Neil Smith
1990’ların sonunda New York’ta yașanan dört dizi olay neoliberal șehirciliğin temel hatlarının birkaçını ele veriyordu. Birinci olay sermaye ve devlete dairdi. 1998’in son günlerinde New York Belediye Bașkanı Rudy Giuliani kentin en elit kapitalistlerine büyük bir Noel hediyesi olduğunu açıkladı. New York Borsası’nın (NYB) Hudson nehrinin karșı tarafına tașınması “tehlikesi” karșısında Giuliani, güya borsayı kentte tutmak için 900 milyon dolarlık vergi sübvansiyonu açıkladı. Bu, kentin küresel șirketlere ödediği bir dizi “coğrafi rüșvetin” sadece sonuncusu ve en büyüğüydü. Bu sübvansiyon, kent yönetimi ve eyalet tarafından Wallstreet’de NYB için 650.000 metrekare ofis alanı inșa edilmesi için kullanılacak 400 milyon doları içeriyordu. Bu anlașmada finansal ihtiyacın esas mesele olduğuna ilișkin herhangi bir sahte tavıra yer yoktu; çünkü sübvansiyon, borsanın dünya ekonomilerinden benzersiz miktarlarda artık sermaye çektiği bir zamanda gelmiști. Bunun yerine, kent ve eyalet görevlileri bu anlașmayı bir “ortaklık” olarak adlandırdılar. Elbette bundan önce de kamu-özel ortaklıkları gerçekleșmiști, ancak bu seferki iki yönden benzersizdi. İlk -ve en açık- yönü özel sermayeye verilen coğrafi rüșvetin ölçeğiydi: 2001’e gelindiğinde 1 milyar doları așan, bu ölçekteki bir desteğin hiçbir örneği yoktu. İkincisi ve en önemlisi, yerel yönetim bu örnekte tüm düzenleme sahteliklerinden ve özel sektörün bașka türlü kendi bașına elde edemeyeceği sonuçlara yönlendirilmesinden uzak durdu. Bunun yerine, destek kent ve eyalet tarafından yapılan bir yatırım ve “iyi ticari uygulama” olarak meșrulaștırıldı. Tehdidin en iyi ihtimalle altı boș olduğu ve NYB’nın kenti terk etmeyi hiçbir zaman ciddi olarak düșünmeyeceği sadece șunu doğrulamaktadır: yerel yönetim, özel sektörün seçtiği yolu düzenlemek yerine piyasa mantığı tarafından zaten olușturulmuș olan oluklara kendini yerleștirmiș, esasında küresel sermayenin acemi ancak oldukça etkin bir ortağı haline gelmiștir. Dünya Ticaret Merkezi’nin yıkılması yeni borsanın bu alana kurulması için gerçek bir olasılık yaratmıștır.
İkinci olaylar dizisi iș gücünün toplumsal yeniden üretimine dairdir. 1998’in bașlarında, New York Kenti Eğitim Dairesi matematik öğretmeni açığı ile karșı karșıya bulunduğunu, bu nedenle Avusturya’dan 40 genç matematik öğretmeni ithal edeceğini açıkladı. Daha da sıradıșı olan, anadili İspanyolca olan 2 milyondan fazla nüfusun yașadığı bir kentte İspanyolca öğretmeni açığının İspanya’dan öğretmen ithal edilerek giderilmesiydi. Her yıl yurtdıșından lise öğretmeni istihdamı bugün bir rutindir. Hemen hemen aynı tarihlerde, New York Polis Teșkilatı (NYPT) okulların güvenliği görevini Okul Birliklerinden aldığı açıklandı. Bu olaylar bir arada düșünüldüğünde, sadece kentin eğitim sisteminde değil toplumsal yeniden üretim sisteminin genelinde derin bir krize ișaret etmektedir.
Üçüncü olay dizisi sosyal kontrolde esaslı bir yükselișe ișaret etmektedir. 1997’de, Haitili bir göçmen olan Abner Louima’ya karșı korkunç polis vahșeti olayı açığa çıktı. Bundan bir buçuk yıl sonra silahsız bir Gineli göçmen olan Amadou Diallo, evinin girișinde 41 polis kurșunu ile öldürüldü. Louima’nın saldırganlarından ikisi sonunda hapse atıldı, ancak -1990’ların sonunda masum New Yorkluların vurulmasından sorumlu polis memurlarının çoğu gibi- Diallo’nun katilleri tüm cezai yükümlülükten arındırıldı. Bir sonraki yıl, Diallo’nun ölümü nedeniyle ara vermek zorunda kalınan bir hareketle, NYPT vücuda en yüksek zararı vermek amaçlı tasarlanan ünlü domdom kurșunları ile donatıldı. Bu sırada, 1994 ile 1997 yılları arasında New York kent yönetiminin artan polis vahșeti davalarına 96.8 milyon dolar ödediği ortaya çıkarıldı. Dünya Ticaret Merkezi faciasına kadar, New Yorklular artan bir biçimde polis gücünün kontrolden çıktığını hissediyorlardı. Polis sendikasının kötü üne sahip bașkanı bile 1990’ların sonunda görülen kentin baskıcı asayiș stratejilerinin “bir polis devleti ve tiranlık projesi” örneği olma endișesini ifade etti (Cooper 1998: B5; Cooper 1999). Bu olaylar Giuliani’nin “sıfır-tolerans taktikleri” dayatmasının dolaysız sonuçlarıydı, ancak aynı ölçüde, 20.yy’ın büyük bölümüne hükmeden liberalizmden “rövanșçı kent” olarak adlandırılacak bir yapıya doğru kentsel politikada daha büyük bir değișimin parçasıydı (Smith 1996; Swyngedouw 1997).
Dördüncü -ve muhtemelen en merak uyandırıcı olay, kent yönetimin değișen rolü ile ilișkilidir. BM diplomatlarının yerel park kurallarına karșı vurdum duymazlığına kızan ve onları Manhattan’daki trafik sorunun büyük bölümünü yaratmakla suçlayan Giuliani, yasa dıșı park etmiș diplomatik plakalı araçları çekmeye bașlamakla tehdit etti. Artık küçük ve büyük baskıcı politikaları yüzünden alay konusu olan (New York Times’ın kullandığı takma adıyla) “Benito” Giuliani, BM’nin bu ihlallerine göz yuman Birleșik Devletler Eyalet Teșkilatına da bir o kadar kızgındı. Belki de bu Giuliani’nin New York kentinin kendi uluslararası politikasını olușturmasının zamanı gelmiștir dediği nokta idi. (1) Daha temel mesele ise șu idi: sermaye ile devlet arasındaki ilișkiye dair bir yeniden yapılanmanın, toplumsal yeniden üretimde büyümekte olan bir krizin ve yükselmekte olan politik baskı dalgalarının ortasında, değișen küresel ilișkiler ve ulus-devletlerin dramatik biçimde değișen akıbeti bağlamında kentsel pratikler, kültürler ve ișlevlerde de bir yeniden ölçeklendirme de yașanmaktadır.
Bu dört olay 1980’lerden beri doğumuna doğru yavaș yavaș ilerleyen neoliberal șehirciliğin ipuçlarını vermektedir. Neoliberalizm ile oldukça özgün bir șeyi ifade ediyorum. John Locke’dan Adam Smith’e kadar 18.yy liberalizmi iki önemli varsayım etrafında dönmüștür: bireysel çıkarın serbest ve demokratik kullanımının en yüksek toplumsal yararı sağladığı ve piyasanın en iyisini bildiği varsayımı. Bir bașka ifade ile, özel mülkiyet bu kișisel çıkarın temelidir ve serbest piyasa mübadelesi bunun en ideal aracıdır. Wooddrow Wilson’dan Franklin Roosevelt ve John F. Kennedy’e 20. yüzyıl Amerikan liberalizminin piyasa ve özel mülkiyetin așırıklarına karșılık toplumsal tazmini savunduğunu söylemek pek o kadar yanlıș değildir; Amerikan liberalizmi hiçbir șekilde liberalizmin bu temel gerçeklerini ortadan kaldırmadı; aksine o, sosyalizmin meydan okumasına karșı uygun bir yanıt biçiminde, dalgalanmalarını düzenlemeye çabaladığı ölçüde liberalizmin özgül bir parçası olmuștur. Dolayısıyla 20. yüzyılı 21. yüzyıla tașıyan neoliberalizm, sadece ulusal devlet gücünün değil aynı zamanda farklı coğrafi ölçeklerde örgütlenmiș ve yürütülmüș devlet gücünün de daha önce görülmemiș hareketliliği tarafından canlandırılmıș olsa da, liberalizmin orijinal varsayımlarına önemli bir geri dönüșü ifade eder.
Bu doğrultuda sermaye ile devlet, toplumsal yeniden üretim ile toplumsal kontrol arasındaki bağlantılar büyük ölçüde değiștirilmiștir. Ve ana hatlarını henüz görmeye bașladığımız bu dönüșüm, en güçlü șekilde toplumsal ilișkilerin değișen coğrafyası ile -daha somut olarak, “topluluk”, “kentsel”, “bölgesel”, “ulusal” ve “küresel” ile ilișkilendirilmiș eski bileșimlerin yerini alan yeni ölçek bileșimlerini yaratan, toplumsal süreçler ve ilișkilere yönelik bir yeniden ölçeklendirme ile- ifade edilmektedir. Bu yazıda ben sadece neoliberal șehircilik ve küresel olan ile kentsel olan arasındaki ilișki üzerine yoğunlașıyorum. Hiç bir biçimde genel çerçevede diğer ölçeklerin daha az ilgili oldukları gibi bir çıkarsama yapmamakla beraber; küresel ve kentsel değișim arasında kurulmakta olan ve özel bir bağ olarak görünen șey üzerine eğilmek istiyorum. Özellikle, bașlangıçta oldukça ayrı görünecek iki iddiada bulunmak istiyorum. İlk olarak; “küreselleșmenin” ideolojik söylemi aracılığıyla yaygın olarak ifade bulan yeniden biçimlendirilmiș bir küresellik bağlamında, ölçek inșaası kriterlerini bu sefer Asya, Latin Amerika ve Afrika’da üretim süreçlerine ve sıra dıșı kentsel büyümeye yönelik yeniden gündeme getiren, kentsel ölçeğin köklü biçimde yeniden tanımlanması ve aslında yeni bir șehircilik ile karșı karșıya olduğumuzu iddia etmek istiyorum. İkinci olarak, daha çok Avrupa ve Kuzey Amerika’ya odaklanarak, görece yeni soylulaștırma sürecinin bu yeni șehirciliğin merkezi bir özelliği olarak yaygınlaștırıldığını iddia etmek istiyorum. Dolayısıyla, kapitalist kentleșmenin daha geniș tarihi içerisinde neoliberalizmin nasıl yeni biçimler geliștirdiğini açıklayan içiçe iki iddia sunuyorum. Sonuçta burada incelenen iki değișimin aslında bağlantılı olduklarını göstermeyi umuyorum.
Yeni Șehircilik
Saskia Sassen, ustalıkla geliștirdiği bireșimli açıklamalarında (1992, 1998, 2000) yerel mekanın yeni küresellik içindeki önemi üzerine temel bir iddia sunar. Sassen, yerin (place) küreselleștirmeyi olușturan insan ve sermaye dolașımının merkezinde olduğunu ve küreselleșen bir dünyada kentsel mekanlara odaklanmanın beraberinde ulusal ekonomilerin hızla azalan öneminin fark edilmesini getirdiğini ileri sürer. Öte yandan, aynı zamanda küreselleșmenin belirli yerlerde temellenmiș belirli toplumsal ve ekonomik yapılar yoluyla gerçekleștiğinde ısrar eder. Bu, üretimden fi nansa doğru ekonomik değișimle tanımlanan tanıdık bir küreselleșme resmi üzerine oturur. Küresel kentler 1970’lerde, küresel mali sistem önemli ölçüde genișlediğinde ve doğrudan yabancı yatırıma, doğrudan üretici ișlevlere yatırılan sermayenin değil sermaye piyasalarına doğru ve bunlar arasında hareket eden sermayenin hükmetmeye bașladığı zaman ortaya çıktı. Bu da ardından, fi nans ekonomisinin komuta ve kontrol merkezlerinde yoğunlașan yan üretici servislerde önemli bir genișleme üretti, ve yeni kentsel biçimler zenginlik ve fakirlik arasındaki așırı çatallașma, sınıf ilișkilerinde çarpıcı yeniden örgütlenmeler ve yeni göçmen ișgücü akımlarına bağımlılık ile șekillendi. Bu tabi ki, paradigmatic küresel kenttir. 1970’den bu yana, ekonomik güç dengesi “Detroit ve Manchaster gibi üretim mekanlarından, finans ve yüksek derecede özelleșmiș servis merkezlerine kaymıștır” (Sassen, 1992:325).
Sassen’inki, küreselleștirilmiș ütopyaların tasasız iyimserliklerine kabul edilebilir bir alternatif, kentsel ekonomilerin değișen içerikleri hakkında akıllıca bir açıklamadır. Ancak bu açıklama, hem küresel kentleri bağlayan çok daha karmașık bir ilișkiler dizisini ve küresel kent etiketi altında gruplanabilecek çok daha geniș bir kentler dizisini ișaret eden ampirik zeminde (Taylor, 1999), hem de teorik zeminde eleștiriye açıktır. Sonuçta, Sassen’in iddiası mekanların fiilen nasıl inșa edildiği konusunda biraz muğlaktır. Yeterince açıklayıcı değildir. Sanki küresel toplumsal ekonomi; içinde bazı daha küçük kapların, yani kentlerin, yüzdüğü kapların -ulus devletler- bir araya gelmesiyle olușmaktadır. Küreselleșme bu kapların içinde gerçekleștirilen toplumsal ve ekonomik ilișki ve etkinlik türlerinde dramatik bir değișime, kaplar arasında etkinliklerin tekrar paylașımına ve küresel denizdeki çalkantıdan kentlerin hırpalanma düzeyini artıracak șekilde ulusal kaplarda artan bir geçirgenliğe neden olmaktadır.
Ancak bu öngörüde, aslında batması muhtemel bazı ulusal kaplar haricinde, aralarındaki ilișkiler değișirken bile kapların kendileri oldukça bozulmadan kalmaktadır. Brenner’in (1998:11) ifade ettiği gibi, Sassen’in açıklaması “șașırtıcı biçimde devlet-merkezci” kalmaktadır. Burada, yeni bir küresellik bağlamında kapların kendilerinin temelden yeniden șekillendirildiği yeni bir șehirciliğin ortaya çıkıșını deneyimlediğimizi iddia etmek istiyorum. “Kentsel” olan küresel olan kadar dramatik bir biçimde yeniden tanımlanmaktadır, eski kavramsal kaplar -kentsel olanın ne olduğuna dair 1970’lerdeki varsayımlarımız- artık su tutmamaktadır. Kentsel ișlev ve etkinliklerin yeni bileșimi ulusal ve küresel olan karșısında sadece kentin yapısını değil, -kelime anlamıyla- kentsel ölçeği neyin olușturduğunun tanımının ta kendisini değiștirmektedir.
Kentler tarihsel olarak, olușum ve dönüșümlerinin tarihi ve coğrafyasına bağlı olarak, askeri ve dinselden siyasi, ticari, sembolik ve kültürele uzanan bir dizi ișlevden birkaçını birden yerine getirmișlerdir. Benzer șekilde, kentsel olanın ölçeği belirli toplumsal coğrafyaları ve tarihleri yansıtmıștır. Endüstriyel kapitalizmin gelișimi ve genișlemesi ile, kentsel olanın ölçeği artan biçimde ișgücünün günlük göçünün coğrafi sınırları tarafından belirlenirken, gelișen kentler sermayenin güçlü merkezileșme dürtüsünü daha da çok yansıtmaktadır. Diğer bir deyișle; kent bașka hangi ișlevleri yerine getirirse getirsin, bașka hangi etkinlikleri barındırırsa barındırsın, üretim ve yeniden üretim arasındaki toplumsal iș bölümü aynı zamanda bir mekansal bölüșüm haline geldiği sürece ișgücünün toplumsal yeniden üretiminin toplumsal ve mekansal örgütlenmesi ișçi sınıfı nüfusunun temini ve bakımı- kentsel ölçeğin belirlenmesinde kilit rol oynamaktadır. Her șeyden öte, modern kentin ölçeğinin belirleyicisi oldukça sıradandır: ișçilerin ev ile iș arasındaki yolculuklarının coğrafi sınırlarının çelișkili saptaması (Smith 1990: 136-137).
Devletin konuttan sosyal yardıma ve ulașım altyapısına kadar sosyal yeniden üretimin büyük bölümünü üstlendiği gelișmiș kapitalizmin Keynezci kenti; kentsel ölçekle toplumsal yeniden üretim arasındaki bu kesin ilișkinin doruk noktasını göstermiștir. Bu, kentsel devrimden (Lefebvre 1971) kentsel krize (Harvey 1973) ve Castells’in (1977) kentsel olanın toplu tüketim üzerinden tanımında 1960lardan beri Avrupa ve Amerikan kent kuramcılarının çalıșmalarında tutarlı biçimde yer almıș ve feminist kent kuramının sürekli ilgilendiği (Hansen ve Pratt 1995; Katz 2001; Rose 1981) bir temadır. Aynı derecede sermaye birikiminin de merkezi olan Keynezci kent, bir çok yönden her bir ulusal sermaye için birleșik bir istihdam ve sosyal yardım alanıydı. Gerçekten de 1960 ve 1970’lerin dile getirilen kentsel krizi geniș bir biçimde; ırkçılığın, sınıf sömürüsünün, ataerkilliğin ișlevsizliği ve birikim kriteriyle elde edilmiș kentsel biçim ile toplumsal yeniden üretimin etkinliği yönünden meșrulaștırılmak zorunda olan kentsel biçim arasındaki çelișkilerle ilișkilendirilerek, toplumsal yeniden üretimin bir krizi olarak yorumlanmıștır.
Șimdi bir adım geriye gelelim ve “küreselleșme” sorusunu ele alalım, çünkü eğer küresel kentlerden bahsediyorsak muhtemelen bunların tanımı bu süreçle bağlantılıdır. 21.yy’ın bașında küreselleșen tam olarak nedir? Bugünün hangi yönü yenidir? Kușkusuz küreselleșen meta sermayesi değildir; hem Adam Smith hem de Karl Marx bir “dünya piyasası”nın mevcudiyetini tanımıșlardır. Aynı șekilde, küreselleșen fi nans sermayesi de olamaz. Küresel finansal değișimin düzeyleri, 1890’lar ile I. Dünya Savașı arasındaki dönemin düzeylerine ancak bugün tekrar ulașmaktadır. 1944’den sonra kurulan Bretton Woods kurumları, özellikle IMF, durgunluk ve savașla kesilen küresel finansal akımları yeniden canlandırmak ve düzenlemek amacı ile kurulmușlardır. Bu tarihsel bakıșın ıșığında, 1980’lerden bu yana borsanın ve döviz piyasalarının küresel yayılımı ve mali kontrolün büyük ölçüde serbestleștirilmesi küreselleșmenin nedeni olmaktan çok onun bir sonucu niteliğinde olabilir. Bilgisayar ve benzersiz göç çağında kültürel imajların küreselleșmesi oldukça güçlü olsa da, zaten varolan kültürlerarası ilișkinin boyutları göz önünde bulundurulduğunda kültürel küreselleșmenin yeniliği iddiasını sürdürmek zordur. 1980’lerden uzun zaman önce bütün “ulusal” kültürler az ya da çok melezdi. Sonuçta elimizde sadece üretim sermayesi kalmaktadır ve küreselleșme ne kadar yeni bir șeyi müjdeleyebilirse, yeni küresellik ekonomik üretimin artan șekilde küresel -ya da en azından uluslararası- olan ölçeğidir șeklinde iyi bir açıklama yapılabileceğini düșünüyorum. 1970’lerde tüketim mallarının çoğu yerinde tüketilmesi ya da bașka bir ulusal pazara ihraç edilmesi için halen bir ulusal ekonomi içinde üretiliyordu. 1990’lara gelindiğinde ise bu model terk edilmiști. Belirli ürünlerin kesin üretim alanlarını teșhis etmek gittikçe daha zor hale geldi ve ekonomik coğrafyanın eski söylemi artık anlamını yitirmiști. Otomobil, elektronik eșya, giyim, bilgisayar, biyomedikal ve birçok bașka sektörde, yüksek ya da düșük teknolojiyle artık üretim ulusal sınırları așarak örgütlenmekte, ulusal “ithalat” ve “ihracat” soruları yerini üretim sürecine içsel küresel ticaret sorularına bırakmıștı. “Ulusal sermaye” fikri bugün pek bir anlam tașımamaktadır çünkü ulusal sınırlar üzerinden küresel ticaret artık firma içidir: șirketlerin kendi üretim ağları içinde gerçekleșmektedir.
Ekonomik yönden bakıldığında, ulusal düzeyde örgütlenen devletlerin güçlerinin așınmakta olduğu konusunda çok az șüphe bulunmaktadır. Bu, kesinlikle bir “sıfır toplam” ölçek anlayıșına atıfta bulunmamaktadır (Brenner 1998; MacLeod 2001), veya ulus devlet ortadan kalkıyor gibi basit bir iddia değildir. İlk olarak ulusal ölçekli gücün politik ve kültürel gücü aslında hiç de așınmamakta ve belki de bazı yerlerde güçlenmektedir. İkincisi, Malezya ya da Zimbabwe’den oldukça farklı bir kadere sahip olan ABD ve Çin düșünülürse; ulusal ölçekte ekonomik gücün așınması oldukça dengesizdir ve mutlaka evrensel değildir. Örneğin, Meszaros (2001) ABD devletinin tutkusunun küresel bir devlete dönüșmek gibi görünmediğini ve “terörizmle savaș” vahșetinin -gerçekte küresel hegemonya için bir savaș (Smith yayınlanacak)- bu analizi doğruladığını savunmaktadır. Yine de ulusal ölçekteki artmıș ekonomik geçirgenlik kaynakları yadsınamaz: iletișim ve mali serbestleșme sermayenin coğrafi hareketliliğini genișletmiș; benzersiz ișgücü göçleri yerel ekonomileri yerel ișgücüne otomatik bağımlılıktan uzaklaștırmıș; ulusal ve yerel devlet (kent yönetimleri dahil) iğneyi sermayeye çuvaldızı ise ișgücüne batırarak ve toplumsal yeniden üretime verdikleri desteği geri çekerek cevap vermișler; ve son olarak, sınıf ve ırk temelli mücadeleler büyük ölçüde azalmıș; ve nüfusun, ekonominin yeniden yapılandırılması ve içi boșaltılan sosyal hizmetler sayesinde artan nüfusun bu bölümünü yüz üstü bırakmak için yerel ve ulusal hükümetlere fırsat çıkmıștır. Özellikle ABD de, ișçi sınıfı ve azınlık nüfuslarının kitlesel izolasyonu, rövanșçı kentin ulusal halidir. Görece düșük düzeylerde mücadele 1992 Los Angeles ayaklanmalarına karșı devletin, 1960’lardaki ayaklanmaların ardından ıslahçı -fakat ataerkil yanıtla dramatik bir zıtlık tașıyan, uygulamada yanıtsızlıklıklarında can alıcı idi.
Sonuçta karșılıklı olarak birbirlerini destekleyen iki değișiklik kentlerin ișlevlerini ve aktif rollerini yeniden yapılandırdı. İlk olarak, daha önce (alt ulusal) bölgesel ölçekte yer seçen üretim sistemleri gittikçe artan șekilde belirleyici ulusal bağlamlarından koparıldılar; ve bu sadece 1970 ve 1980’lerdeki endüstrisizleșme dalgası ile değil, aynı zamanda mevcut ölçek hiyerarșisinin yeniden biçimlendirilmesinin bir parçası olarak toptan bölgesel yeniden yapılandırma ve yıkım ile de sonuçlandı. Sonuç olarak üretim sistemleri küçültüldü. Üretimin mekanı artan șekilde daha büyük bölgeler yerine genișleyen metropoliten merkezlerde odaklanmakta: tersi beklenirken, metropoliten ölçek yine bölgesel ölçeğe hükmetmektedir. Örneğin Amerika’nın Kuzeydoğu ya da Ortabatı bölgeleri, İngiliz Midlands ve Alman Ruhr’un -modern endüstriyel kapitalizmin klasik coğrafi meyveleri- yerinde Sao Paulo ve Bangkok, Mexico City ve Șanghay, Mumbai ve Seul bulunmaktadır. Geleneksel endüstriyel bölgeler 19.yy ve 20.yy’ın büyük bölümünde ulusal sermayenin omurgası iken, bu yeni ve dev kentsel ekonomiler artan șekilde küresel üretimin platformlarıdırlar. Üretimin metropoliten ölçeğe doğru yeniden ölçeklendirilmesi küresel değișimin bir ifadesidir; aynı zamanda, yeni șehirciliğin kalbinde yatmaktadır.
Ulus devletler, gelișmiș kapitalist ekonomilerde 20. yüzyılın ortalarına hükmeden liberal kentsel politikalardan artan bir biçimde uzaklașırken, bunun doğal sonuçları da yașanmaktadır. ABD’de Bașkan Ford’un (Meșhur Daily News manșeti “Ford’dan kente: Düșüp Öl” ile ölümsüzleștirilen) derin bir mali kriz içine giren New York’a yardım etmeyi reddetmesi, ardından Bașkan Carter’ın 1978’de bașarısızlıkla sonuçlanan kentsel plan girișimi, kentlerden kopan ve bağımsızlașan bir ulusal ekonominin sinyallerini verdi. Liberal kentsel politikanın pürüzsüz ve düzenli olmayan toptan terki, Clinton’un 1996’da alaycı bir șekilde sosyal refah sistemini kesmesine doğru gidiyordu. Sonuçları genellikle daha yumușatılmıș ve sayısız biçim almıșsa da, değișimin rotası en zengin ekonomilerin çoğunda benzerdir (Fakat İtalya -her ne kadar ulusal devlet gücünün bir bölümü Avrupa Birliği’ne devredilmișse de- bir istisna olabilir).
Burada mesele, ulus devletin zorunlu olarak zayıflatıldığı ya da siyasi ve ekonomik gücün mekansallığının bir ölçüde daha az güçlü olduğu değildir. Bu iddia -küresel gücün bugün belirli bir yerden daha çok bir ekonomik bağlantılar ağında yerleștiği iddiası- Hardt ve Negri’nin İmparatorluğu’ndaki (2000) etkileyici incelemelerde somutlașmıștır, ancak bu incelemeler finans sermayesi ile kahinlik yapma ve iktidarın ekonomik faaliyetlerin ve siyasi kontrolün mekanda zorunlu sabitlenmesi ile gelen çelișkilerine karșı bir körlükle kusurludur. Daha önce ulusal ölçekte örgütlenmiș belirli ișlev ve etkinlikler kesinlikle hiyerarșide așağıda ve yukarıda bulunan diğer ölçeklere dağıtılmıștır. Ancak aynı zamanda, ulus devletler piyasanın dıșsal tamamlayıcıları olmak yerine daha saf, yerel temelli ekonomik aktörleri olarak kendilerini yeniden tanımlamaktadırlar. Ölçeklerin belirlenmesi toplumsal gücün ana unsurlarını yapılı fiziksel çevre içinde cisimleștirdiği ölçüde (kim yetkilidir ve kim kısıtlanmıștır, kim kazanır ve kim kaybeder), toplumsal ve ekonomik yeniden yapılandırma, aynı zamanda mekansal ölçeğin yeniden yapılandırılmasıdır (Brenner 1998; Smith ve Dennis 1987; Swyngedouw 1996,1997).
Bu cilde çeșitli katkıların önerdiği gibi neoliberal șehircilik; ișlevlerde, faaliyetlerde ve ilișkilerdeki daha kapsamlı yeniden ölçeklendirmenin ayrılmaz bir parçasıdır. Bu, toplumsal yeniden üretim hakkında soru ișaretleri pahasına, üretim ile finans sermayesi arasındaki bağ üzerine bir vurguyu beraberinde getirmektedir. Sorun toplumsal yeniden üretimin örgütlenmesinin artık kentsel ölçeğin tanımını belirlemiyor olması değil, bunu gerçekleștirme gücünün önemli ölçüde tüketilmiș olmasıdır. Avrupa’da ve özellikle ABD’deki banliyö yayılımı üzerine kamusal tartıșma, Avrupa’daki kentsel “yenileme”yi destekleyen yoğun kampanyalar ve ortaya çıkan çevresel adalet hareketleri; sadece toplumsal yeniden üretim krizinin tamamen mekansallaștığını değil; tersi olan kentsel mekan üretiminin bu krizi kapsar duruma geldiğini de öne sürmektedir. Kentsel ölçeğin üretimi ile değerin etkin genișlemesi arasında bir bağlantı bulunmaktadır ve yanlıș ölçeklendirilmiș bir șehircilik sermaye birikimine ciddi șekilde engel olabilir. Günlük ev-iș yolculuğu krizi bu krizin merkezinde yer almaktadır. Daha önce kentlerin coğrafi genișlemesinin insanları evden ișe ve tekrar evlerine götürme güçlerini aștığı yerlerde, sonucun sadece kentsel kaos değil aynı zamanda ekonomik uyumun kalbine giden “soyut ișgücünün evrenselleștirilmesinde parçalanma ve dengesizlik” olduğunu düșünmüștüm. Coğrafi biçim ile ekonomik süreç arasındaki bu çelișki șüphesiz sürerken; Asya’nın, Afrika’nın ve Latin Amerika’nın birçok yerindeki kentlerden elde edilen veriler farklı bir tablo sunmaktadır. Örneğin, Sao Paulo’ya günlük ev-iș yolculuğu bir çokları için 3:30 da bașlayabilmekte ve iki yönde de 4 saati așabilmektedir. Zimbabwe’de Harare kentinde, kent çeperindeki siyah semtlerden ev-iș yolculukları yine her iki yönde 4 saat sürmekte, ve bu durum ișçilerin ev dıșında 16 saat geçirdiği, geri kalan zamanın çoğunda uyudukları bir iș gününe yol açmaktadır. Aynı ișçiler için ev-iș yolculuğunun ekonomik yükü de, kısmen Dünya Bankası’nın isteği ile gerçekleșen ulașım özelleștirmesi sonucunda, dramatik biçimde artmıștır: 1980’lerde haftalık gelirin % 8 kadarına mal olan ev-iș yolculukları, 1990’ların ortasına gelindiğinde % 22 ila % 45’ini gerektirmektedir (Ramsamy 2001: 375-377).
Bunun nedeni nedir? Birçok iyi niyetli plancı uygun altyapı eksikliğini suçlamaktadır ve bu yadsınamaz bir konudur. Ancak, eğer bir önceki soyutlama düzeyine geri dönersek, bu metropollerin merkezlerinde sermayenin merkezileșmesine eșlik eden dramatik arazi değeri artıșı ile bu sermaye merkezileșmesinin üstüne inșa edildiği ișçilerin acınacak maașlarına bağlı olarak yașamaya zorlandıkları marjinal ve kentdıșındaki semtler arasında temel bir coğrafi çelișki bulunmaktadır. Yine de, olağanüstü biçimde, düzensiz ve meșakkatli ev-iș yolculukları henüz bir ekonomik çöküșe yol açmamıștır; ekonomik üretimin istekleri -ve özellikle ișçilerin ișyerine ulașabilmeleri ihtiyacı- toplumsal yeniden üretim gerekliklerinden kaynaklanan sıkıntılardan önceliklidir. Neredeyse çekilmez ev-iș yolculuğunun etkileri henüz ekonomik üretimi tehlikeye atmamıștır. Bunun yerine, bir “çaresiz esneklik” yaratmıș ve Katz’ın (yayımlanacak) “parçalayıcı gelișmeler” olarak adlandırdığı daha kapsamlı toplumsal çöküșün içine yedirilmișlerdir.
Bu nedenle kentsel ölçeğin ve ișlevin bileșik yeniden yapılandırılmasının vardığı son nokta, geleneksel üretim temelli bölgelerin parçalanmasının ve toplumsal yeniden üretimin kentsel ölçekte artan yer değiștirmesinin sancılı, muhalefet yaratmadan gelip geçemeyecek, ama aynı zamanda kısmi olduğu gelișmiș kapitalizmin eski kentlerinde bulunmaz. Aksine, Keynesçi refah devletinin tam olarak kurulamadığı, kent ile toplumsal yeniden üretim arasındaki tanımlayıcı bağın hiçbir zaman çok iyi olmadığı ve eski biçimlerin, yapıların ve kentsel çevrenin daha az ayak bağı olduğu Asya’nın, Latin Amerika’nın ve Afrika’nın bazı bölümlerinin büyük ve hızlı büyüyen metropollerinde bulunur. Bu metropoliten ekonomiler yeni bir küreselliğin üretim merkezleri haline gelmektedirler. Kuzey Amerika, Avrupa, Okyanusya ve Japonya’daki savaș sonrası banliyöleșmeden farklı olarak; erken 21.yüzyılın dramatik kentsel gelișimi açıkça toplumsal yeniden üretim yerine toplumsal üretim tarafından yönlendirilecektir. Bu bakımdan, en azından, Lefebvre’nin kenti ve kentsel mücadeleleri toplumsal yeniden üretime dayanarak yeniden tanımlayan bir kentsel devrim ilanı -ya da Castells’in kentsel olanı toplu tüketime dayanarak tanımlaması- tarihin sayfalarında unutulacaktır. Eğer, Harvey’in (1985: 202,209) bir zamanlar gözlemlediği gibi, Keynesçiliğin gelișmesi ile “arz yönlü kentleșmeden talep yönlü kentleșmeye doğru” “kapitalizm vites değiștirdi” ise, 21. yüzyıl șehirciliği potansiyel olarak bu değișimi tersine çevirmektedir.
Ölçeğin yeniden yapılandırılması ve kentsel ölçeğin temkinli bir șekilde yeniden güçlendirilmesi -Giuliani’nin beș ilçelik bir dıș politika tutkusu- sadece neoliberal șehirciliğin bir kolunu ifade etmektedir. Bu, “toplumsal kimliklerin olușumunda kentler devletlerin yerini almaktadır” iddiasını öne süren siyasi coğrafyacı Peter Taylor’un (1995: 58) daha kültürel biçimde tariflenmiș hassas değerlendirmesi ile bütünleșir. Sao Paulo ve Șanghay, Lagos ve Bombay gibi kentler, sadece büyüklük ve ekonomik faaliyet yoğunluğu yönünden değil -zaten bunu bașarmıșlardır- esasen küresel ekonominin kuluçkaları, yeni kentsel biçim, süreç ve kimliğin öncüleri olarak daha geleneksel kentsel merkezlere meydan okuyabileceklerdir. Hiç kimse 21. yüzyılın kent devletler dünyasına bir geri dönüșe sahne olacağını ciddi olarak iddia etmemektedir -ancak kentsel politik ayrıcalıkların bölgeler ve ulus devletlerden geri alınması görülecektir.
Sonuçta, kentsel olanın toplumsal yeniden üretim yerine toplumsal üretimle yeniden tanımlanması hiçbir șekilde toplumsal yeniden üretimin kentsel yașamdaki önemini azaltmamaktadır. Tam tersine: devletin sorumluluklarının tamamen gözden çıkarılması sonucunda toplumsal yeniden üretim üzerine mücadeleler daha da önem kazanmıștır. Ancak devletin bu alandan çekilmesi toplumsal kontrol yönünden artan devlet etkinliği ile örtüșmektedir. New York’un rövanșçı kente dönüșümü yalıtık bir olay değildir, ve küresel ve yerel coğrafyaların yeniden ölçeklendirilmesi bağlamında daha otoriter devlet biçimlerinin ve pratiklerinin ortaya çıkıșını anlamak zor değildir. Swyngedouw’a (1997:138) göre, piyasa mantığının içi boșaltılmıș refah devletinin yerine konması, nüfusun önemli bir bölümünü kasten dıșlamakta, ve sosyal direniș korkusu yoğunlașan bir devlet otoriterliğini tetiklemektedir. Aynı zamanda yeni kentsel ișgücü artan bir biçimde, gittikçe küçülmekte olan devletin ekonomik mantığına tam entegre edilememiș marjinal ve yarı zamanlı ișçilerden ve kültürel ve politik ağları -sosyal yeniden üretim araçlarının bir parçası olan- alternatif sosyal pratik normları ve alternatif direniș imkanları sunan göçmenlerden olușmaktadır.

Özet olarak, yapmaya çalıștığım șey New York, Londra ve Tokyo gibi kentlerin, küresel kentsel yerler ve yüksek finans hiyerarșisinde güçsüz olduklarını iddia etmek değildir. Bu merkezlerde finans ve diğer komuta fonksiyonlarının yoğunlaștığı inkar edilemez. Bunun yerine, bu gücü bir bağlama oturtmaya ve finans sermayesinin mutlaka üstün olduğu varsayımını sorgulama yoluyla kentlerin “küresel” olarak nitelendirilmesinin kriterini sorgulamaya çalıșıyorum. Eğer anılan küreselleșmenin ilk adımda üretimin küreselleșmesine yol açtığı iddiasında bir gerçeklik payı varsa, küresel kenti olușturanın ne olduğu konusundaki değerlendirmemiz herhalde bu iddiayı yansıtmalıdır.
Kaynak: N. Smith, “New Globalism, New Urbanism: Gentrification as Global Urban Strategy“, N. Brenner ve N. Theodore (der) Spaces of Neoliberalism: Urban Restructing in North America and Western Europe içinde, 2002, Blackwell: UK.
(1) Küresel ölçekli bu kent tabanlı dış politika nosyonu, Barselona eski belediye başkanı Pasqual Maragal tarafından New York’ta düzenlenen uluslararası konferansa sunulan sosyal demokrat önerilerden bilinçsizce alınmıştı. Giuliani katılmayı reddetmiş ancak fikirlerini yine de kullanmıştır.
Devam Edecek
* Planlama Dergisi, Sayı 2006/2 s. 13-27