ve konuşmacıları belirleme yetkisi dışında adeta konuşmacıların anlattıkları şeyleri belirleyen akademik vesayetine tanık olup; aksini yapanların ya da o “Tekeli cemaati“ne kabul edilmeyenlerin şikâyet ve sızlanmalarını sık sık dinledim. Sempozyumun bir gün öncesinden sayın Tekeli‘ye ait academia.edu sayfasında yayınlanan açılış konuşması metni ile belirlenen teorik çerçevenin sempozyum süresince yapılan konuşmalara şekil ya da ilham verdiğine sık sık tanık oldum. Tabii ki, bu sempozyumlarda, Prof. Dr. Şengül Hablemitoğlu gibi bu çerçeveyi dikkate almayan; hatta ele alınan konunun ya da yöntemin yetersizliğini net bir şekilde ortaya koyan konuşmalar da yapıldı; ama o cesur konuşmacıları, izleyen diğer sempozyum ve etkinliklerde bir daha göremez olduk. Üstüne üstlük her sempozyumda sayın Tekeli‘nin bütün konuşmacıları notlar alarak titizlikle izlediğini ve sempozyumun sonunda yaptığı kapanış konuşmasında, şayet o oturumda aykırı muhalif sesler çıkmışsa onları da kendi tezini doğrulayacak şekilde kullandığına tanık olduk. Böylelikle akademik vesayetin, tez yazma aşaması dışındaki cemaatleşmiş başka bir türünü de sayın Tekeli sayesinde görüp öğrenmiş olduk.

Yani ayağında zincir ya da pranga olan konuşmacıyla onun söylediklerine onay verecek olan Akademi başkanı arasındaki vesayet ilişkisinde olduğu gibi…

Ardından, tam da Georges Poulimenos isimli Yunan yazarın “Smirna Seyahat Rehberi 1922” isimli kitabını okuyup analiz ettiğim dönemde, İstanbullu Rum yazar Yorgos Theotokas‘ın İstos Yayınları‘ndan çıkan, Aralık 2021 baskısı “Leonis, Bir Dünyanın Merkezindeki Şehir İstanbul 1914-1922” isimli romanını okumaya başladım. Ancak 320 sayfalık bu romanın başında, çevirmenin 15 sayfalık açıklaması dışında, hiç de alışık olmadığımız bir şekilde İstanbul’daki Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü (IFEA) ile Türk, Osmanlı, Balkan ve Merkezi Asya Araştırmaları Merkezi‘ne (CETOBaC) bağlı olarak çalışan tarihçi Nikos Sigalas‘a ait 37 sayfalık “Gerçeklik Potansiyeli Taşıyan Bir Ütopya Leonis ya da Genç Yorgos Theotokas’ın İstanbulu” başlıklı koskocaman bilimsel bir makaleyi okumak zorunda kaldım. Romanı yayına hazırlayan Anna Maria Aslanoğlu ve Seçkin Erdi adeta romanı okumadan önce bu makaleyi okumamız konusunda bizi zorluyor, romanı bu makaleyi okuduğumuz takdirde daya iyi anlayıp yorumlayabileceğimizi bizim adımıza düşünüyordu. Bu ise hem yazar hem de okuyucu adına büyük bir haksızlıktı. Tabii ki okuyuculardan bir kısmı romanı okumadan önce ya da okuduktan sonra yazar ve dönemi hakkında tercih ettikleri başka kaynaklara başvurup ek bilgiler edinebilirlerdi; ama, yayına hazırlayanların uygun görüp önümüze koydukları bir makaleyi, kitap bedeline dahi edilen sayfaların maliyetini de dikkate alarak -belki de- hiç tercih etmeyebilir, böylelikle de bu makalenin sahibine yeni okuyucular olarak dahil edilmezdik.

Yani ayağında zincir ya da pranga olan yazar ya da okuyucuyla onun yazdıklarına onay verip kitabı basacak olan yayıncı arasındaki vesayet ilişkisinde olduğu gibi…

Son olarak da, sosyolog İrfan Özet‘in 2022 yılında yayınlanan “İzmir Duvarı, Laik Mahallede İktidar ve Kültür Savaşı” isimli kitabında rastladım aynı duruma. Kitabın ön yüzünde kitabın ve yazarın ismi ile kitabı yayınlayan İletişim Yayınları‘nın logosu basılı olmakla birlikte; toplam 309 sayfa olan kitabın başında Reyhan Ünal Çınar ile Tanıl Bora‘nın 25 sayfalık “Kulturkampf/Kültür Savaşı ve AKP İktidarı” başlıklı korsan makalesini okumak zorunda kaldım. İzmir’le ilgili böylesi yeni ve bence önemli bir araştırma kitabının başına niye kitabın yazarı dışındaki iki ayrı kişinin birlikte yazdığı bir makale eklenir, açıkçası anlamış değilim… Yoksa kitabın yazarı, aynı kitabın editörü tarafından bu makalede yer alan konuları, kitabın içinde ele alıp irdeleyecek kadar bilgili, deneyimli ve tecrübeli mi bulunmamıştı ya da makalede yazılı olan yorum ve değerlendirmeleri araştırma metninde kullanmak mı istememişti? Tanıl Bora ve arkadaşı bu makaleyi kendisine ait olmayan bu kitapta değil de, herhangi bir dergide, örneğin her zaman yazdığı Birikim‘de ya da kendi kitaplarında yayınlayamazlar mıydı?

Açıkçası bu olayda da yazara ve okura büyük bir haksızlık yapıldığını düşünüyorum. Evet, kitabın başında yazarın güvendiği, saygı duyduğu, ele aldığı konuların uzmanı olan birinin bir giriş yazısı yazması bilinen ve beklenen bir davranıştır. Ama bu yazının, başka bir yazarla birlikte yazılan 25 sayfalık bir makaleye dönüşmesi de garip, beklenmeyen bir durumdur. Şayet benim gibi Tanıl Bora yazılarını okumak istemeyen biri, belki bu makalede kitabın konusu ile ilgili bir şey vardır düşüncesiyle makaleyi okumak zorunda kalıyorsa; ortada para verip kitabı satın alan okurun kandırılması, en azından istismar edilmesinden rahatlıkla söz edilebilir. Hele ki, Tanıl Bora gibi, söz konusu makalede AKP dönemini analiz ederken kendisinin ve Birikim Dergisi/İletişim Yayınları grubunun yaptıklarından; özellikle de Ergenekon davaları, 2010 Anayasa Referandumu sırasında ortaya koydukları, “yetmez ama evet” tavrı konusunda tek bir sözcük bile etmeyen biri yıllar önce söyleyip haklı çıkmadığı birçok konuda, bu yazarın kitabının başına koyduğu makale ile kendini aklayıp haklı çıkarmaya çalışıyorsa…

Burada yazara da bir çift sözüm olacak…. Kapağında sadece kendi isminin yer aldığı, kendisine ait bir kitapta editör de olsa başka bir yazara ait uzun bir makalenin eklemesine izin vermiş olması, aslında İzmir ölçeğinde ele alıp araştırdığı önemli bir konuda sanki başka birinin yorum ya da desteğine ihtiyacı varmış gibi bir durumun ortaya çıkmasına neden olmaktadır.

Yani ayağında zincir ya da pranga olan yazar ya da okuyucuyla onun yazdıklarına onay verip kitabı basacak olan yayıncı arasındaki vesayet ilişkisinde olduğu gibi…

Bu arada söylemeden geçmeyeyim; söz konusu kitabın İrfan Özet‘e ait 269 sayfalık bölümünü halen okuyorum ve okumam bittiği zaman kendimce bir değerlendirmesini yapıp sizlerle paylaşacağım…

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s