Ali Rıza Avcan
Ülkemizdeki çevrecilerin ve çevre örgütlerinin, doğayı katleden, hepimizin müştereği olan ormanları, denizleri, akarsuları, dağları, tepeleri, meraları ve benzerlerini yok eden saldırılara anında tepki verebilmek, arka arkaya; hatta bazen aynı anda ortaya çıkan her bir kötülüğü önlemek, engellemek için insanüstü çaba gösterdiğine tanık oluyorum.
Adeta ellerindeki kova ve hortumlarla dört bir yanda ateşlenen yangınları söndürmeye çalışıyorlar.
1980’li yılların başında, Ankara’daki Türkiye Çevre Vakfı‘nın çevre ile ilgili yeni hukuki düzenlemelerin 1980 Anayasası’na girebilmesi için yaptığı çalışmalara katılıp Türk çevre mevzuatındaki çevre ve çevre koruma ile ilgili düzenlemeleri tarayıp bunu bir yayına dönüştürmüş ilk çevrecilerden biri olmakla birlikte; yaşamımın ondan sonraki dönemlerinde, -açık söylemek gerekirse- çevre ve çevre koruma konularıyla ekoloji mücadelesine fazla bir önem ve öncelik vermemiştim.
Ne olduysa son 3 yılda oldu ve AKP iktidarı tarafından İzmir Körfezi ile Gediz Deltası Sulak Alanı‘na yapılmak istenen İzmir Körfez Geçişi Projesi‘ni engellemek amacıyla son hızla bu mücadele alanına girdim ve bu projeyle ilgili ÇED raporunun iptali ve yürütmesinin durdurulması için dava açmadan önce, küçük bir girişimde bulunarak sevgili arkadaşım Göker Yarkın Yaraşlı ile birlikte İzmir Büyükşehir Belediyesi İZSU Genel Müdürlüğü tarafından Yamanlar Dağı eteklerine yapılacak Bostanlı Barajı ile ilgili ÇED raporunun iptali ve yürütmesinin durdurulması için ilk davamı açıp, çevre / ekoloji mücadelesi verenlerin saflarına katılmış oldum.
Bu mücadeleye katılmamla birlikte, hem her bir ağacı hem de bunların oluşturduğu ormanı görmek niyetiyle, bu tür toplumsal ve hukuki mücadelelerde aksayıp mücadeleyi etkileyen ve giderek zorlaştıran konulara dikkat etmeye başladım.
Aslında, dikkat edip anlamaya çalıştığım bu konuların hiç zorluk çıkarmadan gelip beni bulduğunu da söyleyebilirim.
Bu davalara bakan idare mahkemeleri son yıllarda adeta hukuki alanda mücadele etmememiz, açtığımız takdirde de sürdürmememiz için çok büyük miktarlarda bilirkişi ücretleri belirlemeye başladılar.
Örneğin, İzmir 3. İdare Mahkemesi hem İzmir Körfez Geçişi Projesi ile ilgili ÇED raporunun iptali ve yürütmesinin durdurulması davasında, hem de Gediz Deltası Sulak Alanı‘ndaki koruma bölgelerinin daraltılıp niteliklerinin değiştirilmesi ile ilgili Ulusal Sulak Alan Komisyonu’nun (USAK) aldığı kararın iptali ve yürütmesinin durdurulması davasında 15 bin liralık bilirkişi bedellerinin davacılar tarafından ödenmesine hükmetti.
Böylelikle TMMOB ve Doğa Derneği, birinci dava için ayrı ayrı açtıkları her iki dava için 15 Bin liradan toplam 30 Bin lira, Doğa Derneği USAK kararının iptali ve yürütmesinin durdurulması davası için 15 Bin lira ödemek zorunda kaldı.
İşin kısası, TMMOB ve Doğa Derneği, iki ayrı dava için şu an itibariyle devlete toplam 45 Bin lira ödemiş durumda.
Bu kadar büyük miktarda bilirkişi ücretleri, bugünkü koşullarda her kurum ya da şahsı zorlayacak; hatta dava açma cesaretini ortadan kaldıracak kadar yüksek.
Bu durum gerçek anlamıyla, adaleti yokuşa sürüp hak arama mücadelesini engelleyecek bir tehlikeye işaret ediyor.
Mevzuata göre bu paraları ödeyen kurum ya da şahıslar, davayı kazandıkları takdirde ödedikleri paraları geri alabilmekle birlikte; bu kadar büyük paraların meslek örgütleri ya da sivil toplum kuruluşları tarafından bulunup ödenmesi neredeyse imkansız. O nedenle, bu tür davalarda “paran kadar adalet” anlayışının geçerli olduğunu ve bu vahim durumun her geçen gün dava açanlar aleyhine kötüleştiğini söyleyebiliriz.
Çevre davalarında dikkat çeken diğer bir nokta ise, çevre ya da ekoloji mücadelesine katılmış, bu konuyla ilgili sivil toplum kuruluşlarında görev yapmış, doğayı korumak için müdahil olup davalar açmış bilim insanlarının mahkemeler tarafından “tarafsız” olmadıkları gerekçesiyle bilirkişi heyetlerine alınmaması; alınsa bile kamu kurumlarının itirazı üzerine bilirkişi heyetlerinden çıkarılmaları konusudur.
Böylelikle kendi uzmanlık alanında ulusal ve uluslararası alanda tanınmış, bilinmiş , bu konuda onlarca kitap, yüzlerce bilimsel makale yazmış birçok bilim insanının sırf “tarafsız” olmadığı gerekçesiyle davalarda bilirkişi olmalarının önü kesilmiş; bunun doğal bir sonucu olarak, yeterli akademik kariyere ve uzmanlığa sahip olmayan; örneğin sadece “doktor” unvanına sahip ya da o konuda hiçbir yayın ve araştırması olmayan kişilerin bilirkişi heyetlerinde görev alması ve bu şekilde heyetlere dahil edilenlerin çoğu kez kamu kurumlarından, bakanlıklardan yana görüş belirtmeleri sağlanmaktadır.
Bu iki konu; yani bilirkişi ücretlerinin çok yüksek olması ve bilirkişi heyetlerine bilgi ve deneyim sahibi olan bilim insanlarıyla uzmanların girememesi bence ülkemizde çevre mücadelesi veren kurum, kuruluş ve kişilerin bir araya gelerek hep birlikte mücadele etmeleri, kamuoyu oluşturarak hem yasa koyucuları hem uygulayıcıları etkilemeleri gereken önemli bir mücadele alanıdır.
Evet, yine doğaya zarar veren her taş ocağı, maden, RES, HES ya da benzerleri için bir araya gelip mücadele edelim; ama biraz da bu mücadelenin yoğunluğundan kafamızı kaldırıp ağaçlarla birlikte ormanı da görelim…
Yüksek bilirkişi ücretlerinin makul düzeye indirilmesi, hatta bu tür harcamaların devlet bütçesinden karşılanması; ayrıca, bilgisiz, yetersiz ve deneyimsiz akademisyenlerin, uzmanların bilirkişi heyetlerinde yer almaması için bilim insanlarının bilimden kaynaklanan tarafsızlığına inanarak değerli bilim insanlarıyla uzmanları bu tür önemli bilirkişilik hizmetlerinden uzak tutmayalım.