2025 Eylül ayının 12’si ile 21’i arasındaki hafta, İzmir Büyükşehir Belediyesi‘nin bilgisiz, tecrübesiz ve liyakatsiz basın danışmanı gazeteci Elif Demirci İşleğen‘le onun kocası olduğu için belediye şirketlerinden İZTARIM‘ın genel müdür yardımcısı yapılan gıda teknikeri Tamer İşleğen‘in büyük bir cehalet ve küstahlıkla telefon ve sosyal medya üzerinden bana ve gazeteci dostlarım Süleyman Gençel ile Serdar Öztürk‘e yönelttikleri mafyavari tehditler, İzmir Cumhuriyet Başsavcılığı‘na yaptığım şikayetle sonuçlanmış, ardından aynı basın danışmanının İçişleri Bakanlığı‘ndan istifa ederek ayrıldığım dönemden önce Fethullah Gülen Cemaati ile nasıl mücadele ettiğimi bilmeden; yani, bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olduğunu sanan biri olarak, benim kendilerine FETÖ‘vari yöntemlerle saldırdığım iddialarıyla geçmiş; böylelikle, söz konusu basın danışmanının Doğan ve yandaş Demirören Haber Ajansı‘ndaki pozisyonuyla bağlantılı olarak Binali Yıldırım‘ın İzmir büyükşehir belediye başkanı olması için çalıştığı dikkate alındığında, yakasına AKP rozetini takmadan AKP felsefe ve politikaları doğrultusunda emek düşmanı sağ politikaları hayata geçiren CHP‘li İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Cemil Tugay ile bu politikaların asıl sahibi AKP arasında köprü vazifesi gördüğünü, belediye başkanının CHP‘nin sol felsefe ve programına aykırı bir çizgi izlemesinde ne ölçüde etkili olduğunu büyük bir üzüntüyle görüp anlamıştık.
Ancak o haftaları izleyen 22-28 Eylül haftası, benim için önceki haftalara inat heyecan, coşku ve gururla dolu günlerle, toplantı ve övgülerle geçti…
Harbiye Askeri Müzesi
Gururla dolu üç gün…
Çünkü 113 yıl önce, 22 Ekim 1912 tarihinde Şile Taburu 4. Bölük çavuşu olarak 1. Balkan Savaşı‘nın 5. gününde Edirne‘nin Süloğlu ilçesine yakın Geçkinli mevkiinde şehit olup daha sonra aynı yerde yapılan Geçkinli Şehitliği‘ne defnedilen dedem Ali Çavuş oğlu Rıza Çavuş, diğer bir deyişle adlarını aldığım 1853, Samum doğumlu Ali Çavuş‘un oğlu 1881 İstanbul ili Şile ilçesi Kaşbaşı köyü doğumlu Rıza, geçtiğimiz aylarda Milli Savunma Bakanlığı tarafından hatırlanarak bir anda “isimsiz kahraman” olmaktan çıktı ve her yıl yapılan “Türkiye Şehitlerini Anıyor” etkinliği kapsamında 24 Eylül 2025, Çarşamba günü İstanbul Harbiye Askeri Müze ve Kültür Sitesi Komutanlığı‘nda adına yapılan askeri bir törende anılarak hem biz ailesini onurlandırdı, hem de kıyıda köşede kalmış toplumsal itibarına yeniden kavuştu.
22 Eylül 2023 tarihinde ziyaret ettiğim Edirne, Süloğlu Geçkinli Şehitliği…
O nedenle, 23-25 Eylül 2025 tarihleri arasında İstanbul‘da Milli Savunma Bakanlığı Kültür Sanat Dairesi Başkanlığı ile Harbiye Askeri Müzesi tarafından “şehit torunu” unvanıyla ağırlanan ablam ve yakın akrabalarımla birlikte törene katılarak doğmadan önce babasını kaybettiği için onu tanımayan babam ve tüm aile adına bu kahramanı 113 yıl sonra anıp ona ve diğer kahramanlara olan borcumuzu ödemeye çalıştım.
Harbiye Askeri Müzesi
Ancak sözünü ettiğim bu tören öncesinde konusunda uzman tarihçi rehberlerin eşliğinde, II. Abdülhamid tarafından yaptırılıp 1936 yılına kadar Harbiye olarak kullanılıp Mustafa Kemal Atatürk‘ün de okuduğu, şimdilerde ise Milli Savunma Bakanlığı Yönetim Hizmetleri Genel Müdürlüğü bünyesindeki Kültür Sanat Dairesi Başkanlığı‘na bağlı 18.600 metrekare büyüklüğündeki Harbiye Askeri Müze ve Kültür Sitesi‘ni gezerek burada sergilenen 5.000 adet askeri malzeme konusunda bilgi aldık, “Kahraman nefer Seyyid onbaşı topu” olarak adlandırılıp bir zamanlar Foça ve Karşıyaka‘da sergilenen 170 ton ağırlığındaki Krupp marka 1889 tarihli muhteşem topu gördük, sergilenemeyen 50.000 adet malzemenin ise depolarda bulunduğunu, oldukça yıpranıp duvarlarında çatlaklar oluşan tarihi yapının gelecek yıl restorasyona gireceğini öğrendik.
Şehit’e saygı ve sevgi…
Üst düzeydeki askeri yöneticilerle birlikte törene katılan Milli Savunma Bakan Yardımcısı Musa Heybet‘le gazilerden ve öğrencilerden oluşan kalabalık topluluğa yaptığım konuşmada ise ailesinde bir şehit, bir üstün hizmet madalyası almış gazi ve çete savaşlarında aldığı beynindeki kurşunla evine dönüp ölen meçhul bir gazinin; ayrıca, 1911-1922 döneminde o tarihlerde “Kocaili“ne bağlı Şile‘den Trablusgarp, Balkan, I. Dünya Savaşı‘nın Çanakkale, Galiçya, Yemen, Filistin, Irak, Romanya, Makedonya, Kafkas ve Şark cepheleriyle Kurtuluş Savaşı‘na giden Şile Yeniköylü Dimitri Anastas ve Vasil Hristo olmak üzere, 2’si Rum, 146’sı Müslüman Türk olmak üzere toplam 148 şehidin evladı olarak silahlarla dolu bir salonda barışın ülkeler, halklar ve insanlar için geçmişte ve günümüzde ne kadar gerekli olduğuna vurgu yaparak toplantıda yer alan ya da almayan her gencin henüz büyükleri hayattayken kendi ailelerindeki kahramanları araştırarak bizlere anlatması gerektiğini ifade etmeye çalıştım.
Askeri yasaklara rağmen bir zamanlar basketbol devi ve İstanbul itfaiye müdür yardımcısı olan akrabamız 90’lık dev sevgili Ayhan Şengürbüz abim ve ablam Özden Şarlayan‘la birlikte tören sonundan bir anı….
Bu törenin bitiminde halka açık sunulan Mehter Töreni sırasında da orada bulunan üst düzey subaylara 1886 yılında doğup 1928 yılında İzmir, Güzelbahçe Kilizman mevkiinde bir kaza kurşunu ile vefat eden ve harp akademilerinde uzun yıllar askeri strateji konusunda dersler veren harp tarihçisi Bursalı Yarbay Mehmet Nihat Bey‘in Balkan Savaşları’nı anlattığı 4 ciltlik kitabının muhakkak Türkçe’ye kazandırılarak yayınlanması; ayrıca, Milli Savunma Bakanlığı Bakan Yardımcısı Musa Heybet‘e ise işgalin ve savaşın başlayıp bittiği, Kurtuluş ve Kuruluş‘un gerçekleştiği İzmir‘de Ulusal Kurtuluş Savaşı ile ilgili tek bir müzenin bulunmadığından bahisle ayrı bir askeri müzenin açılması talebinde bulundum. Bu talebim Musa Heybet tarafından hararetle kabul görerek yanında bulunan paşaya talimat vermesi ile netlik kazandı. Tabii ki siyasetçilerin verdiği bu türden sözlerin takip edilmediği sürece gerçekleşmediğini bilen bilinçli bir yurttaş olarak, hepimizin bundan böylesi bu talebe sahip çıkarak bu kentin varlık nedeni olan bir konuda, özellikle de mutfak ya da maske müzesi gibi müzelerden önce barış dilini kullanan Ulusal Kurtuluş Savaşı ile ilgili yeni bir müzeye kavuşması için mücadele etmesi gerektiğini düşünüyorum.
Ailemize verilen onur belgesi ve şehit dedem o tarihlerde madalya ile taltif edilmediği için 113 yıl sonra onun adına verilip madalya yerine geçen künye levhası….
Meçhul kahramanı bize hatırlatanlar…
Son bir söz olarak da bu konunun bana intikal ettirildiği 25 Ağustos 2025 tarihinden 25 Eylül 2025 tarihine kadar bir aylık süre içinde benimle yazışıp görüşen, her düzeyde yardımcı olan; daha doğrusu “pamuklar içinde bizi ağırlayan” tüm komutanlara, subaylara, sivil memurlara, erlere, özellikle de terhisine 37 gün kalan Bergamalı asker arkadaşıma, Marmara Üniversitesi mezunu tarihçi rehber arkadaşıma, bana bu konuda bilgi verip ilerleyeceğim yolu çizen sevgili Halim Salih Özkan Bekdemir‘e, mihmandarımız olarak bize yardımcı olan Ege Ordu Komutanlığı‘ndan sevgili Tunahan‘a ve İstanbul Merkez Komutanlığı‘ndan üsteğmen sevgili adaşım Rıza‘ya, her şeyimize koşup arkadaşlık yapan sivil memur Bülent Bey’e, Ankara‘dan gelip ablamla birlikte söyleşip videomuzu çeken Mehmetçik Vakfı görevlisi Mustafa Akdemir‘e, Ege‘deki milli mücadelenin Türk edebiyatına yansıması konusunda doktora tezi hazırlamakta olup Harbiye Askeri Müzesi yöneticisi olarak töreni büyük bir başarı ile sunan Öğretmen Albay Tolga Hasan Bezek‘e ve Harbiye Askeri Müzesi Yöneticisi Piyade Albay Sabahattin Boyan‘a, hayatım boyunca mesafeli yaklaştığım askerlerden ve askeriyeden beklemediğim üstün bir performansla bizi büyük bir saygı ve ilgiyle ağırladıkları için kendilerine teşekkür ediyor, meslek hayatlarıyla özel yaşamlarında başarılar diliyorum…
Bu coğrafyada, bu topraklarda yaşayıp çalışan insanların özgür olması için hayatlarını armağan eden tüm şehitleri, tüm kahramanları unutmayıp hatırlamak dileğiyle…
Not 1 – Askeri müze içinde fotoğraf ve video çekmek yasak olduğu için şu an itibariyle sizlerle görsel bir paylaşım yapamamakla birlikte görevlilerin hazırlayıp Youtube’a koyacakları video ve fotoğraflar bana gönderildiğinde sizlerle paylaşacağım.
Not 2 – Dedem şehit Ali bin Rıza hakkında daha önce yazdıklarıma aşağıdaki linklerden ulaşabilirsiniz…
2021 yılından bu yana 1. Balkan Savaşı‘nın beşinci gününe isabet eden 22 Ekim 1912 tarihinde şehit olan dedem Ali bin Rıza‘yı tanımak ve şehit olurken içinde bulunduğu ortamla ruh halini anlamak adına Balkan tarihi; özellikle de Balkan Savaşları üzerine okumalar yapıyor, bu uğurda adında “Balkan” sözcüğü geçen her kitabı, her yayını okuyor, böylelikle bu savaşın bitiminden 7 yıl sonra 15 Mayıs 1919 tarihinde Yunan ordusu eliyle başlayan Anadolu işgalinin anahtarını bulmaya, emperyalist güçlerin teşvikiyle birçok kişinin ölüp yaralanmasına ya da topraklarından kopup göç etmesine yol açan savaşın izlerini 1912-1913 tarihli Balkan Savaşları gerçeğinde yakalamaya çalışıyorum.
Mehmet Ali Okar ve hatıratı ile ilgili kitap.
Bu çerçevede okuduğum son kitaplardan biri de, 2013 yılının Ağustos ayında Türkiye İş Bankası Yayınları arasında çıkan “Osmanlı Balkanları’nın Son On Yılı: 1902-1912” tarihli anı kitabı oldu.
Osmanlı ordusu komutanlarından Yüzbaşı Mehmet Ali (Okar) Bey‘in “Hatıratım” başlığı ile kaleme aldığı mukavva kapaklı siyah defterde yazılı olan anılardan yola çıkılarak torunu Ahmet Mesut Okar tarafından hazırlanan kitapta, 1880’de Selanik‘te Ömer Avni Bey‘le Rabia Hanım‘ın oğlu olarak doğan Mehmet Ali Bey‘in 1902 yılında Mekteb-i Harbiye‘den mülazım-ı sȃnisi (teğmen) olarak mezun olduktan sonra Selanik‘teki Üçüncü Ordu‘ya tayin olması nedeniyle Nasliç, Prizren, Luma, Manastır, Köprülü, Kırçova, Pirlepe, Postarika, Gopeş ve Gevgeli gibi yerlerde, Pelister Dağı‘nda, kısacası Balkan coğrafyasında Bulgar, Ulah, Slav, Yunan ve Arnavut çetelere karşı mücadelesini, kötü durumdaki askerlerine sahip çıkıp haklarını aradığı için Divan-ı Harp‘de yargılanıp Selanik‘in ünlü Beyaz Kulesi‘nde mapus yatışını, İttihat ve Terakki örgütüne girişini, 2. Abdülhamit‘in istibdat yönetimini yıkmak için yurtdışından getirilen gazetelerin dağıtımına yardımcı oluşunu, İttihat ve Terakki‘ye yeni üyeler kazandırmak için çabalayışını, 2. Meşrutiyet öncesinde askerleriyle birlikte dağa çıkıp bir çete reisi olarak Hürriyet uğruna mücadele ettiğini, Osmanlı ordusunun Balkanlar‘dan çekilişi sırasında yaşadığı acıyı, Balkan Savaşları sonrasında Trakya‘daki Şark Ordusu‘nda kurulan Otomobil ve Fen Kumandanlığı, 1. Fırka 71. Alay, 3. Bölük Kumandanlığı ve Ayestefanos (Yeşilköy) Tayyare İstasyonu Komutanlığı görevlerinde bulunduğunu, 1. Dünya Savaşı sırasında Balkanlar‘da Teşkilat-ı Mahsusa ve Karakol isimli gizli istihbarat örgütleri adına çetecilik yaptığını, Ulusal Kurtuluş Savaşı sırasında da emekli bir yüzbaşı olarak İstanbul‘daki Felah-ı Vatan isimli gizli istihbarat örgütünün üyesi olarak yeğeni tayyareci teğmen Avni (Okar) ile birlikte Osmanlı ordusu depolarındaki silah ve malzemelerin Anadolu‘ya kaçırılması konusunda faaliyet gösterdiğini, ordunun eğitim ve düzeni konusundaki titizliğiyle av ve atıcılık konusundaki merakını öğrenme imkanına kavuşmuş oldum. (1)(2)
Mülazım Mehmet Ali Bey komutasındaki avcı taburu emniyet yürüyüşünde (Fotoğraf: Manakis Biraderler)
Fotoğrafın sol tarafında yerde oturan Mülazım Mehmet Ali Bey komutasındaki çete. Fotoğrafın altında “Hatırat-ı inkılah, Manastır Milli Alayı zabitanından bazıları” yazılı. (Fotoğraf: Manakis Biraderler)
Anılarını okuduğum bu kahramanın daha sonraki yıllarda İzmir‘in Buca ilçesine yerleşerek ev ve toprak sahibi olduğunu, Buca belediye başkanı olarak seçildiğini, İzmir‘e gelen Mustafa Kemal Atatürk‘ün İsmet İnönü ile birlikte kendisini Buca‘daki evinde ziyaret ettiğini, ardından da Mustafa Kemal Atatürk‘ün isteğiyle Türkiye Büyük Millet Meclisi‘nin 3, 4 ve 5. dönemlerine isabet eden 1927-1935 tarihleri arasında Artvin ve Çoruh milletvekili olarak görev yaptığını, “Okar” soy isminin bizzat Mustafa Kemal Atatürk tarafından verildiğini öğrenince yaptığım ilk iş, Buca Belediyesi‘nin İnternetteki web sayfasına bakarak 1923 yılında kurulduğu söylenen Buca Belediyesi başkanları arasında bu kahramanın yer alıp almadığını araştırmak oldu. Karşıma çıkan web sayfası kayıtlarına göre Buca Belediyesi‘nin ilk belediye başkanı 1923-1924 döneminde görev yapan İsmail Ağa (Kahraman), 1924-1930 döneminde görev yapan ikinci belediye başkanı Muzaffer Bey (Ergezgin), 1930-1936 döneminde görev yapan üçüncü belediye başkanı Hurşit Süer olarak gösteriliyor, Balkan kahramanı Mehmet Ali Okar‘dan tek bir sözcükle bile bahsedilmiyordu. (3)
Dünya Savaşı döneminde Yeşilköy Tayyare Mektebi önemli bir ziyaret yeriydi. Okul komutanı Mehmet Ali (Okar) Bey (sağdan üçüncü önde) eski bir İttihatçı fedai olduğu için bu göreve pilot olmadığı halde atanmıştı.
Oysa Vikipedi’nin Mehmet Ali Okar‘la ilgili maddesinde Buca belediye başkanı iken TBMM‘nin 3 ve 4. dönemlerinde Artvin, 5. dönemde de Çoruh milletvekilliği, 4. dönemde Divan-ı Riyaset (Başkanlık Divanı) idare memurluğu yapan Mehmet Ali Okar‘ın, TBMM‘nin resmi albümü kaynak gösterilmek suretiyle 4. Mecîdi Nişanı ile Almanya tarafından verilen 2. Sınıf Demir Haç Madalyası sahibi olduğu, evli ve dört çocuk babası olan kahramanın 17 Temmuz 1935 tarihinde öldüğü; ayrıca sanatçı Hande Ataizi‘nin babaannesinin babası olduğu belirtiliyordu. (4) (5)
Buca‘nın ve Buca Belediyesi‘nin bihaber olduğu Buca belediye başkanı Mehmet Ali Okar‘ın gerçekten belediye başkanı olup olmadığını anlamak amacıyla, -şu sıralar yeniden ve iyi ki İzmir Büyükşehir Belediyesi APİKAM Ahmet Piriştina Kent Arşivi ve Müzesi şube müdürü olan- tarihçi Dr. Serhan Kemal Saygı‘yı (*) arayıp ona bu durumu anlattığımda, kendisi Mehmet Ali Okar‘ın milletvekili olduğunda TBMM başkanlığına verdiği hal tercümesine bakmanın yararlı olduğunu söyledi ve birkaç gün içinde yaptığı araştırma sonucunda bulduğu eski yazı hal tercümesini bana Türkçe’ye çevirerek yolladı. Böylelikle yazıma da eklediğim bu hal tercümesinin verdiği bilgilere göre aile ismi “Ganizade” olan ve 1296 (1880) yılında Selanik‘te Ömer Avni ile Rabia‘nın oğlu olarak doğan Mekteb-i Harbiye mezunu Mehmet Ali Okar‘ın bağcılık ve tütüncülükle uğraştığı, ihtisasını “askerlik” olarak belirttiği, evli ve dört çocuk sahibi olduğu, Artvin milletvekili olarak seçilmesi ile ilgili mazbatasını 15 Teşrin-i evvel (Ekim) 1927 tarihinde Meclis heyetine sunduğu, milletvekili seçiminden önceki son memuriyetini “Buca Belediye Reisi” olarak yazdığı, hal tercümesinin; yani kendisi tarafından yazılmış özgeçmişinin son bölümündeki ifadenin aşağıdaki şekilde olduğu görülmüştür:
Mehmet Ali Okar tarafından düzenlenip imzalanan tercüme-i hal.
“Üç yüz on sekiz senesinde Mekteb-i Harbiye’den piyade zabiti olarak tesanüt ettim. Muhtelif nizamiye avcı takip tabularıyla (?) Selanik küçük (?) zabit mektebinde bölük kumandanlığında bulundum. Harb-i Umumide Ayastefanos Tayyare İstasyon komutanı idim. Malumat icabınca Almanya’ya gönderildim. … Rahatsızlığıma binaen tekaütlüğümü istedim ve tekaüd oldum. Bilahire ziraat ile meşgul oldum. Ve Buca’da belediye reisi idim.” Artvin Vilayeti, Mehmet Ali Bey (İmzası).
Bu hal tercümesi ekindeki “Kanun-ı evvel 1927” tarihli Artvin Vilayeti Seçim Mazbatasında ise, 1296 (1880) tarihinde Selanik‘te doğup Ayestefanos (Yeşilköy) nüfusuna kayıtlı olan ve memuriyet veya sanatı “Buca Belediyesi ziraiden” şeklinde belirtilen Mehmet Ali Okar‘ın 221 seçmene sahip Artvin‘de kullanılan 176 oyun 174’ünü (Merkez Kazası: 72, Şavşat: 61, Yusufeli: 51) alarak Artvin mebusu seçildiği anlaşılmaktadır.
Mehmet Ali Okar‘ın Artvin milletvekili seçildiğine ilişkin mazbata.
Şimdi düşünebiliyor musunuz; nüfusunun çoğu Balkan göçmenlerinden oluşan, bu nedenle Balkan muhacirlerinin, onların çocuklarıyla torunlarının bir araya gelip dernekler, federasyonlar, konfederasyonlar kurduğu; hatta mahalleleri arasında çoğunluğunu Selanik ve Selanik çevresindeki köylerden gelip kurduğu Yaylacık isimli bir mahallenin bulunduğu; ayrıca kurulduğu günden bu yana tarihi Rees Köşkü‘nde faaliyet gösteren Dokuz Eylül Üniversitesi Edebiyat Fakültesi bünyesindeki Tarih Eğitimi Anabilim Dalı‘nda çalışan ya da eğitim gören birçok akademisyen, öğretmen ve öğrenciyi barındıran bir eğitim kurumu bulunduğu koskocaman Buca ilçesinde, 1902-1915 döneminde Balkan coğrafyasını, 1919-1923 döneminde de Anadolu‘yu koruyup savunmak için mücadele eden bir kahramanın Cumhuriyet‘in ilk yıllarında Buca‘da yaşayıp belediye başkanı seçildiğini, Mustafa Kemal Atatürk‘le İsmet İnönü‘nün kendisini Buca‘daki evinde ziyaret ettiğini, “Okar” soyadını bizzat Mustafa Kemal Atatürk‘ün verdiği ve yine onun isteği üzerine belediye başkanlığını bırakarak Artvin ve Çoruh milletvekili olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi‘ne girdiğini, dört dönem milletvekili olarak görev yaptığını bilmemek, bu konuda tek bir araştırma yapmayıp tarihe not düşmemek nasıl bir durumdur, nasıl bir duygudur ve nasıl bir vefasızlıktır?
Bu konuda dikkatinizi çekmek istediğim bir konu da, 1923 yılında kurulduğu söylenen Buca Belediyesi‘nin o yıllara ait meclis kararlarıyla diğer resmi belgelerin belediye arşivinde olmayışıdır. Buca Belediyesi‘nde çalışan arkadaşlarıma başvurduğumda son yıllardaki belgelerin, özellikle imar dosyalarının saklanıp dijital ortama aktarıldığını belirtmekle birlikte bu döneme ait belgelerin nerede olduğu bilmediklerini ifade ediyorlar. O nedenle Buca Belediyesi yeni yönetiminin bu hizmet döneminde belediyenin ilk yıllarına ait her türlü resmi ve özel belgeyi müzayede ve koleksiyonlarla sahaflardan toplayıp bir arada getirerek Buca Kasaplar Meydanı‘ndaki Göç ve Mübadele Anı Evi‘nde sergilemesi gerektiğini düşünüyorum.
Ankara‘da doğup baba memleketi İstanbul/Şile, anne memleketi Kastamonu olan bir tarih dostu, 1997’den bu yana kendini “İzmirli” hisseden; üstüne üstlük dedesini Balkan Savaşı‘nın beşinci günü, o coğrafyadan göçmek zorunda kalan insanlar uğruna yitirip tanıyamamış biri olarak karşıma çıkan bu vefasızlık örneği nedeniyle bu soruları sormak görevimdir, hakkımdır diye düşünüyorum…
Ayrıca bu değerli kahramana sahip çıkılıp değer verilmesi, ailesiyle görüşülerek adının yaşatılması, yaşadığı evin bulunup bir anı evi olarak düzenlenmesi ya da önüne bir plaket konulması için Buca Belediyesi‘nin yeni başkanı sevgili Görkem Duman‘la belediye meclisi üyelerinin üzerlerine düşen bu önemli ve öncelikli görevi yerine getirmesi için girişimde bulunmanın üzerime düşen bir görev olduğunu düşünüyor, bu konuda her türlü yardımı yapmaya hazır olduğumu ifade etmek istiyorum…
(*) Tabii ki, yaptığı yardımlar için sevgili Dr. Serhan Kemal Saygı‘ya teşekkürlerimle…
Alıntılar
(1) Yüksel, Ç., 1. Dünya Savaşı Yıllarında Teşkilat-ı Mahsusa, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Denizli, Mart 2019, s.87, 168, 235.
(2)Kurt, E., “Türk Havacılarının Milli Mücadele’ye Katılma Girişim: Maltepe Firarı (7 Haziran 1920)“, Ankara Üniversitesi Türk İnkilap Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, Sayı: 60, Bahar 2017, s.129, 134, 135.
Başaran, S., “Rize’de Genel Seçimler ve Milletvekillerine Dair İstatistikler (1920-1946)“, Avrasya Sosyal ve Ekonomi Araştırmaları Dergisi (ASEAD), Cilt 5, Sayı 11, Yıl 2018, s.269-293.
Kurt, E., “Türk Havacılarının Milli Mücadele’ye Katılma Girişimi: Maltepe Firarı (7 Haziran 1920)“, Ankara Üniversitesi Türk İnkilȃp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, Sayı: 60, Bahar 2017, s.119-142.
Bu sayfalarda kendi özel yaşantımla ilgili konuları pek gündeme getirmem. Ancak yazdığım yazıların konusu ile ilgili olarak daha önce yaşadığım bir deneyimim, bir yaşanmışlığım varsa o olayı ya da örneği anlatarak o konunun benimle ilişkisini kurmaya çalışırım.
Ancak bugün anlatacağım konu, benimle; daha doğrusu ailemle ilgili özel bir konu olduğu için, tarihe not düşmek amacıyla yazdığım bu yazının daha önceki yazılarım arasında özel bir yere sahip olacağını düşünüyorum…
İstanbul, Şile Yeşilvadi (eski adılarıyla Safvetiye, Hiciz veHeciz) köyünde doğan Çerkez asıllı Sami ile Kastamonu‘da Yörük kökenli bir ailenin kızı olarak doğan Pakize‘nin üçüncü evlatları ve tek oğulları olarak Ankara‘da doğan Ali Rıza, babasının babası olan 1881, Şile Kaşbaşı doğumlu Rıza ile babasının dedesi olan 1853, Samum doğumlu Ali‘nin ismini taşımaktadır.
Yaptığım araştırmaların sonucuna göre babamın ailesi, 93 Harbi olarak adlandırılan 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında Rusya‘nın Soçi yakınlarındaki ata yurtlarından önce Batum‘a, daha sonra gemiyle İstanbul‘a gelip Kocaili (İzmit) sancağına bağlı Şile (File)’de padişah hassı olan topraklarda Avcıkoru (Çerkesköy, Hamidiye), Darlık, Safvetiye (Hiciz, Heciz, Yeşilvadi) ve Kaşbaşı (Kuşbaşı) köylerini kurmuş bir kökten geliyor.
Apanipha (Apan Kardeşler) ailesinin kızı Babaannem Fethiye Avcan ve babam Sami Avcan. Babamın resminin arkasında yazılı olan “fotoğraf arkası yazısı” ise aynen şu şekilde: “17.02.1938 tarihli hatıramdır. Felek cismimi mahvederse resmimi hatıra kalacak kıymetli kardeşim hakikatli kardeşiniz Sami Avcan“
Ne 1955, Ankara doğumlu Ali Rıza, ne de 1913, Şile Kaşbaşı doğumlu Sami 1881 Samum doğumlu Rıza‘yı tanımamıştır. O nedenle, babasız bir ailede şehit oğlu olarak doğan Sami, duyarlı, demokrat ve anlayışlı bir baba olmakla birlikte vefat ettiği 1996 yılına kadar kendi ailesi içinde baba rolünü oynamakta zorluk çekmiş, çocukluğunda gözü önünde baba rolünü oynayan herhangi bir rol modeli olmadığı için babalığın nasıl bir şey olduğunu yaşayarak öğrenmiş, karısı ve çocukları da bundan hiç şikayetçi olmamıştır.
1913, Şile Kaşbaşı doğumlu Sami babasız büyümekle ve kendi ayakları üstünde dikilmekle birlikte hem kendisi hem de tüm ailesi 1881, Şile Kaşbaşı doğumlu Rıza‘yı Çanakkale Savaşı‘nda kaybettiklerini sanmaktadır. Aile içinde uzun yıllar dile getirilen söylentiye göre, baba Rıza ile Sami‘nin beş dayısı Çanakkale Savaşı‘nda şehit olmuştur. Hatta aynı söylentiye göre Sami‘nin doğumu üzerine Rıza‘ya mektupla müjde verildiği, onun da cevap olarak yazdığı mektupta adını Sami koyun dediği ifade edilmiştir.
Böylesi bir rivayetin ortaya çıkıp gelişmesi, savaşlarla geçen o dönem için beklendik bir durumdur. Çünkü o yıllarda artarda gelen 1911-1912 Balkan ve Trablusgarp, 1914-1918 I. Dünya ve 1919-1923 Ulusal Kurtuluş savaşları nedeniyle savaşmak üzere evden çıkan erkeklerin nerelere gittiği ve nerede şehit düştüğü kesin olarak bilinememekte, bütün ölümler daha fazla bilinen 1915 tarihli Çanakkale Savaşı‘na yakıştırılmaktadır.
İstanbul Vilayeti’ne bağlı Kocaili (İzmit) ve Çatalca Sancakları, Memalik-i Mahruse-i Şahane-i Mahsus Mükemmel ve Mufassal Atlas (1907)
Sami‘nin oğlu Ali Rıza bütün araştırmalarına rağmen dedesi Rıza‘nın adına Çanakkale Şehitleri listesinde rastlamamıştır. Üstüne üstlük ortada verilmiş bir madalya da yoktur. Çanakkale‘ye her gittiğinde duygulanıp üzülmekle birlikte babası Sami Çanakkale‘ye gitmeye kalktığında onun kalp hastası olduğunu hatırlatıp gidişini engellemektedir.
Ancak İçişleri Bakanlığı Nüfus İşleri Genel Müdürlüğü‘nün alt ve üst soy listelerini açıkladığı 2018 yılında elde ettiği belgelerden dedesi Rıza‘nın 1912 yılında öldüğünü, babası Sami‘nin de 1913 yılında doğduğunu öğrenir. Böylelikle dedesi Rıza‘nın babasının doğumundan önce öldüğünü, mektupların gidip gelmesi suretiyle kendisine isim konulması söylentisinin gerçek olmadığını öğrenir ve dedesi Rıza‘nın Çanakkale Savaşı yerine 1. Balkan Savaşı‘nda şehit olabileceğini düşünmeye başlar. Üstüne üstlük aynı yıllarda akrabalarının yardımı ile hazırladığı 319 kişilik aile soy kütüğü sayesinde babasının beş değil, Faik ve Fevzi adında iki dayısı olduğunu öğrenir.
Pandeminin kol gezdiği ve insanların evlerinden çıkamadığı 2021 yılında Genelkurmay Başkanlığı‘na yazdığı bir dilekçede, babaannesi Fethiye ile kızı Atife ve oğlu Sami’ye babaları Rıza‘nın ölümü nedeniyle aile maaşı bağlandığını hatırlatarak dedesi Rıza‘nın 1912 yılında nerede, hangi tarihte ve ne şekilde öldüğünü sorar.
Yazdığı dilekçe üzerine Milli Savunma Bakanlığı Yönetim Hizmetleri Genel Müdürlüğü‘nden aldığı 17 Eylül 1921 sayılı cevap yazısı ekindeki belgelerden, 2 numaralı Balkan defteri sahife 17, sıra 3’deki kayda göre Şile Taburu 4. Bölük Çavuşu Şile‘nin Kaşbaşı karyesinden 1297 doğumlu Rıza bin Ali‘nin, 9 Teşrinievvel 328 (22 Ekim 1912) tarihinde Geçkinli muharebesinde şehit olduğunu, mahdumu Sami‘ye 50 kuruş, kerimesi Atife‘ye 50 kuruş aile maaşı bağlandığını öğrenir.
Böylelikle yıllardır aile içinde söylenegelen yanlış bir rivayet düzeltilmiş, Rıza bin Ali‘nin 1915 tarihli ÇanakkaleSavaşı yerine 1912 tarihli 1. Balkan Savaşı‘nın beşinci gününde Edirne ile Kırklareli arasındaki Süloğlu‘na bağlı Geçkinli köyü yakınında şehit olduğu ortaya çıkmıştır.
Oysa Ali Rıza, 1980’li yıllarda Süloğlu Belediyesi de dahil olmak üzere o çevredeki tüm belediyelerin denetim ya da soruşturmasını yaptığı halde, dedesinin bu topraklarda şehit düştüğünü bilmemekte; o nedenle bu topraklarla kendi ailesi arasındaki o değerli ilişkidir haberdar değildir.
Ali Rıza aile tarihini temelinden değiştiren bu yeni durum karşısında hemen tüm akrabalarını haberdar ederek bu doğru bilgiyi herkesin öğrenmesine çalışır ve 31 yaşında şehit olmuş olan dedesinin nasıl bir ruh hali içinde savaşa katılıp şehit olduğunu öğrenmek için Balkan Savaşları ile ilgili kitap, makale, bildiri ve belgesel olmak üzere tüm yayınları okumaya, notlar almaya, konuyu derinlemesine araştırmaya başlar. Bu okuma, öğrenme ve başkalarına anlatma uğraşısı öyle bir hale gelir ki, bugüne kadar 7-8 bin sayfa okuduğunu hesaplar ve savaşın o acımasız ortamının ayrıntılarını öğrendikçe dedesinin o savaştaki eziyet, işkence, yakma yıkma ve salgın hastalıkları görmeksizin savaşın beşinci günü şehit olmasına adeta şükreder.
Ardından da dedesi Rıza‘nın şehit olduğu yere giderek onu ziyaret etmek ister. 2022 yılının 22 Ekimi’nde sevgili dostu Orhan Beşikçi ile birlikte Basmane Günleri‘nin hazırlığını yaptığı için gidişini 2023 yılının 22 Ekim’ine erteler.
2023 yılı Ekim ayının ilk günlerinde hazırlıklara başlar. Trakya Üniversitesi‘nde öğretim üyesi olarak görev yapan dostu Yaşagül Ekinci Danışan‘ı arayarak ondan yardım ister. Böylelikle Edirne‘ye gittiğinde kalması için Trakya Üniversitesi Uygulama Oteli‘nde rezervasyon yapılır vesonrasında İstanbul‘a uğramadan doğrudan Edirne‘ye gitmek istediği için İsparta Petrol firmasından gidiş ve dönüş biletlerini, ayrıca gittiğinde dostlarına vereceği armağanları alır. Ancak gidiş günü yanına aldığı armağan paketini acelesinden otobüs terminalinde unutur ve servis minibüsündeyken terminal görevlilerini arayarak unuttuğu çantanın kendisi İzmir‘e dönünceye kadar saklanmasını ister.
Gecenin bir vaktinde yeni ve ıssız Çanakkale Köprüsü geçilerek yapılan yolculuk sonrası 22 Ekim 2023, Pazar sabahı Edirne‘dedir. Dostlarıyla buluşana kadar, yaptığı perhizi unutarak Ali Paşa Çarşısı‘ndaki Sarıyer Börekçisi‘nin lezzetli böreklerini yiyip çayını içer ve 41-42 yıl önce geldiği Edirne‘de en iyi hatırladığı Selimiye Camii çevresindeki sokakları gezerek fotoğraflar çeker.
Büyük Selimiye Camisi yakınındaki tarihi belediye binasını daha önceden bilmektedir. Zira 1981-1982 yıllarında belediyedeki bir soruşturma nedeniyle üstadı mülkiye müfettişi rahmetli Recep Birsin Özen ve arkadaşları rahmetli Halil Özden ve Halil Toprak ile birlikte Edirne‘ye geldiğinde, o tarihi binadaki Atatürk‘ün kaldığı odanın karşısındaki odada kalmış, çatısında baca bulunmayan mücevher benzeri o muhteşem binanın 2-2,5 metreyi bulan büyük çini sobalarını, duvarlardaki büyük tablolarını aklında tutmuş, o büyük çini sobalardan çıkan dumanın baca yerine kanalizasyona verildiğini öğrenmiştir. O nedenle ilk görmek istediği yer bu binadır ve bu binanın önünden, arkasından ve yan cephesinden fotoğraflar çekerek güvenlik görevlisi ile birlikte içinde dolaşıp anılarını tazelemeye çalışır. Ancak bu kez, Paris Belediyesi‘nin küçük bir örneği olarak yapılan binanın daha önceden öğrendiği şekilde 1860 yılında değil, 1898-1900 yıllarında Edirne Belediye Başkanı Cezzar Dilaver Bey tarafından mühendis Nazif Akanlar‘ın projesine göre 5.000 liraya yaptırıldığını, aynı mühendisin 1905 tarihli Büyük Edirne Yangını sonrasında Kaleiçi bölgesinin yeniden imarını sağlayan planı da çizdiğini öğrenerek aklında kalan yanlışları düzeltir.
Sonrasında binanın çevresindeki güzel, tarihi yapıların, hemen yakınındaki Üç Şerefli Cami ile Eski (Ulu) Cami‘nin avlu, kapı ve pencere ayrıntılarını, kıyıda köşede kalıp fazla bilinmeyen mekânların, üzerine daha sonraları Edirne Saat Kulesi‘nin inşa edildiği Makedonya Kulesi‘nin, İzmir‘in tarihi Kemeraltı Çarşısı‘na benzeyen tarihi Ali Paşa Çarşısı‘ndaki tarihi binalarla çalışanların fotoğraflarını çeker, onlarla sohbet eder.
Dikkatini çeken en önemli görüntü ise, Pazar sabahı olmasına rağmen otobüslerinin başına biriken ya da çarşıda gruplar halinde dolaşan yer yaştaki Bulgar turistler olur. Bu turistlerin sırf alışveriş yapmak için gelip gittiklerini televizyon haberlerinden bilir. Kendisine yardımcı olacak dostlarını beklerken oturup sohbet ettiği Bulgar göçmeni Edirnelilerin ellerindeki mallarla ve bildikleri Bulgarca ile turistlerle konuştuğuna tanık olur. Ve bu görüntü karşısında, dedesini öldüren Bulgar ordusu askerleri ile bugün bu çarşıyı dolaşıp alışveriş yapan Bulgarlar arasındaki ilişkiyi sorgular ve her iki ulus arasında oluşturulan barış ortamının ne kadar iyi olduğunu düşünerek dedesinin bu ortamın oluşumundaki payını sorgular.
Ardından dostları Trakya Üniversitesi öğretim üyesi, Edirne Selimiye Camii ve Külliyesi UNESCO Alan Yönetimi Danışma Kurulu Başkanı ve UNESCO Bergama Çok Katmanlı Kültürel Peyzaj Alanı eski başkanı Yaşagül Ekinci Danışan, eşi Can Tekin Danışan ve kızları Asude Danışan ile buluştuğunda, Edirne Tanıtım ve Turizm Derneği Başkanı Bülent Bacıoğlu ile tanışır ve onlarla birlikte Süloğlu ilçesi yakınındaki Geçkinli köyüne doğru yola çıkar. Aşağı yukarı 30 dakikalık yolculuk sonrasında gördüğü ilk “Geçkinli Şehitliği 1912” tabelasının önünde poz verir ve ardından önce köyün mezarlığını, sonrasında da köyün batısındaki bir tepenin üstündeki Geçkinli Şehitliği‘ne gider.
Buradaki ruh hali üzüntü, acı ve burayı bulup gelmiş olmanın sevinci ile yüklüdür… Anıtı ziyaret ederek bu topraklarda şehit olanlarla dedesine saygısını sunar, babası ve babaannesinin mezarı ile Yeşilvadi‘deki evlerinin bahçesinden getirdiği toprakları baba, eşi ve oğul arasındaki sevgi ilişkisini vurgulamak amacıyla anıtın çevresindeki ağaçların dibine serper. Kendisinin oraya gelişini duyup gelen Anadolu Ajansı muhabiri Gökhan Balcı ile görüşerek buraya geliş amacını, hissettiklerini ve barış dileklerini dile getirir. Dedesinin ölümünden 111 yıl sonra kendisi, babası ve tüm ailesi adına yaptığı bu ilk ziyaretin nedenlerini açıklamaya çalışır.
Sonrasında dostları ile birlikte Edirne‘ye dönerek Meriç nehri kenarındaki Lozan Barış Anıtı‘nı, İzmirlilerin çok yakından tanıdığı Mimar Kemalettin‘in eseri tarihi Karaağaç Garı‘nı ziyaret eder, onların fotoğraflarını çeker. Meriç nehri kenarında TOKİ mantığı ile yapılan çevreye uyumsuz, nehri beton bir kanala dönüştüren beton setleri görür ve içi acır. Bu arada, İzmirli dostlarının tavsiyelerini dikkate alarak Edirne‘nin meşhur ciğer tavasını yemeyi ihmal etmez.
Trakya Üniversitesi Uygulama Oteli‘ndeki geceleme sonrasında ertesi gün Edirne‘nin Kaleiçi Mahallesi‘ndeki güzel tarihi binaların arasında dolaşır, onların fotoğraflarını çeker. Kullanım hakkı, “bal tutan parmağını yalar” mantığıyla zamanın Milli Eğitim Bakanı‘nın başkanı olduğu TED Koleji‘ne verilen boş ve harap tarihi yapıyı görür, 2021 yılında başlayıp 2025 yılına kadar devam edeceği söylenen ve bu nedenle ziyarete kapatılan Selimiye Camii‘ne giderek restorasyon sırasında kimseyi; hatta restorasyon projesini hazırlayan Yüksek Mimar Acar Avunduk‘u bile içeri almayan yandaş şirketin yöneticileri ile tartışır ve tüm ülkenin pek de haberdar olmadığı bu sorunu “restorasyonda şeffaflık” başlığıyla ülke gündemine taşımaya karar verir, ardından Edirne‘deki kadim Yahudi kültürünün izlerini takip etmek için Edirne Arkeoloji ve Etnografya Müzesi‘ni ziyaret eder. Küçük ve oldukça sevimli bu müzenin bahçesindeki iki mezar taşı dışında Edirne Yahudileri ile ilgili hiçbir kültürel değere rastlamayınca bunu müze görevlilerine bildirir. Ayrıca Pazar günü ziyaret ettiği 1. derece koruma altındaki Geçkinli Şehitlik Anıtı‘nın Edirne Arkeoloji ve Etnografya Müzesi‘nden aldığı Edirne ile ilgili turizm tanıtım belgelerinde yer almaması nedeniyle, bu durumu Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bildirmeye karar verir.
Edirne Büyük Sinagogu
1980’li yıllardaki ziyaretlerinde bakımsız, harap halde görüp etkilendiği Edirne Büyük Sinagogu‘nu, Pazar günü önünden geçerken açık gördüğü için gidip ziyaret etmek ister ama kapıları kapalı olduğu için içeri giremez ve binanın bu yeni halinin fotoğraflarını çekmekle yetinir.
Bu kadar yoğun geçen günün sonunda da günün tüm yorgunluğu ile Edirne Otobüs Terminali‘nden İzmir‘e dönüş yapmak üzere yola çıkar. Yolda otobüs şoförü, yeni Çanakkale Köprüsü‘nden geçmek yerine arabalı vapurla Eceabat‘tan Çanakkale‘ye geçmeyi tercih ettiğinde gece ışıklarıyla birlikte hem Çanakkale‘yi hem de denizden Kilidülbahir Kalesi‘ni gördüğü için sevinir.
Yaptığı yolculuk sorasında Edirne‘de gördüğü tüm tarihi yerler ve yapılar hakkında araştırmalar yapmaya, çektiği fotoğraflardan oluşan albümleri sosyal medyada, o fotoğraflardaki mekân ve yapılar hakkında bilgiler vererek paylaşmaya, Edirne seyahati sırasında öğrendiği Kabul Baba ve Hasan Rıza gibi şahsiyetler hakkında araştırmalar yapmaya, bir sonraki gelişinde Şükrü Paşa Tabyası, Kırkpınar ve Sarayiçi gibi eksik kalan yerleri gezmeye, bugüne kadar İzmir‘e odaklanan araştırma çalışmalarını Edirne ya da Bursa gibi diğer tarihi kentlerde olup bitenle mukayese ederek geliştirmeye, İzmir‘e benzeyen bu kentlerdeki çalışmaları yakından izleyerek İzmir‘e örnek göstermeye karar verir ve bu düşüncelerini İzmir‘deki yakın dostları ile paylaşır.
Böylelikle, 111 yıldır bilinmeyen bir şehitlik hikâyesinin tüm ayrıntılarını öğrenip bizler için korkmadan, kaçmadan savaşıp şehit olan bu kahramanlara borçluluğumuzu bilip saygımızı göstererek, geçmişle bugün ve gelecek arasındaki hafıza ve duygu köprülerini kurarak hissedilen hak edilmiş bir ferahlama ve mutluluk haliyle kendimi Cumhuriyet’in 100. yılını kutlamaya daha bir hazır hissettiğimi söyleyebilirim…
Tabii ki, İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer‘in 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nın 100. Yılı Kutlamaları nedeniyle dile getirdiği “vazgeçmem” şeklindeki sadce kendini düşünen bireysel söylem yerine, beni ve herkesi kucaklayan “vazgeçmeyeceğiz” söylemini tercih ederek…
Not: Yazıma konu yaptığım Edirne seyahati sırasında çektiğim fotoğrafları, “Selimiye Camii ve Çevresi“, “Edine, Kaleiçi” ve “Edirne, Karaağaç” albümleri şeklinde Facebook‘ta paylaşacağımı duyurmak isterim.
Pandemi koşullarının hepimizi evlere soktuğu 2021 yılında, bir yandan baba tarafı sülalemin 6 kuşak ve 421 kişiden oluşan soy kütüğünü hazırlayıp bitirirken, diğer yandan da ben kendimi bildim bileli Çanakkale‘de şehit düştüğü söylenip geride hiçbir iz bırakmayan dedem Rıza bin Ali‘nin peşine düşüp doğruları öğrendiğim bir yıl oldu.
Aslen Çerkez olan baba sülalem, tarihe 98 Harbi olarak geçen 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında Soçi yakınlarındaki anayurtlarından Batum‘a, ardından da gemiyle İstanbul‘a gelerek, antik Miletos‘un kurduğu Karadeniz ticaret kolonilerinden biri olup, Osmanlı Dönemi‘ndeki 1877 Salnamesine göre Dersaadet Şehremaneti‘nden alınıp Üsküdar mutasarrıflığına bağlanan Şile kazasında, kendilerine tahsis edilen Padişah hasları olan topraklara yerleşerek Avcıkoru, Darlık, Heciz ve Kaşbaşı köylerini kurmuşlar. Nüfustaki köyüm Darlık olarak gözükmekle birlikte, baba evim bu köylerden eski adı sırasıyla Saffetiye ve Heciz olup, bugün adıyla Yeşilvadi olarak bilinen köydür. Çerkez köyü olarak bilinen Yeşilvadi, Şile‘ye 20 kilometre uzaklıkta, içinde iki derenin birleştiği, meşe ormanlarının ortasında şirin, güzel bir köydür. Bu köyde yaşayan ve birbiri ile akraba olan herkes geçtiğimiz yıla kadar, eski Üsküdar-Şile yolu üzerindeki bahçeli, iki katlı ahşap evden, ikinci çocuğuna hamile eşini geride bırakarak savaşa giden Tiz‘den doğma Ali Çavuş oğlu 1881 doğumlu 31 yaşındaki Rıza‘nın, hamile eşi Fethiye ile küçük kızı Atife‘yi geride bırakarak ve iki kayınbiraderiyle birlikte Çanakkale Savaşı‘na gittiğini, savaş sırasında kendisine yazılan mektupla bir oğlu olduğu haberinin verildiğini, onun da adını “Sami” koyun diye cevap verdiğini, ondan sonra da ne 4. Bölük çavuşu Rıza‘dan, ne de Faik ve Fevzi isimli iki kayınbiraderinden tek bir ses çıkmadığını söylerlerdi. İşte o mektup yazışmasıyla adı konulan erkek çocuk da, tüm yaşamı boyunca ailesinde kendisine rol modellik yapabilecek tek bir erkek kalmadığı için nasıl babalık yapacağını bilemeyip bocalayan, benim babam Sami idi.
Neredeyse bütün çocukluk, gençlik ve yetişkinlik çağım bu hikâyeyle geçmiş, tüm aramalarıma rağmen dedemin ve babamın dayılarının izini bulamamıştım. Ancak yakın zamanda nüfus müdürlüklerinin alt ve üst soy kütüklerinin yayınlanması ile birlikte dedemin “00.00.1912” tarihinde öldüğünü öğrendim ve bana anlatılan hikayeye göre bu tarihin, nüfus cüzdanında doğum tarihi “01.07.1913” olarak gözüken babamın doğumu ile ilişkisini kuramadığım için 06 Eylül 2021 tarihinde Milli Savunma Bakanlığı‘na bir yazı yazarak, dedemle ilgili bilgileri talep ettim. Söz konusu bakanlıktan gelen 17 Eylül 2021 tarihli yazı ile, 2 numaralı Balkan defterinin sahife 17, sıra 3 kayıtlarına göre Şile Taburu 4. Bölük çavuşu, Şile‘nin Kaşbaşı karyesinden Rıza bin Ali‘nin 1 Teşrinievvel 329 (14 Ekim 1912) tarihinde silah altına alınarak 9 Teşrinievvel 328 (22 Ekim 1912) tarihinde Geçkinli muhaberesinde şehit olduğunu, şehadeti nedeniyle geride kalan mahdumu Sami ile kerimesi Atife‘ye 50’şer kuruş aile maaşı bağlandığını öğrendim.
Balkan Savaşı’nda Osmanlı askerleri…
Bana verilen bu bilgi üzerine, arka arkaya Trablusgarp, Balkan, 1. Dünya Savaşı ve Ulusal Kurtuluş Savaşı‘nın yaşandığı Osmanlı‘nın son yıllarında bir erkeğin asker olarak evden ayrılıp savaşa gitmesi üzerine, geride kalan insanlar için o erkeğin biteviye devam eden savaşlardan hangisinde öldüğünün bir anlamı kalmadığını anlamış oldum. Onlara göre giden eş ve baba, ister Trablusgarp‘te, ister Balkanlar‘da, ister Çanakkale‘de ölmüş olsun; sonunda sevdiklerini bir daha geri gelmemek üzere terk edip gidiyor, yeni doğan oğlunu bile göremiyordu. O nedenle, ona en fazla bildikleri ya da duydukları ÇanakkaleSavaşları‘nı uygun görüp, kendi aile tarihlerine onun Çanakkale‘de şehit olduğunu yazıp bu inançlarını kuşaklar boyu sürdürmüşlerdi.
Evet, böylelikle benim için taşlar yerine oturmuş, neredeyse yüz yıllık aile içi “Çanakkale’de şehit oldu” hikâyesi bundan böyle temelden değişmiş; Çanakkale‘de şehit olduğunu sandığımız dedem Rıza bin Ali‘nin, 22 Ekim 1912 tarihinde, yani 1. Balkan Savaşı‘nın beşinci gününde Edirne ile Kırkkilise (şimdiki Kırklareli) arasındaki Süloğlu çiftliği yakınındaki Geçkinli‘de, Bulgar askerine karşı savaşırken şehit düştüğünü; böylelikle, büyük acıların çekildiği o kötü savaşın devamında yaşanan salgın hastalıklarla, ölümlerle, yokluklarla, yakıp yıkmalarla dolu günleri -neyse ki- yaşamadığını öğrenmiş, böylelikle kendimi -bir nebze de olsa- avutmaya çalışmıştım. O nedenle, yanlış bildiğimiz şeylerin değişmesi nedeniyle, aile tarihini oturup yeniden yazmamız, bu savaşlar nedeniyle akın akın Anadolu‘ya gelen Balkan göçmenleriyle Edirne, Selanik, İşkodra ve Manastır gibi Osmanlı kentlerini savunmak için şehit olan dedemin ve arkadaşlarının yaşayıp tanık olduklarını yeniden okuyup öğrenmem gerekiyordu. Çünkü beni ben yapan bir parçam, Balkanlar‘daki o anlamsız savaşta, o göç eden insanlar için orada can vermiş, o topraklarda beni, ailesini ve sevdiklerini bekler olmuştu… Oysa ben yıllarca, o topraklardaki belediyeleri, dedemin orada olduğunu, oralarda bir yerlerde gömülü olduğunu bilmeden teftiş etmiş, soruşturmuş, o toprağın insanları ile tanışıp arkadaş olmuştum… Belli olmaz, belki de savaşın o telaşı içinde hiç gömülmemiş, ortalık bir yere bırakılmış da olabilir… Keşke bu gerçeği daha önce bilseydim, keşke onun mücadelesi ile anlam kazanan o toprakları ve insanlarını daha iyi tanısaydım….
Tabii ki üniversitedeki siyasi tarih derslerinde Taner Timur, Sina Akşin, Seha Meray, İlber Ortaylı ve Gündüz Ökçün gibi ülkemizin önde gelen tarihçilerinin anlatıp öğrettikleri ile benim okuyup öğrendiklerim dışında yeniden bir Balkan Savaşları okuması yapmam, müfettişliğim döneminde Geçkinli‘nin çevresindeki neredeyse bütün belediyelerin denetimini yapmış olmama karşın; öğrendiklerimle birlikte Edirne‘ye, Süloğlu‘na ve Geçkinli‘deki savaş anıtına giderek kendim, babam ve tüm aile adına, adını taşıdığım dedem ve onun babasına karşı vazifemi yaparak saygılarımı dile getirmem, onun orada neler hissetmiş olabileceğini tahayyül etmem, hangi düşünce ve duygularla o savaşın içinde yer alıp neler yaşadığını öğrenip anlayabilmem gerekiyordu.
O nedenle bu cevap yazısını aldıktan sonra, Balkan Savaşları konusunda yazılmış tüm bilimsel kaynaklara ulaşarak, onları satın alarak bir kütüphane oluşturmaya ve okumaya başladım. Bugüne kadar devam eden bu çaba sonucunda, Türkçe ve İngilizce dillerinde toplam 47 basılı kitap, 10 E-kitap, 8 bilimsel makale, 4 doktora ve 7 yüksek lisans tezini bir araya getirip toplam 6.360 sayfalık 19 kitabı okudum ve toplam süresi 9 saat 35 dakika tutan üç belgeseli izledim. Önümüzdeki 22 Ekim tarihinde de, dedemin şehit olduğu Geçkinli Anıtı‘na giderek ona saygılarımı iletmeyi düşünüyorum. Gelecekteki okumalar bâbından da önümdeki 8.283 sayfalık 28 kitap, 2.908 sayfalık 10 E-kitap, 286 sayfalık 8 makale, 1.529 sayfalık 4 doktora, 1.803 sayfalık 7 yüksek lisans tezinin beni beklediğini biliyorum.
Okuduğum kitaplar arasında o dönemin önemli gazetecilerinden Aram Andonyan‘ın son derece tarafsız bir gözle yazdığı oldukça ayrıntılı “Balkan “Savaşı“, yıllar sonra Kızıl Ordu‘yu kuracak olan ve o tarihlerde gazeteci olan Lev Troçki‘nin savaşın ayrıntıları yerine savaşan ülkelerin ekonomik, toplumsal ve kültürel özelliklerini her ülkenin proleteryası açısından anlatıp yorumladığı “Balkan Savaşları“, İzmirli Barosu başkanlığı yapmış avukat Güney Dinç‘in “”Mehmet Nail Bey’in Derlediği Kartpostallarla Balkan Savaşı 1912-1913“, araştırmacı Serdar Dinçer‘in savaşın ardındaki Krupp gerçeği ile Alman militarizminin emperyalist politikalarını anlattığı, “Birinci Dünya Savaşı’nın 100. Yılında Alman Dışişleri Belgelerinde Krupp’un Bitmeyen Balkan Savaşı, Sürgün ve Soykırım” ve belki de bu kaynakların en önemlisi olan Uluslararası Carnegie Vakfı‘nın uluslararası düzeyde bilinip tanınan bilim insanlarını bir araştırma kurulu haline getirip, savaş suçlarını araştırmaları için savaş mahallindeki ülkelere göndererek yazdırdığı 1914 tarihli “Büyük Devletlerin Balkanlara ve Balkan Savaşlarına Bakışına Dair Bir Rapor: Carnegie Vakfı Raporu” var.
Balkan Savaşları ile ilgili kitapları, makaleleri, raporları ve benzerlerini okuyup haritalara baktığınızda, 1. Dünya Savaşı‘nın provası olarak nitelenen bu savaşların, özellikle de 2. Balkan Savaşı denilen dönemde değişik etnik kökenlerden gelen siyasetçilerin, orduların ve insanların birbirlerine yaptıkları kötülük, eziyet, işkence ve savaş suçları itibariyle adeta birbirleriyle yarıştıklarını, uygarlık denilen sınırı aşarak nasıl barbarlaştıklarını görüyoruz. Özellikle de savaş sonrasında Carnegie Vakfı‘nın, savaşan ülkelere gidip yerinde tespitler yapan Viyana Üniversitesi Hukuk Profesörü Dr. Josef Redlich, Senatör Baron d’Estournelles de Constant, Fransa Millet Meclisi Lyon Milletvekili avukat Justin Godart, Marburg Üniversitesi Hukuk Profesörü Walther Adrian Schücking, The Ekonomist Editörü Francis W. Hirst, gazeteci Dr. H. N. Brailsford, Rusya Duması Üyesi Profesör Pavel Milyukov ve Columbia Üniversitesi Eğitim Fakültesi Profesörü Samuel Trane Dutton‘dan oluşan bir soruşturma komisyonuna hazırlattığı Carnegie Raporu‘nu okuyup savaş suçu türleriyle vakaların ne kadar fazla ve yüz kızartıcı olduğunu gördüğünüzde…
Birinci Balkan Savaşı‘nda Bulgar, Yunan, Sırp, Arnavut, Hırvat ve Karadağlıların tek derdi ve düşmanının, onlara yüzyıllarca hükmeden Osmanlı ve Müslümanlar olduğunu görüyor ve Bulgarların Osmanlı ordularını kesin bir yenilgiye uğratıp Çatalca‘ya kadar gelmesi nedeniyle özgüven patlaması yaşayan Bulgaristan ile Yunanistan ve Sırbistan‘ın kapıştığı savaşın ikinci bölümünde verimli Makedonya topraklarına ve liman kenti Selanik‘e sahip olmak adına yüzlerce kenti ve köyü nasıl yakıp yıktığına, milyonlarca insanı nasıl öldürdüğüne ya da sakat bıraktığına, ele geçirdikleri topraklardaki halkları nasıl akıl almaz yöntemlerle Ortodoks Kilisesi‘ne bağlayıp asimile ettiğine ve bunun sonucunda nasıl bir etnik temizliğe yol açtıklarına tanık oluyor, her üç tarafın hadsiz hesapsız şekilde birbirine karşı işlediği yüz kızartıcı savaş suçlarının, 1. Dünya Savaşı‘na katılan ordularla İzmir ve Anadolu‘yu işgal eden Yunan Ordusu‘nda nasıl yeni alışkanlıklar oluşturduğunu yakından görüyorsunuz.
Örneğin Hırvat şair ve gazeteci Antun Gustav Matoš‘un Hrvatska gazetesinin 13 Eylül 1913 tarihli nüshasında yayınladığı, daha sonra ise 1914 tarihli Carnegie Vakfı Raporu‘nda yer alan Yunan askeri Spilidopus Filipos‘un ailesine gönderdiği 11 Temmuz tarihli mektupta aynen şunları yazdığını belgeliyor: “Savaş çok acı verici. Bulgarların bıraktıkları köyleri yaktık. Onlar Yunan köylerini yakıyorlar, biz de Bulgar köylerini yakıyoruz. Onlar kasaplık ediyor, biz kasaplık ediyoruz ve bizim elimize düşen o nefret edilesi insanların hepsi Mannlicher tüfekleriyle öldürülüyor. Nigirita’daki 1200 savaş esirinden sadece 41’i kalmış. Biz nereye ayak bassak bu aşağılık ırktan hiç iz kalmıyor.” (1)
Diğer yandan Balkanların jeopolitiği üzerine araştırmalar yapıp kitaplar yazan Tim Judah, “The Serbs: History, Myth & the Destruction of Yugoslavia” isimli kitabında 2. Balkan Savaşı sırasında Bulgarların ve Yunanların birbirlerinin köylerini yakmakta ve büyük çaplı kıyımlar yapmakta birbirleriyle adeta yarıştığını, hatta Evzonların düşmanlarını canlı canlı çiğnediklerini örnekleri ile anlatmaktadır. (2)
2. Balkan Savaşı‘nın tarafları olan Bulgar ve Yunan orduları arasındaki bu vahşi mücadele 1914 tarihli Carnegie Vakfı Raporu‘nda şu şekilde anlatılmaktadır:
“… Yunanların Bulgarlara karşı olan genel düşüncesi, basında ve sözlü ifadede tek kelime ile şöyle özetlendi: “Onlar insan değildir!” (Dhen einai anthropoi!)” Yunanlar, heyecan ve kızgınlıklarıyla kendilerinin insanlıktan çıkan bu ırktan medeniyetin intikamını almakla görevlendirildiklerini düşünmeye başladılar. Heyecanlı güney ırkı buı şekilde bir nedenle harekete geçtiğinde, oluşabilecek sonuçları tahmin etmek kolaydır. Düşmanlarınızın insan olduğunu inkar edecek ve ardından onlara böcek gibi davranacaksınız. Nitekim Yunan bir yetkilinin “Barbarlarla uğraşmak zorunda olduğunuz zaman siz de barbarlar gibi davranmak zorundasınız. BU onların anladığı tek şeydir” şeklindeki sözleri buna örnek teşkil etmekte ve pek az kişi bu sözlerin manasını idrak edebilmektedir. Bu şekilde savaşa giren Yunan ordusunun zihni öfke ve kibirle doldu. Selanik ve Pire sokaklarında görülen ve evlerine dönen Yunan askerlerince satın alınmış parlak renkli bir afiş, onları mahveden bu ırksal nefreti gözler önüne sermekteydi. Afiş, Bulgar askerini iki eli ile yakalamış vahşi bir hayvan gibi dişleriyle kurbanının yüzünü ısıran Yunan dağ adamını (evzone) gösterir. Afişin başlığı “Bulgar Yiyen”dir ve afiş aşağıdaki dizelerle süslenmiştir:
“Bir başka popüler savaş afişinde bir Yunan askerinin canlı bir Bulgar askerinin gözlerini çıkardığı görülmektedir…. Tüm bu afişler Yunan ordusunun coşkulu duygularının delili olarak önem arz eder. Ancak bir batı ülkesinde bu tür resimleri satan kişi büyük ihtimalle ordusunu karalamakla suçlanırdı” (4)
Alıntılar yaparak ya da kaynaklarını belirterek anlatmak istediğim şey, 1. ve 2. Balkan Savaşları‘nda; özellikle de, 1913 tarihli 2. Balkan Savaşı‘ndaki Osmanlı‘nın ya da Müslümanların devre dışında kaldığı Yunan, Bulgar ve Sırp orduları arasındaki savaşlarda, insanı insan olmaktan çıkaran savaş suçlarının, sanki uygar dünya ile “barbarlar” arasındaki sıradan bir mücadelenin normal sonuçlarıymış gibi sunulması nedeniyle, “barbar” olarak nitelenen halklara karşı her kötülüğü yapmak sanki savaş suçu değilmiş gibi düşünmek ve bu suçların izleyen yıllardaki 1. Dünya Savaşı ile o savaşın bir devamı olarak yaşanan İzmir ve Anadolu‘nun işgalinde de yaşanabileceği, daha doğrusu yaşandığı gerçeğini ortaya koymaktır.
Evet, İzmir‘deki ve Anadolu‘daki bu işgalin bittiği 9 Eylül 1922 sonrasında, savaşın her iki tarafı, başta İzmir Yangını olmak üzere birçok Anadolu kentinin ve köyünün yakılıp yıkıldığını, birçok insanın suçsuz yere öldürülerek zorunlu göçe tabi tutulduğunu; hatta soykırıma uğradığını iddia ederek bunun suçlusu olarak karşı tarafı suçlamayı alışkanlık haline getirmiştir.
Ama herkes, 1912-1913 tarihli Balkan Savaşları dönemiyle 1919-1922 tarihleri arasındaki İzmir‘inve Anadolu‘nun işgali döneminde aynı ismin, ünlü popülist siyasetçi Yunan başbakanı ElefhteriosVenizelos‘un görevde olduğunu, Ulusal Kurtuluş Savaşı‘nın lideri Mustafa Kemal ile kurmaylarının da yine aynı şekilde paylaşılamayan Makedonya‘dan, Balkanlar‘dan, Osmanlı‘nın yitirdiği Selanik, Manastır, İştip ve Yanya gibi Balkan kentlerinden geldiğini bilmektedir. Ayrıca Balkan Savaşları‘nda, özellikle de 2. Balkan Savaşı‘nda işlediği insanlık dışı savaş suçları, Carnegie Vakfı Raporu ile belgelenip dünyaya duyurulmuş sabıkalı Yunan ordusunun, 10 Kasım 1912 tarihinde işgal edilen Selanik‘te nüfusunun çoğunluğunu oluşturan Yahudileri ve Müslümanları (1913 tarihi resmi nüfus sayımına göre Selanik nüfusunun % 38,92’sini Yahudiler, % 25,31’ini Yunanlar, % 29,05’ini Türkler, % 3,95’ini Bulgarlar ve % 2,77’sini de yabancılar oluşturuyordu) yerinden edip kentin tümüyle Yunanlaşmasına yol açan 18 Ağustos 1917 tarihli Selanik Yangını‘ndan çok kısa bir süre sonra İzmir‘e çıkıp Anadolu‘nun içlerine kadar ilerlediğini ve eski Bizans İmparatorluğu’nu yeniden yaratmayı amaçlayan “Megali İdea” hayali uğruna bu topraklarda yaşayan insanları ölüme, yaralanmaya, tecavüze, çeşitli eziyetlere ve en sonunda da birbirlerine düşman ederek göç etmeye zorladığını unutmamak ya da bu gerçeği gözardı etmemek gerekiyor. (5)
Üstüne üstlük Balkan Savaşları nedeniyle Anadolu‘ya göç etmek zorunda kalmış ve bu nedenle de taşıdıkları nefret dolu duygularla milliyetçilik anlayışını yeni geldiği topraklara taşımış milyonlarca Balkan göçmenleriyle ikinci bir kez Anadolu‘da karşılaşıp adeta onları takip edercesine…
İşte o nedenle, 15 Mayıs 1919 tarihinde İzmir‘in işgali ile başlayan bu uğursuz hikâyenin bu tarihten değil, Balkan Savaşları‘nın başladığı ve beş gün sonrasında benim dedemin şehit olduğu, 18 Ekim 1912 tarihinden itibaren başladığına inanıyor, Balkanlar‘da başlayan hikâyeyi, sırtını İngiliz emperyalizmine dayayarak İzmir‘de ve Anadolu‘da sürdüren bu maceracı oyuna, “katastrofi/καταστροφή” boyutundaki trajik ikinci perde ile son verildiğine inanıyorum.
1917, Selanik Yangını1922, İzmir Yangını
İşte o nedenle, İzmir‘in ve Anadolu‘nun, –İngiliz emperyalizminin teşvik ve desteği ile- Balkan Savaşları‘nın sabıkalısı Yunan ordusu tarafından işgaliyle başlayan Ulusal Kurtuluş Savaşı‘nı yeniden sorgulayıp bu büyük mücadeleyi anlamak istiyorsak, bu hikayenin ta başına kadar gidip filmin makarasını 18 Ekim 1912’den bu yana sarıp, o tarihten bu yana neler olduğunu izlememiz ve gereken dersleri almamız gerektiğini ifade etmek istiyorum.
İşte o nedenle, 22 Ekim 1912 tarihinde Geçkinli‘de şehit olan dedem Rıza bin Ali‘nin sırf Balkan Savaşı şehidi değil; aynı zamanda, bu uzun hikayenin finalini oluşturan İzmir‘in ve Anadolu‘nun işgaline son veren ulusal direnişin de şehidi olduğuna inanıyorum.
………………………………………………………………………………………………..
(1) Despot, İ. (2020) Savaşan Tarafların Gözüyle Balkan Savaşları, Algılar ve Yorumlar, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2020 İstanbul, s. 221
(2)Judah, T. (2000) The Serbs: History, Myth & the Destruction of Yugoslavia, New Haven & Londra, s.84, 85
(3) Carnegie Vakfı Raporu 1914, Büyük Devletlerin Balkanlara ve Balkan Savaşlarına Dair Bir Rapor, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 2019, s.130-131
(4) Carnegie Vakfı Raporu 1914, Büyük Devletlerin Balkanlara ve Balkan Savaşlarına Dair Bir Rapor, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 2019, s.130, 132
(5) Veinstein, G. (1999) Selanik 1850-1918, “Yahudilerin Kenti” ve Balkanlar’ın Uyanışı, İletişim Yayınları, s. 276