Ali Rıza Avcan
Çocuğun politik bilgi ve tutum alışı kavrayıp öğrenmesi; daha doğrusu siyasal bilinç sahibi olması oldum olası ilgimi çeken ve çoğu kez de karşıma çıkan “politikleşmiş çocuk“larla her seferinde beni şaşırtan bir olgudur.
O nedenle, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi 4. sınıf öğrencisi iken hocam Prof. Dr. Nermin Abadan Unat‘ın lisans ödevi kapsamında Ankara Üniversitesi Eğitim Fakültesi Prof. İnci San ve ODTÜ Bilgisayar Merkezi yönetmeni Prof. Dr. Necdet Bulut‘la arkadaşlarım Gülgün Tezgider ve Sıdıka Erestin‘in yardımlarıyla Ankara’nın sosyo-ekonomik açıdan farklı dört mahallesindeki (Yenimahalle, Tuzluçayır, Çankaya ve Kızılay Devlet mahalleleri) dört ilkokulun beşinci sınıf öğrencileriyle yaptığım alan araştırmasının konusu, Çocuğun Politik Sosyalizasyonu idi.
O yıllar için dördüncü sınıftaki bir üniversite öğrencisinin böylesi bir araştırmayı yapması, hocalarının desteği ve yönlendirmesi olmadan mümkün değildi. Ayrıca, daha önceden yine Prof. Dr. Nermin Abadan Unat, Doç. Dr. Ahmet Kışlalı ve Asistan Dr. Doğu Ergil ile birlikte Milliyet Gazetesi adına Türkiye’deki ilk kamuoyu araştırmasını yaparak onlardan bilimsel bir araştırmanın nasıl yapılacağını öğrenen ve o deneyimle böylesi bir işe kalkışan benim için de büyük bir cesaret işiydi.
Sevgili Hocam Prof. Dr. Nermin Abadan Unat‘a teslim ettiğim, kendime ayırdığım nüshanın geçen yıllar içinde kaybolduğu bu çalışma talihin garip bir cilvesi olarak seneler seneler sonra karşıma bir kez daha çıkacaktı.
Bu hoş tesadüf, İzmir’e yerleştiğim ilk yıllarda tanıştığım Kabile Kitabevi sahibi Şefika Topalakçı ile sohbet ederken sohbetimize katılan ve o tarihlerde Buca Belediyesi Halkla İlişkiler Sorumlusu olan Çetin Güney‘in adımı duyması üzerine adımın geçtiği bir kitaptan bahsetmesi ile oldu. Sözünü ettiği kitap aynı fakültedeki diğer bir hocam Prof. Dr. Türker Alkan, kitabın adı da Siyasal Bilinç ve Toplumsal Değişim idi. Çetin, sıkı bir bibloyofil olduğu için 15 gün sonra kitabı getireceğini söyledi ve gerçekten de 15 gün sonra Türker Hoca’nın kitabı ile çıkageldi.
Evet, Türker Hoca 1976 yılında yaptığım alan araştırması raporunu Nermin Hoca’dan almış ve bu kitapta bol bol kullanarak adımdan sıklıkla bahsetmişti. Böylelikle araştırmayı yaptığım tarihten 23, kitabın yayınlandığı 1989 yılından 10 yıl sonra araştırmanın önemli bir kaynak olarak kullanıldığı bu kitapla tanışma fırsatını bulmuştum.
Şimdi o kitap, sevgili hocam Türker Alkan bu yılın Ocak ayı içinde vefat etmiş olsa da kütüphanemdeki yerini koruyor ve onu saygıyla anmanın vesilesi oluyor.
Çocuğun politik sosyalizasyonu, benim için 1976’lı yıllarda kalmış bir konu olmakla birlikte aradan geçen yıllarda bir şekilde peşimi bırakmadı.
Bu kez de, Çanakkale Kent Müzesi‘nin 7. yılının kutlandığı 2015 yılında Çanakkale’ye gidip Ahmet Piriştina Kent Arşivi ve Müzesi (APİKAM) hakkında bir bildiri sunduğumda karşıma genç bir siyaset bilimci çıkıp doktora tezinin Türkiye’de Çocukluğun Politik İnşası adıyla yayınlandığını söylediğinde, ortak konular üzerine araştırmalar yapmış kişiler olarak keyif duymuştuk. Yaptığımız bu söyleşide sevgili Gürkan’ın hem benim araştırmamdan hem de Türker Alkan hocanın Siyasal Bilinç ve Toplumsal Değişim isimli kitabından haberdar olmadığını öğrensem de aynı konuya farklı açılardan yaklaşan insanlar olarak ortak paydamızın çocuk olması ikimizi de mutlu etmişti.
Şimdi ise, Güven Gürkan Öztan‘ın Bilgi Üniversitesi tarafından ilk kez 2011, ikinci kez 2013 yılında baskısı yapılan Türkiye’de Çocuğun Politik İnşası isimli kitabını tanıtmak istiyorum.
Kitabın Adı: Türkiye’de Çocukluğun Politik İnşası
Yazarı: Güven Gürkan Öztan
Yayınevi: İstanbul Bilgi Üniversitesi
Basım Tarihi ve Yeri: 1. Baskı Aralık 2011, 2. Baskı Ağustos 2013, İstanbul
Yayına Hazırlayan: Fahri Aral
Düzelti: Remzi Abbas
371 sayfa.
Güven Gürkan Öztan
İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü bitirdi. Yazar, 2009 yılında “Türkiye’de Çocukluğun Politik İnşası” adlı doktora tezi ile İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde doktorasını tamamladı. Tezi kitaplaştırılarak, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları’ndan Türkiye’de Çocukluğun Politik İnşası (2011) adıyla yayınlandı. Türkiye’de resmî ideoloji, milliyetçi akımlar, milliyetçilik-toplumsal cinsiyet ilişkisi, militarizm ve kent kültürü konuları başta olmak üzere makaleleri Toplum ve Bilim, Doğu-Batı, Dipnot, Düşünen Siyaset, Eğitim-Bilim-Toplum gibi dergilerde yayımlandı. İnci Ö. Kerestecioğlu’yla birlikte Türk Sağı: Mitler, Fetişler ve Düşman İmgeleri (2012) adlı derlemesi İletişim Yayınları, Serdar Korucu ile birlikte hazırladığı Tutku, Değişim ve Zarafet, 1950’li Yıllarda İstanbul (2017) adlı kitabı da Doğan Kitap tarafından okuyucuya sunuldu. Yazarın akademik makalelerinin yanı sıra farklı dergi ve gazetelerde yayımlanmış çok sayıda deneme, eleştiri ve inceleme yazısı mevcuttur. Halen İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Siyaset Bilimi Anabilim Dalı’nda öğretim üyesi olarak çalışan Güven Gürkan Öztan; lisans ve lisansüstünde Siyaset Bilimine Giriş, Siyaset Bilimi, Siyaset Sosyolojisi, Ordu ve Siyaset, Etnik Sorunlar ve Milliyetçilik dersleri vermektedir.
Kitap Tanıtımından
Çocukluğun sosyal, siyasal ve kültürel tarihi, toplumda cinsiyet bağlamında biçimlenmiş egemen söylemin yaratmış olduğu rol dağılımını ve bunun sonucunda oluşan değer yargılarına kaynaklık eden zihniyet dünyasını öğrenmemizi sağlar. Modernizmin günümüzde ulaştığı çocukluk algısı ise, sadece çocuğa ait ve “naiflik” içeren bir tespitin dışında, aynı zamanda yetişkinliği de içine alan, daha geniş ve ideolojik verilerle yüklenmiş bir çerçeveyi de çizer. Bir başka deyişle modern çocukluk paradigması, tahayyül edilen, bu anlamda hedeflenen yetişkinliğin ve yaratılmak istenen toplumsal yapı içinde en başta eğitimde ulaşılmak istenen “ulvi” amaçların da varacağı sınırları belirler.
Kitabın “Giriş” kısmını okumak isterseniz….
Çocukluk, salt biyolojik bir kategori değil, aynı zamanda toplumsal ve siyasal bir tahayyüldür; tarihsel serüveni boyunca ekonomik, sosyo-kültürel ve politik düzlemde farklı şekillerde algılanmış ve kavramsallaştırılmıştır. Tüm coğrafyaları kapsayan tek bir çocukluk anlayışı olmadığı gibi çocukluk özelinde lineer bir çocuk imajından söz etmek de olanaksızdır. Jacques Gelis’in vurguladığı gibi, aynı zaman zarfında ve hatta aynı toplumda birbiri ile çelişen farklı çocukluk imgelerinin ve tecrübelerinin varlığı kolaylıkla tespit edilebilir. Bugünkü anlamı ile “çocukluğun keşfi” ya da bir başka deyişle “inşası”, modernitenin bir ürünü olmakla birlikte, mevcut paradigmadaki değişimin ve sürekliliğin izleri, ancak pre-modern çağa dair tarihi bilgilerin ve analizlerin göz önüne alınması ile mümkündür. Özellikle erken Ortaçağ’a ilişkin belge ve bilgi noksanlığına rağmen sosyal tarih alanındaki kapsamlı
çalışmalar, sözü edilen analiz sürecini görece kolaylaştırmaktadır. Bu bağlamda, bugün için daha çok sosyo-ekonomik tarih çalışmaları kapsamında çocukluk meselesine yoğunlaşan akademik faaliyetlerin iki farklı yaklaşımdan beslendiği ifade edilmelidir. İlk yaklaşım, kültürel ve belirli ölçüde siyasal yapıların çocukların yaşamlarına, formasyonlarına ve toplumdaki çocukluk algısına etkisini temel almaktadır. İkinci yaklaşım ise biyolojik özelliklerin, çocuk gelişimini ve yetişkinlerin çocuklarla kurduğu ilişkiyi ağırlıklı olarak etkilediği varsayımından yola çıkmaktadır. Hal böyleyken çocukluk tarihi ile annelik tarihini birlikte düşünmenin “kaçınılmazlığı”na ve “gerekliliği”ne atıf yapılmaktadır. Çocukluğu, sadece soy / aile temelli araştırmaların içerisinde irdeleme eğilimi, bilhassa bu kaynaktan beslenmektedir. Her iki yaklaşımın kullandığı temel kaynaklar da farklılık arz etmektedir. Çocukların gündelik yaşamına ve kültürel / siyasal biçimlenişine odaklanan çalışmalar, çocuk edebiyatına, dergilerine, günlüklere, otobiyografilere ve pedagoji kitapları dâhil birçok yazılı / görsel malzemeye bakarken, konuya soy / aile paradigmasından yaklaşan araştırmacılar, özellikle insan ve aile davranışları gibi modellemelere başvurmaktadır. (1) Bu çalışmada kaygı, çocukluğun politik inşası sürecini analiz etmek olduğundan daha çok ilk yaklaşıma uygun bir metodoloji izlenecektir. Ancak not etmekte fayda var; bu tercihin, ele alınan dönemdeki tüm çocukluk anlayışlarını ve deneyimlerini keşfetmede tek başına yeterli olduğu iddiası elbette savunulmamaktadır.
Modernitenin çocukluk algısı, yalnızca çocuğa ilişkin bir belirlenim değil aynı zamanda yetişkinliğe dair bir konumlandırma / sınıflandırma ve anlamlandırma yöntemidir. Başka deyişle modern çocukluk paradigması, bir yönden de modern yetişkinliğin sınırlarını çizen, yaşamın rutin akışını değiştiren bir tahayyül biçimidir. Çocuklar için hazırlanan hiçbir metin, sadece ve sadece çocuklara hitap etmez; aynı zamanda onların yetişmesinden sorumlu olanlara açık ya da örtülü mesajlar gönderir. Geniş ailelerden çekirdek ailelere geçişle ve zikredilen geçişin “politik bir anlam”a tekabül etmesiyle birlikte bahsi geçen mesajların içeriği ve pratiğe yansıması da yavaş yavaş değişmiştir.
Aileye günümüzde atfedilen sorumluluk ve görevlerin ilk belirgin izlerine, büyük ölçüde çocukluğun “keşfedilmesi” ile birlikte rastlanmıştır. Aydınlanma döneminin rasyonalizmi ve pozitivist akımın belirleyiciliği ile buna mukabil yer yer romantizmden beslenen milliyetçiliğin ulus-devletleşme sürecindeki hegemonyası, “yeni çocuk” ve “yeni yetişkin”in ortaya çıkmasında ve itaat ilişkilerindeki referansların görece değişmesinde etkili olmuştur. Sanayileşme ve kapitalizmin etki alanını genişletmesi ile birlikte istihdam politikalarındaki köklü değişim, kentlerde çocuk emeğinin sınır tanımayan sömürüsü, iktisadi rasyonalizmin “asri bir model” olarak ev içine uygulanmaya başlaması, okur-yazarlığın gündelik ilişkileri kapsar şekilde önem kazanması, okullaşma oranındaki artış, bilhassa ilköğretimin ulus-devletin etkin ideolojik araçlarından biri olarak hem seküler hem de mecburi bir şekilde yaygınlaşması, “modern çocukluk” ve “modern yetişkinlik” inşasının ana yönünü belirleyen somut gelişmelerdir. Aries’in altını çizdiği gibi “standartlaşmayı” amaçlayan modern eğitim ve Postman’ın dillendirdiği üzere kapitalist matbaanın hızlı gelişimi, Latincenin ve kısmen diğer “kutsal diller”in eski önemini yitirmesi ve ulusal dillerin “canlanması”, okur-yazar kültürünün yeni formunu oluşturması, çocuklar ile yetişkinlerin konumlandırılmasında yeni bir çığır açmıştır. Kuramsal olarak egemenliğin tanrısal ve soya bağlı kaynaklardan kopartılarak dünyevileştirilmesi ve “millet iradesi”yle özdeşleştirilmesi, çocuğa yönelik eğitim-öğretim anlayışını kökten değiştirmiş; değişim zamanla pratiğe de yansımış; çocukları, ulus-devletin arzu edilir yurttaşları olarak yetiştirmek, devlet politikalarının merkezine yerleştirilmiştir. Değişen ordu düzeni ve örgütlenme felsefesi ile eğitim kurumları arasında kurulan analoji, okullarda hem öğretmenlerin hem de öğrencilerin tekbiçimli görünümler arz etmesini neredeyse zorunlu hale getirmiştir. Üniforma ve üniformize tavırlar, giderek belirginleşen sınıfsal farkları gizleyecek “sihirli bir çözüm yolu” oluvermiştir. Benzer bir şekilde okullardaki disiplin ve itaat anlayışı, birebir uygulamaya yansımasa da –ilkesel bağlamda– büyük ölçüde ordudaki emir-komuta usulüne uygun olarak yeniden formüle edilmiştir. Ulus-devletin milletin geleceğinin “teminatı” olarak gördüğü çocuklar, küçük yaştan itibaren sosyo-kültürel motiflerin yanı sıra, çeşitli dozlarda milliyetçi endoktrinasyon araçlarının etkisi ve disiplini altında büyütülmüştür. Çekirdek aile formundaki orta sınıf temelli “milli aileler”, çocuklarını okullara yönlendirirken ya da yönlendirme ile mükellef kılınırken, okullar da öğrencilerini ekseriyetle ulusal
pazarlara, ordulara ve diğer “yurttaşlık vazifelerine” hazırlamıştır.
Çocukluğun sosyo-kültürel ve politik tarihi, aynı zamanda toplumsal cinsiyet bağlamında hegemon söylemin ve alternatiflerinin öngördüğü rol dağılımını inceleyebilmek için bulunmaz bir fırsattır. Kadınlardan ve erkeklerden ebeveyn olarak beklenen davranış örnekleri ve “terbiye edici vasıflar” tarihsel perspektifte değişim gösterir. Modern çağda, genelde ebeveynlik çerçevesinde, özelde ise “ideal annelik-babalık” bağlamında hane içi davranışlardan vatandaşlık eğitimine kadar uzanan bir yelpazede rasyonelleştirilmiş, görece “yeni” ve “makbul” formlar yaratılmıştır. (2) Elbette bu formların yaygınlığının artması ise ülkeden ülkeye, hatta aynı ülke içinde bölgeden bölgeye farklılık arz etmiştir. Sınıfsal konumlar, farklılaşmanın dinamizmine olumlu ya da olumsuz katkı yapmıştır.
Modern çocukluk paradigması, tüm ebeveyn ve çocuklara fakat özellikle de kız çocuklarına ve annelerine ilave sorumluluklar yüklemiştir. Çoğu zaman bizzat devlet iktidarı tarafından rasyonelize edilmek istenen kadının “annelik vazifesi”, ulus-devletin hâkim siyasal birim olma süreci ile birlikte, –elbette coğrafyaya göre değişim gösteren kültürel öğelere ilaveten– milliyetçi değerlerin aktarımı mekanizmalarına dâhil edilmek istenmiştir. Bu bağlamda “müstakbel anneler” olarak kız çocuklarına, küçük yaştan itibaren kendi “iffetleri” ile “ailenin ve ulusun namusu” arasında sıkı bir bağın mevcut olduğu fikri aşılanmıştır. Özellikle büyük çatışma ve kriz dönemlerinde bahsi geçen muhayyel bağ, propagandif yöntemlerle hızla militarize edilmiştir. Tüm bu süreçlerin çocuk yazınındaki etkileri ise bilhassa incelenmeye değerdir. Zira çocuk edebiyatı “iyilerin tam iyi, kötülerin tam kötü” olduğu; farklılıkların abartıldığı; verilmek istenen mesajın ise net sonuçlar aracılığı ile aktarıldığı örneklerle doludur. Bu tür eserlerin çoğuna hâkim olan ve doğallaştırılan didaktik üslup ise “otoritenin yanılmazlığı” ve “yol göstericiliği” savını alttan alta desteklemiştir.
Türkiye özelinde “yeni çocukluk” anlayışının gündeme gelmesi, 19. yüzyılın ikinci yarısına doğru hız kazanan modernleşme çabaları ve değişim rüzgârı ile paralellik arz etmiştir. Siyasal ve toplumsal yaşamda meydana gelen gelişmeler, imparatorluğun merkezlerinde “yetişkinlik” ve “çocukluk” tasavvurlarına ilişkin geleneksel yaklaşımın “görünür” yanlarını büyük ölçüde erozyona uğratmıştır. Çocukların sosyal hayatındaki dönüşüm, zaman içerisinde, edebiyattan tiyatroya, kıyafetlerden oyun mekân ve araçlarına kadar geniş bir sahayı kapsamıştır. Önce ticari ve kültürel hayatın canlı olduğu merkezlerde gerçekleşen bu dönüşüm, zaman içersinde taşraya –tüm yönleri ile olmasa da– bir şekilde yansımaya başlamıştır. Farklı bölgelerdeki sosyo-kültürel ve ekonomik dinamikler, bahsi geçen “yansıma biçimleri”ni de şüphesiz derinden etkilemiştir.
Osmanlı coğrafyasında çocuğun, milletin ve devletin geleceğinin “garantisi” olarak görülmesi ile birlikte çocuk eğitimi ve terbiyesi, kamusal anlamda müstakil bir ilgi alanı olarak ortaya çıkmıştır. Sosyal denetim mekanizmasının formel yapılanması olarak modern okulların tesisi ve çocukluğun siyasal iradeye ve onun tesis ettiği düzene uygun “arzu edilen rol ve davranışlar” ile donatılması fikri, Batı’da olduğu gibi Osmanlı-Türk modernite projesinde de bir sosyo-politik vizyon meselesi olmuştur. Sultan’a, otoritesine, “kadim düzen”e itaat ve sadakatle bağlılık ile “müstakbel mümin” olma arasındaki teorik sentez, yerini II. Meşrutiyetle birlikte nazariyede “ideal yurttaşlığa” ve özellikle Balkan Harbi esnasında milliyetçi ve militarist öğelerle donatılmış; ulusal intikam peşinde koşan “milli asker-yurttaş”a bırakmıştır. Çocuklar ve kadınlar, Batılı örneklerde olduğu gibi, tüm bu aşamaların “gözdeleri”dir. Özellikle geçmişten kopma iddiası ile büyük değişimlerin yaşandığı süreçlerde çocuklar ve çocukluk daha da önem kazanır. Zira onların belleği, yetişkinlerden farklı olarak “eski düzen”in istenmeyen kalıntıları ile dolu değildir; “deforme” olmamıştır. Bu durum, Türkiye özelinde 1923 ve hemen sonrasında adeta bir kez daha onaylanır. Cumhuriyetin ilânı sonrasında siyasi iklimde ve sosyal yapıda yaşanan dönüşüm, rejimle özdeş kılınan “cumhuriyet çocuğu” imgesinin doğuşuna ve adım adım popülerleşmesine yol açmıştır.
Yukarıda özetlenen bakış açısı ve tarihsel sürece uygun olarak bu çalışmada, öncelikle çocukluk(lar) ve çocukluğun modern inşasından ne anlaşıldığı ifade edilecektir. Bu doğrultuda ilkin Batı’da modern çocukluk paradigmasının oluşumu, daha önceki dönem ile gösterdiği farklılıkları ifşa edecek bir biçimde ele alınacaktır. Sözü edilen amaç doğrultusunda, Batı’da Ortaçağ’da “müstakil” bir çocukluk algısının var olup olmadığına dair akademik tartışmalar kısaca aktarılacaktır. Daha sonra “modern çocuğun doğuşu”nu hazırlayan siyasal, ekonomik ve toplumsal gelişmelerden bahsedilecek ve Aydınlanma düşüncesinin çocukluk özelinde “kurucu” niteliğine atıfta bulunulacaktır. Bilindiği üzere, Fransız Devrimi’nin sosyo-politik iklimi ile gündeme gelen yeni yurttaşlık anlayışı içerisinde modern çocuğun inşası, günümüze kadar uzanan “ideal çocuk” tasvirinin sosyo-psikolojik zeminini tesis etmiştir. Bu bağlamda, zorunlu eğitim ile çocukluk arasında kurulan ilişki ve çocuğun “müstakbel yurttaş” olarak değer kazanması üzerinde durulduktan sonra, zaman içerisinde değişen eğitim-öğretim usullerinden özetle bahsedilecektir. Bu bölümün son kısmında ise Birinci Dünya Savaşı öncesinde ve iki savaş arası dönemde çocukluğun nasıl militarize edildiğine dair ipuçları verilmeye çalışılacaktır. Despotik eğitim sistemlerinin ve çocuklara yönelik farklı militarizasyon faaliyetlerinin çocukluğun politik tarihinde kapladığı yerin tespiti, 19. yüzyılın son çeyreği ve bilhassa 20. yüzyılın ilk yarısını anlamak için hayati öneme sahiptir.
Çalışmanın aynı bölümünün ikinci kısmında, Türkiye’de çocukluğun politik inşası çerçevesinde, öncelikle, Tanzimat süreci ile gündeme gelen yeniliklerin ve arayışların çocukluk paradigmasını, çocukların yaşamını nasıl ve ne ölçüde değiştirdiği ele alınacaktır. İlk etapta, II. Meşrutiyet’in ilânına kadar olan zaman zarfında, “arzu edilen” çocukluğun genel özellikleri ve modern anlamda ilk kurumsal çabalar üzerinde kısaca durulacaktır. Sonrasında modern çocukluğun politik tarihinde, görece bir “kırılma noktası” olarak II. Meşrutiyet’in ilânı ve “yurttaş çocuğun” inşası, eğitim-öğretim alanındaki gelişmeler ve dönemin çocuk edebiyatı göz önünde tutularak ayrıntılandırılacaktır. Bu çerçevede Meşrutiyet’in “gözde çocuğu”nun yeni siyasi otorite ile bağı ve itaat ilişkisindeki “değişim” üzerinde durulacaktır. Daha sonra, Trablusgarp ve Balkan Savaşları ile yükselişe geçen Türk milliyetçiliğinin “milliyetperver çocuğu”, genel hatları ile tarif edilecek; şiddet, intikam ve etnisist karakterli milliyetçi vurgular, yine çocuk edebiyatından örnekler ile göz önüne serilecektir.
Türkiye’de çocukluğun politik inşasını irdeleme gayretindeki bu çalışmanın ikinci ve üçüncü bölümleri ise erken cumhuriyet dönemi çocuk algılamalarına ve bu algılamaların izdüşümleri ile resmi / yarı resmi uygulamalara odaklanmıştır. Bu bağlamda ikinci bölümde daha çok “cumhuriyet çocuğu”na atfedilen temel özellikler ve neden bu özelliklerin seçildiği üzerine çok boyutlu bir analize teşebbüs edilecektir. Bahsi geçen başlık altında, “cumhuriyet çocuğunun medenilik ölçütleri”, “militarist hasletleri”, “iktisadi erdemleri” ve nihayetinde “fiziksel özellikleri” ve bu bahiste rasyonelleştirilmek istenen “çocuk bakımı” mevzusu üzerinde durulacaktır. Son bölümde ise, yine “cumhuriyet çocuğu”nun yetiştirilmesi özelinde öncelikle “milli pedagoji” kavramı ve içeriği tartışılacaktır. Bu eksende “otorite”ye itaat ve disiplin kavramlarının “milli pedagoji” içerisinde oynadığı kilit role farklı boyutları ile değinilecektir. Çocuğun yetiştirilmesinde önemli yer tutan cumhuriyetçi simgelerin ve etnisist parametrelerin politik inşa sürecindeki konumu, resmi kaynaklardan ve çocuk edebiyatından örnekler ile birlikte analize tabi tutulacaktır. Son olarak da stereotipler aracılığı ile “cumhuriyet çocuğunun öteki”sinin nasıl kurgulandığı ortaya konmaya çalışılacaktır.
Bilindiği üzere, Milli Mücadele sonrasında ulus-devlet projesini ellerine alan seçkinler, ilk andan itibaren “çocuk meselesi” ile karşı karşıya kalmıştır. Uzun süren savaş yıllarının neticesi olarak çok sayıda çocuk, yetim ve öksüz kalmış; yaygın sefaletin ve açlığın etkisi ile çocuk nüfusunun önemli bir kısmı yaşamını sürdürmekte zorlanmıştır. Tüm bunlara ilaveten sağlık hizmetlerinin ve çocuk bakımına dair temel bilgilerin noksanlığı, salgın hastalıkların ve bebek ölümlerinin önlenmesini güçleştirmiştir. Birçok Batılı örnekteki gibi, nüfusun bir “beka” ve “iftihar meselesi” olduğu cumhuriyetin ilk dönemlerinde, çoğalmanın teşviki ve çocuğun korunması başlıkları, adeta “milli bir hedef” haline gelmiştir. Resmi makamlar, “çocuk bakımı” ile ilgili olarak özellikle genç annelerin ve anne adaylarının bilinçlenmesine önem vermiş; her ne kadar ülke genelinde yaygınlaşamasa da bu konuda çok sayıda eser basılmıştır. Bu bağlamda, sağlıklı çocuk nüfusunun arttırılması ve çocuk bakımı konusunun, yeni rejimin ilk somut adımları arasında yer aldığı söylenebilir. Ayrıca savaş sonrası yoksulluğun etkisiyle, çocukların bir kısmının evsizliğe mahkûm olduğu; bir kısmının da ailelerine yardım etmek maksadı ile çeşitli işlerde çalışmak zorunda kaldığı gerçeği de hesaba katılmalıdır. Fakir çocuklar ile zengin çocuklar, taşralı çocuklar ile kentli çocuklar arasında bir nevi “cumhuriyetçi eşitlik” yaratma projesinin gerekliliği gündeme taşınmıştır. Cumhuriyet Halk Fırkası himayesindeki çocuk bakım yurtlarından, Çocuk Esirgeme Kurumu’na uzanan örgütlü faaliyetler genel çerçeve içinde dikkate
değerdir fakat bilanço yapıldığında sonuç memnuniyet vericilikten uzaktır. Tüm bu tartışmaların ve çabaların, yalnızca yetişkinlere hitap eden yayınlar ile sınırlı kalmadığı; özellikle “edebi örüntüler” içinde farklı kaynaklardan çocuklara da yansıtıldığı tespitinden hareketle, bu çalışmada bahsi geçen konulara çocuk edebiyatından örnekler ile birlikte değinilecektir.
1923 sonrasının sosyo-politik ikliminde, nüfus ve yoksulluk meselesi dışında, soyut düzlemde, çocukluğa dair “yeni” olduğu iddia edilen bir kurgulama çabasının olduğu belirtilmelidir. Cumhuriyetin ilânını takiben yeni rejimin giriştiği modernleşme ve kalkınma hamlesi içerisinde özellikle “cumhuriyetçi-vatansever çocuk” imgesinin yeri ve önemi büyüktür. Her şeyden önce cumhuriyet, yeni vücuda getirilen bir idare şekli olarak yeni nesillerin inşası ile sosyo-psikolojik bağlamda birlikte düşünülmüştür. Cumhuriyet Türkiye’sinde, çocukluğun politik tahayyülü çerçevesinde öncelikli yer tutan mesele; rejimi ve inkılâpları yerleştirmek, savunmak ve yurdu, dünya ülkeleri arasında maddi ve manevi açıdan “üstün” ve “güvenli” bir mevkide konumlandırmaktır. “Cumhuriyet çocuğu”nun özelliklerini betimleyen tüm resmi /yarı resmi eserlerde ve popüler kaynaklarda, Osmanlı döneminden bu yana süreklilik arz eden anne-baba sevgisi, büyüklere saygı, dürüstlük, çalışkanlık gibi motiflerin dışında geçmiş ile kopuşu açıkça sergileyen ifadelere sıkça rastlamak mümkündür. “Milli pedagoji” eserleri, eğitimcilere ve öğretmenlere yönelik çıkarılan süreliler, ders kitapları ve çocuk edebiyatı, bu süreklilik ve kopuşun analiz edilebileceği temel kaynaklardan en önemlileridir. Özellikle çocuklara hitap eden edebi eserlerin (3) ve elbette bu kapsamda çocuk dergilerinin (4) küçük okuyucular için daha “çekici” olduğu hatırlandığında, sözü edilen yapıtların içerdiği mesajların politik ve sosyo-psikolojik etkilerinin materyallere ulaşabilenler üzerindeki derinliği tahmin edilebilir. (5) Yalnız bu bahiste, özellikle sözü edilen çocuk mecmualarına taşrada ulaşmanın oldukça zor olduğu, dergilerin daha çok İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyük illerde orta sınıf ailelerce satın alındığı da unutulmamalıdır.
Çocukluğun kavramsal sınırları, kolektivist kültürün içinde / onu aşmadan ve büyük ölçüde milliyetçi/kalkınmacı ideoloji tarafından cumhuriyetçi diskur ve simgeler kullanılarak belirlenmiştir. Cumhuriyet çocuğu, imparatorluktan ulus-devlete geçişin tüm “kırılganlıklarını” üzerinde barındırmıştır. “Şarklı” olmaktan bir an önce kurtulup Batı medeniyetinin bir parçası haline gelme, bağımsızlığı tescilleme ve güvenliği konsolide etme projesinin güvencesi olarak görülen çocuklar, ulus-devlet inşası sürecinde resmi diskurun ve popüler türevlerinin gözdelerinden biri olmuştur. Bir başka deyişle; kahramanlık ve savaşkanlıktan çalışkanlığa; dürüstlük ve doğruluktan, tutumluluk ve yerli malı kullanımına, teşvik edilen ve altı çizilen tüm özellikler, resmi ideolojinin belirleyicisi olan milliyetçilik / kalkınmacılık düşüncesi ve militarist öykünmeler ile yakından ilişkilidir. Bu çalışmada cumhuriyetin “makbul çocuğu”nun inşasında etkili olan etnisist vurgulardan militarist argümanlara, iktisadi yönelimlerden kalkınma hedeflerine, cinsiyetçi göndermelerden taşra-kent çatışmasını barındıran ifadelere kadar birçok unsur, dönemin resmi / yarı resmi kaynakları ve özellikle de çocuk edebiyatı dikkate alınarak incelenmeye çalışılacaktır. Teknik açıdan hangi metinlerin çocuk edebiyatı olduğu tartışmasına girmeden, ele alınan dönemde çocuklara “edebi” olarak sunulan ve rağbet gören eserler çalışmanın kapsamına alınmıştır. Bu çerçevede erken cumhuriyet döneminde çocuklar için hazırlanan ders kitapları (bilhassa kıraat-okuma, yurttaşlık, tarih ve coğrafya ders kitapları), yayınevlerinin çocuklar için çıkardığı “eğitici-öğretici” seriler ve kitap dizileri, çocuk edebiyatı içinde düşünülebilecek telif eserler ve çocuk dergilerinden (özellikle Çocuk, Çocuk Duygusu, Çocuk Sesi, Cumhuriyet Çocuğu, Gürbüz Türk Çocuğu Dergisi gibi görece net sosyo-ekonomik ve politik mesajlar içerenler) birinci derecede yararlanılmıştır. Araştırmaya çocuklar için kaleme alınan edebi kaynakların dâhil edilmesinin, dönemin “ideal çocukluk” algılarının farklı yönleri ile ortaya konmasında ve bugüne dair izdüşümlerinin keşfinde yararlı olacağı fikri savunulacaktır. Zira 87 Oğuz’dan Bağrıyanık Ömer’e dönemin bir dizi çocuk edebiyatı örneği, günümüzde halen dolaşımdadır ve zikredilenlerin bir kısmı Milli Eğitim Bakanlığınca özellikle tavsiye edilmektedir. Bunların dışında doğrudan çocuk bakımı ve pedagojisine dair kaleme alınmış incelemeler, makale ve kitaplar da çalışmanın kaynakları arasında önemli bir yere sahiptir. Ebeveynler, öğretmenler ve çocuk eğitiminde rehberlik vazifesi gö-
ren diğer elemanlar için yazılan eserler (süreliler özelinde bilhassa Terbiye, Okul ve Öğretmen, Yeni Kültür), sosyo-politik bağlamı içerisinde ve “ideal çocukluk” algısı ile birlikte düşünerek tahlil edilmeye çalışılmıştır. Son olarak çalışmada kullanılan kaynaklara dair bir noktayı daha açıklığa kavuşturmak gerekir: Bu çalışmada ele alınan döneme ilişkin günlük ve otobiyografi gibi doğrudan öznel olan eserler, metodolojik kaygılar ile bilhassa birincil kaynaklara doğrudan dâhil edilmemiştir. Zira bahsi geçen eserler, kendi içinde kıymetli ve analize değer olmakla beraber hem yakın tarihli başka çalışmalarda kısmen incelenmiştir (6) hem de çeşitlilik, belirsizlik, dağınıklık, sübjektiflik gibi belirgin özellikleri nedeni ile bence politik açıdan hegemon söylemi ve ona konan şerhleri tümüyle açığa çıkarma potansiyelinden görece uzaktır.
Bu çalışmada temel iddiam, Türkiye’de çocukların öznelik potansiyelinin keşfiyle onları politik projelerde nesneleştirme eğiliminin çakıştığı; bu çakışmayla paralel olarak çocukluğun politik inşasının “otorite”ye atfedilen “ontolojik üstünlük” ve doğallaştırılan didaktik üslup çerçevesinde biçimlendiğidir. Varoluşsal olarak tartışılmaz bir yere konan “otorite”, kendisine atfedilen “yanılmazlık vasfı” ile “mutlak iyi” ve “mutlak kötü” kategorileştirmesinin büyük ölçüde tek belirleyicisidir. Güç mesafesinin yüksek olduğu kolektivist kültürün hâkim kodlarına (7) milliyetçiliğin eklemlenmesi ile birlikte temel katalizör fonksiyonunu “Türklük” ve modernite ile bir tutulan “siyasal rejim” üstlenmiştir. Tıpkı İttihat ve Terakki kadroları gibi cumhuriyet seçkinleri de çocukluk özelinde bireyselleşme ve özerk eyleme potansiyelini değil; kolektivist kültürün yeniden üretimini ve lider kültünü desteklemiştir. Devlet ve millet tanımı, sosyo-politik rol dağılımı da büyük ölçüde bu pencereden yapılmıştır. Çocuklar kendi başlarına bir değer olarak kutsanırken bu durum onların büyümüş de küçülmüş olarak tasvir edilmesini engellememiştir. Neticede ortaya hem çocuk ve fakat “çocuktan fazla” –genellikle “otorite” bağlamında çocukça davranmayan– stereotipler çıkmıştır. Bu çalışmada mümkün olduğunca zengin ve ilginç örneklerle yukarıda özetlenen iddia eşliğinde çocukluğun politik inşasına odaklanılacaktır.
(1) Bu konuda bkz. H. Cunningham, “Histories of Childhood“, The American Historical Review, cilt 103, no. 4, Ekim 1998, s. 1195, 1196.
(2) Toplumsal cinsiyet araştırmalarında “ideal baba” üzerine yapılan çalışmaların annelik rollerine ilişkin incelemelerden çok daha az yer kapladığı gerçeğini ifade etmek gerekir. Özellikle Türkçe literatürde bahsi geçen araştırmalar henüz emekleme dönemindedir.
(3) Bu bağlamda küçük bir hatırlatma yapmakta fayda var: Çocuk edebiyatı, sınırları ve içeriği itibari ile tanımlanması zor bir alandır. Bir başka deyişle hangi eserlerin çocuk edebiyatı başlığı altında mütalaa edileceği tartışmalıdır. Fakat yine de çocuk edebiyatı üzerine yapılan akademik araştırmalar dikkate alındığında, genellikle 2-14 yaş grubuna hitap eden ve içerisinde belirli kriterleri barındıran yazılı ve sözlü edebi ürünler, çocuk edebiyatı olarak nitelendirilir. Sözü edilen yaş grubunu 0-16 olarak genişleten görüşler de mevcuttur. Daha ayrıntılı bilgi için bkz. A. F. Bilkan, “Çocuk Edebiyatı – Kavram ve Mahiyet”, Hece, sayı 104-105, Ağustos-Eylül 2005, s. 7-17. Bu çalışmada yaş aralığını geniş tutan ikinci tür bakış açısı temel alınacaktır.
(4) Ele alınan dönemde çocuk dergilerinin satış rakamlarını tam olarak belirlemek oldukça zordur. Psikolog Ziya Talat Çağıl’ın Çocuklar ve Gençler Ne Okuyorlar? (1938) adlı çalışması bize bu konuda ancak sınırlı bilgiler vermektedir. Çağıl’ın Ankara’da 8-18 yaşları arası öğrencilerle yaptığı anket çalışmasının neticesinde çocuk mecmualarının en çok rağbet edilen metinlerin başında olduğu görülmektedir. Bkz. Z. T. Çağıl, Çocuklar ve Gençler Ne Okuyorlar?, Resimli Ay Matbaası, İstanbul, 1938.
(5) Eğitim psikolojisi üzerine yapılan çalışmalar, özellikle tarihi çocuk romanlarının ve hikâyelerinin çocuklar için ders kitaplarına oranla daha ‘etkili bir anlatım’ gücüne sahip olduğunu ortaya koymuştur. Çocukların eserlerdeki kahramanlar ile kendilerini özdeşleştirmesi ve gündelik yaşama dair ayrıntıları görmesi, bu çerçevede edebi eserlerin ‘üstünlüğü’ olarak görülebilir.
(6) Bu çerçevede Bekir Onur’un çalışmalarını özellikle zikretmek gerekir. Onur, çok farklı hayat hikâyelerinden yola çıkarak Türkiye’de çocukluğun sosyo-kültürel tarihi üzerine bilgiler vermektedir. Örneğin bkz. B. Onur, Türkiye’de Çocukluğun Tarihi, İmge, Ankara, 2005; B. Onur, Çocuk, Tarih ve Toplum, İmge, Ankara, 2007 ve B. Onur, Türk Modernleşmesinde Çocuk, İmge, Ankara, 2009.
(7) Bu meseleyi G. Hofstede’in ele aldığı kavramsal çerçeve içinde düşündüğümü belirtmeliyim. Hofstede, güç mesafesinin fazla olduğu toplumlarda genellikle gücün sorgulanmadığını, güce rıza gösterme temayülünün yüksek olduğunu ve ayrıca katılımın düşük olduğunu ifade eder. Türkiye bu anlamda güç mesafesinin yüksek olduğu, kültürel anlamda kolektivist bir toplumdur. Bkz. G. Hofstede, Cultures and Organizations: Software of the Mind, Londra-New York, 1991. Murat Önderman’a bu konudaki aydınlatıcı bilgileri için teşekkür ederim. Bkz. M. Önderman, Türkiye’de Devlet, Sosyal Kontrol ve Öznellik, Filiz Kitabevi, İstanbul, 2007.
Yazarın, Agos gazetesinde yayınlanan “Türkiye, çocukları Türk milliyetçiliğinin taşıyıcısı kıldı” başlıklı söyleşisini okumak isterseniz:
http://www.agos.com.tr/tr/yazi/6999/turkiye-cocuklari-turk-milliyetciliginin-tasiyicisi-kildi