Ali Rıza Avcan
Son günlerde kah Karaburun yakınlarında kah Ege Denizi’nde, zaman zaman da Manisa kırsalında gerçekleşen irili ufaklı depremle korkulu anlar yaşıyoruz.
Birinci derece deprem kuşağında yaşayan bir kent olarak geçmişimizdeki büyük depremlerin tekrar yaşanması ihtimali hepimizi korkutuyor.
Evet, biliyoruz; inşaat teknolojisindeki yeni gelişmeler sonucunda içinde yaşadığımız binalar, köprüler, tüneller eskisine göre daha dayanıklı, daha güvenilir; ama yine de üstünde yaşadığımız zeminin özellikleri nedeniyle esaslı bir depremde güvendiğimiz yapıların da zarar göreceğini biliyoruz.
Üstüne üstlük yaşadığımız bu kentte sanki bu bölgenin özellikleri hiç bilinmiyormuş gibi yeni köprüler, yeni tüneller, yeni viyadükler yapılıyor. Sanki yeraltı tanrısı Hades’e yeni kurbanlar verecek yeni ölüm tuzakları hazırlanıyor.
Bir yanda Konak Tüneli, diğer yanda İzmir Körfezi’nin iki yakasını birleştirecek İzmir Körfez Geçişi Projesi ve sağlam olmayan zemine yapılan ve yapılacak olan yüzlerce gökdelen… Zeminin oynak olduğu Halkapınar gibi yerde yerin altına yapılan İZBAN ve Metro garajları…
Sanki birinci derece deprem kuşağında yaşamıyor gibiyiz… Teknolojiye hayranlıkla gelişen bir sarhoşluk içinde adeta depreme meydan okuyoruz…
Oysa her şey işi öğrenip bilmekle başlıyor…
Bunu yapmak için iç, orta ve dış körfezde, suyun altında ciddi bir araştırma yapmış değiliz… O nedenle de denizin içindeki diri fayları yeterince bilmiyoruz…
Denizin içini araştırmak, haritalamak için ciddi bir çalışma yapmamakla birlikte; bu iş için harcamamız gereken paraları gerekli gereksiz yatırımlarda heba ediyoruz…
1999 yılında yaptırılan Deprem Master Planını (RADİUS) aradan 18 yıl geçmesine, bu arada yeni fay hatları bulunmuş olmasına karşın yenilemiyoruz, ciddi bir deprem olduğunda her bir kurum ve kuruluşa düşen görevleri yeni durumun koşullarına göre tartışmıyor, kendinden emin bir ruh haliyle gelecek olan depremleri bekliyoruz.
Üstüne üstlük kentteki olası bir depremde halkın toplanacağı alanları gözden geçirmiyoruz. Çoğu denizden doldurulmuş alanlarda bulunan bu bölgelerin olası bir tsunami halinde işe yarayıp yaramayacağını tartışmıyoruz.
Varsa yoksa yeni yollar, köprüler, tüneller, viyadükler, yeraltı garajları ve binalar yapıyoruz… Böylelikle İzmir’i köy ya da kasaba olmaktan çıkaracağımızı umuyoruz…
Seçim yatırımlarında kullanmak amacıyla kredi kullanarak aldığımız paraları daha büyük, daha büyük, daha büyük anıtlar, yapılar yapmakta kullanırken eğildiği insan gözüyle bile görülen ve hem içinde hem de altındaki lokanta, restoran ve kafelerde yüzlerce insanın bulunduğu Bostanlı apartmanlarını yıkmaktan kaçınıyoruz.
Ama yarın öbür gün bütün o yaptıklarımız çürük zemin nedeniyle toprağın içine gömüldüğünde, o enkazın altında yüzlerce, binlerce insan ölüp yaralandığında olan biten ve zarar gören tek kişi hep biz, biz İzmirliler olacak…
Ne dersiniz, şu acil olarak talep edip yollara düştüğümüz ADALET’in yanına bir de GÜVENLİK’i de ekleyip daha yaşanılabilir bir kent için bağırmaya ve mücadele etmeye başlayalım mı?