Duvar
Kaçıyorum senden, senden uzak, açayım diye
istek kentinin yolunu
ve kentin içinde
düş sarayının ağır altın kilidini
ancak senin gözlerin suskun çığlıklarıyla
yolları gözlerimde bulandırıyor
gizinin karanlığında durmadan
çevremde duvar örüyor
sonunda bir gün…
kuşku gözünün büyüsünden kaçarım
saçılırım alaca düş çiçeklerinden saçılır gibi
gece esintisi saçlarının dalgasından süzülürüm
giderim güneş kıyılarına değin
sonsuz dinginliğinde uyuyan bir dünyada
usulca kayarım altın renkli bir bulut yatağına
dökülür ışık sevinçli gökyüzüne
dökülür yığınla şarkının tarhı
ben oradan, esrik ve özgür
bakarım dünyaya, senin büyülü gözlerinin
yollarını gözümde bulandırdığı
bakarım dünyaya, senin büyülü gözlerinin
gizemli karanlığında durmadan
çevresinde duvar ördüğü
(Çeviren: Haşim Hüsrevşahi)
Gecenin Soğuk Caddelerinde
Pişman değilim
Düşünürken yenilgiyi, o acı yenilgiyi
Çünkü ölüm tepesinin doruğunda
Öptüm yazgımın çarmıhını
Gecenin soğuk caddelerinde
Hep tedirgin ayrılıyor çiftler
Birbirlerinden
Bir tek fısıltı duyuluyor: Hoşçakal! Hoşçakal!
Gecenin soğuk caddelerinde
Pişman değilim
Zamanın ötesinde akıp gidiyor benim yüreğim
Yaşam yeniden doğuracak onu
Yeniden yaşatacak beni rüzgârların
Göllerinde yüzen haberci gülü
Bak, görüyor musun
Nasıl çatlıyor beynim
Süt nasıl oluşuyor mavi damarlarında soğuk memelerimin
Nasıl filizlenmeye
Başlıyor kan
O çok sabırlı çizgisinde belimin?
Ben senim
Seven
Ve kendi içinde olan kimse o
Belli belirsiz bir bağlantı buluyor birden
Binlerce garip ve belirsiz şeyle
Koyu isteğiyim ben toprağın
Yeşersin diye uçsuz bozkırlar
Kendine çeken bütün suları
Uzaklardan
Gelen sesimi dinle benim
Gör beni koyu sisinde sabah dualarının
Ve aynaların dinginliğinde
Bak, gene de nasıl dokunabiliyorum
Kalıntısıyla ellerimin karanlık düşlerin dibine
Nasıl bir dövme yapabiliyorum yüreğime kan lekesi gibi
Suçsuz mutluluklarından yaşamın?
Pişman değilim
Benden konuş ey sevgilim bir başka benle
Gecenin soğuk caddelerinde
Gene aşk dolu gözlerini gördüğün
Benden!
Ve hatırla beni, kederle öperken o
Gözlerinin altındaki çizgileri…
(Türkçesi: Onat Kutlar ve Celal Hosrovşahi)
Pencere
Bir pencere, bakmaya
Bir pencere, duymaya
Bir pencere yeryüzünün yüreğine ulaşan tıpkı bir kuyu gibi
Tekrarlanan mavi şefkatin enginlerine açılan.
Yalnızlığın küçücük ellerini
Cömert yıldızların verdiği gece bahşişi kokularıyla
Dolduran bir pencere
Belki de konuk etmek için güneşi şamdan çiçeklerinin gurbetine
Bir pencere, yeter bana
Oyuncak bebeklerin ülkesinden geliyorum ben
Bir resimli kitap bahçesinde
Kağıt ağaçların gölgesi altından
Toprak yollarında geçip giden
Kuru mevsiminden, kısır aşk ve dostluk deneylerinin
Sıralarında veremli okulların
Alfabelerin soluk harflerinin büyüdüğü yıllardan
Ve kara tahtaya taş sözcüğünü yazar yazmaz çocuklar
Ulu ağaçlardan sığırcıkların çığlık çığlığa kanat çırparak
Uçup gittikleri
o andan
Etobur bitkilerin köklerinden geliyorum ben
Ve hala başım
Dopdolu
Bir deftere toplu iğnelerle
Çakılan
O kelebeğin yabansı sesiyle
Asılınca güvenim adaletin koptu kopacak ipiyle
Ve bütün kente
Parıldayan ışıklarımın yüreğini parça parça edince onlar
Koyu renk mendiliyle yasanın, bağladıklarında
Aşkımın çocuksu gözlerini
Ve isteğimin acili şakaklarından
Fışkırdığında kan
Yaşamım artık
Hiçbir şey olmadığında, hiçbir şey olmadığında duvardaki saatin tiktaklarından başka
Anladım birden yolum yok yolum yok yolum yok
Çılgınca sevmekten başka
Bir pencere yeter bana bir tek pencere
Bilince ve bakışa ve suskunluğa
Işte öylesine boy atmış ki ceviz fidanı
Anlatabilir artık genç yapraklarına tüm bir duvarı
Ve sor aynadan
Adini kurtarıcının
Ve işte senden daha yalnız değil mi
Ayaklarının altında titreyen gökyüzü?
Yıkıntı elçiliğini, peygamberler
Kendileriyle birlikte getirmediler mi çağımıza?
Ve yankıları değil mi o kutsal metinlerin
Bu patlamalar ardarda
Bu zehirli bulutlar?
Ey dost, ey kardeş, ey herkes!
Yazın tarihini gül soykırımının
Veda
gidiyorum; yorgun, solgun, ağlamaklı
viraneme doğru
sizin şehrinizden Tanrı’ya götürüyorum
perişan ve divane gönlümü
alıp götürüyorum, o uzak noktaya
günahın renklerinden arındırmaya
aşkın lekesinden temizlemeye
yok olup gitmiş, yersiz bunca istekten arındırmaya
alıp götürüyorum, senden uzak kalsın diye
senden, ey boş umudun cilvesi
alıp götürüyorum onu, diri diri gömeyim diye
bundan sonra konuşmayı hatırlamasın diye
inleyiş titriyor, gözyaşı oynuyor
ah, bırak, bırak kaçıp kurtulayım
senden, ey günahın coşkun pınarı
en iyisi bu belki de, senden sakınayım
Tanrı şahit ki mutluluk goncasıydım ben
aşkın eli geldi ve dalımdan kopardı beni
âhın alevi oldum, yazık ki
dudağım bir daha o dudağa kavuşmadı
sonunda yolculuk bağı bağladı ayağımı
gidiyorum, dudaklarımda gülümseme, bağrımda kan
gidiyorum, gönlümden çek elini
ey, hiçbir şey vermeyen, boş umut
Çeviri: Makbule Aras
Dünyasal Şiirler
İşte güneş soğudu
ve yeryüzü nimetleri yok oldu
ve tepelerde soldu otlar
ve sonra
sığmadı toprağa ölüler.
Ve gece birleşmişti topluluk ve başkaldırıyla
bir ayna görüntüsü gibi bulanık
bütün renksiz pencerelerde
ve yollar bırakmıştı karanlığa doğrultularını.
Gayrı düşünmedi kimse sevdayı
gayrı düşünmedi kimse utkuyu
ve düşündüğü de yoktu kimsenin artık.
Yalnızlığın kovuklarında
doğdu boşluk
afyon ve ban-otu kokuyordu kan
gebe kadınlar başsız çocuklar doğurdu
ve beşikler utanç içinde gömütlere gizlendi.
Karanlık ve buruk zamanlardı.
Ekmek yok etti
yalvaçsı tansıkların gücünü
aç ve umutsuzca
göçtü peygamberler
adanmış topraklardan
ve yitik kuzular
duyamadı artık çoban seslenişlerini.
Devinim, renk ve biçim
dönüyordu sanki aynaların gözlerinde
yukarı ve aşağı doğru
ve ışıtan kutsal bir hâle
yandı ateşler içindeki bir şemsiye gibi
kaba soytarıların kafaları
ve utanmaz fahişelerin yüzleri etrafında.
Acı ve zehirli buharıyla
çekti alkolün bataklığı
etkisiz entelektüel yığınını
dibe
ve iğrenç fareler
kemirdi eski dolaplardaki
altın yapraklı kitap sayfalarını.
Güneş ölüydü.
Ölüydü güneş
ve yitirmişti anlamını yarın sözcüğü
çocuk anlaklarında.
Bu tuhaf eski sözcüğü çizdiler
defterlerindeki kara bir mürekkep lekesi gibi.
İnsanlar
yığınla başarısız insan
geldi gitti bir sürgünden bir sürgüne
ürkerek, felç içinde ve şaşkınca
kendi cesetlerinin çirkin yükü altında
ve acı yüklü öldürme isteği
büyüyordu ellerinde.
Bazen bir kıvılcım
miniminnacık bir kıvılcım bu sessiz ve cansız
topluluğu infilâk ettiriyordu-
Atılarak üzerlerine
kestilerdi erkekler birbirlerinin boğazını
ve ırzına geçtilerdi küçük kızların
kanlı bir yatakta.
Kendi zalimliklerinde boğuldular
ve müthiş bir suçluluk duygusu
felç etti kör ve miskin ruhlarını.
Törensel idamlarda
fırlatırken darağacının ipi
ölünün gözlerini yuvalarından
çekilirdi onlar kendi kabuklarına
ve yaşlı yorgun sinirleri
titrerdi
şehvetle.
Ama bulvarlarda görürdün
her zaman bu küçük canileri
durmuş bakarken
fıskiyelerin sonsuz devinimlerine.
Belki de hâlâ
donmuş derinliklerindeki
ezilmiş gözleri ardında
yaşayan, yarı canlı
bir şey var
en sonunda inanmak isteyen
suyun temiz türküsüne.
Belki
ama ne de sonsuz bir boşluk bu.
Güneş ölüydü
ve bilmiyordu kimse
yüreklerimizden uçan
üzgün güvercinin
inanç olduğunu.
Ah – tutuklu ses
senin umutsuz ihtişâmın asla
kazamayacak nefretli geceden
ışığa doğru uzanan bir tünel
ah – seslerin son sesi…
Çeviren: İsmail Aksoy